Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. BÖLÜM: "Parmak Uçlarımdaki Ölüm"

@durumavii

Selam

 

Her çarşamba olduğu gibi bu çarşamba da burdayız.

 

Zor bir bölümdü. Elimden geleni yaptım üstesinden gelmek için.

 

Lütfen benim için çok önemli olan ve motivasyon kaynağım olan satır arası yorumlarınızı unutmayın.

 

Louis Armstrong~ What A Wonderful World

 

Madrigal ~ Geçme Artık Sokağından

 

Kolpa~ Gurur Benim Neyime

 

Keyifle okuyun. Tabi... Mümkünse

 

🕯

 

Kimsesizliğin tohumlarının atıldığı topraklar da gülümseyişleri kucaklayabilirdi.

 

Çünkü hayat kocaman, uçsuz bucaksız bir ağaçtı ve dallarına tutunmanın bir yolu olmalıydı. O yol ise umudun dik yokuşlarını tırmanmaktan geçiyordu.

 

Kiimsesizliği kucaklayan çocukların o yokuşları dizleri kan revan içinde kalsa da tırmanmaları gerekiyordu. Hayatın dallarına sıkıca tutunmaları için…

 

“Top benim!”

 

Ağustos güneşinin en tepede olduğu vakitlerde, neredeyse sönmek üzere olan topun peşinde olan üç genç çocuktan biri atıldı. Tam topa tekmeyi vuracakken sarışın olanı geldi ve onu bir omuz atarak topran uzaklaştırdı. “Kim demiş!”

 

Hırslanan çocuk daha hızlı koştu. “Omuz attın lan sen bana?”

 

Sarışın çocuk onu kızdırdığını anladı ama galibiyetten de vazgeçmek istemiyordu. En hızlı koşan ayakların kendisinde olduğunu bilerek son bir kez atıldı ve topa sert bir tekme vurdu. Savrulan top, yetiştirme yurdunun bahçe kapısını aşıp yola düşerken, çocuk olduğu yerde durdu ve özür dileyen bakışlarını geride kalan iki arkadaşlarına çevirdi.

 

Omuz attığı çocuk bir yoldaki topa, bir de vuran arkadaşına baktı. “Senin vuracağın topu öpeyim Cengiz.”

 

“Afedersin Kurt Abi.” dedi Cengiz üzgünce. “Alırım ben şimdi.”

 

“Bırak.” dedi Kurt. “Ben alırım, yoldan vızır vızır araba geçiyor. Bir de ezilmenle mi uğraşalım?” Kurt, sahadan uzaklaşıp daima uyuklayan bekçiyi kontrol ettikten sonra bahçe duvarından atladı. Gelecek sene liseye başlayacaktı, özgüveni tamdı ama daha fazla korumacıydı. Kaldırdığı eliyle arabaları durduktan sonra yoldaki topu aldı ve geri döndü. Bahçe duvarından bu kez içeri atlayacakken elini dayadığı yerde bir acı hissetti. Avucuna giren cam nohut büyüklüğündeydi ama saniyeler içinde tüm avucunu kan için bırakmaya yetmişti.

 

Çocuklarda üçüncüsü, Kurt’un duvarın üzerinde olması gerekenden fazla kaldığını fark etti. Sahadan ayrılıp yanına yürümeye başladı. Zaten sahadan da top oynamaktan da hoşlanmıyordu. Arada bir futbola katılmasının tek nedeni arkadaşlarını mutlu etmekti.

 

“Kurt, iyi misin?”

 

Kurt, topu arkadaşına fırlattı. Arkadaşı tuttu. “Cam girdi elime, hallediyorum.”

 

“Dur sen.” Yaklaştı, Kurt’un avucuna baktığında, kanın ortasında parlayan cam parçasını gördü. “Fena saplanmış.” Öğle yemeğinde yemekhaneden aldığı temiz peçeteyi pantolonunun arka cebinden çıkarıp iki parmağına sardı ve camı çıkardı. “Acıdı mı?

 

“Yok.” dedi Kurt. “Acımadı ama keşke senin de elin kanasaydı be Asil.”

 

Asil anlamaya çalışarak arkadaşının yüzüne baktı. Kurt, garip düşünceleri ve istekleri olan bir çocuktu. Her seferinde onu ve Cengiz’i şaşırtmayı başarıyordu.

 

“Kan kardeşi olurduk.”

 

Asil gülümsedi. “Biz zaten kardeşiz.”

 

“E heralde oğlum.” dedi Kurt emin sesiyle. “Ama bu başka, bir sadakat yemini gibi düşün. Neyse, senin bir yerin kanamadı zaten.”

 

Asil, düşündü. Sonra onun sağ elinden çıkardığı cam parçasını aldı ve kendi sol avucunun ortasına küçük bir kesik atarak kanattı. “Bak, artık benim de elim kanıyor.”

 

Asil sırıtmaya başlarken,”Ulan.” dedi. “Sen adamın dibisin, dibi.”

 

İki çocuk, kanayan avuçlarını kavuştururken, birbirine kilitlenen gözlerinde Kurt’un bahsettiği sadakat yemini vardı. Sadece on iki yaşındalardır ama yüzlerinde, yaşlarından çok daha büyük bir ciddiyet vardı. Bunu bilerek, aynı anda söylediler. “Sonsuza kadar kardeşiz.”

 

*

 

Geçen zaman tüketiyordu. Aldıklarını geri vermiyordu. Verdiklerini acıyla harmanlıyordu.

 

Zaman acımasızdı. Her şeyi geride bırakıyordu ama bazı acı hisleri ve kayıpları ilk günkü gibi yanında taşıyordu.

 

Kaldığı altı kişilik odanın aynasından aksini izleyen Asil, bunu herkesten daha iyi biliyordu. Büyümüştü. Artık on dört yaşındaydı. Omuzları genişlemiş, boyu bir doksanı geçmişti. Yanaklarında yeni çıkmaya başlayan sakalları vardı ama tam olarak tüm yüzünü kaplamadan onları uzatmayı düşünmüyordu. Teni artık daha esmer, kaşları ve kirpikleri daha belirgindi. Gözleri ise… Gözlerine bakmayı istemiyordu. Baktığında en derinde, hep aynı yer sızlıyordu. Kirpiklerinı sıktı, ve mavişin sesi yine bir dalga gibi zihnine vurdu.

 

“Gözlere bak, sapsarı! Anneeee! Sarı göz olur mu hiç? Yoksa bu çocuk örümcek adam mı? Hiiiii! Yoksa büyülü bir çocuk mu bu çocuk? Asi, sana zürafa değil de kedi mi, desem? Gözlerin kedi gibi sapsarı. Ama şey… Yine de şey işte… Söyleyeceğim ama sonradan hatırlatıp beni utandırmak yok, tamam mı? Tamam ya çatma kaşlarını! Söylüyorum işte… Şey… Güzel. Çok güzel. Benim güzel gözlü zürafam.”

 

Asil gözlerimi açarken, elini sızlayan göğsüne koydu. Aynadaki aksi bu kez pusluydu. Çünkü gözleri dolmuştu. Zaten mavişi her hatırladığında boğazında bir düğüm beliriyor, onu konuşamayacak hale getirene kadar büyüyordu.

 

“Nerdesin maviş?” diye fısıldadı. “Şimdi üzgün müsün? Mutlu musun?” Onu hayal etmeye çalıştı. Dokuz yaşına basmış olmalıydı. Saçları hala uzun muydu? Yoksa kestirmiş miydi? Ona kısa saç da yakışır, diye düşündü ama yine de kestirmiş olmasını istemezdi. Arkadaşları var mıydı? Yoksa yine çevresindeki tüm çocukları canından bezdirip yalnız mı kalıyordu? Kalbindeki ihtimale her türlüsünü sığdırıyordu. Bir teki hariç. Mavi’nin artık bu Dünyada nefes almadığı ihtimali ne beynine ne kalbine sığdıramıyordu. Sığdıramazdı.

 

“Ben saklambaç oynarken hep en son seni bulurdum. Bulamayacağımdan değil. Sen mutlu ol, diye yenilirdim sana. Sen sevinçle sobelemeye giderken, ben durup seni izlerdim. Ama bu defalık çıksan saklandığın yerden. Sadece bir kerelik, olmaz mı? Söz veriyorum maviş, ondan sonra yine ve yenileceğim sana. Hep yenileceğim.”

 

İçini çekti Asil, kaşlarını çattı. Önceleri ailesini yok eden, hayatını altüst eden o kadına öfkeleniyordu yalnızca. Şimdi o öfkeye kendisini de dahil etmişti. Kaç yaz geçmişti, kaç kış? Kaç bahar geçirmişti maviş yanında olmadan?

 

Birlikte oynayacakları kaç oyunu kaçırmıştı? Kaç dişsiz gülümseyişi?

 

Asil, kaybettiklerini sayamazdı.

 

Kazandığı tek şey ise kalbinde gün be gün palazlanan acıydı.

