Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. BÖLÜM: "Nefesin Benim"

@durumavii

🕯

Baştan aşağı kahverengi bir odaydı. Karşılıklı olarak konumlandırılmış kahverengi deri koltuklar, koltukların arasında yer alan üstü cam ancak altı kahverengi tabanlı kare sehpa, kapıyı açtığınızda doğrudan sizi karşılayacak olan uzun, kahverengi yemek masası ve pencerenin önünde daha çok bir sedyeye benzeyen, ancak koltuklarla aynı yüzeye sahip olan kahverengi yatak…

 

Odada renkli olan tek şey, o yatağın üzerinde sırt üstü uzanan ve tavanı izleyen küçük kız çocuğunun mavi gözleriydi. O kızın ismi de tıpkı gözleri gibi Mavi’ydi.

 

Mavi, içinde bulunduğu odayı ve odayı oluşturan detayları ilk gördüğünden beri sevmemişti ama onun için en kötüsü üzerine gelen kahverengi duvarlardı. O duvarları da sevmiyordu. Üzerindeki elbiseyi, dökemediği gözyaşlarını, oynayamadığı oyunları sevmediği gibi sevmiyordu.

 

Bakışlarını kahverengi avizeye dikmiş zamanın geçmesini bekliyordu. Dakikalardır yalnızdı. Çok sıkılmıştı. Sadece beş yaşındaydı ve sadece oyun oynamak istiyordu. Aslında geçen zamanı da bilmiyordu çünkü duvarda ne kadar saat olsa da küçük kız saatleri henüz öğrenmemişti.

 

Okul başladığında Asil ona öğretecekti.

 

Mavi Asil’i çok özlemişti ama bunu söylemesi de yasaktı.

 

Odanın dışından sesler geldiğinde yataktan sarkıttığı bacağını geri aldı ve ellerinin karnının üstünde birleştirdi. Gözlerini kapattı çünkü kimsenin onunla konuşmasını istemiyordu. Kapının açıldığını duydu. İçeri iki kişi girmişti. Biri Burgonya, diğeri ise Psikiyatr Doktor Alfredo.

 

Burgonya, küçük kızı bakışlarıyla kontrol ettikten sonra deri koltuğa geçip oturdu. Üzerinde Mavi’nin onu daima gördüğü gibi siyah, kalın topuklu çizmeleri vardı. Bacaklarını streç gibi saran deri pantolon ve boğazlı kazağı ile baştan aşağı siyahlar içindeydi. Beyaz tenini küt, kahküllü ve kızıl olan saçları süslerken, koyu renkli gözlerinin üzerindeki kaşları sanki oraya yapıştırılmış gibi sabit duruyordu.

 

“Yaklaş.” diye emretti arkasına yaslanarak. ”Sabrım tükenmek üzere, doktor. Bana artık istediğimi vermeye ne dersin?”

 

Doktor Alfredo, kapının birkaç adım içerisine yaklaşırken kararsız görünüyordu. Beyaz önlüğünden sarkan köstekli saatin zincirini parmağına doladı, uzun saçları yataktan sarkan küçük kıza baktı. “Bayan Burgonya, yalnız olmalıyım. Yanımda siz varken çalışamam.”

 

Burgonya başını yavaşça indirdi ve kaldırırken, “Çalışırsın.” dedi. “Çalışacaksın. Çünkü ben öyle istiyorum.”

 

Doktor tek bir itiraz bile edemedi ama “Bu şekilde seansın işe yarayıp yaramayacağını size garanti edemem.” diye bilgilendirdi. “Yani siz odanın içindeyken…”

 

“Ben odanın dışındayken de bir şey değişmiyor. Hala istediğim aşamaya gelemedin. Geldin mi? Gelemedin. Bu kaçıncı seans doktor? Yedi ? Sekiz?”

 

“Yedi.” diye teyit etti doktor. “Bayan Burgonya, benden istediğiniz basit bir şey değil. Adım adım ilerliyoruz. Daha önce bu prosedürü üzerinde on sekiz hastadan biri hariç hepsinde sonuç verdi.”

 

“O bir kişi?”

 

“Kaldıramadı.” dedi doktor. “İntihar etti.”

 

Burgonya etkilenmedi. Gözünü bile kırpmadı. Doktor devam etti. “Dediğim gibi bu prosedürü daima hasta ile yalnızca gerçekleştirdim ve hastalarımdan hiç…” Mavi’ye baktığında hissettiği rahatsızlığı göz ardı etti. “Hiç biri bu kadar küçük değildi.”

 

“Ne farkeder?”

 

Doktor Alfredo şaşkınlık içinde kaldı. “Size anlatmıştım. Yöntemimiz bir yetişkin için bile çok ağır. Bu yüzden tıp dünyasında kabul görmedi ve…”

 

“Doktorluktan atıldın.” diye tamamladı Burgonya. “Şanslı adamsın Alfredo, karşına ben çıkmasaydım Fransa’nın hiçbir kliniğinde iş bulamazdın.”

 

Doktor Alfredo durumun farkındaydı. Onu Burgonya’ya bağlı kılan en büyük neden de zaten buydu. “Kızın yaşı çok küçük. Daha da önemlisi büyük bir psikolojik sorunu var ve bu prosedürle hastalığının yalnızca ilerlemesine neden oluyoruz. Hala tedavi şansı varken geri dönülemez bir yo-”

 

Burgonya başını arkaya atıp sesli bir nefes verdi. “Aynı şeyleri söylemenden sıkıldım.” Burgonya b

ir bacağını diğerinin üzerine atarken elini alnına götürdü ve işaret parmağını sol, baş parmağını sağ şakağına koyarak ovmaya başladı. “Başımı ağrıtıyorsun, doktor. Seninle anlaşmıştık, en başından. Çocuğun yaşını da biliyordun. Psikolojik durumunu da…” Elini yüzünden ayırdığında bakışlarında karanlık bir tehdit vardı. “Ödemeyi peşin almıştın, değil mi doktor?”

 

“Evet ama…”

 

“Biliyor musun, ama kelimesini hiç sevmem ama…” Dudaklarına yaklaştırdığı parmaklarına üflerken bakışlarını doktordan ayırmamıştı. “Birçok kişinin son kelimesi olduğuna şahit olmuşumdur.”

 

Doktor alması gereken mesajı alarak yutkundu ve Mavi’nin yanına ilerledi. Küçük kızın düzensiz nefes alışverişlerinden uyumadığını anlamıştı. Buna sevindi, bir de onu uyandırmakla uğraşmak istemiyordu.

 

“Başlıyorum, izninizle.”

 

Bugonya elini öne uzatarak “Hay hay.” dedi. Sonra arkasına yaslandı ve bir film izliyormuş gibi onları izlemeye başladı. Sabırsız bir kadın değildi. Aksine, yırtıcı ama bir o kadar da akıllı bir hayvan gibi avlanmayı severdi. Hedefini gözüne kestirir, dahiyane bir plan yapar ve sonra arkasına yaslanıp o planın tıkır tıkır işleyişini seyrederdi. Şimdi de yaptığı tam olarak buydu.

 

Doktor cebindeki köstekli saati çıkarıp zincirinden tuttuğunda “Deniz.” dedi. “Sevgili Deniz. Gözlerini açmanı rica ediyorum.”

 

Mavi gözlerini yavaşça açtı ve doktorun tanıdık yüzüne baktı. Ondan korkmuyordu ama artık onunla geçirdiği zamandan hoşlanmıyordu. Kliniğe ne zaman gitse doktorla yalnız kalıyordu ve daha önce oynamadığı garip bir oyun oynuyorlardı. Başta oyun merak uyandırıcıydı ama artık hiç de o kadar eğlenceli gelmiyordu

 

“Ben… Benim adım Ma-” Gözleri yattığı yerin gerisinde oturan Burgonya’ya kaydığında kelimeleri boğazında düğümlendi. Burgonya, onu bu konuda kesin bir dille uyarmıştı. “Şey… Bugün oynamasak olur mu doktor amca? O kablolar canımı acıtıyor.”

 

Doktor, yatağın altından ultrason cihazını andıran cihazı çıkardığından Mavi teklifinin kabul görmeyeceğini anlayarak alt dudağını sarkıttı. Doktor, cihazdan uzanan iki siyah kablonun ucundaki bantları küçük kızın alnına yapıştırdıktan sonra cihazın dokunmatik ekranında bazı ayarları işaretledi.

 

“Işığı kapat.” Doktorun sesiyle odadaki ışıklar söndürüldüğünde doktor cebinden bir çakmak çıkardı ve masaya yaklaşıp, üzerine boy sırasına göre dizilmiş üç şamdanın içindeki üç beyaz mumu yaktı. Mavi, mum ışıklarının karanlık odaya yaydığı sarı ışığı ve titreyen ateşin duvarlarda gölgelenmesini izlerken, sadece birkaç saniye sonra ne olacağını bildiği için tedirdi. Doktor, Mavi’nin yanına döndü, cihazın açma düğmesini çevirdi. Aynı anda Mavi titreyerek gözlerini kapattı, on saniye bekledikten sonra yavaşça açtı ve başının üzerinde sallanmaya başlayan köstekli saati bakışlarıyla takip etmeye başladı.

