Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12.BÖLÜM- ASLANIN İÇERİSİNDEKİ KEDİ

@durutaskulakk_

Canlar selam!

ÖBB'nin 12.Bölümü ile sizlerleyim.

Okumaya başlamadan önce bölümü oylamak adına yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Keyifli okumalar!

12.BÖLÜM ASLANIN İÇERİSİNDEKİ KEDİ

(Bölüm şarkısı: Dzanum) bölümler 2020 tarihinde geçse de şarkının bu bölümü yansıttığını düşünüyorum. Dinleyerek okursanız duyguları daha iyi hissedersiniz…

 

Fotoğraflarımızı çekindikten sonra telefonumu alarak Miralay’ın yanına rapor vermeye gelmiştim.

Kapıyı çaldığımda gelmeme dair aldığım emir ile kapıyı araladım. “Üsteğmen Armin Tan, emredin komutanım.”

“Gel Armin.” Diyerek karşısındaki sandalyeyi işaret etti.

Yüzümdeki tebessüme bakarak ikinci kez başıyla işaret ettiği koltuğa geçerek oturdum. “Anlat bakalım.” Diyerek kollarını göğsünde birleştirdi.

Derin bir nefes aldığımda yüzümdeki gülümsemeyi bir türlü gönderemedim. Tebessümümü büyüterek konuşmaya başladım. “Sevkiyatın olduğu saatten oldukça sonra geldiler. Saha ve destek timinin yardımıyla hem Kobrayı hem de tırları sağ salim ele geçirdik komutanım. Hiçbir sorun, emir uyuşmazlığı yaşamadık.”

Duydukları ile yüzündeki memnun ifadesiyle bana baktı. “Çok güzel. Kobra ve tırlar nerede peki Üsteğmenim?” dediğinde boğazımı temizledim. “Kobra ekiplerin yanında, tırlarda destek ve saha timi eşliğinde geliyor. Birazdan burada olacaklar.”

Başını sallayarak gururla yüzüme baktı. “Hazırlan.” Dediğinde yüzümdeki tebessüm silinmiş, anlamadığına dair kaşlarım çatılmıştı.

Yüzümü görünce yavaşça güldü. “Yakın zamanda rütbe töreni olacak. Seni de aramızda görebiliriz.” Dediğinde yavaşça yutkundum. Daha çok erken değil miydi?

Gözlerini kısarak yüzüme baktı. “Öğlene doğru bir gibi seninle bir yere gideceğiz, başın açık kalmasın dikkatli giyinirsin.” Dediğinde gözlerim boşluğa daldı. Galiba aklıma gelen şeyi yapıyordu.

“Tamam.” Dedim kısaca.

Müsaade isteyerek odadan çıktığımda derin bir nefes alarak yüzümü sıvazladım. Tam mutluyum, huzurluyum diyorum gene bir şeyler çıkıyordu.

Dilenme odasına geldiğimde hepsinin yorgunda koltuklara yayıldıklarını gördüm. Beni görmeleri ile oturdukları yerden hareketlendiklerinde aynı şekilde karşılık vererek kendimi koltuğa attım.

“Çok zevk aldığım bir temizlikti.” Diyen Tekin ile kıkırdadım.

“Başınızda ben vardım tabii güzel olur.” diyerek kendimi övdüğümde Yıldırım tiz bir ses çıkardı.

“Ay güzel görmesek inanacağız, tipsiz cüce.” Duyduklarım ile kaşlarım havalandı. Ağzım açık bir vaziyette yüzüne baktığımda, “Ne dedin sen?” diyerek sorarken buldum kendimi.

Dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini kaçırdığında, Ertuğrul ve Kalender’den eş zamanlı kafasına tokat geçirilmişti. “Oh canıma değsin.” Diyerek omuz silktiğimde kedi yavrusu gibi yüzüme baktı.

Bakışlarını umursamayarak yerime yayıldığımda çalan kapı ile gülmeye başladım. “Gel Erdem gel!”

Kapı yavaşça aralandığında tahminlerimde yanılmadığımı Erdem’in boş yüzünü gördüğümde anladım. “Komutanım tırlar geldi. Armin Üsteğmen gelmeden tırları bırakmayız diyorlar, bir baksanız.” Duyduklarım ile ayaklandığımda Kurtuluş da arkamda belirmişti. Hızlı adımlarla bahçeye çıktığımızda gördüğüm kalabalık arasından yanıma doğru adımlayan adama baktım. “Üsteğmenim tırları getirdik. Sizi görmeden vermeyelim dedik, nasıl oldunuz?”

“İyiyim sağ olun, tırlar adına da tekrardan teşekkür ederiz.” Kısa kestiğimde erlerden birkaçını tırların içine geçerken gördüm.

Tırlar hareketlendiğinde ormanlık araziye doğru ilerleyen beş büyük araca baktım. Bahçeye doğru gelen Miralay’a bakarak, “Dikkat!” diyerek yükseldim.

“Rahat olun arkadaşlar.” Diyerek yanımızdan geçip destek ve saha timinin yanına ilerleyerek konuşmaya başladı.

Miralay konuşmasını bitirdikten sonra içeriye girmek üzereyken aklıma gelen şey ile elimden geldiğinde hızlı bir şekilde yanına adımladım. “Komutanım bir maruzatım olacak.”

Yüksek sesle konuşmam ile yerinde duraksayıp bana döndü. “Buyur Üsteğmenim.”

“Komutanım Kobranın sorgusuna girebilir miyim?” dediklerim ile üzerime kısa bir bakış attı. “Boz ile konuştuktan sonra haber veririm. Ona göre girersin.”

Başımı sallayarak yanından ayrıldım. Sızlayan yaram ile anlık bir şekilde yüzüm buruştu. Elim hızla bel boşluğuma kapandığında derin bir nefes aldım. Bozdan ve üstlerden istediğim şeye dair emir geldiğinde bunun hesabını bizzat ona soracaktım.

Arkamdan gelen adım sesleri ile olduğum yerden hızlıca toparladım. “İyi misin kız komutanım?” diyerek yanıma gelen Yıldırım’a kısa bir bakış atarak önüme döndüm.

“Aaa trip atıyor bana bu!” ciyaklarcasına bağırdığında sesi Tugayın koridorunda yankı yapmıştı.

“Lan oğlum bir sus artık!” diyerek Yıldırım’ı köşeye iten Tekin’e bakarak güldüm.

Dinlenme odasının kapısını açtığımda koltuğa yayılarak içeriye giren adamlara bakındım. Hepsi içeriye girer girmez yan gelip devrildiğinde kaşlarım çatıldı. “Komutanınız yaralanmış şunların ilgisizliğine bir bak! İnsan kalkar bir sorar çay mı içersin? Kahve mi içersin diye! Terbiyesizler!” Bağırarak hayıflanmam hepsine komik gelmişti. Ertuğrul oturduğu yerden kalkarak minik tezgâhın başına geçtiğinde ısıtıcıya su koydu. Altı adet kupayı yan yana dizdiğinde çıkardığı kahveyi bardaklara paylaştırmaya başladı.

Titreyen telefonum ile bakışlarım cebime kaydı. Kilidi açarak mesajlara girdiğimde Hüseyin’in yazmış olduğun gördüm.

Çatlak Hüseyin: Çabuk ana haber kanalını açın, Yıldırım yanındaysa haber ver. (09.37)

Armin Tan: Ne oluyor? (09.39)

Çatlak Hüseyin: Sonra konuşuruz, haberleri izleyin önce. (09.39)

Çatık kaşlarım ile ekrana bakmam oturanların dikkatini çekmiş olacak ki atılan kişi Yıldırım olmuştu. “Ne oldu?”

“Haberleri açmamız lazımmış.” Diyerek mırıldandığımda Kalender yerinden kalkarak duvara yaklaştı. Duvarın bir noktasına bastığında öne doğru çıkan duvarın ardından televizyon görüldü.

“O nereden çıktı be?” dediğimde Kalender omuz silkerek televizyonu açtı. “Senin yemeğe çıktığın gün fark ettik bizde.”

Televizyonu açtığında kumandayı elime vererek yerine geçti. Kahveleri getiren Ertuğrul ile kahvemi alarak ana haber kanalını açtım.

“Evet sayın seyirciler, an itibari ile KIRAN holdinglerin baş yöneticileri arasında çıkan kriz haberlerimizde…” alt yazıda geçen başlığı okuduğumda kaşlarım çatıldı.

