Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. BÖLÜM: "KİRLİ BEYAZ"

@durumavii

8. BÖLÜM:

 

“KİRLİ BEYAZ”

 

 

Ahşap evin içinde ahşap bir mutfak, ahşap mutfağın içinde ahşap bir sandalye ve ahşap sandalyenin üzerinde de küçük bir kız çocuğu vardı.

 

Küçük kızın boyu tezgaha yetmediği için çıktığı sandalyenin üzerinde ağırlığını sol ayağa vermişti. Üzerinde beyaz bir elbise, bacaklarında da pembe desenli bir külotlu çorap vardı. Beyaz elbisesi salça lekeleriyle doluydu çünkü içinde bolca salça ve domates rendesi olan pirinç harcını karıştırıyordu.

 

“Derya Teyze,” dedi yüzüne düşen uzun saçlarını omzuyla geri itmeye çalışarak. “Sence Asil biber dolmamı beğenir mi? Benim yaptığımı öğrenirse beni affeder mi?”

 

Derya, beş yaşındaki Mavi’ye gülümseyip saçlarını okşadı. “Asil sana hiç küser mi, güzel kızım. Sadece hatanı anla, diye biraz naz yapıyordur.”

 

Mavi, omuz silkti. Gözlerindeki üzüntünün yanına öfke de uğrarken, “Tek hata ben de değil ki!” dedi. “O da Buse Naz’la oynamasaydı!”

 

Derya, küçük kızın kıskançlığına gülmeye devam ederken, onun gür ve uzun saçlarını ördü ve bileğindeki tokayı ucuna baktı. “Ama Buse Naz onun sınıf arkadaşı Mavi’cim. Annesiyle birlikte bizim mahallemize uğramışlardı. Asil de arkadaşıyla birazcık top oynadı. Hem sen o sırada öğle uykusundaydın.”

 

Mavi bir kez daha omuz silkti. “Bana ne. Uyandırsaymış beni. Ben bütün gün sıkılarak onu bekleyeyim, o gitsin Buse Naz denen o sırık kızla oynasın. Dangoloz kafa ne olacak!” Son söylediğine pişman olarak Derya Teyzesine bakıp kirpiklerini kırpıştırdı. “Afedersin, kızdın mı?”

 

Derya eğilip kızın yanağına sevgi dolu bir öpücük bıraktı. “Kızmadım ama sen yine de bir daha Asil’in göbeğini ısırma. Mosmor olmuş çocuğun karnı.”

 

Mavi’nin gözleri doldu. “Pardon, boyum oraya yetiyordu. Bir dahakine başka bir yerinden ısırırım.”

 

Derya daha fazla gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Güzel kızım, hiçbir yerinden ısırmamalısın. Onun canı acıdığında sen üzülmüyor musun? Sen düşüp dizlerini kanattığında o çok üzülüyor.”

 

Mavi, düşündü. Aslında Asil’in hep mutlu olmasını istiyordu. O gülünce kalbi aydınlanıyordu ama kendisinden başka biriyle oynadığı zaman aynı kalp fena halde kırılıyordu. O zaman gözü hiçbir şey görmüyordu. Asil’in karnını kanatana kadar ısırırken de görmediği gibi…

 

“Üzülüyorum.”

 

Derya, küçük kızın büzülen dudaklarından ne kadar üzüldüğünü gördü. Kapının önünde yarattığı kargaşadan sonra onu Eleni’nin elinden alıp kendi evinin ikinci kattaki mutfağına çıkarmıştı. Mavi, tezgahın üzerindeki dolmalık biberleri görünce heyecanla “Ben yapabilir miyim!” diye sormuştu.

 

Çünkü Asil’in en sevdiği yemek biber dolmasıydı.

 

“Yeteri kadar karıştırdın. İstersen şimdi biberlerin içini dolduralım.”

 

“Ben dolduracağım!” dedi Mavi. Derya’nın tek tek yıkadığı biberlerin içini küçük elleriyle becerebildiği kadar doldurup tencereye dizerken içinden çok güzel olmasını diledi. Dünyanın en güzel biber dolması olmalıydı.

 

Derya, onun bir kısmını yarım yamalak, bir kısmını taşırarak doldurduğu biber dolmalarının üzerine domates parçalarını kapattı ve zeytinyağı gezdirdi. Tencereyi ocağa bıraktıktan sonra Mavi’nin ellerini yıkadı. O arkasını her döndüğünde harçtan ağzına da attığı için ağzının kenarları da yağ içindeydi. Yüzünü yıkayıp ağzını da temizledikten sonra onu sandalyeden indirdi.

 

Derya, çizgi film açmayı teklif etse de Mavi kabul etmeyerek, üzerinden indiği sandalyeye oturdu ve dolmayı pişiren ateşi izledi. Bir çocuk için garip bir seçimdi ama Derya, Mavi’nin birçok tuhaf seçeneğine şahit olduğunu için sesini çıkarmamıştı.

 

Tam bir saat sonra dolmalar piştiğinde Mavi sandalyeden indi ve bir tabak aldı. Derya tabağa iki büyük biber dolması koyduğunda Mavi, “Yoğurt da koyar mısın Derya Teyze?” diye sordu. “Asil, dolmanın yanında yoğurt yemeyi çok sever.”

 

Mavi, bolca yoğurt ve biber dolmaları olan tabakla Asil’in odasına girdiğinde, onu çalışma masasının başında, ders çalışırken buldu. Asil, küçük kızı fark etti ama başını ders kitabından kaldırmadı. Mavi, küçük adımlarla ona yaklaşıp elindeki tabağı ders kitabının üzerine koydu, bir adım geri çekilip, “Ben geldim Asi.” dedi.

 

“Görüyorum maviş.”

 

Asil’in sesi çok ciddi çıkmıştı. Mavi biliyordu, Asil kızgın olduğunda sesi hep çok ciddi çıkardı. Yine de “Bana hala kızgın mısın?” diye sordu.

 

“Evet.”

 

“Çok mu kızgınsın peki?”

 

“Kızgınım işte maviş.” Otuduğu sandalyenin üzerinde yönünü Mavi’ye çevirip karnını açtı. Sol köşesinde küçük ama belirgin diş izleri vardı. Her biri mosmor olmuştu. “Yirmi diş izin de burada.”

 

Mavi, başını eğerken baş parmağını dişlerinin arasına aldı ve kirpiklerinin altından Asil’e baktı. “Yirmi değil ki.” Ağzını araladı, dudaklarını gererek dişlerini gösterdi. “Bak, alttan iki dişim yok. Zaten karnındaki izden de yokluğu belli oluyor.”

Asil, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Yine de sana kızgınım. Resmen üzerime atlayıp karnıma dişlerini geçirdin. Buse Naz’ı da kaldırımdan ittin. Kızın dirseği yara oldu hep.”

 

Mavi’nin kaşları çatıldı. Elini bel boşluğuna koyup, “Oh olsun!” dedi dudaklarını öne uzatarak. “O da gelmeseymiş mahallemize, oynamasaymış benim Asimle!”

 

Asil, donup kaldığını hissetti. Doğru mu duymuştu? Emin olamadı ama kızgınlığının tamamen geçtiğini hissetti.

 

Mavi, kıpkırmızı oldu. Söylememiş olmayı diledi ama artık çok geçti. Utanarak Asil’e yaklaştı ve “Sana biber dolması yaptım”. dedi. “Ben doldurdum onları, biliyor musun?”

 

Asil, önündeki biber dolmalarına baktı. Annesinin yaptıkları kadar lezzetli görünmüyordu ama içinde hissettiği sevinç, her biber dolması yediğinde hissettiğinden daha fazlaydı.

 

“Sen mi yaptın gerçekten?” Başını eğip, Mavi’nin önünde birleştirdiği ellerine baktı, gülümsedi. “Sen o küçük ellerinle en sevdiğim yemeği mi yaptın bana?”

 

“Hı hı… Ye hadi, bakalım beğenecek misin?”

 

Asil, dolmasını çatalla bölüp bir parçasını ağzına attı. Gözlerimi kapattı ve yüzüne öyle bir ifade yerleştirdi ki zevkten bayılacak gibi görünüyordu. Mavi kıkırdadı. Asil gözlerini açtığında ve onun beyaz elbisesindeki salça lekelerini görünce o da güldü.

 

“Seni pasaklı, yine üzerini batırmışsın.”

 

Mavi, elbisesine baktı. Asil’in dalga geçtiği kadar kötü görünüyordu. “O zaman ben eve gidip elbisemi değiştireyim. Annem bana hala kızgın mı? Eğer öyleyse Derya Teyzeye söyleyeyim de burdaki elbiselerimden birini bana versin.”

