Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14.BÖLÜM- KIRILMIŞ KALBİN PARÇALARI

@durutaskulakk_

Canlar selam!

ÖBB'nin 14.Bölümü ile sizlerleyim.

Yüzleşmeli, ağlamalı ve boğuk bir bölüm kendisi...

Bölümlerden haberdar olmak, kitap ile ilgili editlere bakmak için ÖLÜMLE BAŞ BAŞA'NIN hesabına destek olmayı unutmayın lütfen.

Kitap hesabı: olumlebasbasaofficiall

Kendi hesabım: durukurtk

Bölüme başlamadan önce oy vermeyi ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı unutmayın lütfen...

Keyifli okumalar:)))

14. BÖLÜM KIRILMIŞ KALBİN PARÇALARI

“Hiç kimse bir şey bilmiyordu ama herkes her şeyi biliyordu.”

 

Elimdeki bastonla destek alarak ayaklandığımda, cebimden çıkardığım sigara paketi ile içerisinden aldığım ince dalı dudaklarımın arasına sıkıştırdım. Ateşi ince dalın ucuna yakınlaştırdığımda alev alan dalın zehrini içime çektim.

Karşımda duran beyaz eve baktığımda içimde garip hisler uyandı.

Sol elimdeki baston ayakta durmam adına direnç verirken, sağ elimdeki sigara bedenimi zehirliyordu.

Eve baktım. Yaşanılanlara, acılara, kahkahalara baktım. Yalanlara baktım.

İçe çektiğim yanaklarım zehrimi kabul ettiğim an geri düzeldiğinde, Ankara’nın ayazına karışan dumanı izledim. Yalan yoktu, özlemiştim bu şehri. Her ne kadar bana kahkahaları ve kanlı gözyaşlarını bir arada da yaşatsa da büyüdüğün şehirden ayrılmak zordu.

Sigaramın son nefesini içime çekerek, yere fırlattığımda elimi paltomun cebine sokup yavaş bir adım attım. Postalımın altında ezilerek ufalmış sigarayı ardımda bırakırken, cebimden çıkardığım anahtar eşliğinde kapının kilidini açtım. Kapı açılır açılmaz yüzüme vuran sert ve keskin koku ile bir adım geriledim. Gözlerim hızla içeriyi taradığında boş duran ev ile ruhsuz bakışlarımı içeriye yolladım. Bastonumu ileriye atarak temkinli bir adım eşliğinde içeri girdiğimde, anahtarı alarak kapıyı ardımdan çektim. Gözlerim direkt olarak kapıdan girince salona açılan geniş bölümde gezindiğinde gördüğüm koltuk ile dudaklarımda samimiyetsiz bir gülüş belirdi.

Yavaş ve temkinli adımlarıma ek, keskin gözlerim ile etrafı tararken içerideki koku huzursuz hissetmeme neden olmuştu. Tanıyordum bu kokuyu, bundan birkaç ay önce aynı şekilde bu şehre veda ederken girdiğim odadan yayılan kokuydu bu.

Gözlerimi yumarak derin bir iç çektiğimde sırtıma giren sızı ile dişlerimi kenetledim. Kazanın üzerinden çok bir zaman geçmemişti. Bir haftayı zor aşan bu sürede ayaklanır ayaklanmaz soluğu Ankara da almıştım.

Odaları baştan sona bir bir gezdiğimde en son gelmemin üzerinden çok da bir farklılık olmadığını gördüm.

Adımlarım istemsiz bir şekilde bedenimi mutfağa sürüklediğinde, gözüme takılan bir köşesi kırık dolaba karşı elimi kaldırdım. Dolabın kulpunu kavrayarak kendime doğru çektiğimde, kırılarak yüzüme düşen parça ile sinirle soludum.

Kırılan parçayı yere fırlatarak gözlerimi raflarda gezdirdiğimde yan devrilmiş şişe ile kaşlarım çatıldı. Şişeyi elime aldığımda dışındaki yapışkanlık hissi ile bilgilerinin söküldüğünü anladım. Kapağını açarak burnuma götürdüğüm şişenin içerisindeki boş koku ile çenem kasıldı. Kapağını kapatarak cebime attığım şişeyi laboratuvara götürüp inceletme fikrini işlerimin bitimine saklamaya karar verdim.