 

“Evet Deniz, nasıl yapacağını biliyorsun.” diye fısıldadı Doktor Alfredo. “Odaklan. Senden yalnızca odaklanmanı istiyorum.”

 

Oda o kadar sessizdi ki Mavi köstekli saatten gelen yelkovan ve akrebin sesini duyabiliyordu. O kablolar alnına yapıştığında, ışıklar söndüğünde, mumlar yakıldığında ve köstekli saat gözünün önünde sallanmaya başladığında dünyadan dışarı çıkıp kapısını kilitlemiş ve anahtarı da uzay boşluğuna atmış gibi hissediyordu.

 

“Kaç yaşındasın, Deniz.”

 

Mavi köstekli saati takip ederek sağa, sola, sağa, sola ve tekrar sağa ve sola baktı. Bu, sonsuza kadar sürecek gibiydi. Uyumuyordu. Hayır, aslında gözleri açık bir şekilde uyuyordu ama doktorun ona yaptığı şey, uykudan daha ağırdı. Gözleri açıkken kabusların en büyüğünü görüyordu. O kabusları sonrasında hiç hatırlamıyordu ama ağırlığından günlerce kurtulamıyordu.

 

“Beş.” diye mırıldandı. “Beş yaşındayım.”

 

“Güzel.” dedi doktor. “Söyle bana annenin adı ne?”

 

“Eleni.”

 

Burgonya, dişlerini sıktı.

 

Doktor sordu. “Babanın adı ne?”

 

Mavi, kafasının içinde bir pus hissetti ama pusu aralayıp babasının ismini oradan çekip aldı. “Ahmet.”

 

Burgonya’nın sol gözü seğirdi.

 

“Şimdi bana ismini söyle.”

 

Mavi iki dakika boyunca düşündü. Gözleri o saati takip etmeyi bir an bile bırakmıyordu. İstese de bırakamazdı. “Mavi.”

 

Burgonya’nın şakakları gerildi.

 

Doktor, küçük kızın üzerine eğildi, saatini daha hızlı sallamaya başlarken dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı. “Beni dinle küçük kız, ben senin doğrunum. Beni dinle. Çünkü yalnızca beni dinlediğinde iyi olacaksın. Senin adın Deniz, adın Deniz, adın hep Deniz’di. Sen Deniz’sin.” Dudaklarını neredeyse kızın kulağına temas ettirecek kadar yaklaştırdığında elini uzattı, cihazın ayarını yavaşça yükseltmeye başladı.” Kim olduğunu biliyorsun. Hep biliyordun. Fransa’da doğdun. Bu toprakları tanıyorsun. Her köşesini biliyorsun. Nasıl koktuğunu biliyorsun.” Ayarı daha fazla yükselttiğinde Mavi’nin nefes alışverişleri hızlandı. Zihnindeki karanlık gölgeler giderek çoğaldı ve ruhunu bedeninden kazıdıklarını hissetti. “Annenin adı Burgonya, babanı hiç tanımadın. Hayatının merkezinde yalnızca annen var. Annen Burgonya. Şimdi bana söyle, annenin adı ne?”

 

Mavi dudaklarını araladı. Beyninde annesinin adını aradı, bulamadı. Oysa daha az önce bu soruya cevap verebilmişti. Ne cevap vermişti. Mavi, kafasının içinde üstesinden gelemeyeceği büyük bir kargaşa gerçekleştiğini hissediyordu.

 

“Cevap veremiyor musun?” Doktor, attığı bir adımın ardından hız kesmeden devam etti. Ayarı biraz daha yükseltti ve Mavi titremeye başladı. “Cevap verebilirsin, Deniz. Annenin adının Burgonya olduğunu söyleyebilirsin. O daima senin hayatındaydı. Gözlerini ilk açtığında onu gördün ve her an yanı başında olacak. Annen Burgonya, annen Burgonya, annen Burgonya…” Biraz uzaklaştı, kızın yüzüne bakarken, “Bana annenin adını söyle.” diye emretti doktor. Bu kez sesi sert ve buyurgandı. “Hemen.”

 

Mavi’nin küçük elleri buz gibi oldu, hissetmedi. Zangır zangır titredi, hissetmedi.

“Annem.” dedi önce. “Annem.” Annesinin açık kumral saçlarını zihninde bulamadı. Mavi gözleri, gülümseyişini, kendisini saran kollarını zihninde bulamadı. Sonra derinlerden gelen o sesi duydu.

 

Annen Burgonya. Annen Burgonya. Annen Burgonya.

 

“Annem… Burgonya.”

 

Sığınmak istediği bir yer vardı. Birinin kolları… Mavi, o kolların kime ait olduğunu bile bilmiyordu. Yitiriyordu. Adım adım belleğine ait ne varsa kaybediyordu.

 

Gerçekleşen bir sonraki seansta babasını kaybetmişti.

 

Bir sonrakinde doğduğu toprakları; sonrakinde oynadığı oyunları yitirdi, koştuğu sokakları, düştüğü kaldırımları yitirdi.

 

Başka bir seansta babasını yitirdi.

 

Yitirmenin acısını iliklerine kadar hissediyordu ama ne yitirdiğini bile artık bilmiyordu. Belleğinin kapıları isteği dışında ardına kadar açıldığında, onu terk etmeye başlayan anıları yerini derin ve kederli bir kimsesizliğe bırakıyordu.

 

Mavi küçük kalbiyle direndi, savaştı, çok gözyaşı döktü; ağladı çırpındı ve yenildi.

 

Zaman acımasızca akıp giderken, belleğinde en son onu yitirdi.

 

Asi’yi.

 

 

*

 

Ucuz bir otelin ucuz aynasının karşısında duruyordum. Çıplaktım. Kendimi izliyordum ve bir nedeni yoktu. Bazı zamanlar bunu yapardım. Soyunur, aynanın karşısına geçer, bakışlarımın çıplak bedenimi delip geçmesini ve derinlerde olanları anlamaya çalışmasını isterdim.

 

Derinlerde olan neydi? Bunu hiçbir zaman bilememiştim.

 

Kendimi mükemmel görünen ama dallarında iyileştirilemez ve ölümcül bir hastalık taşıyan o ağaca benzetirdim. Hastalık giderek yayılıyordu; tüm dallarımı, gövdemi köklerimi ele geçirmek istiyordu. Bunun için çıldırıyordu ve engel olmak için kılımı bile kıpırdatmıyordum. Çünkü o hastalığa muhtaçtım.

 

Beni nasıl çürüttüğüne değil, üzerimde ne kadar görkemli durduğuna bakıyordum.

 

Telefonun tireşimine yöneldiğimde ekranda Bade’nin ismini gördüm. Bir görüntülü mesajdı. Üzerine tıkladığımda ve yavaşça açılan fotoğrafa baktığımda, Bade’nin gülümseyen yüzü gözlerimin önüne serildi. Kollarındaki bebeğiyle birlikte onları götürdüğüm evin kızı için hazırladığı odasında çekmişti, arkasında bir beşik vardı. Monica’dan bana teklif ettiği gizli evinin konumu istediğimde çok şaşırmıştı ama vazgeçme ihtimalimi göz önünde tutarak sorgusuzca konumu göndermişti. Bade ve kızını eve bıraktığımda, içeri girmeyi reddederek daha sonra geleceğimi söylemiştim.

 

Gerçek şu ki hiçbir zaman gitmeyi düşünmüyordum. Ona yardım ettiğim kısmı düşünmek bile istemiyordum çünkü kendi içimde bir açıklaması yoktu.

 

Elimdeki telefon yeniden titrediğinde fotoğrafın altında bir mesaj belirdi.

 

“Burada bir beşik buldum. Bebeğin mi var abla? Sanırım bu eve uzun zamandır uğramıyorsun, çok tozlanmıştı ama her yeri güzelce temizledim. Biliyor musun ben çok güzel yemek yaparım. Eve gelirken bana hangi yemeği istediğini yazar mısın? Zaten yük oldum sana, bari böyle teşekkür edeyim.”

 

Mesajını cevapsız bırakarak ekranı kapattım, banyodan çıktım. Islak saçlarımı sol omzuma toplarken kıyafetlerimde göz gezdirdim. Doktor Deniz bu akşam karşı konulamaz olmalıydı. Bu yüzden ince askılı, bedenimi sıkıca saran siyah elbiseyi aynı renk iç çamaşırlarımın üzerine geçirdim. Düz bir şekilde fönlediğim gür ve kalın telli saçlarım belime dökülürken, kalın dudaklarımı kırmızı ruja buladım. Siyah göz kalemini göz kapağımın dibine kalın ve kuyruklu bir biçimde çektikten sonra bolca rimelle destekledim. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Aynaya baktığımda karşımda gecenin sonunda muhakkak ki eve davet edilesi çekicilikte bir kadın duruyordu.

 

Noyan Korkutel, bu gece mutlaka beni evine davet edecekti. Uslu bir çocuk olursa kalbini göğsünden çıkarmadan önce benimle sevişme şansını bile elde edebilirdi!

 

Randevuya bir saat kala telefonuma onun tarafından bir konum düştü.

 

Babanın Yeri.