“Emre Kıran’ın daha önceden hisse sahibi olduğu holdingde, yaşanılan iç karışıklık ile hisselerinin iptal edildiği ve başa geçen kişinin Emrah Kıran olduğu öğrenilmişti. Az önce aldığımız haberlere göre Emre Kıran’ın, Emrah Kıran’ın yanına giderek hisselerini geri istediğini holdingde hakkının olduğunu varsayması üzerine holdingde kavga meydana geldi.” Muhabirin ciddiyetle anlattıklarını anlamaya çalışırken Yıldırım’ın telefonun zil sesi odanın içerisinde duyulmaya başladı.

Yıldırım yüzündeki boş ifadesi ile telefonu kulağına götürerek yanıtladı. “Evet?” sorarcasına sorduğu soru ile karşıdan gelen cevabı merakla bekledik. Meraklı bakışlarımıza dayanamamış olacak ki telefonu hoparlöre aldı.

“Yıldırım, benim amcan Emre.” Diyerek karşılık veren adamın olgun sesi kulaklarımızı doldurdu.

“Evet Emre Bey kim olduğunuzu hatırlayabiliyorum buyurun.” Diyerek kibarca karşılık veren Yıldırım kahvemden kısa bir yudum alarak odaklandım.

“Oğlum geçen gün konuştuğumuz gibi Ankara’ya gelebilme imkânın var mı? Burada işler kızışıyor, seninle konuşmamız gereken konular var.”

Yıldırım rahat bir tavırla kahvesinden bir yudum alarak arkasına yaslandı. “Bunca zaman bana ulaşmak aklınızın ucundan geçmezken, iflas edince para kaynağı olarak beni mi gördünüz Emre Bey? Kusura bakmayın Ankara’ya gelemem. Ailevi sorunlarınızı kendi aranızda halledin, yoğun çalışıyorum o yüzden daha fazla meşgul etmezseniz sevinirim.” Dediğinde dudaklarım yavaşça kıvrıldı.

Adamın afalladığını çıkardığı garip seslerden anlamıştık. “Ama, ama oğlum bir dinlemen lazım.” Diyerek konuşmaya çalışan adamı sert bir ses tonuyla uyaran kişi Yıldırım olmuştu. “Emre Bey bir kere dedim anlamadınız galiba? Sizin için ikinciyi de tekrar edeyim. Yoğun çalışıyorum ve rahatsız edilmeyi sevmiyorum. Ailevi meselelerinizi kendi aranızda hallederseniz sevinirim, iyi günler.” Telefonu kapatarak koltuğun üzerine attığında gözleri haberlere kaydı.

Ekranda beliren iki yüz ile kaşlarım havalandı. Emre ve Emrah Kıran’ın fotoğrafları ekrana verilmişti. İki adam da Yıldırım’ın büyümüş haliydi resmen.

“Şuna bak! Amcamla babamı bile haberlerden öğreniyorum, where is the adalet?” Yıldırım’ın alay konusuna aldığı şey ile ister istemez güldüm. “Konuşmayacak mısın?”

Kaşları alayla havalandı. “Ne konuşacakmışım be? Adam gel tanışalım neler olduğunu anlatayım demiyor ki! Gel de beni iflas eşiğinden kurtar diyor! Kusura bakmasın gidemem hiçbir yere. Çok istiyorsa gelsin kendi konuşsun. Bir de ayağına mı gideceğim?” omuz silkerek geriye yaslandığında, düşünceliydim. Bir yerden bir yere kendisi de haklıydı. Yaşadığım bir durum olmadığı için çok fazla bilmiş bilmiş yorum yapmak da içimden gelmiyordu açıkçası.

Kahvemden bir yudum aldığımda bakışlarım Ertuğrul’a kaydı. “Eline sağlık bu arada.” Başını sallayarak tebessüm ettiğinde aklıma gelen şey ile gözlerim kısıldı. “İlaçlarını aldın mı sen?”

Boğazını temizleyerek yerinde dikleştiğinde dudaklarını yaladı. “Tabii ki.” Diyerek kısa bir cevap verdiğinde, elinde kahve olmamasını fırsat bilerek yanımdaki yastığı yüzüne fırlattım.

“Ya sen salak mısın? Koşarken bacağın kitlenip kalacak sonra göreceğim ben seni!” diyerek yüksek sesten carladığımda yüzünü buruşturdu.

“Daha görevden yeni döndük, ne ara içecektim acaba?” diyerek mırıldandığında omuz silktim. “Yanında taşı, cebine at, saati gelince çıkar yut! Çok mu zor evladım?”

Gözlerini devirdiğinde susmayı tercih ederek kahvesini içmeye devam etti.

Çalan kapı ile bakışlarım sağıma düştü. “Gel Erdem!” artık kimin geleceğini bildiğim için rahatlıkla cevap veriyordum.

Elini ensesine atarak sıkkınca içeri giren Erdem’e gülümsedim. “Komutanım kusura bakmayın ama Miralay iletmemi istedi, Kobranın sorgusuna girmeniz için üslerden emir gelmiş. İstediğiniz zaman girebilirsiniz.”

“Tamamdır Erdem şimdi girmek istiyorum. Nerede olacak sorgu?” dediğimde hızla karşılık verdi. “Merkez karakolunda olacak komutanım. Albay’ın emri var size ben eşlik edeceğim.” Başımı anlayışla salladım. “Tamam o zaman, sende müsaitsen çıkalım.”

Müsait olduğunu belli ettiğinde kahvemi hızla başıma dikerek ayaklandım. “Bizsiz sorgu yapacaksınız yani öyle mi komutanım?” diyerek mızmızlanan Tekin’e baktığımda sırıttım. “Önce davransaydın sende koçum!” Odadan hızla ayrıldığımda Erdem yanımda yürüyordu. İleride duran bir araca ilerlediğinde ona ayak uydurarak arabaya bindim. Sessiz geçen araba yolculuğumuzu Erdem’in çalan telefonu bozdu.

“Emredin komutanım.”

Bir eli direksiyonda diğer eli telefondaydı. Başını onaylar bir biçimde sallayarak, “Evet komutanım, yanımda şu anda gidiyoruz.” Diyerek konuştuğu kişiye karşılık verdi.

Araba usta bir manevrayla döndüğünde belirli bir hızla merkeze gidiyorduk. “Tamam Komutanım, sorgu bitince getiriyorum.” Diyerek aramayı sonlandırdı.

Bana kısa bir bakış atarak konuşmaya başladı. “Sorgudan sonra çok oyalanmasın, işimiz var dedi o yüzden sorguyu yapıp Tugaya geri döneceğiz komutanım.” Diyerek durumu özetledi.

Başımı sallayarak dediklerini onayladığımda gözlerim aracın süratiyle akıp giden yola kaydı. Ana yolun etrafı yeşilliklerle doluydu. Ormanın dik kayalarının hizasından set çekilerek ana yola dönüştürülmüş olan yol, sağında ve solunda bulunan orman ile oldukça güzel bir görsel şölen sağlıyordu.

Yarım saati aşkın bir süre sonunda merkeze vardığımızda karakolunun yolunda devam ediyorduk.

Araba yavaşlamaya başladığında Erdem başıyla karşıyı işaret etti. “Burası komutanım.”

Arabadan indiğimde karakola kısa bir bakış attım. Erdem arkama geçtiğinde belli bir mesafe ile beni takip ediyordu. Karakola girdiğimizde bakışlar üzerime dönmüştü.

Koridorun ucundan beni gören başkomiser bana doğru yürümeye başladı. “Hoş geldiniz, sorgu için gelmiştiniz değil mi?” diyerek sorduğunda başımı salladım. “Evet ben gireceğim sorgusuna.”

Başını sallayarak eliyle ileriyi işaret etti. Aynı anda yürümeye başladığımızda sorgu hakkında konuşmaya başladı. “Biz konuya sizler kadar hâkim değiliz, sizin girmeniz daha iyi olacak. Olası bir durumda arkanızda bulunan cama tıklamanız yeterli olacaktır.”

Başımı yavaşça eğdiğimde, “Sağ olun teşekkürler, Beyefendi de bana eşlik edecek yalnız.” Diyerek Erdem’i işaret ettiğimde önce duraksayarak hemen ardından onayladı. “Tabii ki, buyurun.”

Önden ben arkamdan Erdem içeriye girdiğinde, eli yüzü kıpkırmızı Kobra ile göz göze geldik. Beni görür görmez yavaşça sırıttığında, sol kaşım havalandı.

“Ne o beni mi özledin Beyaz?” diyerek pisçe sırıttığında boş bir ifade ile yüzüne baktım.

“Aynen.” Başımı yavaşça sallayarak karşımdaki adama bakınarak sarf ettiğim alay akan sesimle yüzü buruştu. “Ne o yaraların mı sızladı?” onu sinir etmek adına yavaşça gülümsedim.