 

Mavi, arkasını döndü ama ilerleyemeden Asil’in parmaklarını kolunda hissetti. “Gitme maviş, elbisen o kadar da kötü görünmüyor.”

 

“Hiç de bile,” dedi maviş. “Kötü görünüyor. Benimle dalga geçmek için böyle diyorsun.”

 

“Gerçeği söylüyorum.” Asil başını eğdiğinde az önceki utanan Mavi kadar utanmış görünüyordu. “Beyaz sana yakışıyor.”

 

Mavi, kirpiklerini kırpıştırdı, eteklerinin uçlarından tutup sallanmaya başladı. “Kirli beyaz bile mi?”

 

Asil, küçük kıza göz kırptı. “Kirli beyaz bile…”

 

 

 

*

 

On üçüncü seans sona ermişti.

 

Bu en ağır seanstı.

 

En ağır ve en tüketici.

 

Tam tamına yedi saat kırk iki saniye sürmüştü.

 

Küçük kız daha fazla dayanamamış, yattığı yerde bayılıp kalmıştı.

 

Burgonya’nın yüzünde ise zafer kutlamaları vardı. Hatta bir keyif sigarası yakmıştı. Bir bacağını diğerinin üzerine atarken, başını oturduğu koltuğun başlığına yasladı, bakışlarını tavana dikti ve sigarasının dumanını ağır ağır üfledi.

 

“Aferim doktor, nihayet başardın.” dedi kusursuz Fransızcası ile…

 

Ruhunda amacına ulaşmanın kirli nidaları atılıyordu ve Burgonya, o nidaları bir ninni gibi dinliyordu. Duymak için uzun zaman beklemişti. O, sabırsız bir kadındı ve hayatında ilk kez bir şeyi sabırla beklemişti.

 

Alnından ter damlacıkları süzülen doktor, yavaş adımlarla ilerledi ve Burgonya’nın karşısındaki kahverengi deri koltuğa oturdu. Yorgundu ama ona yük olan bedensel yorgunluğu değildi. Bir süredir vicdanının üzerine koca bir taş oturmuş gibi hissediyordu. Baygın halde yatan Mavi’ye baktığında o taş ağırlaştıkça ağırlaştı.

 

“Bayan Burgonya, efendim ben-”

 

“Bir sorun olmayacak, değil mi Doktor Alfredo? Sonradan bir şey hatırlarsa…”

 

“Hayır.” dedi safkan Fransız olan Doktor. “Hafızasını tamamen yok ettik. Yaşadığı her ne varsa artık çok uzaklarda, bir daha ulaşabileceğini sanmam. Varolan dissosiyatifini kendi lehimize kullanarak istediğiniz ikinci kişiliği beynine tamamen kodladım. O artık sert, acımasız ve duygusuz bir kız çocuğu.. İstediğiniz kriterlere göre şekillendirdiğimiz ikinci kişiliği artık asıl kişiliği olacak. Bayan Burgonya, yeni bir seansa gerek yok, kesinlikle. Bu adımdan sonra o kişiliğe uygun yaşamasını sağlamanız yeterli.”

 

Burgonya, başını başlıktan kaldırdı, bakışlarını doktora dikerken, “Güzel.” dedi. “Yani sana artık ihtiyacım yok, bundan eminsin?” Cevabı almadan düşünmeye başladı. Yapmak istediği birçok şey vardı ve hepsi de çok kanlıydı. Tıpkı ele geçirdiği Mavi gibi o da küçük yaşta kendi annesi tarafından bir katil olması için yetiştirilmişti. Kırk iki yaşına kadar da tek başına yol almıştı. Ancak bir noktada karanlık ruhunda bir farklılığa ihtiyaç duymuştu. Bir katil istemiyordu. O, bir katil yaratmak istiyordu. Ancak bu şekilde vahşi yanını tatmin edebilecekti. Uzun araştırmalar sonucu Türkiye’ye kadar gelmişti ancak Mavi’yi bulması tamamen bir tesadüftü.

 

Mavi, acı bir tesadüfün kurbanı olmuştu.

 

Doktor Alfredo başını salladı. “Evet, benimle işiniz tamamen bitti.” Bunu söylememiş olmayı yeğlerdi. Karşısındaki kadının gözleri ölüm saçıyordu. Onu birine zarar verirken görmemişti ancak küçük bir kıza bunu yapan birinin ne denli gözü dönmüş olabileceğini bir doktor olarak ön görebiliyordu.

 

Burgonya, gözlerini Mavi’ye dikti. Uyanmasını büyük bir heyecanla bekliyordu. Onunla yeniden tanışacaktı ve bu tanışma bir kutlamayla taşlandırılmalıydı. “Peki ya beynine kodladığımız kişiliği ondan tamamen silmeni istesem, bunu yapabilir misin?”

 

Doktor, beklemediği bu soru karşısında bir müddet düşündü. “Bayan Burgonya, küçük kıza özel ve yasal olmayan bir prosedür uyguladım, biliyorsunuz. Bu nedenle usülümü hiçbir meslektaşımla paylaşmadım. Eğer böyle bir talebiniz olursa, ancak ben yerine getirebilirim.”

 

Doktor, arka planda karşısındaki kadının böyle bir soru yönettiğine sevinmişti. Çünkü kazandığı paranın yanı sıra, o kadından bir o kadar da korkuyordu. Talebini karşılayacak tek kişinin kendisi olacağını bilmesi, güvende olmasını sağlayabilirdi. En azından bir süre… İşi bitirmişti ve anlaştıkları paranın geri kalanı hesabına yatmak üzereydi. Odadan çıktığında ilk işi uzak bir ülkeye bir bilet almak ve yaptığı korkunç şeyi tamamen unutmak olacaktı.

 

“Pekala.” dedi Burgonya. İstediği cevabı fazlasıyla almıştı. Kapıyı işaret ederken, saçlarını kulağının arkasına iliştirerek, tamamı çivi gibi sivri küpelerle kaplı olan kulağını ortaya çıkardı. “Çıkabilirsin.”

 

Doktor ayağa kalktı. Birkaç adım attığında, Burgonya’nın “Bir dakika.” dediğini duydu. “Ufak bir işimiz daha var. Unutmadan halledeyim.”

 

Doktor geri döndü ama ona doğrultulmuş silahtan korkacak zamanı olmadı. Sadece bir saniye sonra alnının ortasına saplanan bir kurşunla birlikte yere serilmişti. Çıkan ses kasvetli odanın duvarlarında yankılanıp sönerken Mavi irkildi ama gözlerini açamadı.

 

Burgonya, silahın kaldırdı ve ucundan çıkan dumanı üfledikten sonra ayağa kalktı, ayaklarının dibindeki cesede baktı. “Yardımların ve verdiğin bilgiler için teşekkürler, doktor. Ancak senden böyle bir talebim olmayacağına göre… Yaşamanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Lütfen bunu kişisel algılama, geride kanıt bırakmayı sevmem. Prensip meselesi…”

 

Kalın topukları doktorun yanından geçip gitti. Mavi’yi kollarına aldığında, küçük kızın bacakları, kolları ve başı sarkıyordu. O kadar zayıflamıştı ki kemikleri sayılıyordu. O dolgun yanakları artık yoktu. Yüzü bembeyaz kesilmişti, dudakları pembe renginden yoksul kalmıştı. Artık çiçekli elbiseleri yoktu. Yalnızca siyah giyiniyordu. Uzun saçları yoktu. Saçları tıpkı Burgonya’nınki gibi küt kesilmişti.

 

Bir çocuktu ama bir çocuk olmaktan çok uzaktaydı.

 

Burgonya başını eğdi ve kollarındaki kızın yüzüne, büyük bir yengiyel baktı. “Merhaba kızım. Sen artık yalnızca benim kızımsın, tamamen bana aitsin ve bunu tersine çevirecek tek kişi de az önce aramızdan ayrıldı. Merhaba kızım, sonsuza kadar merhaba…”

 

Yedi saat kırk iki dakika.

 

Mavi, içindeki küçük kızı yedi saat kırk iki dakikada tamamen ve geri dönülmez biçimde kaybetmişti.

 

 

*

 

Görünmez bir el kemikli parmaklarıyla ensemden kavradı ve beni uykunun şuursuz kollarından çekip aldı.

 

Gözlerim derin karanlığa açılırken bedenimi saran titreme haline lanet bir mide bulantısıda eşlik etti. Yarım bir uyanıklık haliyle dün gece bir köşesine kustuğum yataktan fırladım ve banyoya koşup klozetin yanında dizlerimin üzerine çöktüm.