 

“Biliyorum. Bir yerde seni bulmamı bekliyorsun. Biliyorum maviş, gelmediğim her gün kızıyorsun bana.” Yumruklarını sıktı. Aklından geçen düşünceler, göze aldıkları sadece gözlerini değil, kalbini de kararttı. “Kurt!” Göğsünü kasvetle şişirip daha güçlü bağırdı. “Kurt!”

 

Kapı açıldı. Kurt içeri girdi. İnce, uzun, gencecikti. O sıra bir dizinin başrolündeki komiserin bolca joleli ve arkaya taranmış saçlarını moda olduğu için saçlarına müdürün odasından çaldığı joleyi boca edip arkaya taramıştı. Belinden düşen pantolonu, üzerine birkaç beden büyük gelen askılı tişörtüyle yaklaştı ve arkadaşının arkasında durdu.

 

“Yapıyor muyuz?”

 

Asil, bakışlarını aynadan arkadaşının bakışlarına dikti. Kararlıydı. Geri dönmeyecekti. Kendisiyle birkez daha savaşamayacaktı. Çünkü biliyordu; birkez daha kendini suçlarsa kaybederdi.

 

“Yapıyoruz.”

 

“Verdin mi kararını?” diye sordu Kurt, omzunu ranzalardan birine yaslayarak. “Bu gece mi?

 

“Verdim.” diye yanıtladı Asil. “Bu gece.”

 

“Cengo’ya söyleyecek miyiz?”

 

Asil bu soruya hızlı bir dönüş yapamadı. Kurt’un da verecek cevabı yoktu. Başlarını önlerine eğip düşündüler. Belki de hayatlarında verdikleri ilk zor karar bu olacaktı.

 

“Burada karnı doyuyor.”

 

Kurt başını salladı. “Burada, bir çatının altında.”

 

Asil, yavaşça arkadaşına döndüğünde, yaşanmışlıkların getirdiği kısa tecrübeyle birbirlerine baktılar. Daha önce birçok kez kuralları çiğnemişlerdi. Okuldan kaçmışlar, kuruma geç dönmüşler, yemekhaneden yemek saatleri dışında yemek kaçırmışlardı. Şimdi yapacakları şey ise hiç birine benzemiyordu. Daha büyüktü, daha tehlikeli ve daha geri dönülemez.

 

“Belki sen de gelmemelisin.” dedi Asil. Alacağı cevabı biliyordu.

 

“Boş boş konuşma.” Kurt onu yanıltmadı. “Seni asla yalnız bırakmam.”

 

Korktuğu aklındaki değildi, korkutuğu onun yüzünden arkadaşına zarar gelecek olması ihtimaliydi. Geçen dört koca yılda onu durduran bu ihtimal olmuştu. Çünkü biliyordu, Kurt onu asla yalnız bırakmazdı. Söylediği gibi… Kurt da biliyordu. Ne zaman arkasına baksa Asil orada olacaktı. Onlar, birbirlerinin sonradan sahip oldukları aileleriydi. Yine de Asil söylemeden geçemedi. “Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz.”

 

Kurt, çenesini kaldırdı. O hep cesur bir çocuk olmuştu. “Sürprizleri severim.”

 

Asil, parmaklarını tavana bakacak şekilde dik olarak kaldırdığında Kurt da aynı şekilde kaldırdı. Elleri birbirine kenetlendi. Bu söz, demekti. Birlikteyiz ve yarı yolda bırakmayacağız, demekti. Bu, vazgeçmemek, demekti. Her ne olursa olsun…

 

O gece yarısı, herkes uyuduğunda Asil ve Kurt yetiştirme yurdundan kaçtı. Kurt’un yıllarını geçirdiği o yerden aldığı tek şey, bir tespihti. Sapındaki iri taşta Adanalı, yazıyordu. Yetiştirme yurdunun bahçesinde onu bulduklarında o tespih kundağından çıkmıştı. Asil’in tüm varlığı ise boynunda olandı.

 

O gece boş bir inşaatın ikinci katında uyudular. Ertesi gün pazarın çıkışında bekleyip yük taşıdılar, arabaların camlarını sildiler. Kazandıkları parayla su alıp kalabalık caddelerde sattılar. Tam üç gün boyunca uyumak dışında yalnızca çalıştılar. Sonunda onları istedikleri yere götürecek otobüse bilet almaya yetecek parayı denkleştirdiler.

 

Gece bindikleri aotobüsten sabahın ilk ışıklarıyla indiklerinde “Nerede olduklarını biliyor musun?” diye sordu Asil. “Gözlerini kalabalık insan topluluğunda gezdirirken, “İstanbul.” dedi. “Çok kalabalık.” Söylemedi ama daha ilk andan İzmir’i özlemişti. Ne evi ne de sevdikleri artık doğduğu topraklarda olmasa da şehrinden ayrılmak Asil’in içinde burukluk bırakmıştı.

 

“Açık adresimiz var.” Kurt, arka cebine sıkıştırdığı kağıt parçasını çıkardı. “Çetin abi iş yerinin otogara yakın olduğunu söyledi. Bak, şurada otobüs durağı var. Ama önce karnımızı doyuralım. Karnım sırtıma yapıştı.”

 

Otobüse verecekleri parayı ayırdıktan sonra birer gevrek aldılar ve kaldırıma oturup yerken hiç konuşmadılar. Ayak bastıkları şehri izlerken, şehrin onlara sunacaklarını düşündüler. Belki biraz da hayal kurdular.

 

Otobüse binip adresi sorduklarında, şöför, önünden geçeceğini söyledi ancak onları getirdiği yer bekledikleri gibi bir iş yeri değil, kıraathaneydi. Garip gelse de kıraathaneye girio Çetin, dedikleri adamı sordular. Çay servisi yapan adam kısa bir süre ikisini de süzdükten sonra oturmalarını söyledi. Önlerine birer demli çay koydu ve sabit telefondan birini aradı. Kırk dakika sonra otuzlu yaşlarının sonunlarında, saçlarının önleri hafiften açılmaya başlamış, zayıf ama göbekli bir adam masalarının dibinde bitmişti.

 

“Ooo… Koçum! Gelmişsin.”

 

Kurt, ayağa kalktığında adam ona sarılıp sırtına vurdu. “Geldim abi ama yalnız değilim.” Asil’i gösterdi. “Sana kan kardeşimi getirdim.”

 

“Sen de hoş geldin aslan parçası. Eee, kuru kuru çay mı içiyorsunuz?” Kaşlarını çatarak çay bölümündeki adama seslendi. “Lan Halil! Böyle mi ağırlıyorsun misafirlerimi lan?”

 

Kurt’un itiraz etmesine kalmadan Çetin, denen adam “Üç tost getir buraya.” diye buyurdu. “Karışık olsun, sucuklarını bol koy.”

 

Birlikte masaya oturduklarında adam cebinden beyaz bir tespih çıkarıp çekmeye başladı. O tespih, Kurt ile tanışmlarına vesile olan tespihti. Kurt da Asil de sık sık Çetin’i okullarının etrafında görürdü. Bir keresinde Çetin tespihini düşürmüş, Kurt da koşup arkasından yetiştirmişti. Çetin, tespihin dedesinden yadigar olduğunu söyleyip Kurt’a defalarca teşekkür etmekle kalmayıp, bir de yemek ısmarlamıştı. O günden sonra Çetin okula her geldiğinde ayaküstü de olsa sohbet eder olmuşlardı. Kurt, abi, dediği adamın çevresinin geniş olduğunu ve güçlü biri olduğunu zaman içinde anlamıştı. Son görüştüklerinde Çetin şehir dışına çıkacağını söyleyerek bir kağıt parçası tutuşturmuştu Kurt’un eline. Burası benim işyerim, ne zaman istersen buyur gel, demişti.

 

Kurt bir süre önce Çetin’i arayıp Asil’in durumundan bahsetmişti. O konuşmanın sonunda ise Çetin ancak yanına geldiklerinde yardımcı olabileceğini söylemişti. Ve şimdi iki genç, Çetin’in yanındaydı.

 

“Abi.” Kurt etrafına bakarak, “Burası mı iş yerin?” diye sordu.

 

“Burası da benim.” dedi Çetin gerilerek. “Başka mekanlarım da var ama en çok buraya takılırım. Ne o, beğenemedin mi koç?”

 

“Yok abi de…” Kurt dirseklerini masaya koyup Çetin’e doğru yaklaşırken mahcup görünüyordu. “Telefonda bahsetmiştim sana. Kardeşimin aradığı birisi var. Yurtta kalırken bulmamız mümkün değildi.”

 

“Mümkün olmaz tabii. Dört duvarın arasında kaybettiği takma dişini bile zor bulur insan.” Bir kahkaha koy verdiğinde tesbihini düşürdü. Kurt eğilip tesbihi aldı ve ona geri verdi. Kahkahası dindiğinde, “Aradığınız ise dışarıda.” dedi başıyla sokağı işaret ederek. “Sokaklar ise benden sorulur.”