 

Mekanı internetten araştırmam da bir ihtimaldi ama çoktan hazırlandığım için bunu yapmadım. Onun gibi zengin bir adam beni ortalama ya da salaş bir mekana götürmeyeceğini biliyordum. Mekanın ismi ne kadar garip olsa da…

 

Siyah, ince topuklu ve tek bantlı ayakkabıları giydikten sonra yanıma hiç giymeyeceğimi bildiğim ceketimi ve el çantamı aldım. En önemli detay henüz benimle değildi. Dudaklarımda yarım bir gülümsemeyle banyoya yürüdüm. Rezervuarın kapağını kaldırıp özel su geçirmez kılıfının içindeki ufak el tabancamı aldım. Kılıfından çıkarıp jartiyerime sıkıştırdıktan sonra aynaya son kez baktım ve kırmızı rujlu alt dudağımı dişlerimin arasına alarak karşımdaki muhteşem kadın göz kırptım.

 

*

 

Sikeyim.

 

Mekan hayatımda görüp görebileceğim en varoş yerdi. Takside geçirdiğim kırk dakikadan sonra İzmir dışına çıkarken ve orman yoluna saparken, buna gerçekten değeceğinin düşünmüştüm ancak taksi duralı neredeyse dört dakika olmasına rağmen inmemiştim.

 

“Abla, vardiyayı benimle tamamlayacaksın herhalde.” Taksici kendi bayat esprisine gülerken, konumu ikinci kez kontrol ettim. Lanet olsun ki doğruydu.

 

Taksimetreye baktıktan sonra adama bin iki yüz teleyi nakit olarak ödedim ve araçtan indim. Ormanın içinde tek başına bir mekandı. Tek katlı bir eve beziyordu. Duvarları iri taşlardan inşaa edilerek tamamı orman yeşiline boyanmıştı. Kiremit çatısı ve yeşil gövdesiyle, ormanın içindeki yüzlerce ağacın içindeki ters bir ağaca benzemişti. İçeriden çıkanların garipseyen bakışlarını görmezden geldim. Rahatsız eden, davetkar ya da başka olumsuz bir ifadeyi barındıran bakışlar değildi. Son derece salaş bir mekandan salaş kıyafetlerle çıkarken, kapının önünde böylesi bir kadın gördükleri için şaşırmaları kabul edilebilirdi.

 

Mekana çıkan üç basamağı geride bırakarak çift kanatlı ahşap kapıdan içeri geçtim. Taş zemin en fazla yirmi kadar ahşap masa ve sandalyi taşıyordu. Masaların arasındaki mesafeler açıktı ve yarısı kadarı doluydu. Tam ortada büyük bir kuzine soba vardı. Geniş camı cayır cayır yanan ateşi bir şölen şeklinde sunarken, duvarlarda yeşilçam artist ve aktirlerine ait bazı fotoğraflar ve özlü sözler asılıydı. İçerideki orman havası, yanan çıra konusuyla arsız bir münasebete girmişti.

 

Zeki Müren’in seni, sol kısımdaki eski çalışma masasının üzerindeki antika pikalptan geliyordu. Masanın arkasında oldukça yaşlı, gözlüklü bir ihtiyar vardı. Bana bakıyordu. Aslında içerideki birçok göz üzerimdeydi ama biri… Biri en fark edilir olandı.

 

Arka masalardan birindeydi. Yavaşça ayağa kalktığında, başımı yavaşça ondan tarafa

çevirdim. Aramızda neredeyse beş masalık mesafe vardı ama bana bakıp gülümsediğini görebiliyordum. Hayır, dudaklarının o gülümeyişten haberi yoktu. Bana gülümseyen gözleriydi. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı, altında ise açık kahve renginde bir keten pantolon. O sıkıcı ve ciddi takım elbiselerinden sonra onu ilk kez bu şekilde görüyordum. Yönümü yavaşça ona döndüğümde sandalyesini geriye itti ve masasın yanına doğru bir adım attı. Topuklu ayakkabılarımı taş zeminde hareket ettirerek ona yaklaşırken, bir an - kısa bir an- bakışlarını benden aldı ve etrafında dolaştırdı. Bu yaparken gözlerinden silinen gülümseme ve yerine gelen o katı ifade üzerimdeki tüm gözleri jilet gibi kazıdı.

 

Masanın oturacağım tarafında durduğumda, bakışları yeniden yüzüme çevrildi. Gözleri o karanlık ifadeden arandı, yeniden gülümsedi. Bir şey söylemesini bekledim. Söylemedi.

Yerinden ayrıldı ve benim oturacağım tarafa geçip sandalyemi çekti. Beni kendine çekip öpebilirdi ya da en basitinden tokalaşabilirdi ama tüm bunların yerine sadece sandalyemi çekmeyi tercih etmişti. Garip bir adamdı. Bunu inkar edemezdim.

 

Hala tuttuğu sandalyeye geçerken, çekingen görünüyodum. Doktor Deniz, Noyan Korkutel ile son yaşadıklarından dolayı fazlasıyla rahatsızdı ve utanıyordu. Bu yüzden yüzüne daha fazla bakmakta tereddüt ediyordu.

 

“Doktor Hanım.” Sandalyeye tamamen yerleştirdiğimde eğildiğini hissettim. Başı, yüzümün sol tarafında ulaşmak üzereyken duraksadı. “Hoş geldin.” dedi ve geri çekildi.

 

Heyecanlı bir nefes alarak, Hoş buldum.” dedim. Mahcup, heyecanlı ne yapacağımı bilemez haldeydim. Tam da olması gerektiği gibi, planladığım gibi…

 

Yanımdan ayrıldı, karşıma geçip oturdu ve parmakları yarılanmış rakı kadehine sarıldığında gözleri üzerimdeki elbiseyi incelemeye koyuldu. İnce aslılarımdan taşan beyaz göğüslerim gözlerinin önündeydi ama baktığı kısmın orasıyla bir alakası yoktu. “Siyah giyinmişsin.”

 

Etrafıma bakarak, “Keşke salaş bir mekana davetli olduğumu bilseydim.” diye konuştum. Çoğunluğun üzerinde kot pantolon ya da gündelik elbiselerden vardı. “Baksanıza, burda çok eğreti duydum.”

 

“Bana yeniden siz, demeye mi karar verdin?” diye sorarken bir parça alaycı görünüyordu.

 

Daha fazla utanarak elimi kulağıma altına götürdüm ve orayı kaşırken bakışlarımı kaçırdım. “Hayır, sadece ben…”

 

“Eğreti durmuyorsun.” diyerek kesti sözümü. Baktığı ben miydim yoksa her detayını uzunca izlemek istediği bir tabloyu mu izliyordu? Bizi dışarıdan izleyen üçüncü bir göz bu sorunun cevabını asla veremezdi. “Sadece burda değil, hiçbir yerde eğreti durabileceğini düşünmüyorum. Olsa olsa o yerler sende eğreti durur.”

 

Vay canına! dedi Burgonya Kızı. Bu adamın ağzı iyi laf yapıyor.

 

Doğruydu. Ağzının iyi laf yaptığı gerçeği geri planı ittirilemezdi. Herhangi bir kadını tavlamaya ihtiyacı olabilecek biri değildi. O halde bu yeteneği doğuştan geliyordu. “Teşekkür ederim.” Sol elimi masanın üzerine koyarak, koyu kırmızıya boyadığım tırnaklarımla masada silik bir ritim tutmaya başladım. “Yine de böyle bir mekan olduğunu söylemeliydiniz. Daha uygun giyinmek isterdim. Sizin gibi…”

 

Gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı. Tıpkı diğer gömlekleri gibi kusursuzca ütülenmişti ama kısa saçları diğer zamanlar olduğu gibi geriye doğru şekillendirilmek yerine özgür bırakılmıştı, şimdi tutamları alnını süslüyordu.

 

“İçinden geldiği gibi giyinmeni istedim.” dedi netlikle. Yaklaştı. Kadehini bırakmadan kollarını kaldırdı ve dirseklerini masanın üzerine koydu. “Güzel gelmiş içinden.”

 

Teşekkür etmek yerine teşekkür edercesine gülümsedim ve başımla yarım rakı kadehini işaret ettim. “Siz mi erken geldiniz, ben mi geç kaldım?”

 

Kaşları indi. Düşündü. Hadi ama… O kadar da zor bir soru sormamıştım.

 

“Bir bilsem.” Sesi çıkmaz bir sokağa saplanıp kalmıştı. Neden? Ne yaptığını henüz fark etmiş gibi elini kaldırdı ve garsona işaret etti. “Mazur gör, ne içeceğini sormayı unuttum.” O da rakı kadehini başıyla işaret etti. “Ve geç kalmadın.”

 

“O zaman?”

 

“Biraz gevşemeye ihtiyacım vardı.” dedi düşünceli bir sesle. “Üçüncü kadehim.”

 

Dudaklarım aralandı. Anlamaya çalıştım. “Gergin miydiniz? Neden gergindiniz?”

 

Garson çocuk geldiğinde Korkutel belirgin bir şekilde nefeslendi. Çocuk, önümde ters bir şekilde duran rakı kadehini çevirip belli bir hizaya kadar doldurdu. Kalanını suyla tamamlayacağı sırada “Sek içeceğim.” dedim. “Lütfen.”

 

“Tabii abla.” Kadehimin kalanını da rakıyla doldurduktan sonra kısa bir an bana şaşkın gözlerle baktı. Genç, çelimsiz bir çocuktu. “Ne alırsın abi, senin mezelerden getireyim mi? Şu geçen beğendiğin taze fasulyeden var.”

