Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. BÖLÜM: "Kan Ve Kalp Çarpıntısı"

@durumavii

Oy ve yorumlarınızı unutmayın lütfen 💜

 

🕯

 

Çocuk esirgeme kurumunun denize nazır bankında yaralı ama başı dik duran bir çocuk oturuyordu. Yanı başında ihtiyar ve heybetli bir ağaç, kulağında ise oyun oynayan diğer çocukların sesi vardı. O oyuna katılmamıştı. Arkadaşları çok kez davet etmişti ama canı istememişti. Çünkü gece rüyasında yine annesini görmüştü. Annesi ona gülümsüyordu, sarılıyordu, oyun oynuyordu. Hatta bu kez sesini bile duymuştu. Uyandığında bu yüzden çok ağlamıştı; annesinin yumuşacık sesi kulaklarından silindiği için…

 

Tüm ailesini kaybettiği o korkunç yangının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Neredeyse bir yıldır çocuk esirgeme kurumunda kalıyordu ama onun çocuk kalbinde zaman o kadar da hızlı geçmemişti. Geçememişti.

 

Gözlerinin daldığı denizde kaybettiklerini görüyordu. Bu yüzden çoğu zaman denizi izlemeyi arkadaşlarıyla oynamaya tercih ediyordu. Deniz ona bir şeyi daha hatırlatıyordu; birinin gözlerini…

 

O gözleri her hatırladığında içini çekiyordu. Çünkü ölüm, bilinmezlikten daha vahim değildi.

 

Yaşıyor muydu? Bir yerlerde nefes alıyor muydu?

 

İçini çekti. “Beni özlüyor musun?” sordu denize doğru. Dolan gözlerinden bir damla yaş aktığında elinin tersiyle silip burnunu çekti. “Ben seni çok özlüyorum, biliyor musun?” Yine çekti içini, ela gözleri yine doldu. “Sana bir keresinde erkek adam ağlamaz, demiştim.” Başı, yanı başındaki ağacın artık taşıyamadığı dalları gibi aşağı düştü. Gözünden bir damla daha düştü. Bu kez silmedi.“Yalan söyledim maiş. Erkekler de ağlarmış. Ben sen gittiğinden beri ağlıyorum.”

 

Kışın ortasıydı. Kar henüz gelmemişti ama hava oldukça soğuktu. Çocuğun üzerinde, uzun ve zayıf bedenine bol gelen gri, yün bir hırka vardı. Hayır, annesi örmemişti. Annesinin ördüğü tüm kazaklar o yangında sahip oldukları her şey gibi yok olup gitmişti. Annesinden geriye rüyalarından başka hiçbir şey kalmamıştı.

 

Eğer anneannesi olsaydı, belki ondan anneside ait bir şey alabilirdi. Hatta anneannesiyle birlikte yaşaya da bilirdi ama anneannesi hiç olmamıştı. Çünkü annesi de çocuk esirgeme kurumunda büyümüştü. Babaannesi ise alzheimer hastasıydı ve eşini yıllar önce kaybetmişti. Yurt dışında yaşayan bir amcası vardı ama değil yeğenini yanına almak, kardeşinin cenazesine bile katılmamıştı. Böylece on bir yaşındaki çocuk için diğer kimsesiz çocuklarla yaşamak kaçınılmaz hale gelmişti.

 

“Asil!” Kimsesiz çocuklardan biri koşarak bankta oturan Asil’in yanına geldi. Terlemişti. Sarı renk saçları alnına yapışmıştı ve hayli kızarmıştı. Nefes nefeseydi. “Neden gelmiyorsun?” diye sordu kendi oluşturdukları futbol sahasını göstererek. “Kurt Abi içimizden geçiyor. Gel de ona gösterelim gününü!”

Asil ona göstermeden hızlıca yüzünü sildi. “İstemiyorum Cengo, oyna sen.”

 

Cengiz, arkadaşının üzüntüsünün fark ederek oyuna devam etme isteğini bir kenara bıraktı ve onun sağına oturdu. Tıpkı Asil gibi uzun boylu bir çocuktu ve kirpikleri kadar sapsarıydı. Hafif çekik olan çekik, kahverengi gözleri ve her zaman kırmızı olan dudaklarıyla şirin bir görüntü oluşturuyordu.

 

“Rüya mı gördün yine?”

 

Asil başını salladı.

 

“Anneni mi gördün?”

 

Asil yine başını salladı.

 

“Bence haline şükret.” dedi koşarak yanlarına gelip bankın soluna oturan başka kimsesiz çocuk. Onlardan biraz daha büyüktü. Esmer, kara kaşlı kara gözlü, sert bir çocuktu. Diğer çocuklar ondan çekinirdi. “En azından rüyanda görecek bir annen olmuş.” Kolunu bankın tepesinden uzatıp Cengiz’in omzuna dokundu. “Bizim o da olmadı. Sizi leylekler getirdi, deseler inanacağız.”

 

Güldüler. Asil’in yaşı Kurt’unkine yakındı. Cengiz onlardan birkaç yaş daha küçüktü. Her ikisi de doğdukları gün kurumun kapısına bırakılmışlardı. Ailelerinin hiç tanımamışlardı. Bu yüzden kısa hayatlarının hiçbir döneminde aile özlemi çekmediklerini düşünüyorlardı ama birkaç sene öncesine kadar okuldaki arkadaşlarının ailelerini gördükçe Cengiz’in gözleri dolardı. Kurt’un da içinde bir şeyler kıpırdardı ama hiç belli etmezdi

 

Asil ilk geldiğinde ve hikayesini duyduklarında, onun için o kadar üzülmüşlerdi ki kafalarının bir köşesinde duran o hayali ailenin varlığını tamamen yok etmişlerdi. Çünkü hiç bilmemek kabullenmeyi daha katlanılabilir kılardı. Sahip olup kaybetmek ise en kötüsüydü. Bir kez duyulan sıcaklık, ezberlenen gülümseyişler ve gerçek bir ev asla unutulmazdı.

 

Asil de bu yüzden hiç unutmamıştı.

 

“Futbol oynamayı baban mı öğretti sana?” diye sordu Cengiz.

 

“Evet, babam öğretti.”

 

“Mahallenizde mi öğretti?”

 

Asil’in gözlerinde o anlar canlandı. “Bizim mahallemizde…”

 

Cengiz hayal etmeye çalıştı. Başta Asil’e ailesiyle ilgili sorular sorduğunda Kurt onu susturmuştu ama Asil “Sorun.” demişti. “Unutmak istemiyorum. Unuturum, diye korkuyorum. Sorun ki unutmayayım.”

 

“Bisiklet sürmeyi de mi baban öğretti?”

 

“Yok.” dedi Asil. “Onu Ahmet Amcam öğretmişti.”

 

Kurt, “Ahmet Amca kimdi?” diye sormuştu ki aynı anda hatırladı. “Mavişin babası mıydı?”

 

Asil’in burnunun direği sızladı. “Mavişin babası. Hala öyle.”

 

Kurt’un bakışları da denize daldı. Bir süre düşündü ve o sürenin sonunda, “Burdan çıktığımızda onu nerede arayacağız?” diye sordu.”Biliyor musun?”

 

Çok konuşmuşlardı. Geleceğe dair çok kafa yormuşlardı. Bazı geceler herkes uyuduktan sonra içlerinden birinin yatağında toplanır, sabaha kadar hayal kurarlardı.

 

O hayallerin birinde Asil istediği gibi polis olmuştu.

 

Kurt özel harekat, Cengiz de mimardı.

 

Büyük bir ev tutacak ve kendi ailelerini kurana kadar orada yaşayacaklardı.

 

Aşık olacaklardı.

 

Evlendiklerinde de ayrılmayacaklardı. Birbirine bitişik evlerde hep bir arada yaşayacaklardı.

 

Tıpkı Ahmet ve Akif gibi…

 

“O kaçırıldı. Size söylemiştim. Mavişi kadın onu kaçırdı.” Asil gözlerini kapattı ve Eleni Teyzesiyle kapıda konuşan o kadının yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Kızıl saçlarını, kahverengi gözlerini, donuk bakışlarını… Bunu sık yapardı. Yapardı ki kadının yüzünü unutmasın. Unutursa mavişi hiçbir zaman bulamazdı. Asil bu düşünceye tutunuyordu. “Keşke Eleni Teyze onu içeri almasaydı. Belki o zaman mavişi alıp götürmezdi. Evimizi de yakmazdı.”

 

“Mavişi aldığını görmediğini söylemiştin.” dedi Cengiz.

 

“Görmedim.”

 

“Evi kimin yaktığını da görmemiştin.” dedi Kurt.