 

Çetin’in açık mavi gözleri ve uzun bıyıkları vardı. Elleri özensiz dövmelerle kaplıydı ve Kurt onu her gördüğünde üzerinde renkli bir gömlek oluyordu. Şimdiki gömleği ise açık pembeydi.

 

Asil ilk kez konuşmaya dahil olmak için eğildi. O da ellerini masaya koyduğunda sarı gözlerindeki ciddiyet adamın yüzündeki gülümsemeyi tamamen silmeye yetti. “Buraya tatile gelmedik, abi. Buraya gelmek için kaçtık. Kardeşimin söylediği gibi… Gerçekten yardım edeceksen, ne istersen yapmaya hazırım.”

 

Çetin, anahtar kelimeyi duymuştu. Asil’in ağzından dökülen son kelimeler, onun için asıl olandı. Çünkü Çetin gibi bir adam, gerçekten onun için her şeyi yapabilecek olanları kanatları altına alırdı. “Demek aradığın kişi bu kadar önemli senin için.”

“Daha fazlası.” Dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. Kirpikleri titredi. Kalbi, mavişine bir adım daha yakın olmanın ihtimaliyle çarptı. Yaşamın önüne koyacaklarını umursamadı. Kabul etmişti. Geçeceği dikenli yolları, düşeceği kaldırımları, çarpacağı pürüzlü duvarları öpmüş ve başının üzerine koymuştu. “O sadece aradığım değil, ömrümü adayacağım.” Başını dik tuttu. O andan sonra başı hep dik olacaktı. “Onu bulmadan ölmeyeceğim.”

 

*

 

Yeryüzünden binlerce fit yukarda, bacaklarımın arasında artık kurumaya başlamış kanla yol alıyordum. İçimde devasa bir boşluk vardı. İşten önce ve iş esnasında ne hissettiğimi bilirdim ancak iş bittiğinde içim tamamen içimden çekilirdi. Bazen bu ruhsuzluğum bana bile fazla gelirdi. Kendimi tokatlamak, bıçağın sivri ucunu bedenimin farklı köşelerine batırıp, zihnime artık herhangi bir şey hissetmesi için hükmetmek isterdim. En sonunda izbe bir barın ortasında çılgınlar gibi içip dans ederken bulurdum kendimi ki o da çok uzun sürmezdi.

 

“Vay canına!” Harun, hemen karşımda oturuyordu. Helikopterin karanlığına yüzünde salakça bir gülümsemeyle izlediği telefonunun ışığı düşmüştü. “Haberler çabuk ulaşmış. Tüm ülke yine seni konuşuyor.”

 

“Beni mi?” Elimde sert bir viskiyi ağırlayan kristal bir viski kadehi vardı. Manica Brand’ ın Harun ile gönderdiği bir teşekkürdü. Büyük bir yudum alıp, “Ne yazmışlar?” diye sordum meraksızca.

 

“Ne ararsan?” Harun, kumral saçlarını karıştırdı. Üzerinde her zaman olduğu gibi takım elbisesi vardı ancak diğer yeraltı işleriyle uğraşan adamların aksine o açık renk gömlekler tercih ederdi. “Okumak ister misin?”

 

“Yok. Ne kadar kaldı inmemize?”

 

“On beş dakika kadar.” Telefonunu bana çevirdi. “Bence bir göz at, keyfin yerine gelir.”

 

Bakışlarımı telefona indirdiğimde #kalphırsızı etiketiyle yapılan yüzlerce yorumu gördüm. Sadece üç saatte işlediğim cinayet yayılmış ve insanlar yorum yapmaya başlamıştı. Kimi benden korkuyordu, kimisi alay ederken, kimi dedektifliğe soyunmuş beni yakalamaya çalışıyordu. Ortak bir noktaları var ki bir çoğu benden bizimki, diye bahsediyordu. İşte bu fazlasıyla komikti.

 

-Abi kesin bunu da kalp hırsızı yaptı. Kurbanının kalbini almış! Onun imzası bu.

 

-Bu nasıl iş! Türkiye de yakalanmayıp ülke dışına açılmış herif!

 

-Herife bak uluslararası katil resmen! Ya da… Belki de kadındır. Düşünsenize tüm bunları yapanın bir kadın olduğunu. ahahahahhah, tamam şakaydı sadece.

 

-Kalp hırsızının işi bu. Başka hiçbir manyak adamı öldürüp bir de üstüne göğüs kafesini yamakla uğraşmaz. Neyse manyak dediğim için ayrıca özür dilerim. Bir sabah evimde beni kalp’siz şekilde bulmanızı istemem.

 

-Kesinlikle bizimkinin işi. Siz de fark ettiniz mi? Öldürdüklerinin hepsi erkek. İstediğiniz kadar dalga geçin, bence o, kesinlikle bir kadın.

 

-Psikopat manyak! Cani! Ruh hastası!

 

-Yaklayın artık şu ucubeyi! Yakında sokağa çıkamayacak hale geleceğiz.

 

Daha yüzlercesi vardı. Her kafadan bir ses çıkmıştı. Beni yakalaması için kuş kadar beyinleriyle emniyet güçlerine taktik verenler bile vardı. Daha fazlasını okumadan Harun’un telefonu tutan elini ittim ve bir bacağımı diğerinin üstüne attım. “Bana herif, diyorlar. Bu rahatsız edici.”

 

Harun kaşlarını çatarak telefonun ekranını kapattı, iç cebine attı. “O kadar küfür ve hakaretin arasında seni erkek sanmalarından mı rahatsız oldun?

 

Çenemi buruşturup, “Şu kalp hırsızı mahlası da yeterince sevimsiz.” dedim. “Bence onlarla asıl mahlasımı paylaşma vaktim geldi.

 

Harun’un gözleri büyüdü. “Sen ciddi misin? Ama şu Fransa da peşinde olan herif…Bay Frank, Türkiye de olduğunu anlarsa peşine düşer.”

 

Bay Frank. Geçmişini siktiğim. Kafamdaki kara listede onun ismi zaten başlardaydı. “Anlasın. Gelsin yanıma, ayağıma. Eceline gelsin. Sonra başka bir düşmanım gelsin, sonra bir başkası. Bak nasıl indiriyorum hepsini tek tek. Köklerini kazımadan önce hazmedene kadar bana bakmalarını izleyeceğim.”

 

“Neyi hazmedene kadar?”

 

Burnumdan anlık ve alaycı bir gülümseme döküldü.

 

Çenemi kaldırdım. Omuzlarım dikti. Hep dik olacaktı. “Sarsılmaz sandıkları tahtlarının, alınmaz sandıkları canlarının bir kadın tarafından nasıl sarsılıp, nasıl alındığını…”

 

Cevap vermedi. Tüylerini ürperttiğimi biliyordum. Hayır, benden korkmuyordu. Yalnızca bu kadar cani ve soğuk bir insanı ilk kez görüyordu. Üstelik uzun yıllardır bu işin içinde olmasına rağmen…

 

Helikopterin inmesiyle Harun’un yeni temin ettiği araca geçtik. Şoför koltuğunda o otururken ben üzerimi değiştirmek için arka koltuktaydım. “Dikiz aynasında gözlerini yakalarsam, oyarım.”

 

“Korkma, dünyada son kadın kalsan sana bakacağımı sanmıyorum.”

 

Elbiseyi bedenimden sıyırıp iç çamaşırlarımla kaldım. “Niye lan? Çirkin miyim ben?”

 

“Yok, haşa.” dedi direksiyonu tutan ellerinden birini kaldırarak. “Sana çirkin diyen çarpılır ama…”

 

“Ama?”

 

“Deniz, kendinin farkında mısın sen? Senin kim olduğunu bilen adam öpüşürken dudağını koparmandan korkar. Sevişirken adamın çükünü kesersin sen. Kalsın, ben daha sakin ilişkiler taraftarıyım.”

 

Dolgulu sütyeni çıkarıp imha edilecek çantaya koydum. “Ben de sana çok meraklıydım sana, yer cücesi.”

 

Az kalsın dikiz aynasına bakacaktı ama ne söylediğimi hatırlamış olacak ki vazgeçti. “Boyum bir seksenin üstünde.”

 

Yeni iç çamaşırlarının üzerine siyah bir elbise çektim. Peruktan kurtulup topuzumu açığa çıkardıktan sonra makyajımı temizlemeye başladım. “Kesmez beni. Ben uzun adamlarla si-”

 

“Tamam!” dedi hemen ardından öksürerek. “Seks hayatını merak etmiyorum.” Trafiğin arasından çıktıktan sonra yavaşladı. “Otele mi?”

 

“Yok, bir süre Bostanlı’daki evde kalacağım.”

 

Şaşkınlıkla bana döndü. “Ev mi? Sen mi?”

 

“Devamlılığı yok."

 

“O adam yüzünden, değil mi? Korkutel’den bahsediyordu. “Bazen her kuş dişine göre olmaz. Konu sen bile olsan.”

 

Kirlenen pamuğu da çantaya bıraktım. “Tek parça sığmazsa dişime, ben de parçalara böler öyle sığdırırım. Düşünme sen.”