Mutfaktan çıktığımda eve son bir kez baktım. Başımı iki yana sallayarak kapıya ilerlediğimde asla düşünmeden kapıyı tekrar ardımdan kapattım. Çalışan arabanın sesi kulaklarımı doldururken arabanın içerisinde oturmuş dikkatli gözlerle beni izleyen adama baktım. Ağırlığımı bastonuma vererek arabaya geldiğimde yavaşça koltuğa oturdum.

“Gidiyoruz, yüzleşmeye.” Duyduğum ses ile dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştuğunda bana son bir kez bakarak gülümsedi ve arabayı yola çevirdi. Geçtiğimiz yollar ve ardımızda kalan geçmişler eşliğinde başlayan yolculuğumuzun ikinci durağı adliyeydi.

Arabadan inerek kapısını kapattığında oturduğum noktaya gelerek kapımı açtı. Ellerini bana doğru uzattığında yavaşça destek alarak ayaklarımı zemine bastım. Beni dikkatlice bıraktığında bastonumu alarak dimdik bir vaziyette karşımdaki büyük adliyeye baktım. Çok şey anımsatıyordu bu dört duvar bana. Tıpkı ilk zamanlarda olduğu gibi tekrardan buradaydım.

Yanımda beliren avukatımın kabaran göğsü ile karşı karşıya geldiğimde bana bakarak yavaşça gülümsedi. Ona sıcak bir gülümseme yollar yollamaz bakışlarım karşımızda kalan adliyeye kaydı. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldığımda elini yürümem adına öne doğru savurdu. Bastonumdan destek alarak adliyenin kapısına sert adımlar ile yaklaşmaya başladığımda avukatın adım sesleri hemen ardımdan geliyordu.

İçeriye girdiğimizde bakışlarım oldukça boştu.

Mahkeme salonunun olduğu kata geldiğimizde kendimi yavaşça koltuklara bıraktım. Yanıma oturan avukatıma baktığımda sakin gözüküyordu.

Karşıdan gelen adım sesleri ile bakışlarım dümdüz ileri kayarken gördüğüm yüz ile dudaklarım iğrenircesine buruştu. Masmavi gözleri doğrudan bana bakarken yüz ifadesinden anlaşılan duygular; öfke, hüzün ve sakinlikti.

Adamın derdini çözemiyordum. Ölen kardeşi adına dava açabilirdi ama haksız çıktığı halde neyi zorluyordu? Tam karşımızda kalan koltuklara avukatı ile yerleşirken ikilinin bakışları da bizdeydi. Aynı şekilde karşılık vererek dik bir şekilde birbirimize bakarken bakışmamızı bölen ses mübaşirin sesi olmuştu.

“Davalı: Armin Tan, davacı: Melih Çakır mahkeme salonuna!” elindeki dosyaya bakarak okuduğu isimlerin ardından dosyasını kapatarak kolunun altına aldı. Dördümüze kısa bir bakış atarak tekrardan içeriye geçtiğinde, karşıma dikilen bedene baktım. Bir elini bana uzattığında, aynı şekilde karşılık vererek gücünden destek aldım.

Sakince ayaklandığımda önden ikimiz geçerek içeri girdik. Arkamızdan gelen ikili ile göz teması kurmadan sandalyeme oturduğumda yanımda avukatım vardı.

Hâkime Hanım’ın konuşması ile başlayan davayı olağan bir sakinlik ile oturduğum yerden izliyordum.

Hâkime Hanım karşı tarafın avukatına söz hakkı verdiğinde adam yavaşça ayaklandı. “Önünüzde bulunan dosyada müvekkilimin öz kardeşi olan, Fetih Çakır’ın otopsi sonuçları mevcuttur. Elimize geçen raporlara ve kamera kayıtlarına göre Fetih Çakır’ın, 6 Eylül 2016 tarihinde gözaltına alınması ve sorgusuna davalımız Armin Tan’ın girmesi, Fetih Çakır’ı bilinmez bir sebep üzerine darp etmesi ile beynine aldığı hasar sonucu beyin kanaması geçirmesiyle hayatını kaybetmiştir. Delil olarak sunduğumuz bilgilerin başını çeken kamera kayıtları elinizin altında duran flaş bellekte mevcuttur. Müvekkilimin kardeşinin ölümünün üzerinden uzun bir zaman geçse dahi gerekenin yapılmasını arz ediyoruz Hâkime Hanım.”