 

“Görmedim.” dedi yine Asil. “Ama biliyorum.” Yumruklarını sıkarken, burnu daha fazla sızladı. Bilmekten daha iyisi hissetmekti. Asil hissediyordu. “O yaptı. Neden yaptı bilmiyorum ama o yaptı. O kadın ortaya çıkmadan önce her şey yolundaydı. Beni annemin mezarına götürdüler.” Sadece kısa bir süre öncesine rağmen tüm bunları söylerken ağlıyor olurdu ama artık ağlamıyordu. Artık sadece dişlerini sıkıyordu. “Beni babamın mezarına götürdüler. Ahmet Amcamın, Eleni Teyzenin mezarına götürdüler ama onun…” Yutkunmak istedi, yutkunamadı. “Polislerin konuşmalarını duydum. Bir çocuğa ait ceset bulamamışlar. O kadın kötürdü mavişi!” Öfkesinden daha fazla oturamadı. Ayağa fırlarken, tüm bedeninin cayır cayır yandığını hissetti. “Bulacağım onu. Onu bulup ailemin hesabını soracağım. Sonra da…” Şimdi söyleyecekleri, hayata tutunma isteğinin yegane nedeniydi. Bu yüzden söylemeden önce boynundaki haç kolyesine dokundu. “Mavişi alacağım ve onu bir daha asla gözümün önünden ayırmayacağım.”

 

*

 

 

İlk kez vurulmuyordum. İlk kez akmıyordu kanım. İlk kez ölüme bu kadar yakın değildim ama yanlış giden birşeyler vardı. Yanlış, lüzumsuz, absürd. Bende. Benimle. Benim içimde ters giden birşeyler vardı.

 

İlk kez birini öldürmüyordum ama ilk kez böyle hissediyordum.

 

Bedenim nehrin suyuyla birlikte akıp giderken, midem kendi kanımın kokusuyla bulanıyordu. Oysa ruhum kanla yıkanmıştı. Kana kimsenin olmadığı kadar aşinaydım. Bu yüzdendi durdurak bilmeyen açlığım. Dayım, sen kana susamışsın, iflah olmazsın, derdi. Annem

bununla övünürdü. Döktüğüm her kandan, kestiğim her nefesten sonra benim kızım, derdi. Burgonya’nın kızı…

 

Ellerim ilk kez annemin kanına dokunmuştu. Bir gece yarısı evimizin kapısı kırılırcasına çalındığında koca evin içinde bir başımaydım. Önce kulaklarımı kapatıp yatağımda cenin pozisyonu almıştım, kapıya indirilen darbelerin dinmesini beklemiştim. Her darbe kafamın içinde giderek büyüdüğünde ve dayanılmaz hale geldiğinde ancak yatağımdan çıkabilmiştim. Kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm manzara bacaklarımın uyuşmasına sebep olacak kadar korkunç olsa da gerçekten korktuğum birkaç andan fazlasını anımsıyordum. Her biri de çocukluğumda kalmıştı. Çünkü yaşadığım hayat bana zamanla korkusuz olmayı da öğretmişti.

 

“Anneni içeri alamayacak mısın, sevgili kızım?” Bu soruyu bana sorduğunda yine siyahlar içindeydi fakat bu kez kazağının omuz kısmı sırılsıklam olmuştu. Beyaz elini omzuna bastırdığında kan, nefis kırmızı rengini gösterek parmaklarını süslemişti. İçeri geçtiğinde benden iğne ve ip getirmemi istemişti. Kaç yaşında olduğumu kestiremiyordum. Hafızam hep çok iyiydi ama çocukluğumda yaşadığım ne varsa karmaşık geliyordu. Yaşananlar elbette vardı ancak belli bir zamanı yoktu. Küçük parmaklarımla ve annemin zorlamasıyla kanlı yarayı dikmem de o belirsizliğin içinde bir yerdeydi.

 

Ona karşı gelememişti. Yapamayacağımı bile bile dile getirememiştim. İğneyi etine sapladığımda ağlamamak için dudaklarımı ısırmıştım. O kadar fazla ısırmıştım ki dudaklarımdaki kan annemin kanının üzerine damlamıştı. Annemin gülümsediğini hatırlıyordum. Gülümsediği nadir anlardan biriydi. Çenemi tutup başımı kaldırdığında, gözlerinde acı çeken bir ifade görmemiştim. “Sen benim kızımsın.” demişti, bakışlarına yakışan sert sesiyle. “Gün gelecek, kendi yaranı dikeceksin. O yüzden bırak sızlanmayı, dik annenin yarasını.”

 

Dikmiştim. Belki eğri, belki beceriksizce, belki birkaç dakika sonra açılacak kadar dayanıksızca ama dikmiştim, annemin yarasını.

 

Başımın kayalıklara çarpmasıyla gözlerimi açtığımda nehrin yosun kokulu suyundan sıyrılarak bedenimi karaya çektim. Tulumumdan yırttığım bir parçayı kapalı boyun kısmından içeri ittirerek geçici bir tampon yaptım. Beni bir süre idare ederdi. Ayağa kalkmadan önce karanlık ormanda göz gezdirdim. Şimdilik görünürde kimse yoktu ve keskin duyularım bana yaklaşan adımların da olmadığını söylüyordu. Akıntı kuvvetli olduğu için epey yol kat etmiştim. Bu yüzden ayağa kalkıp koşmaya başladığımda motoruma ulaşmam uzun sürmedi. Varlığımı fark ettikleri için -ki bunu zaten hesaba katmıştım- motorla uzun süre devam edemezdim. Bostanlı’ya girmeden moturu boş bir araziye bırakıp Harun’a derhal alıp yok etmesi için konumu attım. Bu aşamada bir araca binmem risk taşıyordu ancak yaralıydım. Dna’mı ortada bırakmak daha büyük bir risk demekti. Bu nedenle maskemi çıkardım ve eşkalimi gözlük ve şapkayla kamufle ettikten sonra bir taksi çevirip üç sokak aşağıda indim ve kapısı açık olan herhangi bir binaya girdim. Taksici tamamen uzaklaştığında binadan ayrılıp, kameraların kör noktasından geçerek Monica’nın evine doğru ilerledim. Harun’dan edindiğim bilgilere göre Monica’nın evinin bulunduğu sokakta kamera vardı ancak arka sokak temizdi. Arkadan dolaşıp iki katlı evin arka bahçesinden içeri atladım.

 

Otele dönmemiştim. Çünkü benden şüpheleneceklerini biliyordum. Patronlarının cebindeki takip cihazını bulduktan sonra son görüştüğü kişinin kapısını çalacaklardı. Son görüştüğü kişi Doktor Deniz Asrınoğlu’ydu. Beni bıraktıkları yerde bulmalarından çok, bir şahit temize çıkmam için önemli bir rol oynayacaktı.

 

İki kez tıklattığım kapıyı şahidim olacak kadın gülümseyerek açtı. “Hoşgeldin ab-” Gözünün boynuma kaymasından üç saniye sonra dudaklarından uzun bir “Hi!” nidası döküldü. Yaram omzum ve boynum arasındaki sınır bölgesindeydi. Bade’nin tepkisinden yola çıkarak kanın boynuma doğru çıktığını tahmin edebiliyordum. Ağzını kapatarak bir adım geri çekilmesini fırsat edinerek içeri girdim ve kapıyı kapattım. İki odası olan küçük bir evdi. Monica beyaz sevgisini burada da göstererek duvardan koltuklara bembeyaz döşemişti. Geniş ve kısa koridoru hızlı adımlarla geçerek dış kapının tam karşısında kalan yatak odasına ilerledim. Bade burayı kendisi ve kızı için hazırlamıştı. Duru, beşiğinin içinde uyuyordu. Ona daha fazla bakmadan kapısından ayrıldım ve yan odaya geçtim. Kullanılmayan odanın iki kişilik geniş yatağına oturduğumda düşen tansiyonum başımın dönmesine sebep oldu. Bade, bulunduğum odanın önüne geldiğinde ne yapacağını bilemez haldeydi. İçerisi koridorun yetersiz loş ışığı ile aydınlanıyordu. Bulunduğum odanın ışığını açmak için hamle yaptığında “Dokunma.” dedim. “Böyle iyi.”

 

Elini hızla geri çekip, “Ne? Ne oldu?” diye sordu. Tulumumu üst kısmını indirip yaramın üzerindeki beze avucumu bastırdım. Bade karşısındaki manzara karşında “Çok kanıyor!” dedi korku içinde. “Abla çok kanıyor!”

 

Onun aksine sakin bir şekilde “Teşekkür mü etmek istiyorsun?” diye sordum. “İşte sana fırsat. Göster vefanı.”

 

Kirpiklerini kırpıştırdı. Anlamamıştı. Bende hemen anlamasını beklemiyordum zaten.

 

“Korkma, ölmeyeceğim. Yaklaş.”

 

Bade’nin elleri hala ağzındaydı. Çoktan ağlamaya başlamıştı. “Abla…” dedi titreyen sesi. “Abla yaran kanıyor!”