 

İç cebinden çıkardığı yeşil taşlı yüzüğü açtığım avucuma bıraktı. “İstediğin gibi.”

 

“Tek damlası yeter mi?”

 

“Koca bir orduyu yok eder. Yapan kimyager, boğazdan geçtiği etkisini göstereceğini söyledi.”

 

Yüzümde ölümcül bir gülümseyişle yüzüğe baktım. “Güzel…” Acı çekmesini izlemek isterdim ama muhtemelen yalnız olmayacaktık. Kısa sürmesi işime gelirdi. O an gözlerinin içine bakıp kim olduğumu söylemem, göğsünü yarıp kalbini alacak vaktimin olması kafiydi.

 

Bostanlı yoluna girmek üzereyken, ayağımla oturduğu koltuğu dürttüm. “Öncesinde başka bir yere gideceğiz.”

 

Kısa süre sonra tarif ederek getirdiğim karanlık sokağa girdik. Çöp kutusunun yanında durduğumuzda araçtan inip ıslık çaldım. Haydut anından göründü. Harun araçta kalıp beni izlerken çöp kutusunun yanına eğildim. Kalbin olduğu poşeti açtım ve pireli köpeğin önüne bıraktım.

 

“Yemeğin yine kart oldu ama söz, bir sonraki sefer sana genç ve yakışıklı bir piçin kalbini getireceğim. Bayılacaksın.” Haydut, aç bir şekilde kalbi parçalamaya başladığında Harun’un öğürtüsünü duydum.

 

“Sen gerçekten manyaksın. Ruh hastasısın sen.”

 

Eğildiğim yerden ona baktım. “Ne var? Sen acıkmıyor musun?”

 

Haydut’un başını okşayacaktım ama o kadar pireliydi ki vazgeçtim. “Şimdi gidiyorum. Yarın sana taze kalbini getiririm.” Ayağa kalktım, umrunda olmadığım hayvana çevreyi işaret ettim. “Buralarda ol.”

 

Yeni hattı Harun’dan aldım. Bu gece üzerimden çıkanlarla birlikte otelde kalan eşyalarımı da alıp imha etmesini söyledikten sonra evin yakınlarında indim ve çıktığım gibi arka sokağa bakan odamın camından eve girdim. Saat geç olmuştu. Bir süre odanın dışını dinledikten sonra Bade’nin uyuduğuna kanaat getirerek çıktım ve uzun süre banyoda kaldım.

 

Bedenimden arındırmak kolay olandı. Ruhumdaki pas izi ise sonsuza kadar benimle kalacaktı.

 

*

 

Hayatımda ilk kez bir bebeğin ağlama sesiyle uyandım.

 

Berbattı.

 

Gözümü açmadan susmasını bekledim ama susacağa benzemiyordu. Bugün hastaneden izinliydim. Dün gece kayda değer bir sarf ettiğimi göz önünde bulundurarak biraz daha uyumam beni akşam için daha dinç kılardı ama kulağımda yavru bir kedinin miyavlamasına benzeyen o ses dönüp dururken daha fazla uyumam olası görünmüyordu. Yataktan çıktım. Banyodan sonra sadece külot giydiğim için yarı çıplak haldeydim. Dolabı karıştırıp askılı üst ve şort takımı bulup giydim. Kapıyı araladığımda koridorda adımlayarak bebeğini sakinleştirmeye çalışan Bade karışımdaydı. Beni görünce durdu ve başını kaldırıp gülümsedi. Evin içinde ise kızarmış ekmek ve pişmiş başka şeylerin kokusu vardı.

 

“Günaydın abla. Ay… Seni biz uyandırdık değil mi?" Saçları dağınık, gözleri uykusuz bakıyordu. "Kusura bakma ne olur. Uyandığından beri mızmız, hiç susmuyor. Sarılık mı oldu acaba?”

 

Bir şey söylemedim. Yanlarına gidip, kundağının içindeki bebeğe baktım. “Ten rengi normal görünüyor. Zaten sarılık olsa ağlamak yerine uyurdu.” Elimin tersini bebeğin yumuşak alnına dokundurdum. “Ateşi otuz altı buçuk civarı, normal yani.”

 

“E o zaman nesi var? “ dedi telaşla. “Hastaneye mi götürsek?”

 

Göz ucuyla ona baktım. “İkidir unutuyorsun, hastane evde.” Salonu kapısının karşısında kalan açık renk koltuğu gösterdim. “Bebeğini yüzüstü yatır oraya.”

 

Bade dediğimi yapmak için yanımdan ayrıldı. Önce koltuğa bebeğin pikesini serdi. Ardından pikesinin üzerine onu yüzüstü yatırdı. “Şimdi sırtına nazik hareketle vurup ov. Karnında baskı oluşacak, bu gazını çıkarır.”

 

“Aaa, gazı mı vardı yavrumun?” Bebeğine merhametle baktı. “Kıyamam… Ondanmış sıkıntısı.” Bebeğin yanına oturup sırtını sıvazlaması ile ayağa sıçraması bir oldu. "Ay abla yemek yanıyor! Duru'ya bakar mısınız?"

 

"Hayı-"

 

Cevap vermeden bebeğini bana bırakıp mutfağa koştuğunda kalakaldım. Bebeklerle olan tek münasebetim onları ana rahminden ayırıp yenidoğan hemşirelerine teslim etmekti.

 

Şimdi ise gözümün önünde, teni kadar pembe olan zıbınının içinde, ağzındaki pembe emziğini hızlı hızlı emen bir bebek vardı. Başını kaldırmaya çalışırken, annesinden aldığı yeşil gözlerini yüzüme dikmiş beni izliyordu. Tutamadığı başı her seferinde düşüyor, inatla yeniden kaldırıyordu. Bundan sıkıldığında yeniden ağlamaya benzer sesler çıkarmaya başladı.

 

“Bence anneni bekleyebilirsin.” dedim ona göz ucuyla bakarak.

 

Daha fazla bağırdı. Küçük, inatçı yaratık.

 

“Tamam… tamam.” Yanına oturdum, üst üste birkaç kez sırtına vurduğumda karnındaki tüm gazı çıkararak rahatladı. “İşte bu kadar. Bunun için mi ortalığı ayağa kaldırdın?”

 

Cevap verirmiş gibi ağzındaki emziği atarak gülücük attı. Neredeyse benim de dudaklarım hareketlenecekti ama başımı çevirip Bade’ye seslendim.

 

"Emziğini nerden buldun?"

 

Salonun kapısına geldiğinde hamurlu ellerini havada tutuyordu. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. "Nasıl yani abla? Sen aldın ya?"

 

Ne'den bahsediyorsun Bade?

 

"Açıkla."

 

Şaşkınca kirpiklerini kırpıştırdı. "Dün," dedi kapıyı işaret ederek. "Sen işe gittikten bir süre sonra kapı çaldı. Bir baktım koca bir poşet bebek eşyası. İçinde yok yok!" Parmaklarını açıp saymaya başladı. "Zıbınlar, mamalar, bezler... Bir sürü de emzik! Sana teşekkür edecektim ama işten geldiğin gibi odana kapandığın için edemedim..." Benim almadığını anladığında kaşlarını çattı. "E sen almadıysan kim aldı?"

 

Kimin aldığını gayet iyi biliyordum.

 

Kurt... Seni yufka yürekli katil.

 

"Her ne ise. Senden bir şey isteyeceğim." Bedenimin ısındığı ve ruhumu yeniden kanın bürüdüğünü hissettim. Duru hissetmiş gibi ağlamaya başlarken, düşen başı emziğini koltuktan iterek ayaklarımın dibine düşürdü.. "Bana biber dolması yapmayı öğretsene."

 

Şaşırdı. “Canın biber dolması mı çekti ablam. E yaparım ben sana.”

 

Eminim, eminim en güzelini yaparsın Bade ama benim yapacağım çok başka.

 

“Kendim yapmak istiyorum. Sen göster.”

 

Hafifçe gülümseyip başını omzuna düşürdü. “Dur tahmin edeyim, yaptığın biber dolmaları tencereden çıkıp saklama kabına girecek, değil mi?”

 

Gözlerimi devirip salondan çıktım. Beyaz mutfak dolaplarıyla çevrilmiş küçük mutfakta hazır bir kahvaltı sofrası beni bekliyordu. Duvara yaslanmış küçük yemek masasında Bade’nin yaptığı pişi ve menemen de vardı. Arkamdan geldi, açık pencerenin dibindeki ocağın üzerinde kaynayan çaydanlığa yöneldi.

 

“Duru’ya beşiğine bıraktım. Yeni emzirdim, gazı da çıktı, hemen uyur. Ben çayları dolduruyorum, güzel bir kahvaltı yapalım.” İnce belli çay bardaklarını doldururken aynı şekilde gülümsemeye devam etti. “Sonra sana biber dolması yapmayı öğretirim.”