 

Herhangi mekanda onun gibi adamlardan çekinilir, hatta korkulurdu ama bu çocuk ben olmasam oturup onunla sohbet edecek kadar samimiydi.

 

Korkutel, “Hanımefendiye soralım.” diyerek sözü bana bıraktı. “Halit Baba’nın balığı meşhurdur ama balık sevmiyorsan-” Durdu, çenesini kasıldı. Aklına bir şey gelmişti. Aklına ne geldiği hakkında bir fikrim yoktu. “Ne sevdiği bilmiyorum.”

 

Başımı salladım. “Balık severim.”

 

Tekrar etti. “Balık seversin.” Ezberler gibiydi. “Balık seversin. Başka?”

 

“Meze? Mesela patlıcan mezesi severim. Aslında ben içinde patlıcan olan her şeyi severim. ”

 

Kasılan çenesi yavaşça gevşerken garson çocuğa, “Bize patlıcan mezesi getir koçum.” dedi. “Hatta içinde patlıcan olan her şeyi getir.”

 

Çocuk güldü. “Abi geçen patatese patlıcan bulaşmış diye patlıcanlı tarafını bana yedirmiştin.”

 

Korkutel çocuğa ters bir bakış attı ama kesinlikle korkutucu değildi. “Uğur.”

 

Çocuk teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı. “Hemen getiriyorum abi.” Gülerek yanımızdan ayrıldığında ben de gülmeye başladım. “Uzun zamandır tanıyorsun galiba?”

 

Alnını hafifçe kırıştırarak, “Evet.” cevabını verdi. “Halit Baba’nın torunu, çocukluğunu bilirim. Gerçi hala çocuk.”

 

“Halit Baba?”

 

Pikabın arkasındaki ihtiyarı işaret ettiğinde omzumun üzerinden kısa bir bakış attım. Gözlükleri burnuna indirmiş uyukluyordu. “Buranın sahibi. Yaşlandı iyice ama onu burda görmediğim bir geceyi hatırlamam.”

 

“Belki de karısının hatırası vardır.”

 

“Olmaz mı? Babanın yerini karısıyla birlikte açmışlardı. İsmini de karısı koymuştu. Hanife Teyze’nın başka hiçbir yerde tadamayacağın mezeleri vardı. Hala onun tarif defterinden yapılır her şey ama yerini tutar mı dersen?” Başını hafifçe iki yana salladı. “Bizim için belki. Halit Baba için asla.” dedi eminlikle.

 

Sesimi üzüntüye bulayarak “Kaç yıl oldu karısı öleli?” diye sordum.

 

O ise tüm bunları anlatırken gözlerinden gerçek bir üzüntünün gölgesini geçiriyordu.

“Beş.” dedi. “Beş senede yirmi sene ihtiyarladı.”

 

“Çok mu seviyordu?”

 

Arkasına yaslanırken, kolunu yanındaki boş sandalyeye koydu. Gözlerini kısarak, “Çok.” dedi. “Çoktan da çok.”

 

“Hiç unutmadı mı?”

 

Eli, gömleğinin açıklığından görünen haç kolyesine gitti. Parmaklarıyla sıkıca kavrarken,“Hiç.” dedi. “Bir an bile unutmadı. Nasıl unutsun?”

 

Bakışlarım kolyeyi tutan ellerine kaydı. Elleri büyük, avuçları genişti. Esmer, uzun ve düzgün parmakları vardı. Parmak boğumlarında eski ve yeni yaralar birbirine karışmıştı. Parmak boğumlarında kimbilir kaç ceset taşıyordu. Bunu düşünürken istemesizce gülümsedim ve onu ellerini incelemeye devam etti. Tırnakları temiz ve düzenli görünüyordu. Orta parmağında iri, siyah taşlı bir yüzük vardı. Ne kadar kıymetli olduğunu ilk bakışta anlayabilirdiniz. Kolyeyi hafifçe kaldırdığında, altındaki dövmeyi ilk kez fark ettim. Tam olarak haç figürünün yaslandığı noktaya aynı büyüklükte bir haç dövmesi yaptırmıştı.

 

Pikaptan gelen ses kesildiğinde, ihtiyarın uyandığını ve pilağı değiştirdiğini gördüm. Sezen Aksu’ya ait üzerinde “Hasret” yazan plağı paketinden çıkarıp pikaba yerleştirdi ve kolu üzerine bıraktığında Hasret, şarkısının ilk sızılı melodisi eski mayhanenin içine dağıldı.

 

“Yine kolyeme takılıp kaldı gözlerin.” dedi, biliyordum, hiç ayırmıyordu sarılarını üzerimden.

 

“Öylesine.” Hafiçe omzumu silkip, “Dövmenizi yeni fark ettim.” diye açıkladım. “Kolyenizin aynısı. Sizin için kıymeti büyük olmalı.”

 

“Kıymetli, kelimesi hiç kalır.” Kolyeden ayrılmadan önce baş parmağıyla okşadı. Sonra o da bir sigara yaktı. Zehri derin bir solukla içine çektikten sonra aramızda oluşan gri dumanın ardından birbirimize bakarken, pikaptan gelen dizeler o kadar netti ki sanki yanı başımızda, kanlı canlı söyleniyordu.

 

Ter döküyor dört duvar ter bense beklerim bir gün mutlaka,

Ters dönecek anahtarlar bir gün elbet çıkacaksın ışığa,

Sen aydınlığa ben sana hasret,

Gel eritir demirleri bendeki ateş…

Bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca güneş,

Bir karanlık daha erişti güne saat neredeyse beş,

Sen aydınlığa ben sana hasret,

Gel eritir demirleri bendeki ateş…

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim,

El ele olduğumuz o gün gülmek bizim,

Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim,

Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim…

 

 

Sessizlik çırpınıyordu. Kendini yer bulmaya çalışıyordu. Bulamıyordu. Kıvranıyordu. Sessizlik kanımın damarlarımda fokurdamasına sebep oluyordu. Nefessiz bırakmak istiyordu. “Yine de bu kadarına gerek yoktu.” dedim, sessizliğe kesin bir darbe indirerek.. “O kadar şeyi nasıl yiyeceğiz ki?”

 

Başım belli belirsiz omzuna meylederken, dudaklarında da aynı silik gülümseme belirdi.“Obursun sen, yersin.” Bunu tasarlayarak söylememişti. Hatta o kadar boş bulunmuştu ki gülümsemesi duraksadı. Yutkunarak boğazını temizledi ve “Bence.” diye düzeltti. “Kesin öyledir.”

 

Masanın bir köşesinde duran ve ağzı açık olan sigara paketine uzandım ve içinden bir dal alıp dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde çakmağını çıkardı. Sigaramı yakarken, “Ne zamandır içiyorsun?” diye sordu.

 

Bu soruyu ilk kez alıyordum. Bu yüzden ona “Beş yıl.” cevabını verirken, bu cevabı aynı zamanda kendime de vermiş oldum. “Bence sizin daha uzun.”

 

Cevabımı kaşlarının çatılmasına neden oldu ama ifadesinden kızgınlığın zerresi yoktu. Bakışlarını boşluğa iterken, düşündü. O düşünceler, şakaklarının gerilmesine sebep olurken, kadehinden büyükçe bir yudum aldı. “Uzun.” dedi başını sallayarak. “Uzundan da uzun.”

 

“Ama ne kadar uzun?”

 

Cevap vermedi. Sessizliğinin ardında bir yaşanmışlık yatıyordu ve muhtemelen şimdi öğrenemeyecektim. Onunsa sonra söylemek için yeterince vakti yoktu. Garson çocuk dolu bir tepsiyle gelip masayı tamamı patlıcan içerikli mezelerle doldurdu. Korkutel’in boş kadehini doldurmak üzere şişeye uzanacağı sırada Korkutel, “Bende.” diyerek şişeyi aldı, diğer eliyle çocuğun sırtını sıvazladı. “Emeğine sağlık koçum, gerisi bende.”

 

“Afiyet olsun Noyan Abi.”

 

Çocuk bir daha dönmemek üzere uzaklaşırken, vakit geldi, dedi Burgonya Kızı. Şimdi Deniz, takside geçen kırk dakikalık yolcuklukta tasarladıklarımızı ona söyle.

 

“Ben,” utanarak yine kaçırdım gözlerimi ondan. “Geçen gece için çok üzgünüm. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Ben, gerçekten çok utanıyorum. Aslında hakkımda kötü düşünmenizden de korkuyorum. Öyle bir kadın değilim. Yani… Barda gördüğüm bir adamla… Evet, sizi daha öncesinden tanıyordum ama yine de kendime yakıştıramadım ve sonrasında en az şu an olduğu kadar utandım. Sadece… Sanırım alkole sandığım kadar dayanıklı değilim. Bir de sandım ki…”

 

Masaya eğildiğini fark ettim. Başını da eğdi ve gözleri gözlerimi kaçırdığım noktayı yakaladı. Gülümsüyordu ve bu kez o gülümseme dudaklarını da işgal etmişti. “Ne sandın?”

 

Yutkundum. “Hiç.”

 

Sarı gözlerimi, gözlerime daha derin baktı. Mümkünmüş gibi daha da derin. “Sadece hiç mi?”