Dudaklarım büzüldü. “Sohbet etmeye geldim ya, korkmana gerek yok.” Sinirle soluduğunda yerinden kalkmak için bir hamle yaptı. Ayakları ve kollarında bağlı olan kelepçeler hareketini kısıtladığında masayı ileriye doğru itmeye çalışarak bağırdı.

Yüzüne sert bir tokat attığımda, “Ne yapıyon lan sen!” diyerek kıroca konuştuğumda sinirli bakışlarını yüzüme çevirdi.

“Tırları kime gönderecektiniz konuş!” diyerek üzerine eğildiğimde bakışlarını masanın iki yanına yasladığım ellerime dikti. Beş dakika boyunca yalnızca ellerime baktığında masaya sertçe vurarak öfkeyle konuştum. “Kime gönderecektiniz söyle!”

“Söylemezsem ne yaparsın?” diyerek güldüğünde kaşlarım havalandı. “Ne yaparım öyle mi?” gülmeye başladığımda ne yaptığımı sorgularcasına yüzüme baktı.

Ellerim hızla boğazına sarıldığında kelepçelerin el verdiği kadarıyla geriye doğru yatırdığım bedeninin üzerine eğilerek tıslarcasına konuştum. “Ya o tırların kime gittiğini söylersin, ya da seni şuracıkta parçalar atarım kimse de durdurmaya yeltenmez.!” sesim odanın içerisinde gezerek tekrar bana döndüğünde yutkunmaya çalıştı.

Boğazındaki elini biraz gevşeterek konuşması için bekledim. “F-Fransa.” Diyerek zar zor konuştuğunda kaşlarım çatıldı.

“Fransa da kim var? Göndereceğiniz silahlar ile ne yapacaklardı?” diyerek sertçe sorduğumda gözleri ile elimi işaret etti.

Elimi boğazından çekip çenesine doğru sertçe vurduğumda başı geriye düşerek sersemledi. “Söylesene kim var!” bağırmam ile derin derin nefesler alarak birkaç kez öksürdü.

“Ben bilmiyorum-“ yüzüne sert bir yumruk attığımda acıyla bağırdı. “Bilmiyorsun öyle mi? Bilmiyorsun?” yüzünü iki yanağının hizasından sert sıkarak üzerine doğru bağırdığımda başını ellerim arasından kurtarmak adına salladı.

Ellerimi yüzünden çektiğimde masaya yaslanarak yüzüne baktım. “Konuşsana embesil!”

“Bana da Fransa’dan bir adam ulaştı. İstedikleri silah,” art arda öksürmeye başladığında cümlesi yarım kalmıştı.

“Nefes al da konuş artık lan!” sertçe bağırdığımda, öne doğru eğilen başını çenesinin ardından akaya doğru iterek iğrenircesine üzerine baktım.

“İstedikleri silahları, bombaları bana söylediğinde bende yanımda çalışanlara söyledim. Tırları hazırladıklarında yola çıktık. Adam geldiğinde tırları inceliyorduk,” diyerek konuştu.

“Adam ne yapacakmış o silahları?” merak ettiğim soruyu gün yüzüne çıkardım.

“Fransa da depoları varmış, lazım olan silahlar ve patlayıcılar ellerinde kalmadıkları için istedikleri söyledi.” Ellerim sinirle yüzüme kapandığında sert bir nefes alarak doğruldum.

“Yanında çalışanlar kim? Sağ kolun, sol kolun? İsim ver!” Kaşları havalandığında gülmeye başladı. “Ne gülüyorsun lan!”

“Zeki olduğunu sanıyorsun ya, aslında tam bir salaksın!” duyduklarım ile yaslandığım masadan kenara çıkarak yüzüne sardığım ellerim ile nefesini kestim. “Doğru konuş lan şerefsiz puşt! Bana isim vereceksin! Adamların kim?” çenesinin altında duran elim verdiği olumsuz bir cevaba karşılık sıkılmak için bekliyordu.

“Bilmem, sen daha iyi tanırsın oysa ki.” Diyerek gülmeye devam ettiğinde sinirlerime hâkim olmakta zorlanıyordum.

“Kimmiş benim çok iyi tanıdığım kişiler?” kaşlarım çatık, ellerim onu öldürmeye ant içmişçesine şah damarının hemen üstündeydi. “Eskiden çok güvendiğin insanlar… Kim bilir? Belki de şu an ailem dediğin adamlar…”

Ellerim çenesinden çekildiğinde karşısındaki sandalyeye oturarak yüzünü izlemeye başladım. Yalan söylüyordu. Kurtuluştan hiçbir üye bunu yapmazdı.

Benim tepkimi ölçmek istercesine yüzüme baktığında yavaşça güldüm. “Öyle olsun,” ellerimle masadan destek alarak ayaklandım. “Ne de olsa bir gün hepinizin fişini çekeceğiz.” Duydukları ile yutkundu. Bakışlarım kapının tam önünde kollarını göğüs hizasında bağlamış, çatık kaşlar ile Kobrayı izleyen Erdem’e kaydığında başımla işaret verdim. Kapıyı yavaşça araladığında bakışları hâlâ Kobranın üzerindeydi. Odadan çıkmam ile kapıyı kapatarak yanıma geldi. “Yalan söylüyor, inanmadınız değil mi komutanım?” diyerek tepkimi ölçmek adına yüzüme baktı.

Adımlarım durdu. Tek kaşımı kaldırarak yüzüne baktığımda, “Tabii ki yalan söylüyor amacı beni sinirlendirmekti.” Dedim. Rahatlamışçasına bir nefes verdiğinde adımlamaya devam etti. Karakoldan çıkarak arabaya geldiğimizde ikimizde sessizce yola bakmayı sürdürdük.

Yarım saati aşkın bir süre de Tugay’a geldiğimizde arabadan inerek yüzüne baktım. “Ben hazırlanmak için eve geçiyorum Miralay’a haber verirsin.”

Başını sallayarak beni onayladığında kendi arabama binerek demir kapının önüne geldim. Arabamı gören er kapıyı açtığında, sürgülü kapı sert bir sesle yana kaymaya başladı. Ormanlık yoldan geçerek ana yola çıktığımda yolların kalabalıklaşmaya başladığını gördüm. Kısa süren yolculuğum eve gelmem ile tamamen sona ermişti. Arabadan inerek apartmana girdiğimde hızla merdivenleri çıktım. Eve girdiğimde içerinin ne kadar havasız kaldığını hissederek hızla salonun penceresini açtım.

Odama geldiğimde dolabın kapağını aralayarak uygun kıyafetler bakmaya başladım. Bakışlarım ve hareketlerim donuk bir vaziyette siyah uzun kollu, bol boğazlı bir kazak altına ise bol kot pantolon aldım.

Üzerimdeki üniformayı yavaşça çıkardığımda yere düşen parçaya boşça baktım. Berem ve hemen ardından pantolonum yeri boyladığında yeni çıkardığım kıyafetleri üzerime geçirdim. Çekmeceleri karıştırmaya başladığımda elime geçen siyah kumaş ile yavaşça tebessüm ettim.

Makyaj masasının üzerinde duran siyah güneş gözlüğümü gözlerimin üzerine bıraktığımda, kumaşı başımın üzerine attım. Bol bir şekilde boğazımın üzerinden kaydırdığım kumaş ile bakışlarım aynaya düştü. Simsiyahtım. Eskiden Beyaz olarak anılan kadın simsiyahtı.

KURTULUŞ

Arabadan indiğimde yavaş adımlarla en dipte duran çardağa gittim.

Sızlayan yaram ile derin bir nefes alarak, cebimden çıkardığım sigara paketinden ince bir dalı dudaklarımın arasına sıkıştırdım. Ateşi tütüne yaklaştırdığımda alev alarak gerilen turuncu halka ile derin bir nefes aldım. Üflediğim zehir etrafa yayılırken seslerinden tanıdığım adamlara doğru kısa bir bakış attım. Sesler kesildi. Beşi de benim olduğum taraf baktığında neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Hepsi tedirgin ve hızlı adımlarla yanıma geldiklerinde çardak hızlıca dolmuştu. Gözlüğümün sakladığı dolu ama boş bakan gözlerimi unutmaya çalışarak sigaramdan derin bir nefes çektim.

“Bir sorun mu var?” diyerek merakla soran Kalender’e cevap vermek içimden gelmemişti.