 

“Hazırlamışsın ama kahvaltı yapma gibi bir alışkanlığım yok. Kahve tercih ederim.”

 

“Aman abla…” dedi uzatarak. “Aç karna zift gibi kahveyi ne yapacaksın? Bak mis gibi pişi yaptım. Bu defalık yesen?”

 

Ona işim düştüğü için ricasını geri çevirmedim. Yapacağım dolmanın ilk bakışta iştah açıcı olması gerekiyordu ve tek başıma yapmamın mümkün olmadığı tek şey iyi bir yemek ortaya çıkarmaktı.. Hayatım boyunca değil yemek yapmak, bir mutfağa bile sahip olmamıştım.

 

Şekersiz çayımı yudumlayıp pişiden ısırdım. Fena değildi. Aslında baya iyiydi. Bir tane, iki tane derken üçüncüsünü menemenle birlikte yedim. Bade, üçüncü bardak çayları doldururken bu kez açıkça gülüyordu. “Abla Allahtan kahvaltı yapmıyorsun. Bir de yapsan demek ki…”

 

Yeni bir pişiyi dişlerimle kopardım. “Acıkmışım.”

 

Sıcak çayı önüme bırakırken gözleri parladı. “Ne zaman istersen yaparım. Sen bana evini açtın, bir pişi yapmışım çok mu?”

 

“Aslında-”

 

Yüzüme kalkan bakışlarına hızlı bir endişe yayıldı.

 

Hadi, dedi Burgonya Kızı. Ona gitmesi gerektiğini söyle Deniz.

 

“Aslında abla?”

 

Bakışlarımı çaydan çıkan dumana diktim. Bir süre konuşmadım. Yapmam gereken belliydi. “Aslında bir süre sonra buradan ayrılacağım.”

 

“Ya…” dedi üzgünce. “Tamam… Ben başımın çaresine ba-.”

 

“Gitmen gerekmiyor.” Sikeyim, ne yapıyorum? “Sen bebeğinle kalabilirsin. Yalnızca ben gideceğim.”

 

Yüzümde gerçeği aradı. Anlamıyordu. Aslında benimle ilgili kafasında çok fazla soru işareti vardı ancak kendini o kadar mahcup hissediyordu ki soramıyordu. “Senin evinde sen olmadan nasıl kalırım ki?”

 

“Kalırsın. Kimse senden kira istemeyecek.”

 

“Yok, ondan değil de…”

 

Ayağa kalkmam onu susturdu. “Vaktim yok.” Tezgahın üzerinde duran boş tencereyi önüme çektim. “Yapalım.”

 

"Peki abla, sen nasıl istersen."

 

Önce pirinci yıkadı. Sonra üzerine bir miktar kıyma koydu. Baharatlarını benim ayarlamamı istedi. Biraz biraz hepsinden ilave ettim. Maydonoz ile dereotunu yıkayıp doğramam için bana uzattı ama doğrarken gülerek elimden aldı ve daha küçük şekilde kendisi doğradı.

 

“Pek bir marifetlisin abla, maşallah.”

 

Başka şeyler de söyledi. Sürekli konuşuyordu, gülümsüyordu. Pek azına kısa cevaplar veriyordum.

 

Karışıma en son yağ ve domates rendesi ekledi, karıştırmam için bana bıraktı. Kaşığa uzanacakken,” Hayır. “dedi. Elinle karıştır ki elinin lezzeti geçsin.” Dediğini yaptım. Elim plastik kabın içindeki harcı karıştırırken, biberlerin ağzını açıp içini temizledi. Bana uzattığı biberleri, karıştırdığım elimle birer birer doldurduktan sonra tencereye yerleştirdim. Bade’nin doğradığı domatesleri ağzına kapatırken, salçalı suyunu da o ayarladı. Tencereyi ocağa koyduğumda mutfaktaki işim tamamen bitmişti. Ufak bi detay dışında…

 

Odaya döndüm, yatağa uzandım. Bakışlarımı tavana dikip, planımı adım adım kafamda şekillendirdim. İstisnasız tüm planlarımı bu şekilde inşaa ederdim. Birkaç saat sonra Korkutel’in gönderdiği konum telefonuma düştü. Evinin konumuydu bu. Garip bir şekilde bana güveniyordu. Güvenini boşa çıkarmaya niyetim yoktu. Bu akşam bu iş kesin olarak bitecekti. Yeni hattı telefona takıp Harun’a konumu ve planımı anlattım. Dahil olacağı kısım olası b planına aitti.

 

Burgonya Kızı b planı sevmezdi.

 

Yine siyah bir elbise seçtim. Siyah benim rengimdi. Ruhumun karanlığını dışa vurumuydu. Elbise yine kısa ancak bu kez straplezdi. Yüksek topuklu siyah ayakkabım, açık dalgaları saçlarım ve hafif makyajıma küçük bir dokunuş ilave ederek jartiyerime bir bıçak ile ufak bir tabanca sıkıştırdım. Boynumda dikiş izleri hala çok belirgindi. Fondotenle kapatmak mümkün olmayınca siyah, tül bir fular bulup boğazıma sardım. Odadan çıktığımda Bade ortada görünmüyordu. Mutfağa geçtiğimde benim için dolmaları şeffaf bir saklama kabına doldurmuş olduğunu gördüm. Orta parmağıma taktığım yeşil taşlı yüzüğü açtım, derin çukurundaki renksiz sıvı zehri kabın sol tarafında kalan dolmalara damlattım.

 

Yüzüğü ve dolmaların ağzını kapattığımda, dudaklarımda yine aynı şeytani gülümseme can bulmuştu.

 

“Bekle beni Korkutel, sana hayatında yiyebileceğin en güzel yemeği getiriyorum.”

 

Arkamı döndüğümde Bade oradaydı. Beni duyup duymadığını anlamak için bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir şey duyduğu yoktu.

 

“Gidiyor musun abla?” diye sordu. Sonra bakışlarını elbisemde gezdirdi. “Yine su gibi olmuşsun. Görenin içi gidecek.”

 

Başımı salladım. “Gidiyorum.” Mutfaktan çıkıp koridora geçtiğimde peşimden geldi.

 

“Geçireyim ben seni.”

 

Dış kapının kulpunu indirirken buraya bir daha dönemeyeceğimi biliyordum. Muhtemelen Bade ve kızını da bir daha göremeyecektim. Her şey bittiğinde Korkutel’in adamlarının ilk geldiği yer burası olacaktı ama elleri boş döneceklerdi. Çünkü Monica, tapuyu üstüne almayacak kadar akıllı ve temkinli bir kadındı. Monica’ya ulaşmadıkları sürece bana asla ulaşamazlardı.

 

“Bade,” Başımı omzumun üzerinden ona çevirdim. Birkaç adım arkamdaydı. Her zamanki gibi gülümsüyordu.

 

“Buyur abla.”

 

Başımla kaldığım odayı işaret ettim. “Komidinin üzerinde bir miktar para var. Seni bir süre idare eder. Gerekmedikçe dışarı çıkmamaya çalış.”

 

Anlam veremediğinden kaşları çatıldı. “Neden böyle veda eder gibi konuştun ki abla? Yoksa hemen mi gidiyorsun?” Omzunu silkip saçlarını kulağının ardına aldı. “Gitsen bile ben seni hastaneye ziyarete gelirim ki. İstemesen bile gelirim. Hem sen de gelirsin arada, temelli gidecek halin yok ya. Senin evin burası.”

 

Hiçbir şey söylemeden yalnızca ve nedensizce bir süre ona baktım. Bade, benim hayatımda büyük bir belirsizlikti. Onun için yaptığım hiçbir şeyi neden yaptığımı bilmiyordum. Yollarımız birleşmesi nasıl ki saçmaysa, şu an bu konuşmayı yapıyor olmamız o denli saçmaydı.

 

“Kendine iyi bak, Bade.” Bu kez onun kaldığı odayı işaret ettim. “O yavru kediye de.”

 

*

 

Yapı ve insan topluluğunun tamamen görüş açımdan çıkmasının üzerinden yaklaşık yirmi dakika geçmişti. Taksiden indiğim nokta etrafı çitle çevrilmiş geniş ve yeşil bir araziydi. Arazinin etrafı sık ağaçlarla çevrili olsa da içine belli bir düzen hakimdi. Korkutel’in iki katli beyaz evi orta alanda yer alıyordu. Evin önünde bir kısmı farklı çiçeklerle bezenmiş bahçesi meyve ağaçlarını da barındırıyordu. Sol tarafta sayısız araç alabilecek geniş bir garaj sağda ise at çiftliği vardı. Etrafta hiç koruma görünmüyordu. Anlaşılan benimle tamamen başbaşa kalmak istiyordu. Bu iyiydi. Aksi halde benim planı devreye girer ve Harun sahneye çıkardı. Karanlığın için yavaş adımlarla süzülerek bahçe kapısından geçtim ve üç ahşap basamağı geride bırakarak evin geniş verandasına ulaştım.