 

“Utandığımı söyledim.” Masada tuttuğum ritim hızlanırken, kirpiklerimin titremesini sağladım. “Hayatınızda birinin olup olmadığını bile bilmiyorum. Eğer varsa ona da çok büyük bir haksızlık ettim. Unutabilir miyiz?” dediğim anda müzik azaldı ve Sezen yeniden söylemeye başladım.

 

Süsledim gelin misali gençliğimi sandığıma kaldırdım,

Sensiz geçen yılları sildirdim sana yeni zaman aldırdım,

Sen aydınlığa ben sana hasret…

Gel eritir demirleri bendeki ateş!

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim,

El ele olduğumuz o gün gülmek bizim,

Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim,

Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim…

 

“Unutamayız.” dedi düşünmeden ve elini elimin üzerine öyle bir bıraktığı ki parmaklarım sadece ritim tutmayı bırakmakla kalmadı, avucum sertçe masaya kapandı. Gözleriyle gözlerimi, surlarımı, ötelerimi tekmelerken, “Her ne sandıysan,” dedi müthiş bir kararlılıkla. “Sanmaktan öteye geç, emin ol.”

 

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim,

El ele olduğumuz o gün gülmek bizim,

Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim,

Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim…

Labirentinde çarptığım son duvar en sertiydi. Ağzım, burnum, zihnim kan revan içinde kaldı. Sıcak avucu tenime hareket etmesini için binlerce emir yağdırırken, karşısında yine ne yapacağımı bilemez halde ancak bu defa büründüğüm rolün dışında, gerçek kimliğimle kalakaldım.

 

Yapmaya çalıştığı her ne ise anlamıyordum. Onun yanında olduğum zamanlarda beni küçültebildiği kadar küçültüyor, avuçlarına sığdırabileceği bir labirente hapsediyordu. Ben onun labirentin içinde yolumu çalışarak ama sürekli aynı odacıklardan geçerek sendelerken, o geri çekilip yalnızca ve sessizce beni izliyordu.

 

“Pe-peki…” dedim söylediği hoşuma gitmiş gibi. “Size bir şey sorabilir miyim, Noyan Bey?”

 

“İki şartla.” dedi sigarasından yeni bir nefes çekmeden hemen önce. “Sonra sorabilirsin?”

 

“Şart mı?” Doktor Deniz şaşırdı. “Nedir?”

 

“İlki, siz demeyi bırak. Daha önce bırakmıştın ve gayet başarılıydın.” Mekanında aramızda geçenlere dem vurarak gülümseyip, kadehi tutan parmağından iki tanesini kaldırdı. “İkincisini mesajda söylemiştim.”

 

Düşünüyormuş gibi yaptım ama aklımdaydı. “Bu çok garip. Neden isminizi…” Duraksayıp gülümsedim. “İsmini söylememi istemiyorsun?”

 

Elini yavaşça elimin üzerinden çektiğinde, parmaklarımı birer birer çekiçle kırmışlar gibi masanın üzerinde hareketsizce kalmaya devam etti. “Bence sormak istediğim soru bu değil.”

 

Gülümsedim. Cevap vermeyeceğini söyleme yöntemi de ilginçti. “Soracağım ama eğer sorum haddimi aşacaksa, cevap vermek zorunda değilsin.”

 

“Çok naziksiniz, doktor hanım. Bu kadar nazik olmanızı beklemiyordum.”

 

Sigaramdan son bir nefes çekip söndürdüm. Ardından bağladığım kollarımı masanın üzerine koyup ona bir miktar yaklaştım. “Tanıştığımız ilk andan beri beni birine benzetip duruyorsunuz. Duruyorsun. Bazen… Bazen o kadar emin konuşuyorsun ki ben bile kim olduğumdan şüphe ediyorum. Kimden bahsediyorsun? Annen mi? Eski sevgilin mi? Yoksa o… Öldü mü?”

 

Kaşları indi, yavaşça. Gözleri yine kısıldı ama bu kez ne alaycıydı ne de gülümsüyordu. “Ölmedi.” dedi ve sanki bunu önce kendine söyledi.

 

“O zaman?”

 

Başını eğdi ve gözlerimizin kontağını koparan ilk kez o oldu. “Ne kırmak isterim seni, ne de kafanı karıştırmak.” Başını yeniden kaldırdı ve bana, benden özür dilermiş gibi baktı. “Bu sorunun cevabını sana bir gün vereceğim.”

 

Burukça gülümsedim ve kollarımı masadan alarak arkama yaslandım. “O gün, bu gün değil değil mi?”

 

“Değil.”

 

Çok mu merak ettin, diye sordu Burgonya Kızı? Neden kıvranıyorsun? Saçma sorularla vakit kaybedeceğine, buradan çıktığında kendini evine davet ettirmeyi becer.

 

Başımı salladım, iç sesime. “Sorun değil. Söylemesen de olur.”

 

Çatalımı alıp mezelerden birinin tadına baktım. Patlıcanı gerçekten seviyordum ve bu tattığım meze de hoşuma gitmişti. Bir çatal daha aldığımda hala beni izlediğini gördüm.

 

“Güzelmiş…” Dudaklarımı yalayıp çatalımı servis tabağımın üzerine bırakmamın ardından kendine ait ve henüz kullanmadığı çatalı aldı, tüm mezelerden eşit miktarda tabağıma servis etti.

 

İşini bitirdiğinde alınıp alınmadığımı anlamak için ifademe dikkatle baktı. Bu neredeyse bir dakika sürdü. Sonra kadehini havaya kaldırdı. Ona eşlik ederek ben de kaldırdığımda kadehlerimiz kalçasını tokuşturduk. “Şerefe doktor hanım.”

 

“Şerefe…” dedim. Son kadehine şerefe Korkutel.

 

İlk kadehimi bitirdiğimde ikincisini doldurdu. Diğer mezeler de en az ilki kadar güzeldi. Ben yedikçe bana eşlik ediyor, ben durdukça o da duruyordu. Tek yudumda ikinci kadehin yarısını bitirdiğimde sesli gülümsemesini duydum. “Hızlı gitmiyor musun? Sek içiyorsun, çarpması kaçınılmaz.”

 

Omzumu silkerek kalanını da başıma diktim. “Sorun değil, gecenin sonunda eve gitmem şart değil.” Bir bacağımı diğerinin üstüne attığımda elbisemin eteği yukarı sıyrılarak bacağımı neredeyse kasıklarıma kadar açıkta bıraktı ve bu görüntü tamamıyla Korkutel’in görüş açısındaydı. Yan masadaki adam bile bacaklarıma kaçamak bakışlar atarken o neden Bakmadı. Neden?

 

“Bana kendinden bahseder misin?” dediğinde ne arada kaldırdığım kaşlarım indi. Konuşurken soru eki kullanacak bir adama benzemiyordu ama bana karşı en az benim ona yaptığım rol kadar nazikti.

 

Beni yatağa atmak değil, beni tanımak istiyordu. Neden?

 

“Ne öğrenmek istiyorsun?”

 

“Çocukluğun,” dedi baskın bir sesle. “Çocukluğunu duymak, dinlemek istiyorum. Nerede doğdun? Nerede büyüdün? Annen kimdi mesela? Nereliydi. Bence annen Yunandı Çünkü sen Yunanlara benziyorsun. Bence en iyi arkadaşın da…”

 

Sustu. Aslında susmadı, zorla susturdu kendini. Gözlerinde acı çeken bir ifade vardı ama dudaklarındaki gülümseme konuşurken bile silinmemişti.

 

“Almanya da doğdum.” Doktor Deniz’e ait kimlik bilgileri ve onun için yazdığım sahte hikaye ezberimdeydi. “Almanya da büyüdüm. Hayır, annem Yunan değil Alman’dı. Babam ise bir Türk. Ve birkez daha hayır, öyle merak edilecek bir hikayeleri yok. Annem tatil için Türkiye’ye geldiğinde tanışmışlar. Sonra birlikte Almaya’ya dönmüşler. Annem çok geçmeden hamile kalmış, ben doğmuşum ve evlenmişler. Fazla arkadaşım olmadı. Yazdan yaza Türkiye’ye geldiğim için burda da hafızamda kalan biri olmadı. Okula ve derslere düşkün bir çocuktum. Öyle çok oynamayı da sevmezdim. Hatta çocukken hiç oyun oynayıp oynamadığımı bile bilmiyorum. Çocukluğum da sonrası da tahmin edebileceğinden daha monoton geçti.”

 

Her kelimem de gülümsemesi biraz daha silindi ve her kelimem de kaşları biraz daha çatıldı. “Emin misin?” diye sorduğunda hayır, cevabını vermem için burada kafasına sıkabileceğine yemin edebilirdim.

 

Eğer en başından beni başka birine benzeteceğini ve bende onu arayacağını bilseydim, amacıma ulaşmak için olmamı istediği kişi gibi davranabilirdim ancak kimlik bilgilerim ve hastaneye bıraktığım cv’m aksini iddia ediyordu. Korkutel’in hakkımda ulaşabileceği her bilgiyi didik didik ettiğinden emindim. Bu yüzden adımlarımı olması gerekenden daha sağlam atıyordum.

 

“Emin olmamı istemezmiş gibi bir halin var.”