 

Midemde dışarı atabileceğim hiçbir şey kalmadığı için dakikalar boyunca safra kustum. Düzensiz beslenmek alışık olmadığım bir durum değildi ancak boş mideye alkolü basıp durmak beni bir yamultmaya yetmişti. Evyeye tutunup ayağa kalktım. Yüzüme ard arda birkaç kez su çarptım. Islak ellerimi saçlarımdan geçirirken dirseklerimden akan sular ayaklarıma damlıyordu. Üzerimde yalnızca siyah bir boxer ve aynı renk bralet vardı. Uyurken klimayı köklemiş ve odanın ısısını gelebileceği en sıcak seviyeye getirmiştim ancak örtünün altından çıktığım için girerken olduğu gibi titriyordum.

 

“Başlarım böyle işe de. Böyle hastalığa da.” Hastalığımdan dolayı çatallanmış sesimle söylenmeyi bırakıp banyodan çıktım. Kendimi yeniden yatağa sermeyi düşündüm ama yatak birkaç adım uzaktan bakınca o kadar iğrenç görünüyordu ki bu düşüncemden vazgeçmem uzun sürmedi.

 

“Yatağına da kusmazsın be amına koyayım.”

 

Kapının tıklatılması ile gözlerimi devirdim ve ciğerlerimde ne kadar nefes varsa hızla boşalttım. Ona gelmemesini söylemememe rağmen şu an kapının önünde olan kişinin bir başkası olmadığını biliyordum. Yere gelişigüzel saçılmış kıyafetlerin arasından giyebileceğim uygun bir şey aradım. Herhangi birinin önüne yarı çıplak, hatta tamamen çıplak çıkmayı umursamazdım ama kusmuğum braletimin bir köşesine sıçramıştı ve muhtemelen şu an tenimin göremediğim noktalarında da vardı. Halimi görüp beni ev dediği o absürd yapıya tıkmak için edeceği ısrarları dinleyecek tahammül seviyesinde değildim.

 

Bulduğum siyah tişörtü kalçalarıma kadar indirip kapıya yürüdüm. Kapının ahşap yüzeyine bir kez hafifçe vurduğumda, “Benim.” dedi. “Ve buraya kök salmak üzereyim.”

 

Siktiğimin karısı daha kapıda söylenmeye başladı, çok güzel.

 

Kulpu indirip kapının açılmasını sağlamamın ardından oturma bölümüne ilerledim. Pencerenin önündeki ikili koltuğun tam ortasına oturduğumda Monica, beni her ziyaret ettiğinde olduğunu gibi etrafa iğrenen gözlerle bakarak içeri giriyordu. Ayağındaki pahalı topuklu ayakkabıları dile gelse, üzerine bastığı zemine küfrederdi.

 

Harun arkasından girdi. Elindeki dedektörlü odanın belli köşelerinde gezdirdikten sonra bakışlarıyla patronuna temiz, mesajını verdi ve kapının girişine geri yürüyüp orada beklemeye başladı.

 

“Sana artık diyecek kelime bulamıyorum.” Çantasını iki eliyle kavrayarak karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Aslında buna oturmak, denemezdi. Ucunda eğreti bir şekilde duruyordu. “Daha iyi bir otelde kalıyorum, dediğin otel bu mu Deniz?”

 

Bu defa gözlerimi değil, bedenimi çevirdim ve koltuğun baş kısmına ayaklarımı dikerken, başımı da oturma kısmından sarkıttım. Monica’nın bol makyajlı suratına ve kıvır kıvır yaptırdığı sarı saçlarına artık tersten bakıyordum. Böyle daha çekilebilirdi.

 

“Daha iyi işte. Bak, oturma odası var. Diğerlerinde var mıydı?” Dilimi damağıma vurarak kendimi yanıtladı. “Yoktu. Sırf sen geldiğinde ayakta kalma, diye böyle bir yer seçtim.”

 

Elini koltuğun koluna koyacaktı ama bundan derhal vazgeçerek çantasını açma kısmından tutmaya devam etti. “Önemli gelişmeler oldu. Son iki gündür sadece bununla ilgileniyorum. Başım fena halde kalabalık.”

 

“Bunun beni ilgilendiren kısmı neresi?”

 

“Hala anlamıyorsun, değil mi?” Bakışlarımı tam anlamıyla yakalabilmek için başını omzuna eğdi. Onu ciddiye alıyormuş gibi görünmüyordum ama canının ne kadar sıkkın olduğunu ilk bakışta anlamıştım. “Biz bir takımız. Birimizin sürüklendiği çukur diğerimizin akıbeti olur.”

 

“Ojelerinin ikinci katını sürmemişsin.” dedim pembe ojeli ellerine bakarak. “Sana hiç yakıştıramadım. Güneşte tırnağının renginin belli olmasından endişelenmiyor musun?”

 

Kirpikleri titredi. Sinirlenmiş miydi? “Deniz! Beni ciddiye al.”

 

Dudaklarımı birbirinden ayırmadan üfledim. “Alıyorum. Dinliyorum seni, konuş patron.”

 

Yerine sığamadı. Ayağa kalktı ve iki koltuğun arasında gezinmeye başlarken, “Kalp hırsızının kimliği ortaya çıktı.” dedi. Bilmediğim bir şey değildi. “Artık Burgonya Kızının mahlasını tüm Dünya biliyor. İstediğin gibi, Deniz. Son üç ayda çıldırmış gibi cinayet işledin. Verdiğimiz isimlerden fazlasını indirdin. Ne bekliyordun?” Durdu, bana döndü ve bu kez o sıkıntıyla nefeslendi. “Satın alındık Deniz. Öyle güçlü bir örgüt tarafından satın alındık ki baştakiler bile karşı çıkamadı. Biliyor musun, tek sebebi sensin. Bizi satın alanlar seni istiyor. Karşı gelme hakkımız yok. Bundan sonra onlara hizmet edeceğiz. Onlar kimi isterse, onu indireceğiz.”

 

Dikkatle dinledikten sonra “Harun be.” dedim. “Odadan bir kadeh viski getirsene sana zahmet. Ağzım kurudu. Giderken yatağa bakma ama.”

 

İlk tanıştığımız zamanlarda bunu yapsaydım bakışlarıyla patronunu dinlemem ve ona saygı duymam için uyarmaya çalışırdı ama artık yapmıyordu. Galiba beni tanımaya başlamıştı. Bu yüzden yaklaştı ve “Sen de ister misin abla?” diye sordu Monica’ya.

 

“Bu pis yerde su bile içmem.”

 

“Ah!” dedim hayretler içinde. “Teessüf ederim ama…”

 

Cevap vermedi. Harun içkimi getirdiğinde ve tekrar kapının yanına geçtiğinde, “İçkini aldığına göre artık beni ciddiye almaya ne dersin?” diye sordu Monica. “Satın alındık, diyorum,. Bu iş sadece beni kapsamıyor. Biz bir takımız. Şimdi ise tüm düzenimiz tepetaklak oldu. Bu adamların kim olduğunu, bizi nasıl kullanacaklarını bilmiyoruz.”

 

Konuştu. Konuştu Konuştu…

 

İkinci kadeh viskimi kafama dikip, başımı tekrar koltuktan sarkıttım. Monica dakikalardır bir şeyler söylüyordu. Sigara içmekten kartlaşmış sesi dakikalardır kulağımda dönüp duruyordu ve ben çok azını algılayabiliyordum çünkü siktiğimin konusu ilgimi çekmiyordu.

 

“Ne önemi var. Bizi escord olarak kullanacaklarını sanmıyorum. E senden marangoz da olmaz. Katiliz biz. Yani… Katil olan benim, sen daha masum olarak başarılı bir azmettiricisin. Bu durumda Harun da…” Harun’a göz kırptım. “Yardım ve yataklıkçımız oluyor. Bir gün tutuklanırsak umarım bizi aynı koğuşa verirler.”

 

Monica yeniden oturduğunda bana bomboş gözlerle bakıyordu. Hayır, bu defa sadece kızmamıştı. Daha çok acır gibi bakıyordu. Gözleri tüm bedenimde yavaşça dolaştı. “Elli kiloya düştüğüne yemin edebilirim. Hastalıktan sesin çıkmıyor. Peşinde Fransa’nın en tehlikeli mafyası var, bulduğu gibi fişini çekecek. Boka batmış durumdasın ve hala taşak mı geçiyorsun?”

 

“Uuu!” dedim şaşırarak. “Monica Brand küfür etti. Sanırım onu cidden kızdırdım.”

 

“Deniz!”