 

Açık kapıdan ilk gördüğüm kişi Kurt oldu. Burnu bandajlıydı. Gözlerinin altına yayılan kırmızıya yatkın morluktan burnunun birkaç yerinden kırıldığını ele veriyordu. Yine de yüzünde en dikkat çekici detay burnu değil öfkesiydi. Resmen burnundan soluyordu. Kırık burnundan.

 

“Ah, Kurt Bey!” dedim merak ve telaşla. “Yüzünüze noldu?”

 

Karşımda durduğunda yine ceketinin önünü ilikledi. Kaşlarındaki çatıklık bir saniye bile düzelmezken, “Kırıldı.” dedi huysuz bir ihtiyar gibi. “Üç yerden.”

 

Burgonya Kızı keyifli bir kahkaha attı. İyi iş çıkarmışsın tatlım!

 

“Hay Allah, kaza mı?”

 

“Yok. Kırdı şerefsiz.” Çenesi kasılırken yumruğunu sıktı. Muhtemelen onu, yani beni karşısında hayal ediyordu. “Ayıptır söylemesi o iti bir elime geçireyim amuda kaldırıp öyle si-”

 

“Aman, diyeyim!” Cengiz bir yerden çıkıp hızlı adımlarla yanımıza geldi. Beni başıyla selamlarken, sessiz olduğunu sanarak omuz omuza durduğu Kurt’a eğildi. “Napıyoruz? Yengenin yanında küfür etmiyoruz.”

 

Yenge mi? Bu ikisi beni iyice sahiplenmişlerdi.

 

“Doğru.” Kurt o kahverengi gözlerini yüzüme dikip, “Doktor Hocam.” dedi. “O saygıdeğer herifi elime bir geçirirsem, amuda kaldırıp öyle silkeleyeceğim.”

 

“En az sizin kadar güçlü kuvvetli biri olmalı.” dedim fikir yürütürmüş gibi görünerek. “Yoksa size gücünün yetmesi mümkün değildi.

 

“Ben onun gücünü kuvvetini…”

 

“Ee, Kurt abi, Hidayet istediğin görüntüleri atmış.” diye araya girdi Cengiz. “Sen onlara bak istersen, ben de doktor hocama eşlik edeyim, ayakta kaldı.” Cengiz içeri kolunu uzatarak, “Buyrun.” dedi misafirperver şekilde. “Haçlı sizi bekliyor.”

 

Gülümseyerek açık ahşap zeminin üzerinde dört adım attığımda karşıma duvarları gri boyalı geniş bir salon açıldı. Birkaç basamakla inilen salonun ortasında duruyordu Korkutel. Elinde bir dosya ve dudaklarında da çekici bir tebessüm vardı. Dosyada gördüğü her ne ise onu mutlu etmişti.

 

Başını dosyadan kaldırıp beni gördüğünde gülümsemesi genişledi. Şakakları gerildi ve gözleri parladı. Üzerinde ceketsiz takım elbisesi vardı ve her zamankinin aksine takımın gömleği siyah değil, beyazdı. Gülümsemesine karşılık verirken dosyayı cam sehpaya bıraktı, bana doğru yürümeye başladı. Beyaz gömleğin iri ve kaslı gövdesine, esmer çok tenine yakıştığını hiçbir kadın reddemezdi. Ve saçları, bu akşam için koyu renk kısa saçlarını özenle şekillendirmişti. Basamakların başlangıç noktasında duraksadığında gömleğinin açık düğmelerinden kolyesi gözüme çarptı yine. Hiç çıkarmıyordu. Bu adamı gördüğüm her an o haç kolyesini de görüyordum.

 

“Hoş geldin.” Sesindeki aydınlık ortalıktaydı. İyi ve mutluydu. Uzun sürmeyecekti.

 

“Hoş buldum.”Elmacık kemiğindeki kurşun izini ilk kez görmüşüm gibi kaşlarımı çattım. “Yüzün? Yüzüne ne oldu?”

 

Başını omzune eğdi, kirli sakallarına dokundu. “Ufak bir kaza.”

 

“Anlıyorum.” Ben basamakların tepesindeyken neredeyse aynı boydaydık. Doğruca birbirimizin karşısında olan yüzlerimize bakıyorduk ve ben aldığım cevap karşısında bir parça alınmış görünüyordum. “Sanırım bu bilgi de gizli.”

 

Beni duymamış gibi ya da konuşacak daha önemli bir meselesi varmış gibi sarıları kısa bir süre için elbisemde oyalandı. Ayakkabılarımda ve boynumdaki tül fularda. “Siyahı seviyorsun.”

 

Gülümseyerek başımı salladım. “Severim." Flörtöz bir sesle, "Sen?” diye sordum. "Sen sever misin?"

 

“Severdim.” dediğinde gözlerimi kısarak açıklamasını bekledim. “Beyaz tanıdığım birine çok yakışıyordu. Onu kaybettiğimde beyazımı da kaybettim. Uzun bir süre yalnızca siyahla yaşadım ama şimdi…” Gözlerime baktı ve bana yine gözleriyle gülümsedi. “Şimdi yeniden seviyorum, beyazı.”

 

Bakışlarımı gözlerinden alıp kaldırdığım saklama kabına diktim. “Umarım canın hala biber dolması çekiyordur.”

 

Şeffaf kapağından görünen dolmalara baktı. Kaşları belirsiz bir hüzünle indi ya da bana öyle geldi. “Çekmez mi hiç?”

 

Elimi uzattığıavucuna bıraktım. Avuçları son hissettiğim gibi büyük ve sıcaktı. Basamakları yavaşça inip karşısında durduğumda yüzünü görmek için ayağımdaki yüksek topuklara rağmen yine başımı kaldırmak zorundaydım. “Evin, güzelmiş. Minimalistsin.”

 

Etrafıma baktım. Duvarlar yalnızca sol ve sağ tarafı kaplıyordu. Basamakların karşısı boydan boya camla örtülmüştü. Sol tarafta krem rengi koltuk takımı sağ tarafta ise eksiksiz hazırlanmış ceviz bir yemek masasını taşıyordu. Büyük, beyaz vazolar birkaç yerdeydi. İçlerinde rengarenk çiçekler vardı ve salondaki tek renk de aslında onlardı.

 

Avucundaki elime baktı. Ardından yavaşça bırakıp elini baskın olmayan bir dokunuşla bel boşluğuma dokundurduğunda birlikte dikdörtgen biçimindeki yemek masasına ilerledik. Saklama kabının işaretlediğim kısmını onun sandalyesine bakacak şekilde masaya koyduktan sonra çektiği sandalyeme otururken, yine eğildi ve arkadan kulağıma yaklaştı.“Yoksa sen maksimalist misin?”

 

“Bildin. Farklılıkların bir araya getirerek oluşturdukları karmaşadan hoşlanırım.”

 

Karşıma oturmadan önce “İzninle.” dedi. “Çocuklara gitmelerini rica edeceğim.”

 

Dirseğimi masaya koyup çeneme avucuma yasladım. Başbaşa kalmamızı istiyordu ve bunun nasıl işime yarayacağını bilmiyordu. “Bekliyorum.”

 

Korkutel salondan çıktığında ayağa kalktım ve bakışlarımla salonu taradım. Görünen bir kamera yoktu. Olsa da bu saatten sonra bir önemi yoktu. Hızlı adımlarla koltuğa ulaşıp dosyayı açtığımda hastaneye verdiğim fotoğrafımı gördüm ilk olarak. Aşağısında Doktor Deniz’in kişisel bilgileri yer alıyordu ve içlerinden bir bilgi özellikle işaretlenmişti.

 

Kan grubum.

 

“İstediğin bilgi aslında buydu. Ama neden? Neyin peşindesin, Korkutel.”

 

Artık bunun da bir önemi yok, dedi Burgonya Kızı. Artık o adam için önemli olan hiçbir şey olmayacak.

 

Dosyayı aldığım yere bırakıp sandalyeye geçtim. Kısa süre sonra Korkutel içeri girdi. Gömleğinin kollarını dirseklerinin altında kadar kıvrılmıştı. Sakin görünüyordu. Hatta hayatımda gördüğüm en sakin adam oydu ama gözlerinin ardına dalgalı bir denizin telaşı vardı.

 

“Masa neden bu kadar dolu?” diye sordum ayaktaki varlığına bakarak. Yoksa dolmanın berbat olacağını tahmin ettin de aç kalmak mı istemedin?” diye takıldığımda düzgün dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi ve işaret parmağının orta boğumuyla burnuna dokundu.

 

“Berbat olmadığını biliyorum ama berbat olsa da bu akşam bu masada yiyeceğim tek şey o dolma olacak.” Şarap kadehine uzandı. “Diğer her şey ise senin için. Şarap?”

 

“Olur.” Masanın üzerinde göz gezdirdim. Bolca meze vardı ama benim dikkatimi çeken makarna, reçel ve salçalı ekmekti. “Salçalı ekmek mi?”