Sigaramı ağır ağır içtiğimde kapıdan dışarıya adımlayan adam ile dudağımın kenarı yavaşça kıvrıldı. Sigaramın son nefesini içime buyur ettiğimde yere atarak postalımı üzerine bastım. Başıyla işaret verdiğinde oturduğum yerden kalktım. Titrek ve ruhsuz çıkan sesimle, “Biraz işlerim var, gelirim akşamüzeri.” Diyerek sorularını göz ardı ettim. Yaramın sızlamasını umursamamaya çalışarak hızlı adımlarla çardağı terk ettiğimde arkamdan gelen bağırış seslerine kulaklarımı kapadım.

Siyah gözlüklerimin ardından gördüğüm karanlık dünya eşliğinde Miralay’ın yanına geldim. Bir şey demeden ilerlemeye başladığında üzerine kısa bir bakış attım. Üzerindeki siyah gömleğin iki düğmesi açıktı. Altındaki kot pantolonun arkasına sıkıştırdığı beylik tabancasını gömlek ile gizlemişti.

Kendi arabasının önüne geldiğimizde elim yavaşça kapının kolunu kavradı. Ağır hareketlerle içeriye geçtiğimde bakışlarım karşıdaydı. Araba hareketlendi, demir kapı açıldı. Araba ormanlık araziden kısa bir süre içerisinde kurtulduğunda ana yola çıkararak ilerlemeye devam etti. Yutkunduğumda aklıma gelenler canımı yaktı. Bazen rüyalarıma giriyorlardı, gördüğüm anılar ise hatırlamama yardımcı olurken canımı bir hayli yakıyordu. Ellerim yumruk olurken Hakkâri’ye gelmeden önce gördüğüm şey aklıma geldi. Barkının ve Emir’in suçlayıcı bakışları… Barkının bedenimi duvarla arasına sıkıştırarak olanları acımasızca yüzüme vurması…

Bir şeyler dönüyordu ama gerçekleri anlamak için geç kalmıştım. Gerçekleri anlamak için onların ölmesini mi beklemiştim sahiden?

Böyle olmasını kimse istemezdi ki… Böyle olmasını ben istemezdim ki…

Araba ormanlık bir yola saptığında kendimi oldukça garip hissediyordum. Sanki bunları yaşayan ben değilmişim, karşımda bir kadın varmış ve o kadının hareketlerini izliyormuşum gibi hissediyordum.

Kadın kırılmıştı.

Kadın yıpranmıştı.

Kim bilir belki de parçalara ayrılacaktı.

Sol gözümden istemsizce bir yaş akıp kazağıma karıştığında, yüzüm dümdüzdü.

Araba durduğunda bakışlarım biraz yukarı kaydı. Gördüğüm yazı ile gözlerim sımsıkı kapanmıştı.

ŞEHİTLER MEZARLIĞI

Miralay arabadan indiğinde yavaşça kapıyı araladım. Aşağı indiğimde bir elim kapıda, bakışlarım ise tabelada yazan yazıdaydı. Miralay yanıma gelerek elini sırtıma koydu. İlerlemem adına bedenimi biraz ileri doğru iteklediğinde yavaş bir adım attım. Attığım her adım beni geçmişe götürüyordu.

Demir kapıyı yavaşça aralayarak içeriye doğru bir adım attığımda, gördüğüm manzara ile dudaklarım burukça kıvrıldı. Her taraf bayraklarla donanmıştı. Burası şehit mezarlığıydı.

İstiklal marşında deniyor ya hani,

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı.

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Her kıtasında binlerce anlam yatan marş, an itibari ile hakkını son damlasına kadar veriyordu.

Karşımdaki yüzlerce mezarın üzerinde yazan isimler bedenimi titretmeye yetiyordu.

Miralay’ın eşliğinde mezarların arasından geçerek bir yere ulaştık. Etrafıma bakındığımda gördüğüm isimler ile bacaklarım çözülmüştü adeta.

ŞEHİT BARKIN KOÇ

ŞEHİT EMİR YILDIZ

ŞEHİT ATEŞ VURAL

ŞEHİT YAVUZ TÜTEN

ŞEHİT GİRAY BULUT

Ruhlarına Fatiha

Dudaklarımdan titrek bir nefes kaçtığında yavaşça yutkundum. En başta duran mezara elimi yavaşça koyduğumda dudaklarımdan bir feryat yükseldi. Dik bedenim aniden çöktüğünde yere yığılmıştım. Bacaklarım ayakta durmayı ısrarla reddediyordu adeta. Sırtımı mezara yasladığımda omuzlarım hızla sarsılıyordu. “Neden? Neden ya neden!” dudaklarımdan firar eden kelimeler ile bedenim daha fazla sarsılmaya başlamıştı.

“Her şey benim başıma mı gelir ya? Allah’ım sen yardım et…” diyerek fısıldadığımda mezarın sert taşından destek alarak ayağa kalktım.

Barkının bilgileri ile dolu olan taşa baktığımda gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. “Hani diyorlar ya ağlayarak düşmana keyif verme diye, iyi ama benim canım çok yanıyor.”

Benim canım çok yanıyordu. Benim canım her zaman ki gibi çok yanıyordu.

Dudaklarımın arasından bir feryat yükseldiğinde yan yana dizilmiş beş mezara bakındım. Hepsinin isimlerinin yazılı olduğu beyaz mermerlerde elimi gezdirdim. Gözlerimden akan yaşlar kazağımla buluşurken bulanık bakışlarımın hedefleri yan yana dizilmiş beş mezar taşıydı.

“Nasıl oldu ya? Nasıl oldu da kayıp gittiniz bir anda?” fısıltıyla sorduğum soru yalnızca altımızın arasında kalmıştı.

Titrekçe verdiğim nefesler içimi yakıyordu. Yüzüm üzerine düşen yaşlardan dolayı yanmaya başlamıştı. Bu soğukta bedenim yanıyordu… Bedenim değil, içim yanıyordu.

Barkın ve Emir’in arasında yavaşça çömelerek oturduğumda başım mermere yaslıydı. Üzerleri bomboş olan topraklara bakmaya başladığımda ensemden sırtıma akan ter damlası ile irkildim.

“Ama benim canım çok yanıyor.” Diyerek tekrardan fısıldadığımda ellerim gözlüğüme gitti. Gözlüğü başımın üzerine çektiğimde ellerim yüzüme kapandı.

Ellerim yüzümde, omuzlarım şiddetle sarsılırken gözlerimin önüne serilen patlama görüntüleri ile gözlerim sımsıkı kapandı. Görüntüler gözlerimin önünden bir bir kayarken dudaklarımın arasından bir inleme firar etti. Canım yanıyordu. Çok canım yanıyordu.

Zorluklarla mücadele etmediğin müddetçe yaşamayı öğrenemezdin. Evet bu doğruydu ama bu kadarı bana çok fazla geliyordu.

Ellerim boş toprağın üzerinde gezindiğimde, ellerim titremeye başladı. Kimse gelmemişti yanlarına. Kimse gelmemişti yanlarına? Aklıma gelen düşünce ile kaşlarım çatıldı. Yerimden sersem adımlarla kalktığımda karşımda oturan adama baktım. Yüzümü izliyordu. “Hepsi neden Hakkâri de?” dedim ağlamaktan boğuklaşan sesim ile.

Gözleri toprağa daldığında, “Aileleri bir arada olmalarını istedi bende tayinim buraya çıkınca hepsini yanıma defnettirdim.” Diyerek mırıldandı.

Duyduklarım ile yüzüm boşaldı. Bakışlarım tekrardan boş topraklara kaydığında yere oturdum. Kalbim ağrıyordu. Normal miydi? Kalbimi ağrıtan şey, hepsini aynı anda kaybetmem miydi yoksa içimdeki garip his miydi?

Oturduğum yerden kalkarak, kenarda duran su şişelerini elime aldığımda belime giren keskin ağrı ile yüzümü buruşturdum. Zar zor şişeleri mezar taşlarının üzerine bıraktığımda kapağı açarak boş toprağı nemlendirdim. Beş mezara aynı şekilde uyguladığım işlem ile şişeleri kenara fırlattım.

Bakışlarım mezarların üzerinde uzun bir süre gezindiğinde arkamda hissettiğim beden ile bakışlarım üzerlerinden yavaşça ayrıldı. “Hadi artık, vedalaş.”

Sakinleşen bedenim duyduğum cümle ile hızla sarsılmaya devam ettiğinde iki koluma sarılan el bedenimi geriye doğru çekti. Miralay’ın eşliğinde sersem adımlarla mezarlıktan ayrıldığımızda arabaya bindik.

Islak büyümü ellerim ile temizlemeye çalıştığımda başarısız olmam sinirlerimi bozmuştu. Silemediğim yüzüm için hızla ağlamaya devam ettiğimde belimdeki keskin sızı daha da gün yüzüne çıkmaya başlamıştı.