 

“Beni dinliyor musun sen!” Avucumu boynumdan çektiğim an kanımın boşaldığını hissettim. Takip eden ikinci saniye gözlerim karardı. Kritik bir noktadan vurulmuştum. Tek şansım kurşunun sıyırıp geçmiş olmasıydı ama bu, derhal müdahale etmezsem kanamadan geberip gitmeyeceğim anlamına gelmiyordu. “Buraya kim gelirse gelsin, son iki saatir yanında olduğumu söyleyeceksin. Anladın mı?” Doğrudan gözlerinin içine bakıp, Evden hiç çıkmadım.” dedim tane tane.

 

Bana baktı, baktı,baktı. İdrak edebildiği ilk saniye başını hızla salladı. Eve bu halde gelmem onu şoke etmişti ancak ters köşe olmasının asıl sebebi, şefkatli ve yardımsever doktorunun yerini gerçek, sert ve donuk karakterimin almasıydı.

 

“Şimdi git ve evde ne kadar temiz havlu ve alkol varsa getir.” Koşarak uzaklaştığında arkasından seslendim. “Ve dikiş seti.”

 

Bade, aynı dakika içinde bir kucak dolusu havluyla geri döndü. Ayaklarımı birbirine sürterek çamurlu postallarımı çıkardım, havluyla yarama tampon yaptım. Havlu tamamen kan içinde kaldığında Monica’nın rakı şişelerinden birini yaramın üzerine boca ettim. Bu gerçekten acıtmıştı. “Bana yardım etmek istiyor musun?”

 

Bade başını sallayarak dibime kadar sokuldu.

 

“Yaramı dikmen gerekiyor. Ben yapardım ama orayı göremiyorum.”

 

Yeşil gözleri isteğime tepki olarak irileşirken “Yapamam!” dedi. “Yapamam, beceremem! Hem bu çok saçma! Saçma ve tehlikeli! Neden hastaneye git-”

 

“Hastane olmaz. Sen dikeceksin.” Avucumu yanımdaki boşluğa vurdum birkaç kez. “Eminin daha önce dikiş dikmişsindir. Bir farklı yok. Yalnızca… Biraz ıslak olacak.”

 

Çaresizce yanıma oturup son bir umutla başını omzuna düşürdü. “Abla…”

 

“Söyleyeceğin hiçbir şey beni ikna etmeye yetmeyecek. Yalnızca daha fazla kan kaybetmeme sebep olacaksın. Getirdiği iğne ve ipliği eline tutuşturdum. “Yap şunu Bade.”

 

Bundan kaçamayacağını anladı. Titreyen elleri ipliği iğneden geçirirken zorlansa da sonunda başardı. Rakıyla ellerini dezenfekte ettikten sonra parmakları kanlı derimi tutup birleştirdi. Gözlerini kapattı, dişlerini sıktı. Bir yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyor ancak

başaramıyordu. İlk dikişi bir şekilde attı ama lanet olsun ki ikinci dikişte iğne etimin içinde kırılıp kaldı.

 

Bade daha fazla ağlayarak baktı yüzüme. “Böyle olmayacak, hastaneye gidelim! Bir doktor baksın.” Dahiyane bir fikir bulmuş gibi atıldı. “Doktor lazım!”

 

Alnımdan süzülen ter damlacıkları kirpiklerimi ıslatırken, ona göz ucuyla baktım. “Ben zaten doktorum. Şimdi bana daha sağlam bir iğne bul.”

 

Baştan aşağı titriyordu. Eli ayağına dolanmıştı. Dediğimi yapması dakikalarını aldı. Daralan vaktimi göz önünde bulundurarak kırılan iğneyi içeride bıraktırdım ve sakince yaramı tamamen dikmesini izledim. Titreyen ellerine rağmen fena sayılmazdı. Hiç hareket etmeyerek ona kolaylık sağlıyordum. Boynumdaki görüntü ona o kadar korkunç geliyordu ki gözlerini kapatmak istiyordu ama bunu yaptığında dikişe devam edemeyeceğinden kendisini zorlayarak pür dikkat izlemeyi sürdürüyordu. Son dikişi attığında öğürerek banyoya koştu. Sıkmaktan ağrıyan çenemi gevşettim ve derin bir nefes alıp yaramdan sarkan iğneyi aldım, ipi dişlerimle kopardım. Birkaç dakikanın sonunda Bade geri döndüğünde yüzü sırılsıklamdı. Yüzüne su çarparken saçlarına kadar ıslatmıştı. Ayaklarımın ucunda dizlerinin üzerine çöktü ve üzerindeki el örgüsü yeleğin geniş cebinden gazlı bez ile tıbbi bant çıkardı.

 

“Duru’nun göbek bağı için hastaneden vermişlerdi. Sana daha çok lazım.” Sesi artık daha sakindi ama korku hala tınısındaydı. Dizlerinin üzerinde doğruldu, gazlı bezi yaramın üzerine kapattı. Etrafını açılmayacak şekilde bantladı. Havluyu ıslatıp kan içinde kalan omzumu silmeye başladığında zaten yakın olan yüzlerimiz bakışlarımızı bir noktada buluşturdu. Bir şeyleri anlamış gibi gözlerime bakarkan, “Abla,” diye fısıldadı. “Kimsin sen?”

 

Duydun mu yaklaşan tehlikenin adımlarını, diye sordu Burgonya Kızı. Açık verdin, Deniz. Bizi tehlikenin kucağına attın. Bu kızı tanımıyoruz bile. Ona güvenemeyiz. Kimseye güvenemeyiz.

 

Kendimi kan ve alkolle ıslanmış yatağa sırt üstü bırakıp, gözlerimi tavana diktim. Bu noktadan sonra onu kovamazdım. Ona güvenemezdim.

 

“Ağzını açmayacaksın.” dedim. Gerisi getirmedim.

 

Gerçekten getirmedin mi, diye küçümsedi Burgonya Kızı. Yoksa getiremedin mi? Hadi, tehdit et. Ağzını açarsa konuşacak bir ağzının olmayacağını söyle. Ondan kızını alaca-

 

“Yeter!”

 

Bade irkilerek “Abla!” dedi. “Niye kızdın ki?”

 

Gözlerimi kapattım. Burnumdan sert bir soluk verdim. Canım yanıyordu, yalnızca acıma kulak vermiyordum. Bu yüzden bedenim kaskatıydı. Uyumam gerekiyordu, uyuyamazdım.

 

“Bade.”

 

Yüzünden korkan ifadesini silmeye çalıştı, gülümsemeye çalıştı. “Buyur abla.”

 

“Buraları temizlememiz gerekiyor.” Belime kadar sıyrılmış tulumum ıslaktı; kan ve çamur içindeydi. “Kıyafet gerekiyor.”

 

Düşünmeden yataktan indi. “Tamam abla. Bak, ne yapalım biliyor musun? Sen Duru’nun yanına geç. Ben sana kıyafetlerimden veririm. Sen giyinirken ben de burayı toplarım, iki dakikada pırıl pırıl yaparım. Hiç merak etme.”

 

Pisliğimi kıza mı temizletecektim? Suçu yolunun bana raslamış olması mıydı? Sadece başını sokacak bir yer verdiğim için pisliğime bulaşmak zorunda mıydı?

 

“Tamam.” Sağlam olan tarafımdan destek alarak doğrulacakken, Bade eğilip koluma yapıştı. Dursaksadım. “Ne oldu?”

 

Kendinin bile beklemediği bir anda gülümsedi. “E yardım ediyorum abla. Kalk hadi.”

 

Bir şey söylemedim. Bana yardım etmesine izin verdim. Birlikte yan odaya geçtik. Dolaptan kendisine ait uzun, askılı siyah bir elbise ve ince bir hırka verdi. Bebeğini kontrol ettiğinde hala uyuyor olduğunu görerek dışarı çıktı, kapıyı kapattı. Bana hala güveniyordu. Bana, beni bebeğiyle yalnız bırakacak kadar güveniyordu.

 

Tulumumdan kurtuldum, Bade’ye ait elbiseyi giydiğimde üzerime tam olarak oturdu. Çünkü boylarımız da kilolarımızda aşağı yukarı aynı sayılırdı. Harun salonda bir soba olduğunu söylemişti. Önce banyoya gidip Bade’nin sepete çıkarıp sepete attığı çarşaf ve alezi aldım. Ardından salona geçtim ve ışığı açmayı es geçerek sobanın kapağını açtım. Çarşafı ve üzerimden çıkanları içine atarak üzerine birkaç odun koydum. Çıra ile tutuşturduktan sonra bir süre başında bekleyip delillerin çürüyüşünü izledim.

 

“Abla sobayı mı yaktın sen?” Bade’nin salona girmesiyle sobanın kapağını kapattım. Yüzünü üzüntüyle buruşturdu. “Üşüdün mü? Kan kaybettin ya ondandır. Yoksa daha soba yakacak kadar soğumadı hava. Ah ablam ya… Hem sen neden ayağa kalktın ki? Dinlenmen lazım. Odanı temizledim. Pürü pak oldu vallahi. Sen geç, ben pekmez getireyim.” Gülümsedi “Kendime almıştım süt yapsın, diye.”