Hâkime Hanım avukatın dediklerini boş gözler ile dinlediğinde oturması adına birkaç söz sarfetti. Önünde duran flaşı açmaları adına görevlilere uzattığında tam karşımızda duran büyük ekranda sorgu anlarının görüntüleri belirdi.

Odaya girmem ile karşımda sandalyede kalan adam ile iletişime geçiyordum. Kısa bir süre sonra ise beni sinirlendiren her ne olduysa adamı dövmeye başlıyor, anlatılanlara göre beyin kanaması geçirmesine sebep oluyordum. En azından anlatılan ve görünen buydu.

Görüntü beş dakikaya yakın bir süre sonunda kapandığında Hâkime Hanım yanındaki Cumhuriyet Savcısına dönerek sessiz bir konuşma gerçekleştirdi. Başını sağ tarafa, bana doğru çevirdiğinde Samet söz hakkı isteyerek ayaklandı.

“Çakır beyin ve meslektaşımın söylemiş oldukları bilgiler ile delillerin bir önceki mahkemeden bugüne kadar geçen zaman diliminde çabucak ellerine geçmesi ve özel kamera kayıtlarının nasıl ele geçirdikleri bilinmeksizin size karşı sunulmasının doğru olduğunu düşünmüyor, gerekenin yapılmasını arz ediyorum. Müvekkilim Armin Tan’ın, Fetih Çakır’ın terör bağlantısı ile alakalı sorgusuna bizzat girmek istediğine dair yazılı ve sözlü beyanı vardır. Üstlerinden gelen izinler sonucu girdiği sorguda yaşanılan tatsız olay ile müvekkilimin bir alakası bulunmamaktadır. Fetih Çakır’ın daha önceki hastane kayıtlarına bakacak olursanız eğer, birçok kez bağımlı edecek uyuşturucu hap alımı üzerine yaşamış olduğu rahatsızlıklar dosyalarda mevcut. Müvekkilimin sorgu esnasında, Fetih Çakırdan duyduğu hakaretler üzerine tahrik olarak yaptığı atağa karşılık suçun üzerine kalmasına göz yummamaktayız. Karşı tarafın avukatının size delil olarak sunduğu ses kayıtlarını dikkatli bir şekilde dinlerseniz eğer Fetih Çakır’ın müvekkilime karşılık olarak, buradan çıkar çıkmaz ecelin olacağım, ölümün benim ellerinden olacak cümlesi ile tartışmaya açık tehdit suçunun basit halini müvekkilime iletmiştir. Müvekkilimin almış olduğu tehdit sonucu yaptığı atak ve kullandığı kelimelerin, Fetih Çakır’a nazaran bir suçu olmadığının göstergesidir. Size teslim ettiğim dosyaları okumanızı ve gereğinin yapılmasını arz ediyorum.” Samet derin bir nefes alarak yerine oturduğunda elini bacağımın üzerinde duran elime koyarak yavaşça sıktı. Tek kaşım kalkık bir vaziyette mavi gözlerine kilitlendiğimde yenilmişliğin verdiği his ile çenesi kasıldı.

Hâkime Hanım Samet’in konuşması üzerine yanındaki savcı ile olayları kısa bir süreliğine tartıştı. Eline aldığı tokmağını sertçe vurduğunda, “Karar!” diyerek yükseldi.

“Davalı Armin Tan ve davacı Melih Çakır’ın avukatlarının beyanlarından dinlediğim, bana sunulan dosyalar ve deliller üzerine, Tan’ın girmiş olduğu sorgu adına üstlerinden aldığı onaylar ve ikili arasında geçen münakaşanın adli bir durumu söz konusu olmayıp, başına aldığı darbe ile sorgudan önce kullanmış olduğu uyuşturucu hapların etkisi sayesinde beyin kanaması geçirdiğine kanaat edilmiştir. Davalı Armin Tan’ın haklı olduğu dava burada sonlanmış olası bir yeniden açılan dava karşısında davanın düşmesine karar alınmıştır!” Hâkime Hanım dudaklarında alaycıl bir gülümseme ile Çakır’a doğru baktığında mavi gözlerindeki hüzünlü yansımaya bizzat şahit olmuştum.