 

“Tamam… tamam.” Ellerimi kaldırıp hayali beyaz bayrağımı ona gösterdim. Bir an önce defolup gitmesini ve beni yalnız bırakmasını istiyordum. “Canını sıkman gereksiz. Aynı düzen devam edecek. Onlar söyleyecek, ben indireceğim, olay bu. Sen her zamanki gibi işin muhasebe tarafıyla ilgileneceksin.”

 

Monica, filtresine bir sigara yerleştirdi. Yaktı ve üst üste üç nefes çektikten sonra “Seni görmek istiyorlar.” dedi. “Yüzyüze, yarın.”

 

Ağzındaki baklayı nihayet çıkarmıştı.

 

Bedenimi koltuğun üzerinde çevirip düz konuma getirdim ve ona öfkeyle baktım. İşte şimdi konu benim için de ciddi bir hal almaya başlamıştı. “Sikerler! Ben kimsenin ayağına gitmem. Hem ne yapacaklar beni görüp?”

 

“Bilmiyorum. Tahminim sana özel bir görev verecekleri yönende. Aracı kullanmak istemiyorlar.” Kaşlarını kaldırıp bana uyarıyla baktı. “Bay Frank peşinde. Güçlü birilerine sırtını yaslamazsan uzun süre kaçamazsın.”

 

“Beni tehdit etmeyi kes!” dedim dişlerimin arasından. “Korkmadığımı biliyorsun.”

 

“Biliyorum. Sakin ol, sadece gerçekleri söylüyorum.”

 

“Şu bizi satın alan örgütün adı ne?”

 

Bakışlarını kaçırdığı an hoşuma gitmeyen bir şeyler olduğunu anladım. “Arınma.”

 

Ayağa kalktım. Sakin kalmak için gözlerimi bir saniyeliğine kapattım ama seğiren çenem bana yardımcı olmuyordu. “Ben o örgütün bir üyesini indirmedim mi, Monica? Üstelik aynı gece Kurt, denen o herif de oradaydı. Bu ne demek? Onların da Arınma ile bir bağlantısı var, demek. Neyin kucağına atıyorsun beni?”

 

Gerginliğini gizlemeye çalıştı ama her şey ortadaydı. Yıllardır var olan düzeninden uzaklaşmak onu da huzursuz etmişti. “Korkutel öldü, Deniz. Onu sen öldürdün. Diyelim ki o da Arınmanın bir üyesiydi. Ee? Kurt, dediğin adam Korkutel’in adamıydı ve unutma, baş giderse gövde de gider.”

 

Haklıydı. Sikeyim ki haykıydı. Son zamanlarda mantıklı düşünemiyordum. Bay Frank’ı ayağıma kadar getirip şimdi ondan köşe bucak kaçmam da o mantıksız düşüncelerin bir parçasıydı.

 

“Tamam, yarın nereye çağırıyorlarsa gideceğim.”

 

Monica nihayet gülümseyebildi. “Adresi telefonuna gönderirim.”

 

Kapıya yürüdü ama gitmeden önce dönüp bana baktı, gülümsemiyordu. “Şu Korkutel, onun kadar kudretli bir adamı öldürmen senin gibi işinin ehli bir kiralık katil için bulunmaz bir referans oldu.” Kaşını kaldırdı. Bana dişinin geçmeyeceğini en başından beri biliyordu ama söyleyeceğinden geri durmadı. “O yüzden adı geçtiğinde sarsılmayı bırak ve kendine gel.”

 

Korkutel.

 

O, ölmüştü.

 

Onu ben öldürmüştüm.

 

Adı geçtiğinde sarsılıyor muydum?

 

Neye dayanarak bunu söylemişti?

 

Adı geçtiğinde hissettiğim, bir ölüm sessizliğiydi.

 

Monica odadan çıktığında Harun peşinden gitmeden önce bana döndü. O da tıpkı patronu gibi bakışlarını bedenimde gezdirdikten sonra “İlaç gerekiyor mu?” diye sordu. “Gözlerinin altı çökmüş. Rengin renk değil zaten.”

 

“Gerekmez. Bir duş alıp toparlarım.”

 

“Emin misin? Aylardır birlikte çalışıyoruz, seni ilk kez böyle görüyorum. Böyle şey…”

 

“Ne?”

 

Cevabını düşünürken bakışlarının parmaklarıma kaymasıyla durdu ve çenesini buruşturdu. “Tırnakların.” Tınısında Monica’nın yaşam alanıma girdiğinde yer eden ikrah vardı. “İçinde kan var, kurumuş.”

 

Parmaklarımı kıvırıp kendime çevirdim Söylediği gibi tırnaklarımın içinde dün akşamki partinin emareleri kalmıştı. “Kan vermenin önemini buradan anlayabilirsin, Harun’cum. Düzenli kan ver ki biri seni geberttiğinde kanın tırnak aralarına girecek kadar bol olmasın.”

 

Dudaklarını araladı ama bir şey söylemeden kapattı. Ona yeniden gülümsediğimde, “Yarın seni alırım.” dedi. “Yarına kadar toparlanmaya bak.”

 

“Hay hay, benim düşünceli yardım ve yataklıkçım.”

 

Homurdanarak başını çevirdi. Kara kunduraları kapıya dönüp dönmemek arasında gidip gelirken, “Senin bu vurdumduymaz hallerin,” dedi daha fazla dayanamayarak. “Ya buz gibi soğuk ya da her şeyi alaya alan yanın… İşe yarıyor mu?”

 

Hayda… Bizimki edebiyat parçalamaya başladı. “Ne konuda?””

 

“Yalnızlığına.”

 

Yüzümdeki sahte keyif camdan bir vazo gibi yere düşüp parçalara ayrılırken, “Harun.” dedim kaskatı bir sesle. “Siktir git.”

 

Gitti. Başka seçeneği de yoktu. Benimle başa çıkamayacağını biliyordu. Kimse benimle başa çıkamazdı. Kanımda kaynayan öfkenin nedeni ise dile getirilen yalnızlığım değildi.

 

Çünkü yalnızlık benim yuvamdı; kılıfım ve kılığımdı. Darmadağın kalabalıklara inat, benim yalnızlığım derli topluydu.

 

*

 

Monica’nın yönlendirdiği konuma moturumla ulaşalı yaklaşık iki buçuk dakika oluyordu. Doktor Deniz’den kurtulduğumdan beri motorumla daha bir haşır neşirdik. Hız ibresini zorlamak, tek teker üstünde ve gecenin karanlığında son sürat ilerlemek düşüncelerimi besliyordu. Ona bir isim bile vermiştim.

 

Şerafettin.

 

Kullanıldıktan sonra terk edilmiş bir hurdalığa bırakılmak Şerafettin’i üzse de bunu ikimizin de güvenliği için yaptığımı bildiğinden sesini çıkarmıyordu.

 

Ama bu kez onu hak ettiği gibi lüks otomobillerin bulunduğu otoparka park etmiştim. Çünkü geldiğim yer bir insanın hayatı boyunca görüp görebileceği en lüks binalardan biriydi. Dışı tamamen mat siyah plakaya kaplanmış ve gövdeli yapısına rağmen pek az pencere bulunduran bina şehrin gökdelen topluluğunu ağırlayan kısmındaydı.

 

Daha önce baştakilerle hiç tanışmamıştım. ancak tanışmış olsaydım, maşaları olan bir katili böyle ulu orta bir mekana çağıracaklarını düşünmezdim. Bu ilkti. İnce düşününce bunun dikkat çekmemek adına yapılan bir hamle olduğu anlaşılabilirdi. Bu yüzden irdelemedim ve otoparktaki asansöre ilerleyip kat otuzu düğmesine bastım. Kabinin dört bir yanı aynayla kaplanmış duvarlar bana son üç aydır abandığım sporun karşığını fazlasıyla aldığımı gösteriyordu. Evet, zayıflamıştım ama daha güçlüydüm. Daha kalkık bir kalça, ince olmasına rağmen kaslı kollar ve taş gibi sert göğüsler… Olmam gerektiği gibiydim. Üzerimde dar bir kot pantolon, sıradan siyah bir tişört ve aynı renk şapka vardı. Topladığım saçlarım şapkanın bant kısmının üzerinden sarkıyordu.

 

Sıradan bir genç kız gibi görünüyor olabilirdim.

 

Sıradan bir katil değildim.