 

Bomboş bakışlarımı yüzünde gezdirirken, “Daha az önce korkudan ağlayan sen değil miydin?” diye sordum. “Şimdi nasıl gülebiliyorsun?”

 

Gülümsemesi dudaklarında donup kaldı. “Alışkanlık.” dedi omuz silkerek. “Acılarımı bu kadar çabuk unutmasaydım, nasıl ayakta kalırdım?” Gözleri doldu ama gülümsedi. “Hem artık sadece kendim için değil, bebeğim için de ayakta kalmam lazım.”

 

Gözlerimi sobanın deliğinden taşmak isteyen alevlere çevirip, “Uyu.” dedim. “Sütünün yeterli olmasını istiyorsan iyi bir uyku düzenin olmalı.”

 

“Ama sen na-”

 

“Beni düşünme. Yat.”

 

Elindeki çamaşır suyu ve bezi kapının yanına bıraktı. “Sabah birlikte kahvaltı yapar mıyız abla?”

 

“İşe gideceğim.”

 

“Ama yaralısın.”

 

Bakışlarımı keskin bir manevrayla üzerine çevirdim. “Bunu yalnızca sen biliyorsun.”

 

Başını salladı ve tekrar etti. “Ben biliyorum.” Arkasını döndü.Gitmeden önce bana son kez baktı. “Sen yine de pekmez ye. Ninem pekmez kan yapar, derdi.” Gülümsedi, yine. “İyi geceler abla.”

 

Odasına, bebeğinin yanına gitti. Biraz sonra Harun’dan bir mesaj aldım.

 

-Halledildi. Siparişin tamam.

 

Hallettiği motorun yok edilmesiydi. Siparişim, diye bahsettiği ise İrlanda’ya gitmem için gerekli olan sahte pasaport, vize ve diğer ıvır zıvırdı.

 

Sabah yedi’de bana getirmesini istedim. Ayrıca kıyafet ve makyaj malzemesi de temin etmesini ve ikinci bir temasıma kadar benimle tekrar iletişime geçmemesini ekledikten sonra ondan gelen mesajı ve aramaları tamamen sildim. Sim kartını çıkarıp sobanın içine attığımda telefon tamamiyle Doktor Deniz’e aitti.

 

Günün giderek aydınlamasını izlerken gözümü kırpmadım. Sabah tam yedide kapı tıklatıldı. Gelen yemek kuryesiydi. Kurye Harun’du. İstediklerimi bana karton bir çanta ve bir pizza kutusunun içinde uzatırken bıyık altından gülümsedi.“Ödeme, efendim.”

 

Kartımı uzattığı pos makinasına okuturken, saat altı yönündeki siyah aracın içinde beklenen iki misafirim vardı. Onları fark ettiğimden henüz haberdar değillerdi.

 

“Afiyet olsun, efendim.” dedi Harun. “Başka bir isteğiniz var mı?”

 

Yardıma ihityacım olup olmadığını soruyordu. Harun ile aramızdaki gizli lisan her geçen gün daha kusursuz bir hale evriliyordu. Atacağım adımları ona haber vermem yeterliydi, o iş bitirici yönünü kullanarak gerisini hallediyordu. Bu zamana kadar bana hiç sorun çıkarmamıştı. Dayımın avanak adamlarından sonra işimi hayli kolaylaştırdığını söyleyebilirdim.

 

“Şimdilik yok, gidebilirsiniz.”

 

“Yine bekleriz.” Tüm nezaketiyle bana selam verdi ve sokaklarda görmeye alışık olduğumuz kurye motoruna atlayıp uzaklaştı.

 

Bade’nin temizlediği odaya girdiğimde çamaşır suyunun keskin kokusu hala oradaydı. Yumuşatıcı kokan temiz, beyaz çarşafları sermişti. Kapıyı kapattım ve önce yatağın üzerine bıraktığım pizza kutusunu açtım. Pasaport ve gerekli tüm evraklar oradaydı. Çantanın içinden çıkan üç elbiseden, boyun kısmı tamamen kapalı olan yeşil elbiseyi ve krem babetleri seçtim. Kan kaybettiğimden dolayı solgunlaşan yüzüme bu kez daha ağır bir makyaj yaptım.

 

“Bir, iki, üç, dört, beş…” Saçlarımı örerken aynadaki yansımama gülümsedim. “Altı, yedi, sekiz, dokuz, on…” Ve kapı çaldı.

 

Örgümün ucunu lastikle sabitledikten sonra yüzüme sevgili doktorun yumuşak ifadesini yerleştirerek kapıya yöneldim. Kulpu indirdiğimde iki iri adam karşımdaydı ve Kurt’un burnundan soluyan halinin aksine Cengiz daha normal görünüyordu.

 

“Ah Kurt Bey? Bir şey mi oldu?” diye sordum şaşkınlıkla. “Sizi beklemiyordum.”

 

Kurt konuşacak oldu ama Cengiz ondan önce davrandı. “Günaydın doktor hocam. Biz iyi misiniz, diye bakmaya gelmiştik.”

 

İki taraf da bunun doğru olmadığını biliyordu. Bilmedikleri, benim daha fazlasını bildiğimdi.

 

Daha fazla şaşırdım. “Gü-günaydın da… Neden?”

 

“Sizde kalan hastanızın belalı bir kocası varmış sanırım.”

 

“Kocası deme şu ite.” dedi Kurt sinirle. Koyu kahve bakışları uykusuz ve yorgun bakıyordu. Üzerinde onu son gördüğümde olan takım vardı, toz içindeydi. Ne oldu Kurt? Yoksa kötü bir gece mi geçirdin? “Doktor.” Bir adım attığında ayakkabısının ucu eşiği aştı. Kaşları öyle belirgin bir şekilde çatıldı ki Cengiz bu kez ona engel olamayacaktı. “Dün akşam nerdeydiniz?”

 

Dudaklarımı araladım, araladım. Elim kendimi gösterirken “Be-ben mi?” diye sordum.

 

“Evet,” dedi bana şüpheyle bakarken. “Siz.”

 

“Kurt Bey, bir sorun mu var? Beni buraya dün akşam siz bıraktınız.”

 

“Ben bıraktım.” Yüzünün bir tarafi bana dönerken, bakışları dikkatle yüzümde dolaştı. Bir ipucu, bir açık bekliyordu. Avucunu yalardı. “Ya sonra? Sonra ne yaptınız?”

 

Cengiz omzunu yavaşça aynı hizada olan Kurt’un omzuna vururken, fısıldayarak uyardı. “Abi, yavaş.”

 

“Sabahın bu saatinde neden kapımda olduğunuzu ya da neden beni bu şekilde anlamsızca sorguladığınızı bilmiyorum ama…”

 

Bade’nin odasının kapısı açılırken bebeğin ağlama sesi duyuldu. Hızlı adımlarla yaklaştığını duydum. “Abla ya tüm gece ikimizi de uyutmadığı yetmiyormuş gibi erkenden uyandı bu kız!” Çiçekli pijamalarıyla hemen omzumun arkasında durdu. “Aaa pardon abla, misafirin mi vardı?”

 

“Misafir değil.” dedim ona bakarak. “Beyefendiler bazı sorular sormaya gelmiş.”

 

Bade ağlayan bebeğini kollarında sallarken bakışlarının takıldığı Kurt’a döndüm. Gözlerindeki o öfke hali parça parça dökülürken, şakakları gerildi. Bade’den sonra bebeğine baktı. “Neden ağlıyor?” Sesi de tıpkı ifadesi gibi yumuşadı. “Hasta mı?”

 

“Emziğini kaybettim.” dedi Bade. Sesi daha kısık çıkmıştı. “Bulamadım bir türlü. Herhalde emziğini arıyor.” Tekrar ona baktığımda neden geldiğini hatırlayarak duruşunu dikleştirdi ve bebeğinin başı omzuna gelecek şekilde kaldırıp sırtını sıvazlamaya başladı. “Sormayın, tüm gece uyutmadı bizi. Sağolsun Deniz Ablam yardımcı oldu, benimle birlikte uykusuz kaldı. Yoksa yorgunluktan bayılırdım.”

 

Bade’ye gülümsedim ama Kurt’a döndüğümde o gülümseme dudaklarımda daha da büyümüştü. “Sanıyorum cevabınızı almış oldunuz.”

 

Kurt başını önüne eğerek, “Evet.” dedi. “Kusura bakmayın. Dün akşam bir saldırıya uğradık.”

 

Yüzüme bu kez dehşet ifadesi yerleştirdim. “Aman Tanrım! Gerçekten mi? Nasıl oldu? umarım hepiniz iyisinizdir.” Hadi bana patronunun ölüm haberini ver, Kurt. O öldü, de.