Araba yolculuğunda ana yola girmemiz ile titrek çıkan sesimle konuştum. “Beni eve bırakır mısın?” cebimden çıkardığım araba anahtarını ona uzattığımda, “Erlerden birine versen arabamı getirse?” dedim bir umut. Anahtarı elimden alarak beni onayladığında eve doğru sürmeye başladı. Ellerimi bacaklarımın üzerine bıraktığımda gözlerimden düşen yazlar üzerlerini ıslattı. Titreyen ellerim git gide şiddet kazanırken bakışlarım bulanıklaşıyordu.

Arabanın durması ile yolculuğumuz sona ermişti. Garip adımlarla arabadan indiğimde apartmana geldim.

Ağrıyan yaram ve kramplar giren belim ile zorla çıktığım merdiven sonucu eve ulaştım. Asansörü çağırmış olsam dahi bir tülü gelmek bilmemişti.

Eve girip ayağımdaki postalları çıkarıp kenara fırlattım. Odama geldiğimde yerde duran üniformama kısa bir bakış atarak üzerimdekilerden arındım. Rahat şeyler giydiğimde beylik tabancamı yanıma bırakarak yatağa uzandım.

Hayat ne kadar garipti değil mi? Daha saatler önce gülerken, dakikalar içerisinde ağlayabiliyordun. Çatlamak üzere olan başım ile yüzüm buruştu. Gözlerimi kapatarak cenin pozisyonuna geldiğimde yaramın sızısı beni zorluyordu. Aradan geçen yarım saatte bilincim kapanmak üzereydi adeta… Karnıma, belime giren kramplar ve yaramın ağrısı beni bayıltacak duruma getirmişti. Alnımdan akan terler ile bayıkça odanın içine baktığımda titrek bir nefes aldım.

Evin içerisine dolan zil sesi ile zor açtığım gözlerim tam karşımda kalan kapıya döndü. Yerimden zar zor kalkarak kapıya geldiğimde, yavaşça aralanan kapı ile kimin geldiğine baktım.

İçeriye girdiğinde hızla ayakkabılarını çıkartarak bana yaklaştı. Kızaran gözlerimi görür görmez bir adım geriledi. “Ne oldu?”

Gözyaşlarım adeta bu soruyu bekler gibi akmaya başladığında ellerimi hafifçe iki yana açarak, “Kalbim ağrıyor.” Diyerek sızlandığımda titrek bir nefes verdi. Sırtımdan hafifçe ittirerek beni odama soktuğunda yavaşça yatağa oturdum. Yanıma oturduğunda sakin bir sesle sordu. “Neler oldu anlatmak ister misin?”

“Kalbim ağrıyor.” Ağlamam sesime yansıdığından boğuk çıkan cümlelerini anlamasını umut ettim.

Yüzümde hissettiğim bakışlarına karşılık vermediğim zaman zarfında ılıkça akan sesi kulaklarıma ilişti. “Ama bir sebebi olmalı öyle değil mi?”

Başımı sallayarak onu onayladığımı belirten bir mırıltı çıkardım. “Evet.”

Âhi aniden, “Yaran kanamış,” diyerek ayağa kalktığında geçen gün ilacı attığım çekmeceyi açarak bir şeyler bulmaya çalıştı. Eline geçen tentürdiyot ve sargı bezlerini yatağa döktüğünde gözlerim kapanmaya başlıyordu. Benimle konuşmaya çalışan adamın sesi uzaklara gittiğinde, bedenim yavaşça karanlığa teslim oldu.

KURTULUŞ

Âhi Alphan’dan

Şu anda görevi başarı ile sonlandırmış bir şekilde Tugaya dönmek üzere yola çıkmıştık. Karşımda, bacaklarını şelaleden esinlenme yaparak akan kanı izliyordum. Yaralanmıştı. Bu hallerine alışıktım, aynı onun kendini yaralı bir şekilde görmeyi garipsememesi gibi.

Yanında oturan Kalender’in yaptığı tampon ile kanaması azalmıştı. Tekinin de Kalender’e yardımı sonucunda biraz daha iyi bir durumdaydı.

Çatışma bittiğinde yanına gitmeye karar vermiştik ve gördüğümüz manzara pek de iç açıcı değildi. Kobrayı eline geçirmiş, öldürmek istercesine yumruklarını yüzüne geçiriyordu.

Daldığım düşünceleri bölen olay helikopterin yavaşlayarak durması olmuştu. Tekin hızla aşağı atladığında gür bir sesle bağırmaya başladı. “Sedyeyi yaklaştırın!”

Armin yattığı yerden yavaşça doğrulurken, aşağıda kalan Tekin yardımı ile hızla sedyeye yatırılmıştı. Armin, Tugayın arkasında kalan askeri hastaneye götürülürken bizde yavaş adımlarla dışarı çıktık.

Erdem ve Miralay ile karşılaştığımızda, Kalender ve Ertuğrul bir adım öne çıktı ve Kalender hızla konuşmaya başladı. “Kurtuluş Timi verilen görevi layığıyla yerine getirmiş, yeni verilecek görevler için hazırdır Komutanım!”

“Rahat.” Diyen Miralay çatık kaşlarla hepimizi süzdüğünde, “Komutanınıza ne oldu?” diyerek sordu.

“Kobrayı yakalamak adına mevzilendiği alandan çıktı. Kısa bir süre sonra da Kobra tarafından vurulduğunda yedirememiş olacak ki ikisini bulduğumuzda Kobrayı öldürmek üzereydi.” Dedi Kalender. Kalender ve Miralay kısa bir süre daha konuştuğunda vakit kaybetmeden Tugaya geçtik.

Teçhizat odasının önüne geldiğimizde parmak izlerimizi kapıya okutarak içeri girdik. Kendi dolabımın önüne geldiğimde üniformalarımı çıkartarak kenara aldım. Hızla üzerimi değiştirdiğimde beremi de kafama geçirerek dolabın içerisindeki aynaya bakındım. Yakışmıştı.

Açılan kapı ile gördüğümüz yüz Erdem’ e aitti. “Komutanınız sizi dinlenme odasına görmek istiyor, biraz hızlanın.” Diyerek hızla açtığı kapıyı kapattığında odanın içerisinde kısa bir göz gezdirdim. Herkes hazır görünüyordu.

Dinlenme odasına geçtiğimizde kısa bir süre sonra kapı açıldı. Bizi görür görmez verdiği tepki ile yüzümde geniş bir gülümseme oluştu. Kaybettiğini düşündüğüm duygularını bizler sayesinde geri kazanmaya başlıyordu.

Silahlarımızı alarak bahçeye çıktığımızda; Kalender, Tekin ve Yıldırım üçlüsünün atışması ile sesimiz sessizlik esen bahçede büyük bir yankı uyandırmıştı. Seslerden geldiğimizi anlayan kadın başını olduğumuz tarafa çevirdiğinde yavaşça kıkırdadı. Bakışlarım gülümsemesinde takılı kaldığında dudaklarımda donuk bir tebessüm oluştu. Yanına geldiğimizde elindeki çay bardağını kenara bırakarak ileride kalan Erdem’e seslendi. Fotoğraf çekineceğimizi söylediğinde itiraz etmeden belli bir sıraya göre dizilerek kameraya baktık. On dakikayı aşkın sürede çekindiğimiz fotoğraflar ile telefonunu alarak ortadan kaybolmuştu.

Dinlenme odasına geçtiğimizde operasyon hakkında konuşmaya başlamıştık.

“Üzerinden çekmesek öldürürdü.” Diyen Kalender’i başımla onayladım. “Sinir bozucu bir adam, kim bilir nereye gönderecekti tırları?” dedim arkama yaslanarak.

Ertuğrul sıkıntılı ve merak dolu sesiyle konuşmaya katıldı. “Az buz bir sevkiyat değildi, beş tır. Her birinin içerisinde yüzlerce patlayıcı madde ve silah vardı.”

Kapı yavaşça açıldığında bakışlarım hızla içeriye giren kişiye kaydı. Dalgın bakışları içeriyi süzerken az da olsa toparlansa dahi gözümden kaçmamıştı. Kendini yarasına dikkat ederek koltuğa attığında Tekin konuşmaya başladı.

“Çok zevk aldığım bir temizlikti.” Tekin’in dedikleri ile güldüğünde oturan herkes aynı şekilde gülmüştü.