 

Otuzuncu kata geldiğimde açılan asansör kapısı beni dar bir koridora ulaştırdı. Burası kör noktaydı; ne insan ne de eşya yoktu. Yukarı çıkarken de tahmin ettiğim gibi birkaç dakika içinde gizli bir geçitten geçecektim. Kalın tabanlı siyah postallarımı pahalı zeminde hareket ettirdim. Koridorun sonundaki otomatik kapı hareketi algılayarak açıldığında bu kez karşımda dört duvarı dolu kitaplıkla çevrelenmiş bir oda duruyordu. Odanın ortasında bir masa, masanın başında ise orta yaşlarda bir kadın vardı. Kadın, odaklandığı dosyalardan başını kaldırdı; kalın ve siyah kemik çerçeveli gözlüklerinin ardından bana baktı. Şaşırmışa benzemiyordu. Beni bekliyordu. Yavaşça yerinden kalktı ancak yaklaşmadı. “Şifre, lütfen.”

 

Monica mesajda bunu da yazmıştı. “Arınma1999.”

 

Beni başıyla onayladıktan sonra masasının çekmecesini açtı ve oradan bir dosya çıkardı. Ardından masanın arka kısmındaki dolu kitaplığa yöneldi. Sıradan bir kitaplık değildi. Orta raflardaki kalın kitaplardan birini alıp, yaka kartını kaldırdı ve kitaptan açılan boşluğa bastırdı. Onay sesini duyduğunda bir adım geri çekildi. Kitaplık döner bir kapı gibi yalnızca bir kişinin geçebileceği açıklığı sağladığında durdu. Kadın omzunun üzerinde bana bakıp “Benimle gelin.” dedi. “Lütfen.”

 

Onu takip ederek geçiti geri bıraktım. Şimdi koridora benzeyen uzun bir bekleme alanındaydım. Karşımda, sağımda ve arkamda kalan siyah duvarların aksine sol kısım duvar değil buzlu bir camdan oluşuyordu. Camın ardında bir silüet şeklinde gördüğüm toplantı masası, çok sayıda sandalye ve iki herif vardı. Birazdan olacağım yer buzlu camın ardıydı.

 

Kadın, sağ duvardaki sabit telsize bastı ve “Misafiriniz geldi.” diye bildirdi. “Görüşmeye hazır.” Ardından bana döndü. Esmer, tıknazdı; hayatımda gördüğüm en sevimsiz ifadeye sahipti. “Vakit kaybı olmaması açısından ön bilgilendirmeyi ben sağlayacağım.”

 

Kollarımı belime götürüp bileğimi tuttum. “Dinliyorum.”

 

“Sizden bir doktoru devre dışı bırakmanızı istiyoruz.”

 

İstemsizce güldüm. “Devre dışı bırakmak? Güzel. Öldürmek, kulağa korkunç geliyor.”

 

Kadın sözlerimi duymazdan gelerek suratıma ciddiyetle bakmaya devam etti. “Birazdan bilgilerini ve robot resmini vereceğim kadın özünde henüz tespit edemediğimiz bir örgütün parçası.. Tehlikeli olduğunu ön görüyoruz ve…”

 

“Bir dakika.” diyerek onu susturdum. “Benden bir kadını öldürmemi mi istiyorsunuz?”

 

Kalın kaşlarını çattı. “Tam olarak.Sorun nedir?”

 

Bir adım atıp ona yaklaştığımda soğuk kanlı bakışları önümdeydi. “Bu iş yatar. Ben kadın öldürmem.”

 

“Üzgünüm.” dedi üzgün olmayan bir sesle. “İşi kabul ettiniz ve ön ödemeyi aldınız. Şartları konuşmak için buradasınız.”

 

Dilimi damağımda gezdirirken, kafamda iki seçenek vardı. İlki buradan sessizce gitmek, ikincisi ise karşımdaki kadını buzlu camın içinden geçirip toplantı masasına boylu boyunca uzatmak. İkinci seçenek daha çekici geldiyse de Monica’yı çekemeyeceğim için ilkini seçtim ancak kadın beni hiç duymamış gibi elini dosyayı bana uzattı.

 

“İnceleyin, birazdan detayları konuşmanız için sizi içeri alacağım.”

 

Dosyayı aldım ama incelemek için değil. “Sana…” Dosyayı yere fırlatmak için kaldırırken, başımı kadına eğdim. “Bu iş yatar, Dosyayı yere çarptım. “...demedim mi lan?” Dosyanın kalın kapağı çarpmanın etkisiyle kapağı açıldığında ikimizin de bakışları oraya düştü.

 

Kadının dudakları aralandı, gözleri büyüdü ve yutkunuşunun sesini duydum.

 

Ayaklarımızın dibindeki bir robot resimdi.

 

Bir kadına aitti.

 

Uzun saçlı, renkli gözlü ve dolgun dudaklara sahip bir kadına…

 

Anasını sikeyim.

 

O kadın bendim.

 

Kaçmaya vaktim olmadı. Kaçmak isteyen de yoktu. Buzlu cam bir sürgü gibi yavaş yavaş açılırken başımı geriye attım ve boynumu çıtlatırken kimlerle karşılaşacağımı biliyordum.

 

Doktor Deniz kimin canını aldıysa, ondan geriye kalanlar intikamlarını almak için ülkenin en azılı katilini tutmuşlardı

 

Burgonya Kızının kahkahası kulaklarımda yankılandı.

 

“Hoş geldin.”

 

Buzlu cam tamamen açıldığında varlıklarını bedenimin sol yanında hissettim. Yumruklarımı sıktım, gülümsüyordum. Başım hala yerdeki resme eğikti. Yüzümü bir ölçüde gizleyen şapka beni hemen tanımalarını engelleyecekti ama bu uzun sürmeyecekti.

 

“Demek nam-ı diğer Burgonya Kızı sensin.” dedi Kurt,’a ait olduğunu bildiğim sesin sahibi. “Doğrusu biz daha başka birini bekliyorduk ama…Neyse. O kadar kişiyi indirdiğine göre vardır bir bildiğin.”

 

“Abi, baksana. Önce resmini indirmiş.” dedi Cengiz’in alaycı sesi. Muhtemelen şu an yerdeki robot resmi gösteriyordu. “Öldürmeni istediğimiz kadın neredeyse senin ebatlarında. Onca adamdan sonra çerez gibi gelecek ama idare et. Maksat ayağımız alışsın.”

 

Gözlerimi bir saniye için kapatıp burnumu kırıştırırken, dövmeye hangisinden başlasam diye düşünüyordum. “Senin o ayağını alır, götüne sokarım.”

 

Nefes alışverişlerinin değişen hızı kulaklarıma ulaştığında yavaşça onlara döndüm ve başımı kaldırdım. Dudaklarımdaki gülümseme bildikleri Doktor Deniz’in gülümseyişinden çok uzaktı. “Beni özlediniz mi çocuklar?”

 

Yedi saniye. Yedi saniye boyunca ikisinin de çıtı çıkmadı.

 

“Lan!” İlk konuşan Cengiz oldu. “Sen teslim olmaya mı geldin? Doktor!”

 

“Doktor?” Elimi şapkadan sarkan saçlarıma götürüp kalın tutamı sol omzuma aldım. “Biraz saflık var mı, Cengiz?”

 

Cengiz’in kafası allak bullak olmuştu ama Kurt’un her şeyi çözdüğüne yemin edebilirdim. Sıktığı dişlerini araladı, başını kaldırdı ve bana bir pisliğe bakıyormuş gibi baktı. “Doktor değil, Burgonya Kızı o. En başından beri öyleydi.”

 

“Bravo!” Ellerimi üç kez birbirine vurarak onları alkışladım. “Ve siz de beni, patronunuzu indiren doktoru öldürmem için tuttunuz. Yani aslında beni, beni öldürmek için tutmuş oldunuz. Bakın not alın bunu, hayatınızda daha acayip başka bir şey göremezsiniz.”

 

Kurt bir adım attı. Geri çekilmedim. Bir adım daha attı. Gözlerinden ateş çıkıyordu. Onda açtığım yarayı tüm çıplaklığıyla görebiliyordum. “Sen.” dedi, kalın sesiyle. “Eceline geldiğini, biliyor musun?”