 

“Olayı çözene kadar konuşmasak daha iyi. Buraya gelmek zorundaydık çünkü haçlının son görüştüğü kişi sizdiniz. Rahatsızlık verdik, kusurumuza bakmayın.” diye konuştu ciddiyetle.

 

İkna olmuş gibi görünüyordu. Aslında ikna olduğu Falan yoktu. Böyle adamları tanırdım. Birinden bir kez şüphelenmeleri yeterdi. İstediği sonuca alana kadar onu kıskacına alır, aradığını bulana kadar kafalarında aklamazlardı.

 

Bu yüzden Korkutel’in öldüğüne emin olana kadar eve düzenli giriş çıkışlar yaparak Bade’nin yanında kalmalıydım. Çünkü eğer ölmediyse, yeniden teşebbüs edecek kadar yakınında olmak için temiz kalmalıydım. Bu adımdan sonra Kurt’un beni takip ettireceğini biliyordum. Korkutel defterini kapatana kadar otel iyi bir seçenek değildi.

 

“Önemli değil, umarım Noyan Bey iyidir.” Duvardaki saati kontrol ettim. “Başka bir sorunuz yoksa işe geç kalıyorum.”

 

Cengiz mahcup olmuş görünüyordu. “Doğru dediniz doktor hocam. Hastalarınız sizi bekler, biz sizi daha fazla tutmayalım.”

 

“Teşekkür ederim. Görüşmek üzere.” Kapıyı kapattıktan sonra salona geçip açık pencerenin yanındaki duvara sindim. Bu pencere eve çıkan yedi basamaklı merdivene bakıyordu ve istediğim gibi o ikisinin konuşmalarını net bir şekilde duymaya başlamıştım.

 

“Sana demiştim gelmeyelim, diye!” dedi Cengiz. “Kadını boşu boşuna rahatsız ettik.”

 

“Gelmek zorundaydık Cengiz. Bir düşün, dün tüm gün haçlıya o böceği cebine koyacak kadar kim yaklaştı?”

 

“Yok öküzün gözü! Oldu olacak katil de doktor hanım, de tam olsun. Şirin, sevimli nazik bir kadın. Hastasını evine alacak kadar da yardımsever. Abi, her şey bir yana kadın ufacık tefecik bir şey. Höyt, desek korkudan ağlamaya başlar.”

 

Adım sesleri merdivenin basamaklarını tamamladığında sesleri giderek uzaklaşmaya başladı. “Ordan bakınca öyle. Değil haçlıyı öldürmek, zıplasa boyuna ulaşamaz.”

 

Güldüler. O küçük akıllarıyla benimle dalga geçtiklerini sanırken, ben çoktan onlar için de küçük ve sürprizlerle dolu bir plan yapmıştım.

 

Hoyt, deseniz korkarım ve zıplasam bile patronunuzun boyuna ulaşamam, öyle mi?

 

Gülümsedim. “Ben size zıplamayı göstereceğim, yalnızca bekleyin.”

 

*

 

Hastanede mesaimi tamamlamamın ardından taksiye bindim ve eve doğru yola çıktım. Tahmin ettiğim gibi beni izleyen bir araç vardı, eve gittiğimden emin olmalarını sağlamalıydım. Yaklaşık otuz saattir uyumuyordum ancak bu konuda gerekli eğitimleri aldığımdan zorlanmıyordum. Yarama hastanede doğru şekilde pansuman yaptığım için o tarafta da daha iyi durumdaydım. Şimdilik tek yapmam gereken peşimdekileri atlatıp havaalanına doğru yola çıkmaktı.

 

Eve gittiğimde Bade’ye uyuyacağımı ve beni rahatsız etmemesini kesin bir dille söyledikten sonra artık bana ait olan odaya girdim ve kapısını kilitledim. Hızlıca üzerimi değiştirip, kendimi gözlük ve şapkayla gizledikten sonra yukarı doğru sürülen ahşap pencereyi açtım ve etrafı dikkatlice gözledim. Temizdi. Bedenimi aşağı sarkıtarak yumuşak bir düşüş sağladıktan sonra arka mahallenin dar sokağında gözden kayboldum.

 

Harun’un benim için bıraktığı araç havaalanının yakınlarında kapalı bir otoparktaydı. İşime yarayacak her şey içindeydi. Elbise ayakkabı, peruk, makyaj malzemesi…

 

Kırmızı, saten ve süper mini olan elbiseyi arabanın arka koltuğunda giydim. Aynı kumaştan yapılma ayakkabıları, taşlı ve parlak takıları bedenimle buluşturduktan sonra saçlarımı sıkıca topladım ve küt, sarı, yoğun bir kahkülü bulunan peruğu kafama geçirdim. Taktığım kahverengi lensler ve yaptığım ağır makyajın ardından asıl görüntümden fazlasıyla uzaktaydım. Aslında kılık değiştirmekten hoşlanmazdım. Bu konuda ele avuca gelir bir tecrübem de yoktu çünkü kurbanımın karşısında gerçek yüzümle durmak benim için hatırı sayılır bir ayrıcalıktı. Ancak bu seferki bir mecburiyetti. Göz önünde olan bir doktordum ve tanıdık biri tarafından tanınma ihtimalim, Korkutel ile ilgili planımı sekteye uğratabilirdi.

 

Kurt ve Cengiz’in bugünkü ruhsal durumlarına bakarak Korkutel’in hayatta olduğunu anlamıştım. Üzgün değil, kızgınlardı. Bu da patronlarının hala hayatta olduğu anlamını taşıyordu. Onu vurduğumdan emindim. En iyi ihtimalle gözden uzak bir hastanede yaşam savaşı veriyor olmalıydı.

 

Şansı varsa ölürdü. Çünkü ikinci sefer çok daha acı verici olacaktı.

 

Son olarak üzerime ayak bileklerime uzanan bej bir trenckot geçirip bel kuşağını sıktım ve aynı renk deri eldivenleri giydim. Bu adımdan sonra herhangi bir yerde parmak izimi bırakmamalıydım. Sahte evraklarım öyle muntazam bir şekilde hazırlanmıştı ki prosedür ve geçişlerde en ufak bir sorun yaşamamıştım. Monica’nın takıntılı bir kadındı. İyi değil, her zaman en iyiyi isterdi.

 

Bu yüzden benimle çalışıyordu.

 

Üç saat kırk dakikalık uçuşun ardından başkent Dublin’deydim. Monica’nın verdiği adres beni sahil kesiminde lüks bir otele getirmişti. Monica’nın odama getirdiği dosyadaki bilgileri beynime kazımıştım, Yılmaz Sungurlu’nun kaldığı odanın numarasını biliyordum. Zaten buraya her geldiğinde aynı odada kalıyor ve yalnızca bir gün konaklıyordu.

 

Resepsiyon görevlisi kadın İngilizce olarak üç yüz kırk beş numaralı odanın müsait olduğunu söylediğinde suratımı astım.

 

“Can you arrange one of the rooms on the second floor for me? Two is my lucky number. Also I can't take the elevator.” Benim için ikinci kattaki odalardan birini ayarlayabilir misin? İki benim uğurlu sayımdır. Ayrıca asansöre binemiyorum.

 

Kadın teklifimi reddetmek üzereyken kırmızı el çantamdan çıkardığım bir miktar euroyu avucuna tutuşturdum. “Please.”

 

Kadın gülümsedi. Arkasını döndü ve bana iki yüz beş numaralı odanın anahtarını verdi. “Thank you.”

 

İkinci kata çıktığımda bana verilen odanın iki yan kapısının önünde duran korumaları gördüm. İki kişilerdi ve silahlı oldukları belliydi. Anlaşılan o ki kurbanım içerideydi. Adamların bana çevrilen ve üzerimde birkaç saniye oyalandıktan sonra zararsız olmadığıma kanaat getirerek önüne dönen bakışlarına gülümsedim. İki yüz beş numaralı odanın önünde durduğumda trençkotumun kuşağını çözdüm ve yavaşça omuzlarımdan sıyırırken, iki herifin bakışlarını da bedenimde hissettim.. İstediğim de buydum. İçeri geçtiğimde ilk olarak otelin sabit telefonundan restaurantı aradım ve atıştıracak bir şeyler sipariş ettim. Yedi dakika sonra oda servisi kapımdaydı. Atıştırmalık bulunduğu tepsi iştah açıcı dursa da tepsiden aldığım tek şey bıçak oldu. Bıçağı dik olarak sütyenimin arasına sıkıştırdım ve planımın ilk adımı için kapıya yöneldim.

 

“Excuse me.” Bedenimi kapıya yaslayıp adamlara davetkar bir gülümseme gönderdim. “The television in my room is not working and I want to watch television. Who wants to help me with this issue?" Odamdaki televizyon çalışmıyor ve televizyon izlemek istiyorum. Bu konuda bana kim yardım etmek ister?

 

Adamlar önce birbirine baktılar. Sonra kel olanı bir adım öne çıkıp, kendi dilince bir şeyler söyledi. Buraya ait dili bilmediğimden içeriğini anlayamadım ama bu önemli değildi çünkü beden dili gönüllü olanın o olduğunu söylüyordu.