 

“Kimbilir.” Çenesini sol omzuna çevirirken, dudaklarında yarım ve hüzünlü bir tebessüm vardı. En fazla gözlemlediğim ve en fazla vakit geçirdiğim kurbanım olarak tarihime geçecek olsa da ne yazık ki o bunu hiçbir zaman bilemeyecekti. “İstemezdim belki de.”

 

Kadehlerimizi birkez daha doldurdu. Birer sigara daha yaktık. Masalardan birinden, bir kadının sesi duyuldu. “Biraz da yeni nesil çalabilir miyiz Halit Baba?”

 

O tarafa baktığımda Halit Baba dedikleri adamın memnuniyetsizce yerinden kalktığını gördüm. Pikabın kolunu kaldırarak müziğin sesini kestikten sonra mutfağa girerek gözde kaybolurken, Uğur gülümseyerek mutfaktan çıktı ve “Üç evetle dedemi uğurlayıp yeni nesile geçiyoruz!” dedi.

 

Gülen müşterilere eşlik ettim. Hatta sek rakının etkisiyle bir parça da gevşediğim için tahmin ettiğimden daha fazla gülümseyerek masaya döndüğümde bakışlarındaki havai fişekleri gördüm. Arf arda ve tarifsiz bir ışıltıyla patlarken, neye güldüğümü bile bilmeden sadece güldüğüm için beni böyle izlediğini düşüncesi, göğüs kafesimde bir kırılma hissi uyandırdı. Başımı sertçe önüme düşürürken, içimde hissettiğim kıpırtı bir düşman gibi zihnime saldırırken, derin bir nefes aldım ve karşısında nasıl bir karmaşa yaşadığımı anlamasın, diye kendimi konuşmaya zorladım. “Halit Baba durumdan pek memnun değil sanırım.”

 

Anlamış gibi bana doğru eğildi. Gözleri kısıldıkça küçük bir çocuğunkine benzeyen kıvrık kirpikleri belirginleşti. Bu kez sızlayan kasıklarım değil göğüs kafesimdi. Başımı kaldırmadan kirpiklerimin altından ona baktığımda, dudakları aralandı ve sarıları göz bebeklerime çivileme saplanırken, eli çeneme uzanmak üzerindeydi. Masanın bir köşesinde duran telefonu titremeye başlamasaydı…

 

Elimi hızla geri çekti. Arayan Kurt’tu. Titredi, titredi… Korkutel ne kapattı ne de cevapladı.

 

“Açmayacak mısın?” diye sordum kendimi tutamayarak. “Israrla çalıyor. Önemli sanırım.”

 

Göğsünü hoşnutsuz bir nefesle şişirerek, “Muhakkak.” dedi. Telefona uzanıp isteksiz bir şekilde ekranı kaydırdı ve telefonu kulağına götürdü. “Dinliyorum Kurt.” dedi ve birkaç dakika geçmesine rağmen bundan daha fazlasını söylemedi, yalnızca dinledi.

 

Telefonu kapattığında, “Umarım bir sorun yoktur.” diye konuştum. Ama cevap vermesine zaman kalmadan bakışları kapıya döndü ve bakışlarını takip ettiğimde Kurt ve Cengiz’in içeri girdiğini gördüm. Masamıza yaklaşırken ikisi de ceketinin düğmesini ilikledi.

 

“Selamın aleyküm.” Cengiz başıyla beni selamlarken, “Hayırlı akşamlarınız olsun doktor hocam.” dedi. “Rahatsızlık vermedik inşallah.”

 

Derin bir nefes alıp az önceki siktiğimin saçma hissini kovmaya çalışarak gülümsedim. “Elbette vermediniz. Neden oturmuyorsunuz?” Yan sandalyeme koyduğum çantamı oturması için çekerken, Kurt’un sesli bir şekilde boğazını temizlediğini duydum.

 

“Biz buraya oturmaya mı geldik, Cengiz?”

 

Cengiz ciddi ciddi oturmak için bir adım atmıştı ama Kurt’un uyarısıyla yerine geçti. “Ha. Pardon. Doktor hocam öyle nazik sordu ki kıramadım.”

 

Kurt, göz ucuyla bana bakarak, “Deniz Hocam çok nazik bir hanımefendi zaten de…” Birkez daha boğazını temizleyip patronuna baktı. “Almanya doğumlu.”

 

“La Cengo abi, doktorcuğumuzun nazik olmasıyla Almanya doğumlu olmasının ne alakası var allasen?”

 

Kurt dikkatini patronundan ayırmadan, “Almanya doğumlu.” diye tekrar etti. “Doğum yılı da tutumuyor ayrıyetten.”

 

Kurt telefonunu sertçe masaya bıraktığında nefeslerini tuttular. “Kurt.” dedi uyarıcı bir sesle. “Buraya kadar gelmene gerek olmadığını söylediğimi hatırlıyorum.”

 

Kurt ellerinin önünde birleştirip başını salladı. Bu hareketi onun iri vücudunda eğreti duruyordu ama saygısını göstermek için elinden geleni yapıyordu. “Üzgünümm patron, ana koruman olarak burada olmak zorundaydım ve üzülerek söylüyorum,” Koyu bakışları patronu ve benim aramda gidip geldi. “Bu geceyi burada noktalaman gerekiyor.”

 

Korkutel bir an için gözlerini kapatıp sıktığı çenesini omzuna çevirdiğinde Cengiz’in gözleri açıldı. “Birader,” dedi tane tane. “Anlamadım. Tekrar eder misin? Hatta gel, dışarıda tekrar et.”

 

Cengiz daha fazla kendini tutamamış gibi “Abi alarm!” dedi. Sonra da belli etmediğini sanarak başıyla beni işaret etti. “Gitmemiz gerekiyor.”

 

Korkutel hala gergindi ama Cengiz’in son söylediğinden sonra itiraz etmedi. Belli ki bu aralarında bir şifreydi ve hesaba katmadıkları bir tehlikenin çanları çalmaya başlamıştı.Gecenin sonunun artık Korkutel’in evinde bitmeyeceği artık belliydi. Adamları gelmese bile beni çağıracağını düşünmüyordum ve bu düşünce bir yanımı fena halde öfkelendirmişti.

 

Öfkem bana kalırken, şahit olduğum konuşma karşısında tedirgin olmuş gibi irkildim. “Ben de kalksam iyi olacak.” Gülümsemeye çalışarak çantamı ve ceketimi aldım. “Yarın erken saatte mesaim var.”

 

Kurt başını omzuna eğerek, “Doğru.” dedi ciddiyetle. “Sonuçta bir sürü hastaya, bebeğe, anneye bakıyorsunuz. Hasta, bebek, demişken… Geçen odasına girdiğimiz anne nasıl acaba?” Cengiz’in abartılı bakışlarını yüzünde hissedince yutkundu ve “Bebek yani.” diye düzeltti Kurt. “Pek bir şirindi.”

 

“Evet, öyleydi. Merak etmeyin, gayet iyi.” Ayağa kalkarken gülümsemeye devam ettim. “Bebek yani…”

 

Kurt’un esmer bir adam olmasına rağmen kızaran suratını görüş dışı ederek “İzninizle.” dedim. “Gitmeden önce bir lavaboya uğrasam iyi olacak.”

 

Korkutel ayağa kalktı. “Bekliyorum seni.”

 

Başımla onaylayıp gitmek üzere arkamı döndüm ve daha birkaç adım atmışken, keskin kulaklarım yine arkamdan konuşulanları tüm şeffaflığıyla duyularıma iletti.

 

“Senin uyarını, buraya gelen adımlarını, kızı tedirgin eden zekanı sikeyim Kurt.”

 

Güldüm. Bu seferki rol değildi. Seksi kurbanımın ağzı yalnızca iyi laf yapmıyordu. Aynı zamanda da iyi de küfür ediyordu.

 

Tuvalete girip tüm kabinlerin boş olduğundan emin olduktan sonra telefonumu çıkardım ve Harun’a, yarım saat içinde motorumu ve istediğim silahları Bostanlı’daki evin garajına bırakmasını belirten bir mesaj yazdım. Tabii ki tüm kelimeler şifreydi. Telefomu bulan ya da bu mesajı okuyan kişi nefis bir zekaya sahip değilse içeriğini anlayamazdı. Telefonumu çantama bırakıp, yanımda getirdiğim, bir peçeteye sarılı olan takip cihazını çıkardım ve avucuma hapsettim.

 

Planım istediğim doğrultuda ilerlememiş olabilirdi. Bu, sonunda istediğimi almayacağım anlamına gelmiyordu. Bu akşam jartiyerimdeki silahtaki kurşun mutlak suretle Korkutel’in bedenine saplanacaktı.

 

Tuvaletten çıktığımda, bacaklarımı dikizleyen zibidinin erkek tuvaletinin kapısında beklediğini gördüm. Telfonuyla uğraşıyordu ama aslında beklediği bendim. Ona iş atmamı bekliyordu. En iyi ihtimalle telefon numaramı almak istiyordu ama yanımdaki üç iri yarı herifin varlığını onu ilk adımı atmaktan men ediyordu. Zavallı haline yandan bir bakış atarak masama yürürken peşimden geldi ama yerine geçmek yerine mekanın kapısında durdu.

 

Korkutel önce bana sonra da adama bakıp, “Sorun var mı?” diye sordu.