 

Başımı kaldırıp yüzüne bakarken, “Ecelim?” diye sordum. “Kimmiş ecelim?” İşaret ve orta parmağımı ikisi arasında götürüp getirdim. “Siz mi?” Attığım kahkaha öfkelerini perçinledi. “Unuttunuz sanırım. Üç ayda sıfırlanmış balık hafızalarınız. Tamam… Ben hatırlatayım. Siz yan odadayken patronunuzu nasıl zehirledi-”

 

Kurt beni yakalayıp ters çevirdiğinde ve bileklerimi belime yapıştırdığında zorlanmadı. Çünkü izin verdim. Kulağıma eğilen dudakları, “Buradan sağ çıkamayacaksın.” diye fısıldadı. “Seni kendi ellerimle geber-”

 

Cümlesini tamamlayamadı. Çünkü bu kez izin vermedim. Parmak uçlarımda zıplayarak topuğumu sertçe kasıklarına geçirdikten sonra özgür kalan ellerimin tabanını boynunun iki yanına indirdim. Geriye doğru sendeledi ve ancak sırtı duvara çarptığında durabildi. Cengiz muhtemelen bir kadınla dövüşmeyi kendine yediremeyerek silahına davrandı ama eline öyle sert bir tekme attım ki kırılan birkaç parmağının sesi çok net bir şekilde duyuldu.

 

“Sikeyim! Parmaklarım kırıldı lan!”

 

Kurt, saldırmadan önce Cengiz’a bakıp “Geçmiş olsun hayatım da ben siktim gibi.” dediğimde dudaklarımdan çıkan küfre kırılan parmaklarından daha fazla şaşırmış bir hali vardı.

 

Kurt, beni bu kez daha sert bir şekilde kavradı. Dizimin arkasına bir tekme geçirip beni sendeletmeyi başardığında arkadan kollarıma asıldı ve yüzümü sertçe duvara yapıştırdı. Elmacık kemiğim kırılmış, en iyi ihtimalle çatlamıştı ama bu beni durduracak bir detay değildi. Bir kez daha parmak ucumda zıpladım. Kasıklarına yeni bir darbe daha almamak için bir miktar uzaklaşmasının alacağının yeterli olacağını düşündü. Aslında yeterliydi, çünkü blört yapmıştım. Yalnızca dövüşürken aynı noktalara çalışmak tarzım değildi. Seri bir plan yaptıktan sonra başımı önüme eğip pes ettiğimi düşünmesine izin verdim. Çok değil, yarım adım yaklaştığında başımı sertçe geriye savurup suratına gömdüm. İnlemesinin sesi derinden geldi. Sanırım burnunu ikinci kez kırmıştım.

 

Serbest kaldığım an sandalyenin üzerine çıktım ve dönerek savurduğum tekmemi Kurt’un suratına geçirdim ve o koca cüssesini tek seferde yere serdim. Cengiz’in parmakları arkadan saçlarımı kavradığında “Amına koyarım ama!” diye bağırdım. “Ne lan bu? Kız kavgası mı? Saç çekmek ne amına koyayım!”

 

Hızla ona döndüğümde kopan saçlarım avuçlarında kaldı. Kocaman açtığı gözleriyle avucundaki saçlarıma bakarken yumruğumu çenesinin altına geçirdim. Savrulan başıyla birlikte ağzından fırlayan kan duvara sıçradı. Bir uçan tekme de ona bahşedecekken yerdeki Kurt’un ayak bileğimden kavrayıp beni dizimin üzerine çökmesiyle ellerimi iki yana açıp söylenmeye başladım. “E hani ben sandalyeye çıkıp sizin boyunuza ulaşıyordum en son. Ne diye düşürdün beni yavşak!”

 

Başımı soluma çevirdiğimde Kurt’un kanlı yüzü yüzümün önündeydi. İkimiz de yerdeydik ve o hemen arkamdaydı. Öfkeli soluğunu dışarı verdiğinde burnundaki kan yüzüme sıçradı. “Üzülme, en azından dövüşerek gebereceksin. Bir zehirle de geberebilirdin.”

 

Gözlerindeki öfke bir volkan gibi patladığında parmakları koluma sardı. “Seni.” dedi hırıltılı sesiyle. “Seni şimdi öldürmeyeceğim. Neden, biliyor musun?” Güldüğünde kanlı dişleri göründü. Acı çekiyordu ama bu tamamen fiziksel değildi. “ Çünkü seni birinin önüne atıp, koca bir yalan olduğunu ilan edeceğim.”

 

Kaldırdığı yumruğunu bertaraf etmek için hazırdım ancak o yumruk inmeden önce boynuma ince bir sızı saplandı. Aynı anda Kurt, başını geriye atarak daha fazla güldü, yumruğunu bana temas ettirmeden indirirken dağılan bedenini sırt üstü yere bıraktı. Siktir! Başımı kaldırmaya çalıştım, başaramadım. Bir saniye içinde sarsılan görüş açım bedenimdeki tüm gücün çekilmesiyle sonuçlandı ve sırt üstü yere serildiğimde, son gördüğüm yüz beni içeri alan kadına aitti. Elinde tamamını boynuma enjekte ettiği bir şırınga tutuyordu. Ve hala çok ciddiydi.

 

Sürtük.

 

*

 

Zihnimdeki sarsıntı şiddetli ve yıkıcıydı. Bedenimin her köşesinde, beni alt etmeye çalışan yoğun bir ağrı vardı ki bu da kanımda gezininen zehri işaret ediyordu. Beni başka türlü alt etmeleri mümkün değildi zaten. Ancak kuvvetli bir sakinleştiriciyle- ki bu iyi ihtimal- bir süre için oyun dışı bırakabilirlerdi.

 

Ve şimdi gözlerimi açtığımda kurtulmam gereken karanlık yerine bir başka karanlığın içindeydim. Hareket etmeden önce bir süre bekledim. Dinlediğim sessizliğin içinde bana ipucu verebilecek herhangi bi detay yoktu. Sol elim kelepçeyle bağlanmıştı. Sağ kolumu bir noktaya temas edene kadar hareket ettirdiğimde bedenimden çok da uzaklaşamadan soğuk bir yüzeye dokunarak durdular. Aynı şekilde başımın üzerindeki esaret de uzakta değildi.

 

Beni bir kutunun içine koymuşlardı.

 

Avucumu kutunun tavanına yapıştırıp itmeye çalıştım. Ağır bir demirden yapılma özel bir kutuydu. İnsan gücüyle açılabilmesinin mümkünlüğü yoktu. Muhtemelen açmak için kilit yerine bilgisayar sistemi kullanıyorlardı. Bu durumda kendimi yormam tamamen aptallık olurdu. Buradan çıkmak için siktiğimin keyiflerinin gelmesini bekleyecektim.

 

Yaklaşık üç saat sonra kilit sesini duydum. Kapı açıldı ve kalabalık adımlar içeri girdi. Tahminim şu an içeride üç kişi oldukları yönündeydi. Nefes alışverişlerimi kısıtlayarak onlara kulak kesildiğimde Kurt’u “Sürprizim.” dediğini duydum. “Burada, kutunun içinde…”

 

“Bizi epey uğraştırdı ama onu sana getirmeyi başardık.” dedi Cengiz.

 

Konuştukları kimdi?

 

Bir ihtimal Korkutel’den sonra başa geçen yeni patronlarıydı.

 

Kurt, “Burgonya Kızı.” dedi keyifle bir sesle. “Tamam, biliyorum. Sürpriz bunun neresinde? Onu zaten arıyorduk, diyeceksin ama öyle değil.”

 

“Değil.” diye onayladı Cengiz. “Kutu açtığımızda, Burgonya Kızının gerçekte kim olduğunu gördüğünde söylediklerimize hak vereceksin.”

 

“Cengiz, daha fazla uzatıp büyüsünü kaçırmayalım. Şifreyi biliyorsun.”

 

Sessizlik ve takip eden adım sesleri… Altı haneli şifre tuşlandığında başımın üzerindeki kapaktan mekanik bir ses geldi ve açılmaya başladı. Kimse tek kelime daha etmezken saniye saniye içeri sızan aydınlığı hazmetmek için gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım ve kutunun her iki yanından asılıp bedenimi kaldırdığımda binlerce aynanın hayaleti aynı anda yere düştü ve aynı anda parçalara ayrıldı.

 

Kırıma sesleri bir küfür gibi beynimin içinde yankılanırken, onun güneşe meydan okuyan sarı bakışları bakışlarımla çarpıştı.

 

Yaşıyordu.

 

Korkutel yaşıyordu.

 

Buradaydı ve karşımdaydı.

 

Bana bakıyordu. Bakışları tüm duygulardan o kadar profesyonel bir şekilde soyunmuştu ki tepkisinden bir anlam çıkaramıyordum. Yalnızca, gözünü kırpmadan bakıyordu.

 

Beceriksiz!” diye bağırdı Burgonya Kızı. Seni aptal, beceriksiz! Başaramadın. Onu öldüremedin. Karşında ve seni yakaladı!