 

Daha fazla gülümedim ve kaldırdığı işaret parmağımla ona gel, işareti yaparak odaya girdim.

Gerilerek arkamdan geldiğinde ona kapıyı kapatmasını söyledim. Zevkle kapattı. Kumandayı alıp televizyonu açtığından kaşları çatıldı. Bana döndü ama televizyonun zaten çalıştığını söyleyecek vakti olmadı. Arkadan üzerine atlayıp boynunun iki noktasına uyguladığım baskıya onu bayılttığımda koca bedeni gürültüyle yere devrildi.

 

“Hadi ama… Bu kadar ses yapmaman gerekiyordu.” Kapının tıklatılması ile elini alnıma kapattım ve yerdeki baygın adama sitem ettim. “Gördün mü bak, arkadaşın bizi fark etti. Şimdi onu öldürmem gerekebilir.”

 

Kapıya doğru, “I am coming.” diye bağırdıktan sonra adamın belindeki silahı aldım ve arkama saklayarak kapıyı açtım.

 

Adam arkadaşını çağırmamı söylediğinde meşgul olduğunu söyledim. Israr etti. Ne yazık ki kaşınıyordu. Yalnızca bakışlarımla zemini ve duvarları kırmızı koridoru kontrol ederek bizden başkasının olmadığına emin olduktan sonra geri çekilip kapıyı tamamen açtım. Yerde boylu boyunca yatan arkadaşını görmesiyle belindeki silahına davranması bir oldu ancak elbette ki onda hızlıydım. Önce kasıklarına sağlam bir tekme indirdim ve iki büklüm olmasıyla belindeki silahı aldım, elimdeki iki silahıda oda doğruttum ve başımla içeri girmesini işaret ettim. İçeri doğru ancak iki adım atabildi. Üçüncü adımda kabzasıyı ensesine indirerek onu arkadaşının yanına indirdim.

 

“Şimdi siz burada uslu uslu oturuyorsunuz. Ben bir patronunuzu indirip geleceğim.”

 

Kurşunları klozete boşaltıp sifonu çektikten sonra silahları adamların yanına bıraktım. Odaya ikinci giren adamın üzerinden patronunun odasının yedek giriş kartı çıktı. Bu işimi kolaylaştırırdı. Trenckotumu yanıma aldım ancak giymedim. O, işim bitene kadar temiz kalmalıydı. Hala boş olan koridordan geçtim. Yılmaz Sungurlu’ya ait odanın kapısında durduğumda başımı sola çevirdim ve kameraya göz kırptım. Beni izleyen kişi kamera sistemini de hackleyen Harun’du. İşimi bitirip çıktığımda bana ait görüntülerin tamamını silecekti.

 

Kartı kapıya okuttum, aynı saniye onay sesi kulaklarıma ulaştı. Kulpu indirip içeri girdiğimde, Yılmaz belinde sadece bir havluyla yatakta uzanıyordu. Beni gördüğünde önce kaşları çatıldı ama sonra, bakışlarıyla beni tepeden tırnağa süzdükten sonra dudaklarında kemirgen bir gülüş belirdi.

 

“O kapıdaki itlerin geldiğini haber vermeleri gerekiyordu.” Geniş, göbekli bir adamdı. Göğsündeki tüylerden sakallarına kadar kırlaşmıştı. Bana döndüğünde ve elini başının altına desteklediğinde göbeği yatağa devrildi. “Esmer tercih etmiştim ama sen…” Çenesini buruşturarak beni beğendiğini belli etti. “Fena değilmişsin. Hatta..” Tamamen içeri geçip, kapıyı ardımdan kapattığımda, bakışları çıplak bacaklarımda oyalandı bir süre. “Ateş ediyorsun.”

 

Ona doğru yürürken dilimi damağıma vurdum. “Yok, ateş etmeyeceğim. Öyle pek kan akmıyor. Tercihim değil yani.”

 

Karşısına geçip, trençkotumu dikkatlice sandalyenin başka serdim ve sırtımı duvara dayadığımda şaşırarak kahkaha attı. “Ulan sen Türkmüş’sün. Yine de ne demek istediğini anlamadım.”

 

Oda tavandaki spot ışıklarıyla loş olarak aydınlatılmıştı. Yemek masasını üzerinde dağınık bir şekilde yenmiş yemek artıkları vardı. Yeni banyodan çıktığı için yerler de yer yer ıslaktı. Bir misafir bekliyordu ve bu da vaktimin kısıtlı olduğunu gösteriyordu. İşaret parmağımı dudaklarımın arasında gezdirirken, “Anlarsın.” dedim. “Anlaşırız yani. Mesela ben sorarım, sen cevap verirsin. Nasıl?”

 

“O ne demek kız? Soru sorarak mı harcayacağız vaktimizi?” Eliyle yatağın yanındaki boşluğuna dokundu. “Ama illa merak ettiklerin varsa, gel yakından sor.”

 

“Emin misin?”

 

Gülümsemesi genişledi. Bir dakika sonrasını tahmin edemeden, “Eminim.” dedi.

 

“Peki.” Yanına gittim, yatağa oturdum ve tam da gösterdiği boşluğa uzanıp bedenimi ona çevirirken, bedeninden gelen pahalı duş jeli kokusunun kanla çok da yakışmayacağını düşündüm. “Sence de burası çok sessiz değil mi?” Telefonunu işaret ettim. “Benim için birşeyler açar mısın?”

 

Alt dudağını ısırdı. Gerçekten çirkin bir görüntüydü. “Biraz sonra oda çığlıklarınla dolacak bebeğim ama seni kırmayacağım.” Telefonunu aldı. “Ne istersin?”

 

“Kasik bir şeyler. Imm… “Ain’t No Sunshine olsun.”

 

“Anlaştık.” Şarkıyı açtı ve telefonunu komidinin üzerine bırakıp tamamen bana odaklandı. “İçki?”

 

Başımı iki yana salladım. “Bugün içmek istemiyorum. Bence içki geniş vakitlerde içilmeli.” Gözlerimi bir an için açıp, sevdiğim bu parçanın dizlerinin zihnime bir nakış gibi işlenmesine izin verdim. Rahatlamak istediğim zamnalarda gözlerimi kapatır, bir gece vakti, asla bana ait olmayan bir evin mutfağında; ankastre ışığının altında, parmaklarımın arasında dibinde biraz içki dans ettiğimi hayal ederdim.

 

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

 

 

O uzaktayken hava sıcak değil

It's not warm when she's away

 

 

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

 

 

Ve o her zaman çok uzun süre gitti

And she's always gone too long

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she's goes away

 

 

Bu sefer nereye gittiğini merak ediyorum

Wonder this time where she's gone

 

 

Acaba kalmaya gitti mi

Wonder if she's gone to stay

 

 

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

 

 

Ve bu ev ev değil

And this house just ain't no home

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

“Sen bilirsin bebeğim.” Gözünün önündeki gerdanıma ve göğüslerime baktı. Görünmez salyaları vardı. Gerçekten biraz sonra üzerimde olacağına ve benimle seks yapacağına inanıyordu. “O zaman?”

 

“Neden buradasın, Yılmaz? Neden bu otel?”

 

Kaşları yine çatıldı ama dudaklarında gülümseme orada duruyordu. Elini bel boşluğuma uzattı, okşamaya başladı. “O iki it kafayı mı yedi?” diye sordu. “Adımı da bilmemen gerekiyordu.”

 

“Biliyorum adını. Daha fazla şey de biliyorum.”

 

Eli belimden yukarı tırmandı, göğüslerime doğru ilerlemeye başladığında “Neler mesela?” diye sordu ama vereceğim cevap umrunda değildi. O elbisemi indirip bir an önce memelerim arasına gömülmek istiyordu. Orada kendisini nasıl bir sürprizin beklediğini henüz bilmiyordu.

 

“Mesela… Nasıl bir pislik olduğunu.” Eli göğsümün altında durdu. Gülümsemesi tam anlamıyla silindi. Diğer eli arkasına uzanacağı sırada onu kollarından yakaladım. Üzerine çıkıp o koca karnına oturduğum an bir terslik olduğunu nihayet anladı. Beni belimden yakaladı ve üzerinden atmaya çalıştığında göğüslerimin arasındaki bıçağı çıkarıp boynuna dayadım. Durdu. Nefesi hızlandı ve anlamaya çalışırcasına bakışlarını yüzümde dolaştırdı.

 

“Sürpriz!” Gülümseyerek bıçağın ucunu boynunda çevirdim. “İstediğim gibi bir bıçak değil, asla sivri de değil ama iş görür, ha? Ne dersin Yılmaz? O iğrenç bedenini delmeye çalışırken biraz acı çekersin ama idare et sen de artık.”