“Başınızda ben vardım tabii güzel olur.” diyerek kendimi övdüğünde dudaklarımda hafif bir tebessüm oluştu. Güzel bir kadındı ve güzel olduğunun farkındaydı. Ela ve toprak renginin karışımı olan gözleri, geceyi andıran koyu saçları, biçimli burnu ve dolgun dudakları ile çok güzeldi. Yüzünü incelerken araya girip laf atan Yıldırım’a boş bakışlarımı gönderdim.

“Ay güzel görmesek inanacağız, tipsiz cüce.”

Bakışlarım Armin’e kaydığında, ağzı açık bir vaziyette yüzüne baktığını gördüm. “Ne dedin sen?”

Yıldırım dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini kaçırdığında, Ertuğrul ve Kalender’den eş zamanlı kafasına tokat geçirilmişti. Bir tane de ben vurmak istesem dahi sakince oturduğum yerden, ikilinin vurmasını keyifle izledim.

“Oh canıma değsin.” Diyerek gülen kadın ile keyfimiz iyice yerine gelmişti. Yıldırım hariç herkes gülerken çalan kapı ile geleni tahmin etmek zor olmamıştı. Alışık olduğumuz diyaloğu başlatan kişi Komutanımız olmuştu. “Gel Erdem gel!”

Yavaşça içeriyi süzerek bakışlarını Armin’in üzerinde topladı. “Komutanım tırlar geldi. Armin Üsteğmen gelmeden tırları bırakmayız diyorlar, bir baksanız.”

Erdem’i dinlediğinde yavaşça ayaklandı. Herkes oturduğu yerden kalktığında önde yürüyen kadını dikkatle takip ettik. Tırların geldiğine dair kısa çaplı bir konuşma yaptıklarında Miralay’ın yanına geçerek hızla bir şeyler konuştu.

Dinlenme odasında geçen Yıldırım’ın aile muhabbetine çok bir fikrim olmadığı için katılmak istememiştim.

Erdem’in ellinci kez kapıyı çalması ile ayaklanan Armin, Kobranın sorgusuna gitmişti.

Haberlerde dönmeye devam eden holding muhabbeti her ne kadar umursamazca davransa da Yıldırım’ın canını sıkmıştı. Can sıkıntısını yüzüne bakan herkes anlayabilirdi.

“Gidip konuşmayacak mısın şimdi?” diyerek kısık sesle soran Ertuğrul’a yandan bir bakış attı.

“Bunca yıl aramamış adam ağabey, şimdi paraya ihtiyacı olunca beni mi görmek isteyecek sence? Amacı belli işte, yanına gideceğim o da kısaca kendisini iyi bir adam olarak tanıtıp beni kendine bağlayacak, sonra ben imzayı verince holdingin parası ikimize kalacak. Çok saçma.”

Yıldırım’ı anlayamazdım. Ben aile sevgisini tadan ve ailenin tek oğlu olarak büyüyen bir çocuktum. Ona destek olmak adına konuşmak istesem ağzımdan yanlış bir kelime çıkar diye endişeliydim. Yıldırım hassas bir insandı. Bunu anlamak için Yıldırım ile aynı masaya oturmak bütün time yetmişti. Kız arkadaşı ile yaşadığı olay ve üzerine gelen ailevi sorunları onu yıpratacak cinstendi. Yıldırım’ın en sevdiğim huylarından birisi, yaşadıkları ile hayatına devam etmeyi iyi biliyordu. Şahsen ben alışamıyordum. Bakışlarım sağ avuç içime kaydığında yavaşça yutkundum. Donuklaşan yüzüm ile burnum sızladı. Acı vericiydi.

KURTULUŞ

Uzun bir süre içeride oturmaktan ağrıyan başım sayesinde bahçeye çıkmıştım. Ağır adımlarla yürürken gözüme çarpan çardak ile kaşlarım çatıldı. Simsiyahtı.

Başındaki baş örtüsü, güzel gözlerini kapatan siyah güneş gözlüğü ve kıyafetleri ile simsiyahtı. Her zamanki gibi çok güzel gözüküyordu ama Beyaz olarak anılan kadını bu şekilde görmek garipti.

Arkamdan gelen sesler ile timdekilerin de arkamdan geldiğini anladım. Hızla çardağa vardığımda etrafı saran koku ile yüzüm buruştu. Sigara içiyordu. İçtiğini bilmiyordum. Sigara içen insan herhangi bir topluluğa girdiğinde etrafı saran kokudan içtiği anlaşılırdı. Oysaki Armin sigara kokmazdı ki…

Sigarasını zarif parmaklarının arasında tutarak dudaklarının arasına yerleştirdiğinde, zehirli nesneyi hızla içine çekti. Dışarı üflediği hava ile odak noktası her neyse çok durgundu.

Kalender’in sorduğu soruyu duymazdan gelerek sigarasını içmeye devam etti. Bakışları ileriye kaydığında bahçede duran Miralay’a baktı. Yerinden kalktığında geri geleceğine dair kısa bir cümle kurarak yanımızdan ayrıldı. Yıldırım ve Kalender’in arkasından bağırmasını takmayarak Miralay’ın yanına gitti.

Tim üyeleri çardaktan ayrılırken bakışlarım yerde dumanı tüten sigaraya kaydı. Şu an neyle savaştığını bilmiyordum ama içimdeki his hiç de hoş şeyler söylemiyordu.

Soğuk hava bedenimi titretmeye yeterken, içimdeki garip duygular beni yoruyordu. Gözlerimi kapatarak başımı çardağın ahşap tahtasına yasladığımda, etraftaki sessizlik ve görevin yorgunluğu ile gözlerim kapandı.

KURTULUŞ

Kulaklarımı tırmalayan araba sesi ile gözlerim yavaşça aralandı. Bakışlarım arabadan inen adama kaydığında gördüğüm manzara ile kaşlarım çatıldı. Görmeyi beklediğim şey, dağılmış bir Albay değildi elbette.

Durgun bakışları ve soluk yüzü ile oldukça kötü görünüyordu. Derin nefesler alarak Tugaya girdiğinde kısa bir süre sonra yanıma gelen Erdem’e baktım.

“Albay, Armin Komutanın arabasını evine bırakmanızı istiyor.” Diyerek avucuma bıraktığı anahtara baktığımda başımı salladım. “Tamam bırakırım.”

Erdem yanımdan giderken anahtarı avucuma sıkıca alarak arabasını park ettiği yere doğru yürümeye başladım. Arabanın kilidini açarak içerisine geçtiğimde burnumu dolduran kokusu ile çenem kasıldı.

Aracı hızla çalıştırarak Tugaydan ayrıldığımda ana yola çıkarak eve doğru sürmeye başladım. Tugaya neden gelmediğini sorgularken, aklıma gelen kötü düşünceler sayesinde ellerim hafif hafif titriyordu.

Kendi nefeslerimde boğulur gibi hissederken sağ elim boğazıma gitti. Camı açtığımda içeriye dolan temiz havadan derin bir nefes alarak kendimi rahatlatmayı umdum.

Hızdan ve stresten gazı köklediğim için oldukça kısa bir süre içerisinde gelmiştim. Arabadan inerek kapıyı kilitlediğimde apartmanın şifresini bilmediğimi hatırlayarak ufak bir küfür savurdum. Zile basmak üzereyken açılan kapı ile, kapıyı tutan adama baktım. “Teşekkürler.” Diyerek hızla yanından ayrıldığımda merdivenleri üçer üçer çıktım. Dairenin önüne geldiğimde elim yavaşça havalandı. Zile basıp basmamak arasında kalmışken, hayatın ne kadar kısa olduğunu hatırlayarak zili çaldım.

Bir dakikaya yakın bir sürede açılan kapı ile hızla içeri geçerek postallarımı çıkardım. Başımı kaldırarak yüzüne baktığımda dolu gözlerini görmem ile içimden savurduğum küfür ile gözlerimi kapadım.

Kendi içimde verdiğim savaşı bir kenara bırakarak sakince sordum. “Ne oldu?”

Bu soruyu bekliyormuş gibi hızla dolan gözlerinden bir damla yaş yanaklarına doğru süzüldü. “Kalbim ağrıyor.” Titrek çıkan sesi ile gözlerim kapandığında başımı geriye atarak derin bir nefes aldım.

Düştü düşecek gibi duran bedenini hafifçe ittirerek, odasına girmesinde yardımcı olduğumda yavaşça yatağa oturdu. Yanında kalan boş yere oturarak yüzüne baktım. Geceyi andırıyordu.

“Neler oldu anlatmak ister misin?” diyerek mırıldandığımda hafif bir nefes sesi kulaklarımı doldurdu. “Kalbim ağrıyor.”

Boğuk ve kırık çıkan sesi ile yüzüm kasıldı.