 

“Şu işe bak…” dedim gülümseyen dudaklarımla. “Korkutel dokuz canlıymış.” Kaç adım vardı aramızda? Belki on, belki daha az. İki adamının arasında ama birkaç adım daha gerisinde duruyordu. Yine simsiyahtı ama farklı olan bir şeyler vardı. Birkaç santim daha uzun olan saçları değil, daha belirgin olan kirli sakalları ya da boynunun orta yerindeki bandaj değil, daha başka bir şey… “Kaç canın kaldı Korkutel?” Başımı kaldırıp, gülümsemi söndürdüm. “Söyle de ona göre yapayım bir sonraki hamlemi?”

 

“Kes sesini.” dedi Kurt. “Yoksa ben kesece-”

 

“Bu söylediğine sen inandın mı ayıcık? Ya da şöyle sorayım, seni haşat ettikten sonra aynaya baktın mı? O koyduğumun karısının yaptığı iğne olmasa şu an bu kutuda olan ben değil, sen olurdun ve seni temin ederim, canlı olarak değil.”

 

Kurt ağzını açacakken Korkutel bir adım attı, aralarına ulaştı. Bir adım daha attı ve onları geride bıraktı. Dağılmış halim ve muhtemelen tamamı morarmış olan sağ yanağımdan çok gerçek kimliğim ve mizacımla yüzleşiyordu. Belli etmese de bunun onu ters köşe yaptığını biliyordum. “Annenin intikamını almak için mi Türkiye’ye geldin?”

 

“Sana attığım kazıktan sonra ilk soracağın soru mu bu mu?”

 

Yüzümden ayırmadığı gözleri önceki gibi değildi. Önceden her ifadesinden bir anlam çıkarır, yorumlar ve ona göre aksiyon alırdım. Şimdi ise bir duvardan farksızdı.

 

“Kim tuttu seni? Kim için çalışıyorsun?”

 

“Ne sanıyorsun?” Çenemi sol omuzma çevirip alaycılıkla sordum. “Beni yakaladın, diye öteceğimi mi?”

 

Bir dakika, dedi Burgonya Kızı. Bu soruya cevap vermeliyiz, Deniz.

 

“Beni senin için kimin tuttuğunu mu merak ediyorsun? Söyleyeyim. Tanıdığım en iyi kiralık katili senin için ben tuttum. Dayım Sezar’ın kanını yerde bırakacağımı mı sanıyordun?”

 

“Sezar?” Yalnızca bakışları Kurt’a döndü ve bir cevap bekledi. Dayımı tanımıyordu bile. En azından ben, mezara gönderdiğim kim varsa adını tek tek duraksamadan söylerdim.

 

“Sezar, Burgonya’nın erkek kardeşi.” dedi Kurt. “Uyarı verdiğimiz halde ülkeye mal sokuyordu. En son şahane bir tuzak kurup adamlarını da kendisini de indirdik.” derken bana yamuk bir gülümsemeyle baktı. “Burgonya’nın bir kızı olduğunu duymuştum ama eceline susayıp Türkiye’ye gireceğini tahmin etmiyordum.” Elindeki dosyayı Korkutel’e uzattı. “Burada hakkında her şey yazıyor. Tam adı Deniz Claire Barelli. Ana adı Burgonya Barelli. Bana adı Ural Barelli. Bize verdiği tek doğru bilgi ön adı. Cv’si de referansları da naylon çıktı. İş alım departmanının ayrıca hesabını keseceğim. Kullandığı sahte kimlikler, doğum yeri, hem Fransa da hem burada işlediği cinayetlerin listesi… Hepsi bu dosyada yazıyor. Sekiz ay önce Türkiye'ye sahte kimlikle giriş yapmış. Öncesinde hiçbir şekilde ülkemizle bir bağlantısı yok.” derken Korkutel’i bir şeylere inandırma peşindeydi ancak Korkutel dosyaya bakma gereksinimi duymadan elinin tersiyle itti. Çünkü kanıta ihtiyacı yoktu. Anlıyordum. Beni benzettiği kadın her kimse, o olmadığımdan artık emindi.

 

“Onu nasıl buldunuz?”

 

Korkutel’in sorusu Cengiz ve Kurt’un bakışlarını buluşturdu. İnsanları, bakışlarını ve o bakışlarda yatan anlamları bilirdim. Ben iyi bir gözlemciydim ve şimdiki gözlememim bana burada gizli dönen dolaplar olduğunu söylüyordu.

 

“Onu biz tuttuk. Cengiz ve ben.” Kurt bunu söylerken bakışlarını patronunun yüzünden almış, dosyaya dikmişti. Kaşları çatıktı. “Komple örgütünü satın aldık. Artık yalnızca bize hizmet edecekler. İstediğimiz gibi… Ama görene kadar Burgonya Kızının, Doktor Deniz ile aynı kişi olduğunu bilmiyorduk.”

 

“Bir dakika.” İşte bu bilgi ilginçti. Bacaklarımı kendime çekip kutunun içinde bağdaş kurmuş şekilde oturdum. ““Anladığım kadarıyla beni uzun zamandır arıyordunuz. Doktor Deniz’den de önce… Ne o? Namımı duyup beni ekibinize almaya mı karar vermiştiniz?”

 

Burada bana cevap verebilecek tek kişi Korkutel’di ve onun da beni ciddiye aldığını sanmıyordum. Gülümseyen dudaklarım aksini iddia etse de yakalanmıştım, kapana kısılmıştım. Hayatla aramdaki bağ onun elindeki kör makasa bakıyordu. Şu andan itibaren alacağım tüm nefesler, nefesini kesmek istediğim adamın iki dudağının arasındaydı.

 

“Burgonya Kızını kim için tuttunuz, Kurt?”

 

Sessizlik. Siktir. Korkutel bilmiyordu. Burgonya Kızını, Doktor Deniz için tuttuklarını ve nasıl faka bastıklarını bilmiyordu.

 

“Kim için tuttunuz Cengiz!”

 

Bağırmadı ama sesindeki öfke tınısı tüm odayı ve adamlarının zihinlerini ele geçirecek kadar yoğundu.

 

Kurt başını kaldırıp “Ne yapsaydım!” dedi hırsla. Bana baktı, yarım saniye kadar. “Canına kastetti oğlum! Yanına kar mı bıraksaydım! Sen hastanede yatarken aylarca Doktor Deniz’i aradık. Yer yarıldı dibine girdi amına koyayım! En son Burgonya Kızını tutmaya karar verdik. Zaten arıyorduk.”

 

“Biz Burgonya Kızını birini öldürsün, diye aramıyorduk.” dedi Korkutel, tane tane. “Fransa polisine teslim etmek için arıyorduk.” Kaşları gerilirken, sesini stabil tutmak için zorlandığını hissettim. “Siz bana sormadan…” Duraksadı, burnundan sert bir soluk verdi. “Bunu konuşacağız.”

 

“Aaaa…” Hayal kırıklığıyla dudaklarımı araladım. “Dinliyordum ama hakkımdaki planlarınızı. Devam edin, lütfen. Bakın Burgonya Kızı kolay kolay rica etmez.”

 

“Hadi ya.” dedi Kurt. “Ne yapar?”

 

Kaldırdığım işaret parmağımı boynumdan geçirdim. “Çöz beni, öğren.”

 

Kurt, bana saldırıp saldırmamak arasında kararsız kaldı. Korkutel olmasaydı saldırırdı.

 

“Doktor kılığına girip bana yaklaşırken hakkımda ne biliyordun?

 

“Canım buna cevap vermek istemiyor.”

 

Yaklaştı. “Biliyor muydun?”

 

“Neyi? Beni kimse benzettiğini mi?”

 

Yaklaştı. “Ben onu sana benzetmedim.”

 

“Bu konuşma sıktı, Korkutel.” Kaşlarımdan biri çatılırken, kelepçeli elimi yumruk yaptım. “Seni öldürmek benim kararımdı. Nedenimi biliyorsun. Beni senin için bir başkası tutmuş olsaydı sikseler söylemezdim. Beni öldüreceksen elini çabuk tut. Çünkü benden alabileceğin hiçbir şey yok.”

 

Dudağının bir köşesi tehlikeyle kıvrılırken, başını kıvrılan tarafa eğdi. Üzerimdeki bakışlarında artık hayranlık yoktu ama öfke de yoktu. Niyetinin ne olduğunu o söylemeden asla bilemeyecektim. “Kalmadı, diyecektin. Senden alabileceğim her şeyi almadım mı zaten? Anneni, dayını, örgütünü ve şimdi de itibarını…Öfkeni hak etmişim, kızmıyorum sana.”