 

Dişlerini sıktı. Kıpkırmızı olmuş vaziyette bana bakarken, “Kimsin!” diye sordu öfkeyle. “Kim gönderdi seni!”

 

Bıçağın ucunu boynuna gezdirmeye devam ettim. Kasıklarımda hissettiğim karnı adrenalinle inip kalkıyordu. Korkuyordu ama daha fazla öfkeliydi. On yapacaklarımı bilse, yalnızca korkudan ölebilirdi.

 

“Canını yaktığın birileridir muhtemelen. Detay bilmiyorum. Detaylarla ilgilenmem.” Başımı iki yana salladım. “Detay kesinlikle sevmem. Şimdi… Sana cazip bir teklifim var. Birkaç soru soracağım. Eğer beni tatmin edecek cevaplar verirsen geberirken daha az acı çekersin. Eğer beni geçiştirdiğini anlarsam gebermek için yalvarırsın.” Başımı omzuma düşürüp salladım. “Yani her halükarda geberirsin.”

 

Göz bebeklerine kadar kızarmıştı. Komidine yakın duran eli muhtemelen çekmecesinde olduğunu tahmin ettiğim silahı alıp beni indirmeyi planlıyordu. Ah bu son çırpınışlar….

 

“Kimsin!” dedi birkez daha. “Kimsin orospu!”

 

Dilimi abartıyla damağıma vurarak “Çok ayıp Yılmazcım.” dedim. “Çok. Ben seninle böyle mi konuşuyorum. Ben sana nazik teklifler sunayım, sen kalk bana orospu, de. Olacak şey değil.”

 

Onun için vakit gelmişti. Elini hızla çekmeye uzattı. Açtı da. Ancak görüş açıma giren silahı alamadan bıçağı kolunun iç tarafına sapladım. Aynı anda avucumu haykırmak üzere olan ağzına kapatıp yüzümü yüzüme yaklaştırdım ve acının sirayet ettiği gözlerine yakından baktım. “Yaramazlık yok Yılmaz. Yaramazlık yok.” Bıçağı geri çektiğimde daha büyük bir haykırış avucumun altında patladı. “Şimdi teklifime cevap ver. Söylemeyi atladım ama ben vakit kaybetmemekten de hoşlanmam. Evet mi? Hayır mı? “Başını sallamaya çalıştı. “Evet mi?” Başını daha fazla salladı. “Pekala.” Avucuma ağzından çekip bulaşan tükürük eldivenime bulaşan kalıntılarını yatağa sildim. “İlk soru geliyor o halde? Bir heyecanlandın, itiraf et.”

 

Özgür kalan başını oluk oluk kanayan koluna çevirdi. “Ne yaptın sen! Ne yaptın! Bunun acısını soracağım! Seni yerin altına gömeceğim!”

 

Sıkıntıyla soluyarak, bıçağı bu kez oturduğum yerin dibine yerleştirdim. Karnının tam olarak ortasıydı. “Bir sonraki hatalı hamlen karnının delinmesine sebep olacak. Ve emin ol acır.”

 

Korktu. Neyin ortasına düştüğünü artık biliyordu. Başını hızlı hızlı sallarken kanayan kolunu yatağa bastırıp tampon yapmaya çalıştı ama başaramadı. “Lanet olsun! Kim olduğumu bilmiyorsun! Nasıl bir belaya bulaştığını bilmiyorsun! Bu otelden sağ çıkabileceğini mi düşünüyorsu-”

 

Hey, genç şeyi rahat bırakmalıyım

Hey, I ought to leave young thing alone

 

 

Ama o gittiğinde güneş ışığı yok, whoa-whoa

But ain't no sunshine when she's gone, whoa-whoa

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

 

 

Her gün sadece karanlık

Only darkness every day

 

 

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

 

 

Ve bu ev ev değil

And this house just ain't no home

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

Ve bu ev ev değil…

 

And this house just ain't no home…

Ne zaman giderse gitsin…

Anytime she goes away…

 

Bıçağın karnına ittiğimde inleyemedi bile. Boğazından bir miktar tıkanmış hırıltı sesi duyuldu, o kadar. Onu bir balonu delermiş gibi deldikten sonra kanlı bıçağı havaya kaldırarak şarkının en sevdiğim kısmına bağırarak eşlik ettim. “And I know, I know, I know, I know!” Bıçağı deliğe tekrar sokup karnının içinde çevirirken çıkamayan sesi ve acıyla bağıran yüzü bana eşlik etti. “And I know, I know, I know, I know!!”

 

“Manyak!” dedi acı içinde. “Manyaksın sen!” Hayır, artık kafa tutmuyordu. Hatta birazdan ağlamaya başlayabilirdi ama birazdanı hiç olmayacaktı. “Sor,” dedi, neredeyse kaybolmak üzere olan sesiyle. Bakışları artık yüzümde değil, tavandaydı. Korku, bedeninin tamamen şişmesine sebep olmuştu ve kanı artık deri eldivenlerimdeydi.

 

“Aslında kurbanlarımı detaylı olarak araştırsam da onlarla sohbet etmek pek tercihim değildir. Ama şanslısın. Seninle ilgili bir detay dikkatim çekti. Her ay anonim bir hesaba yüklü ödeme yapıp, ertesi gün İrlanda’ya uçuyorsun ve son nefesini vereceğin bu otelde yalnızca bir gece konaklıyorsun. Bu gerçekten gizemli. İzninle… Yani senin bir için bir sakıncası yoksa nedenini soracağım.”

 

Kan karnından oluk oluk akarken bacaklarımı ıslatıyordu. Haklıydım, duş jeli kokusu kokusuna asla yakışmamıştı. Aslında hiçbir koku kanın asil kokusundan üstün gelemezdi.

 

Kan benim ilahımdı. Varlığını hissettiğimde ve kokusunu aldığımda içimde bir başkasının uyandığını hissediyordum. Uyanıyor ve daha fazlasını istiyordu. Daha fazlası için bana yalvarıyordu! Ne kadar yersen yiyeyim doyamayacağım bir açlık hissediyordum ve kandan uzaklaşıncaya dek o doyumsuzluğu törpüleyemiyordum.

 

“A-arınma….” dedi, bir umutla. Bunlar neredeyse son sözleriydi. Başını güçlükle kapıya çevirdi. Birinin gelip onu kurtarmasını bekliyordu. O ihtimale tutunuyordu. Bunu parmaklarımın arasında son nefesini veren tüm kurbanları yapmıştı. Bir noktada her birinin gözleri çıkışa çevrilmişti. O noktanın ise aslında geri dönüşü yoktu. Yani ben bu adamı şekilde bırakıp gitsem bile hastaneye yetiştirilebilmesinin imkanı yoktu. Atardamarını kesmiştim ve kesinlikle bilinçli yapılan bir hamleydi.

 

“Arınma mı demek istedin? İlginç bir isim. Bana şu arınmadan biraz bahsetmek ister misin?”

 

“Yok- yok ediyorlar.” dedi. “Temizliyorlar.”

 

Sözleri artık tamamen anlaşılabilirliğini yitirirken, ona son bir soru sordum. “Kimi temizliyorlar? Neyi?”

 

Başı kapıdan tarafta kaldı. Bakışları bana döndü.Gözlerinin feri gözlerimde sönerken, “Pisliği.” dedi ve bu bir fısıltıydı. “Kötülüğü...” Fısıltılar bile onu terk etti.

 

Yılmaz Sungurlu gözlerime bakarken öldü.

 

Üzerinden inip yanına oturdum. Kan bir çit gibi etrafını çevrelemişti. “Hay aksi. Uslu dursaydın daha fazla sohbet edebilirdik.” Bıçağı kaldırıp gözümün önünde çevirdim. Yağ bıçağıyla cinayet işlemişim resmen. “Şimdi imzamızı atalım. Sonra da gideceğim zaten. Hiç ısrar etme, özel uçağım bekliyor.”

 

Dudaklarımdaki gülümseme tamamen silindiğinde bakışlarımda bir karartı hissettim. Ve şarkı çalmaya devam etti. Muhteşemdi… Muhteşemdi! Sikeyim! Birinin canını almak kesinlikle orgazm gibiydi. Besleniyordum. Doyuyordum. Tükeniyordum ve yeniden doğuyordum. Biri başımı taşla eziyordu ve mucizevi bir güç beni parçalarımı yeniden bir araya getiriyordu. Kanım cehennemin günahkar duvarlarına kazınıyordu. İblis ayağa kalkıp beni alkışlıyordu, önümde ceketini ilikliyordu. Ve şarkı… Kafamın içindeki o ölümcül şarkı hiç susmuyordu.