Yirmi beş senelik hayatımda ikinci kez çok çaresiz ve ne yapacağımı bilemezcesine yaşıyordum.

Gözlerimde hissettiğim yanma ile titreyeceğine emin olduğum sesim için kısıkça sordum. “Ama bir sebebi olmalı öyle değil mi?”

Başını salladığında, “Evet.” Diyerek mırıldandı.

Kolumda hissettiğim ıslaklık ile Armin’e döndüğümde, elime ve bileğime bulaşan kana baktım. “Yaran kanamış.” ayaklandığımda geçen sefer iğnesini attığı çekmeceleri karıştırmaya başladım.

Gördüğüm tentürdiyot ve sargı bezlerini elime alarak yatağa döndüğümde gözleri bayık bakan kadın ile çenem kasıldı.

“Şimdi iznin varsa yaranı temizleyeceğim, uyuma bak seni dinlemeye geldim.” Uyumaması için konuşmam işe yaramamıştı. Kapanan gözleri ile bedeni arkaya doğru kayarken hızla başından ve belinden tutarak yatağa yatırdım.

İzni olmadan ona dokunmak istemesem dahi kan kaybediyordu ve buna müdahale etmem lazımdı. Tişörtünü yavaşça sıyırdığımda, eski sargı bezinin kanla kaplandığını gördüm. Sargı bezini savaşça çıkardığımda, dudakları arasında birkaç mırıltı çıkardı. Tentürdiyot döktüğüm pamuğu yavaşça yarasına yaklaştırdığımda, yanmaması için üflerken bir yandan da pansumanını yapıyordum. Yarasını güzelce temizlediğimde sargı bezini yaranın üzerine sararak tişörtünü indirdim. Tişörtü kanlanmıştı ama değiştiremezdim. Uyandığında kendisi de değiştirmek isterse o zaman yardım ederdim.

Evin içerisinin soğukluğu hoşuma gitmemişti. Odanın camına baktığımda kapalı olduğunu gördüm. Salona geçtiğimde havalanan perde ile kaşlarım çatıldı. Bu soğukta cam mı açılırdı? Camı kapattığımda, mutfağa geçerek buzdolabından süt çıkardım. Üşümüştüm. Çekmecede bulduğum cezveye sütü boşalttığımda ocağa koyarak ısınmasını bekledim. Sütü tekrardan dolaba yerleştirdiğimde tezgâhın üzerinde gördüğüm bal ile dudaklarımda hafif bir tebessüm oluştu. Isınan sütü bardağa döküp kenarda duran baldan içerisine ilave ettim.

Ana yolu gören masaya baktığımda, sandalye çekerek yavaşça oturdum.

Şu anda uyuyordu ve onu uyurken izleyerek rahatsız etmek istemiyordum. Her ne kadar yaralı olsa da aldığı eğitimler sayesinde izlendiğini anlayarak rahatsız olabilirdi.

Sıcak sütü dudaklarıma yaklaştırdığımda yavaşça bir yudum aldım. Yoldan hızla geçen arabaları izlerken, aslında düşündüğüm şey arabalar değildi.

Şu an ki timimden önce yapmış olduğum görevler veya tam şu anda içinde bulunduğum garip durum beni düşünmeye yöneltiyordu.

Sütü masaya bıraktığımda yüzümü ovuşturarak derin bir nefes aldım.

Birkaç gün önce aramızda geçen yakınlaşma beni panikletmişti. Eğer ki aramızda geçen yakınlaşma ileri bir boyuta taşınsaydı aramızdaki alt üst ilişkisinin durumu beni yorardı.

O benim Komutanımdı ama olmuyordu işte. Gönül bu ferman dinlemiyor dedikleri bu olsa gerekti. Emin değildim, bu gerçekten bir sevda mıydı yoksa başka bir şey miydi? Tek taraflı düşünceler aklıma karman çorman ederken başım ağrımaya başlamıştı.

Sütümü yavaş yavaş içmeye devam ederken telefondan gelen bildirim ile cebimden çıkardığım telefona baktım. Ana ekrandaki fotoğraf içimdeki acıyı kasıp kavururken gözlerim yandı. Serumlu kol bana yaşanılanları hatırlatırken, Armin’e karşı hissettiğim garip duygular ile sinirle soludum. İhanet miydi yaptığım? Ona eziyet miydi hislerim?

Gelen saçma sapan indirim mesajını silerek telefonu cebime attım. Bardağı güzelce yıkayıp, kuruladığımda eski yerine koydum.

İçeriden gelen inleme sesi ile kaşlarım çatıldığında hızla odaya geçtim. Kaşları çatık bir eli kasıklarına kapanmış Armin’in yüzü acı ile kasılmıştı. “Ne oldu?” diyerek yere çömeldiğimde bakışları üzerime çevrildi.

“Bir şey yok.” Diyerek zar zor konuştuğunda olayı anlamak istercesine yüzüne baktım.

“Yalan söyleyip söylemediğini anlayabiliyorum. Ne olduğunu söylemek ister misin?” tane tane konuşmam ile eş zamanlı yüzünü buruşturdu.

“Kasıklarımla belimin ağrısı birbirine girdi, her tarafım ağrıyor.” Dediğinde eli sıkıca kasıklarına baskı uygulamıştı.

Ne yapmam gerektiğini düşünürken, “Ağrı kesici var mı?” diyerek sordum. Başını sallayarak yerini tarif ettiğinde hızla suyu ve ilacı alarak yanına döndüm. İlacı ve suyu eline verdiğimde ensesinden tutarak biraz doğrulmasında yardımcı oldum. İlacı yuttuğunda bardağı komidinin üzerine bırakarak yavaşça yatmasını sağladım. Aniden öne doğru büküldüğünde dudaklarından acı bir inleme döküldü.

Eli kasıklarından bir an olsun ayrılmazken ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Aklıma gelen şey ile ayaklandım. “Sıcak su torbası var mı?”

Başını salladığında tekrardan yerini hızlıca tarif etti. Mutfağa giderek ısıtıcıya su koyduğumda, torbasını da alarak geri geldim. Beş dakikaya yakın bir sürede kaynayan suyu torbanın içerisine aktararak odaya geçtim.

Torbayı yavaşça kasıklarının üzerine bıraktığımda, örtü ile üzerini örterek yüzünü izledim. Alnından akan terler ve sık aldığı nefesler gerçekten kötü olduğunu gösteriyordu. Eli termosun üzerinde, derin nefesler alarak tavanı izlemeye başladı.

Bir anda aklına bir şey gelmişçesine ağzında birkaç kelime mırıldandığında, omuzları sarsıldı. Sol gözünden firar eden göz yaşı ile ellerini yüzüne kapattı. Şu an çok savunmasız görünüyordu. Resmen aslanın içerisinden çıkan bir kediydi.

Uzun bir süre ağlamaya devam ettiğinde tiz bir ses kulaklarımı doldurdu. “Neden her şey kötüye sarıyor? Neden tam mutlu oldum derken başka şeyler ortaya çıkıyor? Ben artık dayanamıyorum.” Şiddetle sarsılan omuzları eşliğinde gözyaşlarını elinin tersiyle silmeye çalıştı. “İki senenin ardından mezarlarını gördüm.” Dediğinde bedenim kasıldı. Kimin mezarlarından bahsediyordu?

“Kim onlar?” diyerek kısık bir sesle sorduğumda, “Eski timim.” Dedi bir an olsun düşünmeden. Bakışlarım yere daldığında yapbozun parçaları tek tek oturmaya başlamıştı. Ağlamasını durdurmak istiyordu ama içindeki duygular buna engel oluyordu. Bu olayın nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyordum.

“Kobra bana sorguda aramızdan birinin hain olabileceğini söyledi.” Duyduklarım karşısında kaşlarım çatıldı. “Ne saçmalıyor o embesil!” diyerek yüksek perdeden konuştuğumda yattığı yerden toparlanarak dizlerini kendine çekti. “Bilmiyorum. Beni sinirlendirmek ve hataya sürüklemek için dedi bundan eminim ama düşüncesi bile içimi huzursuz ediyor.”

Çatık kaşlarım eşliğinde yatağın yüzeyine bakarak konuştum. “Böyle bir şey olamaz, özel kurulan bir tim içerisinden hain çıkması…” dudaklarım büzüldü. Olamazdı. Olamazdı değil mi? Olamazdı.

Burnunu çektiğinde akan yaşlarını eliyle silmeye çalıştı. Oturduğum yerden kalkarak mutfağa gittiğimde peçete alarak yanına oturdum. Elimden alarak kısık sesle tebessüm ettiğinde sırıtmamak için kendimi zor tutuyordum. Gözyaşlarını ve akan burnunu sildiğinde, elindeki peçeteyi sıkarak diğer elini kasıklarını götürdü.