 

Kadehlerimizi yavaşça doldururken, dudakları hiç kıpırdamasa bile yüzünden silinmeyen o gülümsemeyle bana baktı. “Salçalı ekmek. Sevmez misin?”

 

“Bilmem, hiç denemedim.”

 

Yerine oturdu, o da dirseklerini masaya koydu, parmaklarını birleştirdi ve çenesini ellerinin üzerine temas ettirdi. “Belki denemişsindir. Belki hatırlamıyorsundur.” Burnunu omzuna çevirdiğinde gözleri kısıldı. “Belki şimdi yediğinde hatırlayacaksındır.”

 

İşte, yine tüm dengemi alt üst etmeye hazırlanıyordu. Bu kez izin vermeyecektim. Monica’nın sevdiğim bir sözü vardı; tereyağından kıl çeker gibi iş bitirmek. Tam da öyle. Terayağından kılı çeker gibi işini bitirecektim.

 

“Tamam, denerim. Zaten çok açım, izninle başlamak istiyorum."

 

Aç olduğum falan yoktu. Yalnızca bir an önce yemeğe başlaması için teşvik etmeye çalışıyordum. Tercihen biber dolmasından...

 

“Ben de açım.” Biber dolmasına baktı, iştahla. “Tadını merak ediyorum.

 

Şirinlikle, “Umarım seversin.” dedim. “O biber dolması için gerçekten çok uğraştım. Neredeyse bir kalp ameliyatı kadar zordu.

 

Gülümsedim. Gülümsedi. Hatta sırıttı. “Gördüğüm en güzel biber dolması.” Kapağı açtı, istediğim gibi önünden bir tanesini aldı ve tabağına koymasının ardından bıçağıyla böldü. “Ama bağımlılık yapar gibi duruyor. Sanki yersem hep isteyecekmişim gibi. Sanki her istediğimde yemezsem ölecekmişim gibi.”

 

Ölüm, kelimesi dudaklarımdaki gülümsemeyi perçinledi. “Eminim daha güzellerini yemişsindir ama ben de elimden geleni yaptım.”

 

“Bakayım.” Başını eğip masanın üzerinde duran elimi görmeye çalıştı. Gördüğünde ise gülümsemesi gözlerine ulaştı. “O küçük ellerinle mi yaptın şimdi sen bunu?”

 

Neden bana küçük bir kız çocuğu muamelesi yapıyordu? Sadece bu değil. Koskoca adam küçük bir erkek çocuğu gibi gülümsüyordu. Gülümsemesi tek bir an bile silinmiyordu yüzünden. Hayatı boyunca aldığı en mutlu haberi almıştı sanki. Kan grubumu öğrendiği için sevinmiş olamazdı. Kim birinin kan grubunu öğrendiği için sevinirdi ki? Ama ortada açık bir gerçek varsa, o dosyada benimle ilgili yazan doğru tek şey kan grubumdu. .

 

Bu iş fazla uzadı, dedi Burgonya Kızı. Evet, korumalar yok ama o iki baş adamı çok yakında. Her an biri gelebilir. Biliyorum, tehlike sana heyecan veriyor ama ikinci bir ıska şanşın yok. Bitir de gidelim, Deniz.

 

“Yesene.” dedim tabağını işaret ederek. “Beğenecek misin, merak ediyorum.”

 

“Beğenmemem…” Böldüğü parçayı çatalına yerleştirdi. O bir parça bile onu yok etmeye yeterdi. “Bir ihtimal mi sence?”

 

“Bilmem.” Bakışlarım yüzündeydi ve yalnızca dudaklarım kıpırdıyordu. İşte, oluyordu. Annemin katilin oğlu, bu hayattaki tek ailem, dayım Sezar’ın katili gözlerimin önünde ölecekti. “Yedikten sonra umarım bunu tekrar edebilirsin.”

 

Çatalı kaldırdı. Yavaşça dudaklarına götürürken pencere ani bir rüzgarla aralandı, şamdandaki mumlar titredi ve aynı rüzgar dosyanın koltuktan düşmesine sebep oldu. Korkutel’in bakışları o dosyaya kaydığında, yüzünde aynı sevinç uyandı. “Bence senin kan grubun 0 rh pozitif.” dedi birdenbire. Baktı, daha fazla baktı yüzüme. “Bence kesin öyledir.”

 

Çatalı dudaklarına çok yakın duruyordu. İlk kez sabırsızlandığımı hissettim. Tüm cinayetlerim beni mutlu ederdi ama bu başkaydı. Bu… Düpedüz beni heyecanlandırmıştı.

 

“Evet,” dedim, yeni fark ettiğim heyecanımı sesimde dizginlemeye çalışarak. “Evet, doğru tahmin ettin. Ya senin? Senin kan grubun ne?”

 

“Benim de aynı.”

 

“Güzel bir tesadüf, diyelim mi?”

 

Dilini damağına vurarak beni onaylamadığını duyurdu. “Birimize zarar gelirse, diğerimiz onu kanıyla hayata bağlayacak, diyelim.” Çatalı kaldırıp dolmayı gösterdi. “Ve artık doktor hanımın benim için yaptığı bu nefis dolmayı yiyeceğim.”

 

Çatalı ağzına götürdü. Dolma dudaklarına dokunduğunda dudaklarım istemsizce aralandı. Dilinin pirinç tanelerine dokunduğunu gördüm, ağzı hepsini almak için daha fazla aralandığında salona hızlı ve sert adımlarla Kurt biri girdi.

 

“Asil!” dedi Kurt basamakların yukarısında durup. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Telaşlıydı ve daha fazla endişeliydi. Patronunun dudaklarında duraksaya çatalı kayınca gözleri büyüdü. Elini uzatıp, “Sakın yeme!” dedi. “Bir lokma bile alma.”

 

Sikeyim. Ne oluyor lan? Hayır, anlamış olmasının imkanı yoktu. Sıradan bir evde sıradan bir biber dolması yapmıştım. Sıradan bir doktordan fazlası değildim onlar için. Benden şüphelenmiş olması hesapta yoktu.

 

“Sorun ne Kurt?” Korkutel çatalı dudaklarından uzaklaştırdı. “Evin etrafında kimseyi görmek istemediğimi söyledim ve bu kez sen de dahilsin.”

 

Kurt bir basamak indiğinde Korkutel ona öyle uyarıcı bir şekilde baktı ki durdu ve derin derin soluklandı. Gömleğinin üstten bir düğmesini sertçe açarken bana kayan bakışlarından açık seçik bir şüphe vardı. Evet, benden şüphelenmişti. Her nasılsa onu şüphelendirmeyi başarmıştım. “Sana silahlı yapılan günü hatırlıyor musun? Günlerdir o günü araştırıyorum. O gün nereye gittiğini, ne yediğini, ne içtiğini, nereye hangi saatte girip çıktığını biliyorum. Hiçbir şey çıkmadı, biliyorsun. ” Kalkan parmağı doğrudan beni gösterdiğinde elim jartiyerimdeki silaha gitti. “Bir tek Babanın Yerinin kamera görüntülerine bakamamıştık, arıza vardı. Ama az önce onlar da ulaştı elime. Ceketine orada olduğun sürece dokunan olmamış. Oysa biz takip cihazının orada cebine girdiğinden emindik. Çünkü başka bir ihtimal yok! Çünkü o ceketi sana ben getirdim. Getirmeden önce de her zamanki gibi her tarafını kontrol ettim.” Başını kaldırdığında burnundan sert bir soluk verdi. “Eğer ceketine o takip cihazını koyan ben değilsem, o. Doktor.”

 

Korkutel’in çatalı yavaşça tabağına indirdi ama bırakmadı. “Kurt, korumacı tavrını anlıyorum ama yanlış yapıyorsun ve bu yanlış beni öfkelendiriyor.” Kelimelerini tane tane seçiyordu. Küfür etmek istediğini sezmiştim ama burada olduğum için kendini frenliyordu. Çünkü bana karşı her zaman çok nazik bir adam olmuştu ve nedense bu konuda ayrıca bir uğraş gösteriyordu. Sanki hiç küfür etmeyip, hiç birinin canını almamış gibi… Yavaşça bana bana döndüğünde bakışları, silahı tamamen kavradım, horuzu açtım “Bir hata var.” dedi ve bu söylediğinden emindi. “O…” Başını aynı eminlikle salladı. “Yapmaz.”

 

“Asil!” dedi Kurt. “Asil, bir dışarı gelsene benimle."

 

Asil.

 

O isim, kafamın içinde ardarda yankılandı. O isim içimde bir yerlere uğradı. Bir yerlere tosladı. O isim içimin derinliklerinde kayıplara karıştı. Anlam veremedim.

 

“Beni dinle. En azından doktoru buradan çıkara-”

 

“Sen çık.” Bağırmadı. Ama sesi öyle sertti ki tek bir itirazda tüm evi Kurt’un başına yıkabilirdi. “Hemen.”