 

Hey, genç şeyi rahat bırakmalıyım

Hey, I ought to leave young thing alone

Ama o gittiğinde güneş ışığı yok, whoa-whoa

But ain't no sunshine when she's gone, whoa-whoa

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

Her gün sadece karanlık

Only darkness every day

O gittiğinde güneş ışığı yok

Ain't no sunshine when she's gone

Ve bu ev ev değil

And this house just ain't no home

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

 

Ne zaman giderse gitsin

Anytime she goes away

 

 

Kanım damarlarımda kayanmaya başlarken kaldırdığım bıçağı kuvvetle ölü bedeninin göğsüne indirdim ve iki elimle aşağı çekerek göğsünü boydan boya yardım. Başımı sallayarak şarkının muhteşem dizelerine eşlik ederken, istediğim açıklığı yakaladım. Çarşafın temiz kısmına sildiğim bıçağı göğsümün arasındaki yerine koydum ve eldivenli parmaklarımla kaburgalarını ayırarak kalbine ulaşacağım yolu açtım. İstediğim eşsiz görüntü karşımdaydı. İmrenerek baktım. Benzer görüntüyü ameliyatlarda da görüyordum ama bu başkaydı, bambaşkaydı.

 

O zaman hayat kurtarıyordum. Kalplerin yeniden atmasını sağlıyordum.

 

Burada ise hayatı söndürüyordum. Saniyeler önce atan kalbi durduruyor, onu yuvasından söküp alıyordum. Bu anlarda en büyük düşmanım elimde giymek zorunda olduğum bir eldivenin olmasıydı. Avuçlarımın arasına aldığım kanlı kalbin son silik çırpınışlarını hissederken, arada bir engel olmaması gerekiyordu. Bu bir sanattı ve o eldivenler ise sansürdü.

 

Sansüre karşıydım.

 

Yataktan inip trençkotu giydim ve kalbi poşetle iyi bir şekilde sararak cebime bıraktım. Ardından banyoya geçip deri eldivenlerimi suyun altında temizledikten sonra kapıya yürüdüğümde yaklaşan adım sesiyle duraksadım. Orada birisi vardı. Evet, o adımlar tek bir kişiye aitti. Korumalardan biri olamazdı. Onları saatlerce kendilerine gelemeyecek şekilde bayıltmıştım.

 

Kapı tıklatıldı. “Sungurlu. Orada mısın?”

 

Ses tanıdıktı. Kurt’a aitti. Bu herifin burada ne işi vardı! Siktir be.

 

Kapıyı bu kez sertçe tıklatıp, “Sungurlu.” dedi. “Vakit geldi. Gitmemiz gerekiyor.”

 

“Ananla git!” Fısıltım ağzımın içinde yuvarlanırken, kendimi ustalıkla sakinleştirdim ve

bir nefes eşliğinde ihtimalleri kafamın içinde değerlendirdim. Kapıdan çıkma seçeneğim elenmişti. Şu an için tek çıkış pencereydi ve ikinci katta olduğumuz için işimde kolay sayılırdı. Yönümü pencereye döndüğümde bu sabah hakkımda söylediklerini hatırladım.

 

Neden gitmeden önce ona bir hediye bırakmıyordum ki?”

 

Küçük ama nefis bir plan zihnimi işgal ettiğimde alt dudağımı dişlerimin arasına alarak adımlarımı geriye doğru attım ve elimi kulpa götürüp indirdim. Kurt için kapıyı açtığımda içeri girmek için hamle yaptı ve o an kapıyı öyle sert bir şekilde kapattım ki burnunun kırılma sesi net bir şekilde kulaklarıma doldu.

 

Acıyla inlediğini duydum. “Hay amına koyayım!”

 

Sessiz bir kahkaha eşliğinde kapıyı yeniden kilitledim. Şimdi buradan seri bir şekilde ayrılmalıydım. Görecek olanların muhtemelen ömrü boyunca belleğinden silemeyeceği manzarayı terk ederek bedenimi ikinci kattan aşağı sarkıttım. Kırmızı topuklarım otelin ıssız arka sokağından geçerken, köşede siyah bir araç ve bir adamın karartısı kadrajıma girdi. O kadar karanlıktı ki araba ve adam bir siluetten ibaretti. Belirgin olan tek detay, iri vücudunu ön kaputa dayamış olan adamın sigarasının ateşiydi. Sokağın sonuna ulaşmak için yanından geçerken, sigarasını dudaklarına götürdü, bir nefes çekti. O nefes ateşi kuvvetlenerek yüzünü bir parça aydınlattığında, Korkutel’in kusursuz yüzü gözlerimin önünde serildi.

 

Bu, oydu.

 

Bir saniye sürdü. O bir saniye, bana sağ elmacık kemiğinin üzerindeki kurşun yarasını gösterdi. Sıyırıp geçmişti. Ölüm onu sadece yarım santimle sıyırıp geçmişti. Ona verdiğim tek hasar, yüzünde ömrü boyunca taşıyacağı o kurşun izi olmuştu.

 

Ve o ömür, düşlediği kadar uzun olmayacaktı.

 

Onu arkamda bıraktığımda adımlarımı yavaşlattım. Başımı çevirip ona baktığımda, o zaten bunu çoktan yapmıştı. Bana bakıyordu. Yerinden kıpırdamamıştı. Sigarası dudaklarının arasındaydı ama içmiyordu. Öyle durmuş, adım adım uzaklaşan varlığıma bakıyordu. Beni tanıyamazdı; bu kılıkta ve bu karanlıkta imkansızdı.

 

Başımı önüme çevirip adımlarımı hızlandırdım. Otelin iki yüz metre ilerisindeki telefon kulübesinin önünde durdum. Dokuz saniye sonra önümde duran siyah aracın arka koltuğuna bindim ve araç benim için hazırlanan özel uçağa doğru yol alırken, telefonumu çıkarıp parmaklarımı harflerin üzerinde hareket ettirdim.

 

-İçimden bir ses yarın biber dolması yapmak için güzel bir gün olacağını söylüyor.

 

Mesajı gönderdikten sonra başımı cama çevirdim. Belli aralıklarla gelip geçen alçak sokak lambaları ardındaki denize ışık tutarken, karanlığın kucakladığı cinayetimin ıslak izlerini bacaklarımın arasında hissediyordum. Birkaç damla diz kapaklarımdan aşağı süzülürken bir bacağımı diğerinin üzerine atarak önünü kestim. En az üç saat kırk dakika daha kurbanımın kanını bedenimde taşıyacaktım.

 

Telefon titredi.

 

Malum Şahıs: İçimden bir ses yarın canımın biber dolması çekeceğini söylüyor.

 

Gülümsedim. Ölüme ne kadar susamışsın, Kokutel.

 

-O sese sorar mısınız, canın dolmayı neli çekecek? Etli mi yoksa zeytinyağlı mı?

 

İdam mahkumlarına bile ölmeden önce sevdiği yemek verilirmiş. Sen de benim darağacımda sallanmadan önce sevdiğin yemeği yiyeceksin.

 

Malum Şahıs: Sordum.

 

Malum Şahıs: Hemen cevap verdi.

 

Malum Şahıs: Doktor Hanımın yaptığı gibi çekecekmiş.

 

Flört etmeyi kesinlikle biliyordu, bu bir gerçekti ama bir noktada duvara tosluyordum. Benimle sevişmek istemiyordu, bana aşık değildi, benden şüphelenmiyordu. Onun kafasında başka bir yerdeydim.

 

-Evime davet etmek isterdim ama şu an bir misafirim var.

 

Hadi… Hadi Korkutel. Sen beni evine davet et. Seni herkesin ortasında öldüremem. Yalnız olmalıyız. Yalnızca ikimiz…

 

Malum Şahıs: Bana gelmek ister misin?

 

Malum Şahıs: Benim evime.

 

Malum Şahıs: Ben de sana yemek yaparım.

 

Ard arda yazdığı mesajlara baktım bir süre. Başarmıştım. Nihayet beni evine davet etmişti.

 

-Yemek mi yapacaksın?

 

Karanlığın ortasında sigarasını içerken bana bir cevap daha yazdı.

 

Malum Şahıs: Senin için yemek yapacağım.

 

Ne sevdiğimi sormasını bekledim. Ama sormadı.

 

-Peki, yarın sendeyim.

 

Helikoptere ulaşana kadar yeni bir mesaj gelmedi. Pistin ortasında durduğumuzda kapım Harun tarafından açıldı. Aşağı inerken peruğumu çıkardım. Özgür kalan saçlarım çalışan helikopterin rüzgarıyla uçuşurken, son bir mesaj aldım. Beklediğim ya da normal olanı bir görüşürüz’dü. Onun yazdığı ise…

 

Malum Şahıs: Bendesin.

 

Gözlerim karanlığa daldı. Parmak uçlarım taze bir cinayetin izlerini taşırken, bir yenisi için kamaştı. Helikopterin merdivenlerini tırmanırken, beni bir adım arkamdan takip eden Harun’a başımı çevirdim ve onunla göze geldim.

 

“Yarın bana bir zehir bul. Öyle bir zehir olsun ki bir damlası bile ciğerleri patlatmaya yetsin. Kesin ve geri dönüşü olmayacak şekilde yok etsin.”

 

 

 

Loading...
0%