 

Sözleri içimdeki açık yarayı deşiyordu. Bileğimdeki kelepçeye rağmen üzerine atlayıp boynunu kırma isteğimi bastıramıyordum. Onu kanlı canlı karşımda görmek özgüvenime müthiş bir darbe indirmişti. Hayatta kalması bir mucizeydi ve Korkutel şu an benim için acı bir mucize olarak karşımda duruyordu.

 

Dizlerimin üzerinde doğrulurken Cengiz silahını çıkarmaya hazırlandı ama Korkutel elinin kaldırarak arkasındaki adamına durmasını emretti. Yüzüm onunkine yaklaşırken aramızda bir karıştan daha fazlası yoktu ve onu mahvetme isteğiyle yanıp tutuşuyordum.

 

“İtiraf etsene. Siktiğimin yerinde seni nasıl büyük bir hayal kırıklığına uğrattığımı söylesene Korkutel. Olduğumu sandığın kişi tarafından aldatılmanın nasıl boktan hissettirdiğini söylesene.” Hiçbir şey yoktu; ne duvarlar, ne adamlar ne odanın ortasında içinde olduğum saçma kutu. Olan yalnızca birbiriyle savaşan bakışlarımızdı. “Yoksa…” Alt dudağımı düşlerimin arasına alırken gülümsüyordum. “”Yoksa o da mı sana-”

 

Her şey bir saniye içinde oldu. Silahını çıkardı, bana doğrulttu ve ateş etti.

 

Kurşun sol kulağımı sıfır geçip arkamdaki duvara saplanırken, gözümü bile kıpmadım.

 

Silahı tutan eli artık işlevini yitirmiş gibi yanına düşerken ve hala bana bakarken yutkundu.

 

Başımı kaldırdım. “Tek yapabildiğin bu mu?” Artık gülmüyordum. Yüzümde yaprak kımıldamıyordu. Özümdeydim.

 

“Seninle ne yapacağımı biliyorum.” dediğinde irislerine kara bulutlar toplanmaya başladı. İntikam mı? Hayır, bir intikamdan daha fazlasıydı.

 

“Kurt.”

 

Kurt yaklaştı ve arkasında durdu.

 

“Cengiz.”

 

Cengiz yaklaştı ve arkasında durdu.

 

“Emret.” dediler, aynı anda ve sanki emrettiği ölüm olsa burada kafalarına sıkabilecekleri bir sadakatle.

 

“Onu mekana götürün. İkinci emrime kadar orada çalışacak. Tüm pis işleri ona yaptıracaksınız. En basit şeylere bile vakti olmayacak. Günde en az yirmi saat çalışacak, birkaç saat uyumak için yalvaracak.”

 

Sözleri kahkahamla bölündü. “Sikeyim!” dedim kahkahalarımın arasından. “Bundan daha komik çok az şey duymuştum.”

 

Korkutel başını biraz kaldırıp, ellerinden birini cebine koydu ve kahkahamın dinmesini bekledi. “Bu sana komik mi geldi?” Burnundan anlık ve alaycı bir nefes verdi. “Umarım aynı zevki yaşarken de alırsın.”

 

“Yaşarken? Bu kararlı tavrını neye borçluyum Korkutel?”

 

Eminlikle başını sallarken, gülümsememesi ya da kızmaması sinirlerimi bozmaya başlamıştı. “Yapacaksın. Bu noktadan sonra ben ne istersem onu yapacaksın. Ben uyu mu, diyorum, uyuyacaksın. Kalk mı, diyorum kalkacaksın. Öl mü diyorum,” Bakışları bir gözümden diğerine dolaşırken, usulca başını salladı. “Öleceksin.”

 

“Sen benimle taşak mı geçiyorsun?” diye sordum, tane tane.

 

“Küfür etme.” diye emretti. “Küfürden hoşlanmam. Söylediğime gelince… Yapacaksın çünkü yapmak zorundasın.”

 

Dilimi alt dudağımda yavaşça gezdirdim. Baktığı yer orası değil hala ve sadece gözlerimdi. “Yaptırsana. Nasıl yaptıracaksın bakalım.”

 

Nihayet dudakları hareket ettiğinde buzdan gülümsemesi üzerime çığ gibi yağmaya başladı. Bu soğuk ve karanlık yanıyla ilk kez tanışıyordum. Korkmuyordum. Yalnızca… Garipti

 

“Zehirli kelepçe mi?” diye sordu Kurt.

 

“En zehirlisi.” diye cevapladı Korkutel. “Ayak bileği. Kalçamın aşağısında duran çıplak ayaklarıma baktı. Haddinden daha uzun… “Sol ayağına takın.”

 

“Ne kelepçesinden bahsediyorsun lan sen?”

 

Bakışları yeniden bakışlarıma tırmandığında parmakları da kirli sakallarına ulaştı. Çenesinin sol yanını sıvazlarken, kafasının içinde bazı kararlar veriyordu. “Zehirli bileklik sende oldukça esirim olacaksın. Seni o mekana sabitleyeceğim. Kapıdan çıktığında an bilekliğini içindeki iğneler gün yüzüne çıkıp etine saplanacak ve…”

 

“Ve beni öldürecek mi?” diye sordum alayla. “Benim seni zehirlediğim gibi sen de beni zehirleyeceksin, öyle mi?”

 

“Benim bir farkım var.” dedi, alçak, erkeksi ve karakteristik sesi. “Ben arkandan saldırmıyorum. Bir dilim pastanın içinde sunmuyorum sana o zehri. Söylüyorum ve sana seçenekler bahşediyorum.” Kirpiklerini yavaşça kırpıp bana yukarıdan bakmaya devam etti. “Kaçarsan zehirlenirsin, kelepçeyi kırmaya çalışırken zehirlenirsin, dört saatten fazla uyursan, herhangi bir elektronik cihaza yakalaşırsan ya da…” Son bir adım attığında kutunun ağız kısmını kavrayıp sıktım. “İhanet etmeyi düşünürsen anlarım ve basarım düğmeye. Sonuç ölüm değil, daha ağırı. O kelepçenin içindeki zehir seni ömrünün sonuna kadar felç bırakır. Değil birini öldürmek, parmağını bile hareket ettiremeyecek hale gelirsin.”

 

Boş konuşmuyordu, farkındaydım ve hissediyordum. “Bence sıra tehditlere geldi, Korkutel. Çünkü beni sadece o zehirle korkutamayacağını sen de biliyorsun.”

 

Gözleri kısıldı ve omuzları gerildi. İstemediği bir şey söyleyecekti. Çok daha kötü bir şey söyleyecekti. “Şu kız, Bade.” dediğinde istemesizce yutkundum ve içimde bir yer, yine o lanet yer sızladı. “Seninle birlikte yanar. Çünkü senin ayağındaki kelepçenin bir eşi, bir saat içinde onun da bileğinde olacak.”

 

“Yapamazsın.”

 

“Yaparım.”

 

“Sana boyun eğmem.” derken yalnızca dudaklarım kıpırdadı ve gözlerim, gözlerinden bir yere ayrılmadı. “Sana esir olmam.”

 

“Eğeceksin.” Edilebilecek tüm itirazları ayağının altına aldı ve çiğnemeye başladı. “Sadece esir mi? Ben ne istiyorsam o olacaksın. Çünkü benden başka şansın yok. Senden tüm kimliklerini alıyorum ve karşılığında sana verdiğim tek şey zehirli bir kelepçe.”

 

“O kız benim hiçbir şeyim değil.”

 

Güldü, bu kez daha belirgindi, daha ölümcül. “Son söylediklerim o kızla ilgili değildi. Yeniden düşün, sandığın kadar hiçbir şeyin değil?”

 

Verebilecek bir cevap bulamadım. Verilebilecek tüm cevaplar lanet birer kuytuya saklanmıştı.

 

Yapar mıydı?

 

Bu soruyu onu en son gördüğümde sorsaydım, asla yapamayacağını söylerdim. Ancak şimdi Dünyanın tüm kötülüklerini yapabilecekmiş gibi bakıyordu.

 

Suskunluğumu bir cevap olarak aldı. Gülümsedi ve dudakları kulağıma yaklaşırken, “Seni ona benzetmedim, Deniz.” dedi. İlk kez andığı ismim dudaklarından bir küfür gibi döküldü. “Ben seni o sandım.” Başını daha fazla eğdiğinde nefesi kulağımın kıvrımlarında dolaşmaya başladı. Aynı anda hem çok yakıcı hem de çok soğuktu. “Bu yüzden girdin koynuma. Şimdi o olmadığını biliyorum. Hiçbir kanıta ihtiyacım yok. Çünkü ben onun için Dünyayı yakacağım gibi, o da bana kıyamazdı. Hatırlamasa bile.”

 

Loading...
0%