 

Yüzümdeki pozitif hikayeyi tek saniye bile bozmadan, “Hayır.” dedim. “Ama sanırım sizin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Lütfen bir de beni bırakmakla uğraşmayın. Bir taksi çağırmanız kafi.”

 

Beni dikkatle dinledi yine ama cevap vermeden Kurt’a bakıp, “Arabayı hazırlayın, önce doktor hanımı bırakacağız.”

 

“Emredersin.” Kurt ve Cengiz mekandan çıkarken Korkutle ceketini aldı ve kolunu uzatarak önden ilerlememi sağladı.

 

Birlikte kapıdan dışarı çıktığımızda, “Telafi edeceğim.” dedi Korkutel. “Bu akşamın bu şekilde noktalanmasını istemezdim.”

 

“Kötü mü noktalandı ki?” diye sordum onu teselli ediyormuş gibi.

 

“Hayır. Kötü noktalanmadı” dedi. “Ama noktalanacak.”

 

Ne dediğini anlamaya çalışırken, birkaç adım yana kaydı ve ifadesini bozmadan arkadan bacaklarımı dikizleyen herife öyle bir kafa attı ki adam takla atarak üç basamaklı merdivenin korkuluğundan yere düştü.

 

Çığlık atarak elimi ağzıma kapattığımda pekiştirmek için birkaç adım geri çekildim. “Ne yaptın!”

 

Adam yerde kanlı burnunu tutarken, Korkutel omzunu silkerken başını omzuna yatırdı ve kaşlarını indirip kaldırdı. “Bu sefer bir açıklamam yok, dayanamadım.”

 

Kurt arabayı mekanın önüne getirip manzaraya bakınca ve iki saniye içinde anlayınca garip bir şekilde güldü. Elini kapıdan uzatmış, başını koltuğa yaslamış ve tam olarak şu şekilde duyuluyordu. “Hıg hıg hıg… Olur olmaz adam dövmeme kızanpatronumu bir dakika yalnız bırakmışımdır.”

 

Cengiz inip bizim için arka kapıyı açınca, kınayan bakışlarımı Korkutel’e gönderdim ve arabaya bindim. Korkutel yanıma geçince Cengiz ön yolcu koltuğuna geçti. Gideceğimizi sanırken Kurt arabadan inip yerde olan adamı kaldırdı. Ona yardım edeceğini düşünürken bir kafa da o atınca dam bayılıp kaldı.

 

“Kusura bakma gardaş!” dedi bayıldığı için onu duymayan adama. “Yanımızdaki kadına bakan adamı affetmeyiz. Neden? Bir sor hele, neden?” Parmağını kaldırıp adama doğru salladı. “Çünkü biz adanalıyık, allahın adamıyık!”

 

Garson çocuk seslere duyup dışarı çıktı ama müdahale etmek için Kurt’u bekledi. “Alın bunu burdan Uğurcum.” dedi bir çöp torbasını gösterir gibi. “Böyle dangalakları da mekana alamayın.”

 

“Kusura bakma abi.” dedi Uğur. “Bir dahakine daha dikkatli oluruz.”

 

Kurt arabaya binmeden önce elini kaldırıp “Haydi selametle.” dedi ve nihayet mekandan ayrıldık. Hastanede bilgilerimde ev adresim Bostanlı’daki ev olarak görünüyordu. Bu yüzden kendimi oraya bıraktıracaktım ancak orman yolunu bitirmemizle Kurt arabayı durdurdu.

 

Anlamak için Kokutel’e baktığımda, “Seni eve ben bırakmak isterdim.” dedi. Aynı anda önümüzde siyah bir araç durdu. “Ama gitmeliyim.”

 

Anlayışla başımı salladım. “Sorun değil.”

 

“Telafi edeceğim.” dedi tekrar. “En kısa zamanda seni evinden ben alacağım ve ben bırakacağım.”

 

Onun silik tebessümlerinin aksine, dudaklarım gösterişli bir tebessüm sundu. Uzattığım elime baktı. İnce, beyaz parmaklarımı, uzun ve koyu kırmızı ojeli tırnaklarımı acelesizce izledi. Elimi tuttu ama bu bir tokalaşma değildi. Parmakları elimin altından avucuma ulaştığında, elim büyük, esmer elinin içinde neredeyse görünmez oldu.

 

Ona yaklaştığımda gözlerini kırpmayı bıraktı. Dudaklarım yanağına yaklaşırken, elim, aramızda duran ceketine uzandı. Dudaklarım yanağına dokundu, elim iç cebini buldu. Göğüs kafesim aynı hisle kasılırken, yumruğumu sıktım. Sigara dumanı, anason ve traş kolonyası kokan sakallarının üzerinden onu öptüm ve aynı anda cihazı cebine bıraktım.

 

Geri çekildiğimde, hiçbir şey yapmadan, belki nefes bile almadan bana bakıyordu. “Bekliyor olacağım.” dedim şuh bir sesle.

 

Başka bir şey söylemedi. Ama kapıyı açtığında benim söyleyecek son bir şeyim vardı.

 

“Ya sen?” Bana baktığında, “Sen en sevdiğin yemeği söylemedin.” diye hatırlattım. “En azından bunu söylersin, değil mi?”

 

Gülümsedi. Gözlerinin daldığı yer yüzümdü ama sanki başka bir yere, başka bir zaman gitmişti. Ellerime baktı, bu kez başkaydı. “Biber dolması.” dedi, kısık bir sesle.

 

Tekrar ettim. “Biber dolması, peki.”

 

Korkutel araçtan indiğinde, Cengiz de araçtan indi. Kurt ve Korkutel arasında kendi kısa, anlamı uzun bir bakışma gerçekleşti. Yolumuz devam ettiğimizde, Harun’dan istediklerimi yerine getirdiğine dair bir mesaj aldım. Otele göre Bostanlı çok daha yakındı. Yirmi dakika içinde ulaştık. Bade araç sesini duyup cama çıkınca geldiğim için sevinçle güldü. Kurt ise sarsıldı. Onu görmeyi beklemiyordu. Allak bullak olmuş yüzüyle arabanın ön camından Bade’ya bakarken, yol boyunca açmadığı ağzını açtı.

 

“Hastanız.. Sizinle mi yaşıyor?”

 

Ondan gerçeği gizlemedim. “Gidecek yeri yoktu. Bir süre için evimde ağırlıyorum.”

 

Kurt başını arkaya çevirip bana hayran gözlerle baktı. “Deniz Hocam, eli öpülesi kadınsınız.”

 

“Keşke şiddet gören tüm kadınlara sahip çıkabilsek…”

 

Omuzları, çenesi kasıldı. Bade’yi görünce dingin bir denize dönen gözlerine katıksız bir öfke doluşurken, “O….” dedi donuk bir sesle. “Şiddet mi görmüş? Canını yakmışlar?”

 

Başımı salladım. “Ne yazık ki…”

 

“Kim?” dedi aldığı son nefesi ciğerlerine sığdıramamış gibi. “O hastanede gördüğümüz it değil mi?” Cevap vermemi beklemeden direksiyona vurdu. “Anlamıştım. Anlamıştım ulan! Orada indirecektim o iti!”

 

Omzuna dokunduğumda kalakaldı. “Kurt Bey, sakin olun.” Dudaklarımı yalayıp, Doktor Deniz’e yakışır şekilde konuştum. “Daha önce de söylemiştim. Şiddetle çözemezsiniz. Bade ile konuşacağım. İsterse şikayet edip uzaklaştırma çıkaracağım. Bu süreçte ben de yanında olacağım.”

 

“Bade…” diye fısıldadı. Onca konuşmamdan sadece bunu duymuştu sanki.

 

Kalıp konuşacak daha fazla vaktim yoktu. Korkutel giderek uzaklaşıyordu ve her geçen dakika onu takip etmem zorlaşıyordu. Neyse ki telefonu çalmaya başladığında onun da gitmesi gerektiğini anlayarak araçtan indim . “Görüşmek üzere Kurt Bey.”

 

“Bir şeye ihtiyacınız olunca arayın. Haçlıyı, patronu yani.” Keskin bir manevrayla aracı çevirip hızla uzaklaştığında eve ilerledim. Bade’nin benim için kapıyı açtığını duydum ama ona görünmeden kapalı garaja girdim ve motorumu buldum. Üzerimdeki elbiseden kurtulabileceğim en kısa sürede kurtulup dar, siyah tulumu giydim. Saçlarımı tepemde sıkıca toplayıp önce kar maskemi ve kaskı, ardından postalları ayağıma geçirdikten sonra son olarak silahları taşıyan yeleği giydim. Motora atlayıp evden hızla çıktığımda Bade'nin buna şahit olduğunu biliyordum. Olmaması gerekiyordu.

 

Aptal, dedi bir fısıltı halinde Burgonya Kızı. Gördün mü? Aptallığın ayağımıza dolanacak.

 

Avuçlarımı sertçe ittirerek motora gaz verip zihnimdeki sesi bertaraf etmeye çalışırken, moturun sol aynasına sabitlediğim telefondan Korkutel’in adım adım ilerlediği yolu takip ettim. Bir süre sonra takip konumu stabil hale geldi. Yaklaşık yarım saatin ardından kendimi yine bir ormanın içinde buldum ancak burada değil bir insana denk gelmek, tek ışık bile bulamazdınız. Sık ağaçların arasında daha fazla motorla yol alamayacağımı anlayınca moturu çalılıkların arasında gizleyip yanıma bir fener aldım ancak hedefe ulaşıncaya dek ve ihtiyacım olmadan kullanacak değildim. Ağaçların arasından seri ve olabildiğince sessiz olmaya çalışarak ilerledim. Bu, tam olarak yedi dakika sürdü. Yedinci dakikanın sonunda küçük bir depo karşıma çıktı. Etrafında iki araba, beş adam vardı. Arabalardan biri Korkutel’in bindiğiydi.