“Çok mu ağrıyor?” diyerek sorduğumda çekingence yüzüme baktı. Bu halleri Tugayda kükreyen asker modelinin gözümde sönmesine neden olmuştu. Binlerce askere emir yağdıran kadın gitmiş, yerine küçücük bir çocuk gelmişti.

“Hayır sadece zihnim çok dolu. Psikolojik muhtemelen…” Diyerek mırıldandığında dudaklarımı birbirine bastırıdm.

“Sen git istersen izin gününden silmesinler.” Diyerek beni düşünmesi yutkunmama neden olmuştu.

Başımı yavaşça iki yana salladığımda konuşmayı unutmuş gibi olmuştum. “Yok, yani Albayın haberi var ama sen rahatsız olacaksan gidebilirim.”

Kızarmış gözleri ile yüzüme baktığında panikle konuştu. “Yok git dercesine söylemedim. İstersen kalabilirsin.” anlık dediği şeye şaşırarak elini havada savuşturdu. “Yani işin yoksa durabilirsin anlamında…”

Ukalaca gülerek, “Tamam beni yanında istediğini bu kadar belli etme, buradayım.” Dediğimde yüzüme bayık bir bakış attı. “Siktir git Âhi.”

Duyduklarım ile gülmeye başladığımda gözlerini devirerek bakışlarını tavana dikti. Bir günlüğüne yüzsüz davranmaktan zarar gelmeyeceğini umarak, “Salatalık getireyim mi? Bahçe salatalığı hem de.” Diyerek güldüm.

Kıstığı gözleri ile yüzümü süzdüğünde, “Sende yiyeceksen getir.” Dedi.

Başımı sallayıp hızla yerimden kalkarak mutfağa geçtiğimde süt alırken dolapta gördüğüm poşet poşet salatalıklardan bir miktar çıkartarak tezgâha bıraktım. Musluğu açtığımda yıkadığım salatalıkları bir tabağa aldığımda, bıçak eşliğinde etrafını belirli aralıklar bırakarak soydum. Yemeyi sevmediğim salatalık neden bana şu anda çok güzel görünüyordu? Sanırım kalbim gene durması gereken yeri unutuyordu. Başımı iki yana sallayarak kabukları çöpe atıp tabağı elime aldım. Odaya geldiğimde tabağa bir bakış atarak yutkundu. Gerçekten de çok seviyordu anlaşılan. Eline aldığı salatalığı hızlı hızlı yemeye başladığında dudaklarımda hafif bir tebessümle, salatalığa olan sevgisine güldüm. En son ki salatalık anından sonra gözümde pek iyi sahneler canlanmazken, diretmesini beklemeden yemeye başladım. Lezzetliydi ve çok güzel kokuyordu.

Salatalığı yerken üzerimde hissettiğim bakışlar ile başımı yana çevirdim. “Ne oldu beğendin değil mi? Ben demiştim ama…” gülerken ağzına sokuşturduğu salatalığı hızlıca çiğnedi.

“Nereden buldun bu mevsimde salatalığı?” diyerek sorduğumda, “Evi Miralay tuttu her yeri de kendi yerleştirmiş. Salatalığı sevdiğimi bildiği için poşet poşet almış. Yani ben de bilmiyorum nereden bulduğunu.” Diyerek karşılık verdi.

Salatalıkların hepsini kısa bir süre içerisinde bitirdiğinde tabağı kenara bırakarak oturduğum yerden başımı ovdum. “Ne oldu?” dedi bakışlarını yüzümde gezdirirken.

“Başım ağrıyor biraz.” Dedim.

“Bana getirirken kendin de içseydin ya bir tane ağrı kesici.” diyerek hayıflandığında git gide artan başımın ağrısı yüzünden ilacı alıp içtim.

Odaya döndüğümde bıkkınca tavanı izleyen kadını gördüm. “Sıkıldınız mı komutanım?” resmi bir dille konuştuğumda alay edercesine güldü. “Sıkılmadım, hem sana ne bundan?”

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak kapıya yaslandım. “Gitmemi istiyorsanız direkt söyleyin lütfen, istenmediğim yerde durmam.”

Gözlerini kısarak bana bakmayı sürdürdü. “Daha demin siktir git derken pek de şaka yapıyor sayılmazdım aslında.”

Yüzsüz davranışlar sergilemeyi sevmezdim lakin, karşımdaki kadın sınırlarımı zorluyordu. “Aç gibisiniz, bence yemek yemeliyiz.”

Ayaklanarak yanımdan geçip gitti. Mutfaktan bağırarak, “Ne o, sen mi yapacaksın yoksa?” dediğinde gülerek mutfağa girdim. “Elbette.”

Sandalyeye oturarak tezgahı işaret etti. “Yap o zaman.”

Cüretkâr sesi yutkunmama neden olurken, çıkardığım malzemeler içerisinde kırk dakikayı aşkın bir sürede tavuk pilav yapmıştım. Kızarttığım tavukları pilavın üzerine bırakarak masaya götürdüğümde tabağa bakarak hafifçe güldü.

Uzun sürmeyen yemek faslından sonra mutfağı toparlayarak salona geçtik. Sessiz ortamı bozan sorusu ile oturduğum yerden dikleştim. “Sen neden gelmiştin?”

“Araban Tugayda kalmış, Miralay götür diye anahtarı bana verdi.” Dedim kısaca olanı anlatarak.

Başını salladığında, “Anladım,” diyerek karşılık verdi. “Elindeki yarayı ne zaman anlatacaksın?” delici bakışlarını elime çevirdiğinde yavaşça yutkundum. Ne zaman anlatmam gerektiğini ben de bilmiyordum. “Geçen sefer anlatmıştım.” Dedim omuz silkerek.

Tek kaşı havalandı, “Askerimizi kurtarmaya gittiğimizde olmuştu. Detaysız, kısa ve anlamsız.” Dedi.

Dudaklarımı yaladım. Bakışlarım sağ avuç içime düştüğünde gözlerim acıyla kısıldı. Hatırlamak acı veriyordu ama… “Belki başka bir gün,” dedim fısıltıyla.

Derin bir nefes aldığında, nefes sesi aramızı doldurdu. “Kimsin sen Âhi?” Duyduğum soru ile bedenim kasıldı. Bakışlarım donuk bir vaziyette önümde duran masaya kaydığında üzerimde hissettiğim delici bakışlar beni geriyordu.

“Sence?” diyerek çelişkili bir cevap verdiğimde yavaşça güldü. “Bilsem veya hatırlasam sana sorma zahmetinde bulunmazdım bence,” dedi. Çok inatçıydı, çok zekiydi bir o kadar da güçlüydü.

Karşılık olarak verdiği cevaba, “Zamanı gelince belki,” mırıldandım.

Gözlerimi masadan alarak koltukta oturan kadına çevirdiğimde ciddi bir ifadeyle yüzümü süzdüğünü gördüm. Ciddiyete büründüğünde oldukça korkunç görünüyordu. “Tahmini olarak o bahsettiğim zaman dilimi hangi zaman dilimine tekâmül ediyor?”

Dudaklarım bilmem dercesine büzüldü. “Bunu bize zaman gösterir.”

Yavaşça boğazını temizlediğinde tek kaşı kalkıp bir vaziyette yüzümü süzdü. “Pekâlâ, o zaman sende şunu unutma; hiçbir zaman salak bir kadın olmadım. Yalnızca senden duymayı bekliyorum, tahminler doğrultusunda yaşamak zor. Bir sonraki ziyaretinde bana gerçeklerle gel Alphan.

 

Gayet efsane bir son oldu ;)

Yıldırım ve Armin arasındaki laf dalaşı?

Erdem'in bir an olsun bizi rahat bırakmaması?

Yıldırım'ın aile sorunları?

Kobra?

Tırların gittiği yer ve olaylar?

Kobra'nın sorguda söylediği sözler?

Beyaz olarak anılan kadının siyahlara bürünmesi?

Mezarlık?

Armin'in mezaları görünce verdiği tepki?

Armin'in Âhi'ye karşı olan yaklaşımı?

Âhi'nin Armin'e karşı olan yaklaşımı?

Âhi ve süt aşkı?

Armin'in sonra Âhi'ye söyledikleri?

Ve Kurtuluş üyeleri?

Armin?

Kalender?

Ertuğrul?

Tekin?

Yıldırım?

Yıldıza basmayı unutmayın lütfen...

Seviliyorsunuz!

08.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%