 

Kurt’a baktığımda basamakların başında kıpkırmızı kesilmiş bir şekilde durduğunu gördüm. İtiraz edemedi. Edemedikçe daha fazla kızardı. Ceketinin eteğini çekiştirip hırlamaya benzeyen bir sesle arkasını döndü. Hemen sonra kapının çarpma sesini duyuldu.

 

Elimi yavaşça silahımdan çektim. Şarap kadehine uzandım. Küçük bir yudum alırken, “Bağışla.” dediğini duydum. “Konu ben olunca çok hassaslar.”

 

İrkilmiş gibi davrandım. Gülümsemeye çalışıyormuş ama başaramıyormuş gibi… “Sorun değil, dolmayı yemek zorunda deği-”

 

Çatalını tabağından aldı. Bana içten bir şekilde gülümsedi ve lokmayı ağzına götürdü. Öyle yavaşça değil. Hızla çiğneyip yuttu.

 

Ardından bir çatal daha aldı. Bu kez yavaşça çiğnerken, gözlerini kapattı, tadı hissetmeye çalıştı. Ama yutarken, şişen göğsü olduğu yerde durdu. Nefesini vermedi. Yuttu, yavaşça. Gözlerini açtı, yavaşça. Bana baktı, kaşlarını düşürdü. Gülümsedi ama o gülümsemede bu kez iyi bir duygudan yoksuldu.

 

“Ne güzel olmuş.” dedi, yavaşça.

 

Parmak uçlarım sızladı. Neden? Az sonra kalbini çıkarıp alacağım için mi?

 

Gülümsemeye çalıştım, gülümseyemedim. Bu kez gerçekten. Başımı dik tutup sordum. “Beğendin mi, Korkutel?”

 

Ağzını açtı ama konuşamadan öksürmeye başladı. İşaret parmağının iç kısmını sus çizgisine bastırıp öksürdü, öksürdü,öksürdü.

 

Şimdi! Tam şimdi ayağa kalkıp ona annemin selamını söylemeliydim. Tam şimdi onu öldürmenin bana verdiği hazzı anlatmalıydım. Şimdi…

 

Hadi! diye haykırdı Burgonya Kızı. Ölmeden yap şunu. Ölmeden ona kim olduğumuzu söyle Deniz.

 

Ayağa kalktım, dudaklarımı araladım ama lanet olsun ki tek kelime edemedim. Göğüs kafesim sıkıştı. Derin bir nefes almaya çalıştım, alamadım. Zehri yutan uydu, nefesi kesilen neden bendim?

 

Öksürüğü dindi. Elini geri çektiğinde parmağına bulaşan kanı gördü. Önce çenesi kasıldı, ardından şakağında belirginleşen damarları gördüm. Bakışları kendi kanının üzerinde titredi, her şey yeterince ortadayken anlamaya çalıştı. Hayır, hazmetmeye çalıştı. Sonra… Başını kaldırdı ve bana baktı. Bakışlarını koca bir enkazın kalıntıları vardı. Avucunu masaya dayandığında, kanı beyaz masa örtüsüne bulaştı, ayağa kalktı.

 

“Yok,” Kısılan ve puslanan sarılarıyla öyle bir baktı ki ve öyle bir büyük adımlar attı ki bana doğru, tüm sınırlarımın ihlal edildiğini hissettim. “Yapmazsın.” Bir emir gibi, bir hüküm, kesin bir ferman gibi… “Yapar mısın hiç? Yapamazsın ki.”

 

Kendimi konuşmaya zorladım. Siktiğimin yerinde konuşmak için elimden geleni yaptım ama ben sesimi bile çıkaramadan tek bir adımla aramızdaki tüm mesafeleri kapattı. Yüzümü avuçlarının arasına aldığında, kanını tenimde hissettim. Saçlarıma dokundu parmak uçları. Hiçbir şey yapamadım. Gülümsedi ve yalnızca gözlerimin içine baktı. “Sen o küçük ellerinle en sevdiğim yemeği mi yaptın bana?” Bakışları iki yanımda dünyanın en işe yaramaz şeyiymiş gibi hareketsizce duran ellerime kaydı. “Sen sözünü mü tuttun, maviş?” Baş parmağı elmacık kemiğimi okşarken, sarı gözleri dokunduğu noktalarıma daldı. Uzun uzun ve acelesizce. Birkaç dakika sonra ölecekken, nasıl evrenin tüm zamanları onunmuş gibi davranabilirdi. Saniyesi saniyesine şahit oldum. Önce yanakları kızardı. Sonra sarılarına kan bulutları bakışları toplanmaya başladı. Yüzüme vuran nefes alışverişleri giderek daha fazla hızlandı. Gözlerini bir an için kapattığında ve başını göğsüne düşürdüğünde anladım patlayan ciğerlerini hissettiğini. “Teşekkür ederim.” dedi ve bu bir fısıltıydı. Daha fazla çıkmadı sesi. İstese de çıkamazdı artık. “Teşekkür ederim, güzelim benim.”

 

İçten içe tükenirken, elleri yüzümden kaydı.

 

Başını kaldırdı. Buz kesmiş elleriyle ellerimi tuttu. O kadar sıkı tuttu ki zihnimde bir sarsıntı hissettim. Hayır, o sarsıntı belleğimde gerçekleşti.. Birden küçüldü gözlerimin önünde. Saçları uzadı, çelimsizleşti, yanakları doldu, sakalları silindi. Birden küçük bir erkek çocuğuna dönüştü ve bu sadece bir an sürdü.

 

Kes şunu, diye haykırdı Burgonya Kızı. Zihnin sana oyun oynuyor! İzin mi vereceksin?

 

Başını kaldırdı, yine. Bunlar son çabalarıydı. Yumruk yaptığı elini göğsüne koydu. Biliyordum, nefes alabilmek için göğsüne parçalamak geliyordu içinden. O nefesi alamadı. Geriye doğru sendelemesi ellerimizi birbirinden koparırken, “Söylesene.” diye fısıldadı. “Hadi, söyle bana.”

 

Kıpırdamadım. “Neyi söyleyeyim?” Boğazımın şiştiğini hissettim. Parmak uçlarım karıncalanıyordu. İlk kez birini zehirliyordum. Kan dökmediğim için mi böyle hissediyordum? “Ne söylememi istiyorsun?”

 

Gülümsedi. O halde gülümsedi ve dudakları biraz aralandığında, kan çenesinin kenarına doğru süzüldü. “Ben yapmadım, de.”

 

“İnanacak mısın?”

 

Birkaç adım daha geri gitti. Aramızdaki mesafe büyüdükçe büyüdü. Koltuğa tutunarak durabildiğinde “İnanırım.” dedi, onu terk etmek üzere olan sesine aldırış etmeden. “Sen söyle,” dedi ve hala gülümsemeye çalışırken bana göz kırptı. “Gerisini bana bırak.”

 

Bunlar son sözleriydi. Korkutel’in son kez bana bakan gözleri kapandı. Bedeni olduğu yere yığılıp kalmadan önce bana yaklaşmak istedi. Başaramadı. Son bir öksürük ve dudaklarından dışarı taşan daha fazla kan. Bitmişti. Bu kadardı.

 

Elim bacağıma gitti. Bıçağı çekip çıkardım ama elim öyle titriyordu ki değil göğsünü yarmak kesik bile atamazdım. Sikeyim! Bana ne olduğunu bilmiyordum. Kendimi zorladım. İstedim ama adım atmaya kalktığım an düzmece bir his kafamın içinde asla susmayan o sesin üzerine çıkıp tepinmeye başladı. Nerden geldiğini bilmediğim ve muhtemelen asla öğrenmeyeceğim o his ruhumun zarını yırttı ve nefesim, boğazımda düğüm düğüm oldu.

 

Başımı yukarı kaldırıp derin bir nefesi ciğerlerime sığdırmaya çalışırken ayakkabılarımı ayağımdan sıyırıp attım. Bir hortumun içindeymişim gibi dönen başımı ellerimin arasına alıp bakışlarımı bahçeye çıkan kapıya çevirdim. Gitmeliydim.

 

Koştum, düştüm, ayağa kalkıp yeniden koştum. Bahçe kapısına takılıp yeniden düştüğümde dizlerime kesen çıkıntıya kanımı bıraktım. Annemden güç almaya çalıştım ama yüzünü gözümün önüne getiremedim. Her zaman yapardım ama bu defa yapamadım. Gözlerim kararırken Harun’un bana doğru koştuğunu gördüm. Zıvanadan çıkan bedenim son olarak onun kollarına yığıldı ve tüm dünyam cam kırıklarıyla dolu bir karanlığa büründü.

 

🕯🕯🕯

 

Çok fenayım a dostlar :(

 

İçim acıyarak yazdım, gelmeyin üstüme :(

 

Bu bölümün size hissettirdiklerini birer emoji ile anlatır mısınız?

 

Sizce bir sonraki bölümde ne olacak?

 

Yorumlarınız için teşekkür ederim çok.

 

Çok yakında çıkacak olan kitabı instagramdan açıkladık. Tek kitap olacak. Teaserini izlemek isterseniz /_durumavii

 

 

Loading...
0%