 

“Demek buradasın.” El silahımı üzerimdeki yeleğin iç kısmından çıkardım. Deponun etrafında seri bir tur atıp adam sayısını ve konumunu kafamda işaretledikten sonra bir plan yaptım. Deponun sol arka çaprazına bir taş fırlatıp, o kısımdaki adamları sese çekerken, eğilerek ilerledim ve deponun arka penceresine tırmanarak içeriyi gözetledim. Görüş açıma giren kısım temizdi ancak çok yakından gelen inleme sesi burada birinin canını yaktıklarını söylüyordu. İçeride kaç kişi olduklarını bilmiyordum. Zekamla hepsinin alt edecek kadar kendime güvensem de şu durumda içeri girmem aptallık olurdu. Yere atlayıp çalılıkların arkasından dolaştım, girişi tamamıyla göz hapsime aldıktan sonra kendimi bir ağacın arkasına gizleyerek şarjörümü ve mermilerimi kontrol ettim.

 

Beş. On. On Beş, Yirmi, Yirmi Beş.

 

Yirmi beşinci dakikada deponun kapısında hareketlenme oldu. Gece görüş dürbününden baktığımda içeriden önce Kurt’un çıktığını gördüm. Gömleğini çıkarmıştı. Üzerinde sadece siyah bir atlet vardı. Arkasından iki adamı sürükleyerek çıkardılar. Suratlarındaki yoğun kandan eşgallerinin görülmesi mümkün değildi ancak zaten asıl ilgilendiğim şahıs görüş açıma girmeyi başarmıştı.

 

Noyan Korkutel.

 

Depodan üzeri tamamen çıplak bir şekilde çıktı. Altında benim yanımdayken üzerinde olan keten pantolon vardı; kan ve pislik içindeydi. Çıplak gövdesinde karanlıkta görebileceğim belirginlikte kan lekeleri vardı ve zaten iri olan göğsü daha da şişmişti. Saçları ıslak, teni terden parlıyordu. Dev bir katile benziyordu.

 

“Şimdi!” dediğini duydum. Bağırmadı ama tınısındaki öfke tanecikleri tümüyle ölümcüldü. “Emrime itaat etmemenin bedelini ödeyeceksin.”

 

Korkutel’in adamları yaralı olan iki adamı dizlerinin üzerinde kaldırdığında onlardan korkunun kokusunu aldım. Konuşacak halleri bile yoktu.

 

“Birinizi öldüreceğim.” dedi ve bu bir tehdit değildi. Birkaç dakika içinde o adamlardan biri ölecekti. “Ve diğeriniz, burada olanları gidip o yavşak patronunuza anlatacak. Diyecek ki, köpeklerinden biri Noyan Korkutel’e karşı gelmenin, onun sözünü çiğnemenin bedelini ödedi.”

 

Yürü be. Koçum benim. Ne güzel de konuşuyorsun başına gelecekleri bilmeden.

 

“Haçlı…” Adamın sesi çıkmamıştı. Bunu dudaklarından okumuştum.

 

“Siktirme lan dilini!” diye böğürdü Kurt. “Daha iki gün önce uyardım seni! Haçlı gözünün yaşına bakmaz, demedim mi? Siz ne yaptınız? O gencecik çocukları zehirlemeye devam ettiniz!”

 

Şivesi yoktu. Saygısı yoktu. Acıması yoktu. Bade’nin başına gelenleri öğrendiğinde yüzünde yer edinen o merhametten eser yoktu. Başka biriydi. O da patronu da.

 

Kelimenin tam anlamıyla birer cellatlardı.

 

Korkutel elini kaldırdığında Cengiz silahı avucuna bıraktı. İçlerinden yanımdan ayrıldığı gibi görünen yalnızca o vardı ve adamlara resmen bakamıyordu.

 

Bir katili kan mı tutuyordu?

“Sadece insanlar konuşmaktan anlar.” dedi Korkutel, buz gibi bir sesle. Namluyu iki adamın arasına doğrulttu. Sonra yavaşça birinin alnına çevirdi. O nefesini tuttuğunda diğerine çevirdi. işini biliyordu. Öldürmeden önce kurbanlarının gözlerinde korku ve yalvarışı görmek istiyordu. Çünkü o iki duygunun varlığıyla besleniyordu.

 

“Haçlı,” dedi dudaklarını okuduğum adam. Namlu alnındaydı, tir tir titriyordu. “Acı…”

 

“Acımak yok.” Öfke sesinden oluk oluk taştı. “Affetmek yok.” Kalın sesi agresifliği dengelemişti. Namluyu adamın alnına daha fazla bastırdı.“Suç ve ceza var. Suç sizden.”

Tek parmak hareketiyle horozu açtı. “Ceza benden.” Namluyu ani bir hareketle diğer adama çevirdi ve ateş etti.

 

Alnının orta yerinden vurulan adam geriye doğru düşerken, diğer adamın kendini kaybetmesinin tek sebebi korkuydu.

 

Dayım her zaman iti öldürme, korkut derdi. Korkutel’in yaptığı da buydu.

 

Silahı parmaklarının arasında çevirip kaldırdığında Cengiz silahı aldı.

 

Onun için parti bitmişti. Burgonya Kızı için yeni başlıyordu.

 

Dürbünün yanına silahımı konumlandırdığımda ruhum tüm duyguları soyup attı. Onu ellerimle öldürmek isterdim. Parmaklarımın arasında can verirken, Burgonya’nın şerefine! demek isterdim ama karşımdaki öylesine bir adam değildi. Güçlüydü. Zekiydi. Kirli tecrübeleri vardı ve elimde onca insanın kanıyla bile onu alt etmem zordu.

 

Korkutel arkasını döndüğünde hedefimi sırtında oluşturdum. Aklımda sadece dayımın ölümünü aldığım o an vardı. Annemi babası, ailemden kalan son insanı ise bizzat o elimden almıştı. Tüm düzenimi yerle bir etmişti. Bunu elbette ödeyecekti.

 

“Seni sırtından vuracağım. Son nefesini senden alacağım. Korkutel, son nefesin benim.”

 

Horuzu açtım.

 

“Umarım beni yerine koyduğun o kadın ölmemiştir. Yoksa sana iyilik yapmış olurum. Ama ben öldükten sonra bile acı çekmeni istiyorum.”

 

Tetiği çektim.

 

Silahın baskısı avucuma ani ve dayanılamaz bir acı verdiğinde silahı tutan elim tüm gücünü yitirip yanıma düştü, tüm dikkatimi yitirip dürbünü de tutamadım. “Lan!” Başımı kaldırdığımda Korkutel’in yerde olduğunu gördüm. Yüzü kan içindeydi! Siktir! Başardım.

 

Kurtuldum senden. Öldün. Yeryüzünden silindin. Ben öldürdüm seni. Ben. Burgonya Kızı. Ellerimle öldürdüm seni.

 

Bir dakika! Ben onu sırtından vurmuştum. Ama kan yüzündeydi. Tek el ateş etmiştim. Neden Kurt da yerdeydi?

 

Düşünceler çığ gibi üzerime yağarken olduğum yer kurşun yağmuruna tutulmaya başlandı. Eğildim. Silahımı aradım. Buldum. Dürdünümü aradım. Bulamadım. Vaktim yoktu Ayağa kalkıp koşmaya başladım. Hayır. Ayağa kalkamamam gerekiyordu. Eğilmem ve o şekilde koşmam gerekiyordu. Neden ayağa kalkmıştım?

 

Boynuma saplanan acı bana hatamın bedelini ödetirken kendimi bir ağacın arkasına atıp elimi boynuma kapattım. Eldivenim yoğun bir kanın varlığıyla ıslanırken, görüş açımda bir sarsıntı meydana geldi.

 

Hayır. Burada ölmeyeceğim. Böyle ölmeyeceğim.

 

Bir fare gibi kapana kıstırıp öldüremeyeceksiniz beni. Ben, yalnızca ben istediğim zaman öleceğim ve öldüğümde bile arkamdan hiç hata yapmadığımı söyleyecekler.

 

Aptallığım yüzünden ölmeyeceğim! Arkamdan kimse Burgonya Kızını ben öldürdüm,diyemeyecek! Yemin ederim!

 

Ayağa kalkıp dizlerimin üzerinde ilerledim. Depoya ilerlerken varlığını fark ettiğim nehire ulaşmak için kendimi yarım yaklaşık bir buçuk metre uzunluğundaki toprak yokuştan yuvarlandığımda bedenim toprağın içinde gizlenen taşlar tarafından hırpalandı. Sert bir şekilde yüzüstü düştüğüm zeminden müthiş bir acıyla kalktım ve dizlerimin üzerinde ilerlettiğim bedenimi nehrin akışına bıraktım.

 

Söz veriyorum anne, ecelimle öleceğim.

 

 

 

Loading...
0%