Hâkime Hanım tokmağını yanına bırakarak ellerini oturduğu masanın üzerinde topladığı esnada gözlerini bir an olsun Çakır’dan ayırmamıştı.

Samet ayaklanarak çantasını topladığında bana döndü. Ellerimi tutarak yavaşça ayaklanmama yardımcı olduğunda, ayaklarımı yere sıkıca bastım. Kenarda duran bastonumu elime alarak kapıya doğru yürüdüğümde Samet de her ihtimale karşılık arkamdan yürüyordu.

Ağır hareketlerle adliyenin çıkışına geldiğimizde, yüzüme vuran soğuk hava ile bir adım geriledim. Gerilememle yanımda biten Samet hafif bir sesle gülmeye başladı. Tek kaşımı kaldırarak ne oldu dercesine yüzüne baktığımda, “Hâkime’nin dava sonundaki yüz ifadesini gördün mü?” diyerek gülmeye başladı.

Dudaklarım büzüldüğünde, “Aslında ortada adli bir durum söz konusuydu neden böyle bir karar verdi sence?” dedim merakla.

Her ne kadar sorguda üstlerimin izni olsa dahi adamı dövmeye hakkım yoktu…

“İçeriyi merak ettin herhalde, saçmalamayı kes! Kadın açtıkları dava ile dalga geçti resmen anlasana, kendi verdikleri delilleri bile dikkatli incelemeyen bir avukattan ne bekledin? Davayı almasını falan mı? Ses kaydında tehdit cümlesi var, ayrıca üçüncü kez kazanmamız iyi oldu. Bir başka davada görüşmemek üzere.” Dalga geçerek kurduğu son cümle ile ister istemez gülmeye başladım. Konuşa konuşa arabaya geldiğimizde Samet şoför koltuğuna oturarak arabayı çalıştırdı. Gözüm akıp giden yolda dikkat kesildiğinde haftalar önce yaptığım kaza film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti. Birkaç gün hastanede kaldıktan sonra evimde istirahat ettikten sonra dava için Samet ile Ankara’ya gelmiştik.

Şu anlık baston yardımı ile yürüyordum. Kaza esnasında sırtıma giren cam parçalarından biri neredeyse omuriliğime girmek üzereyken derimi yarıp geçmiş, milimlik bir fark ile omuriliğimin hemen yanına saplanmıştı. Kazadan kısa bir süre sonra müdahale etseler dahi ağrım ve sızılarım gün geçtikçe etkisini koruyarak bir an olsun bedenimi rahat bırakmıyordu. Ayaklanırken sırtıma giren keskin sızılar yüzünden bacaklarım anlık boşalıyor, eğer ki destek almazsam dengem tamamen bozuluyordu.

Ankara’nın sert soğuğu ve yarı kalabalık yolları eşliğinde ilerlerken aklıma arkamda bıraktığım Kurtuluş üyeleri gelmişti. Birkaç gündür, hatta bir haftadır hiçbiri ile irtibat halinde bulunmamıştım çünkü anlamlandıramadığım bir şekilde benimle konuşmuyorlardı. Yıldırım, Kalender ve Tekin üçlüsü…

Kazayı yaptığım günden sonra ilk gözlerimi araladığımda dışarıdan gelen seslerden hepsinin başımda beklediğini anlamak zor olmamıştı ama şu an benimle konuşmama sebeplerini anlamıyordum.

Soğuk hava ve sırtımdaki sızı ile çatlayan başımı ovmaya başladım. Gözlerim kapalı, elimi alnıma sarmış bir vaziyette yolculuğun bitmesini beklerken yavaşlayan araba ile derin bir nefes alarak gözlerimi araladım.

Hakkâri’ye gitmek için toparlandığımda oturduğum evden çıktığım için şu an Samet’in ailesinde kalıyordum. Samet arabayı park ederek hızla benim oturduğum alana geldiğinde kapımı açarak temkinli bir şekilde beni indirdi. Kol kola sakince apartmana girip, çağırdığımız asansör eşliğinde evin olduğu kata geldiğimizde kapıyı açarak bizi karşılayan kişi Samet’in annesi Semra teyze olmuştu.

“Kazandık mı!” heyecanla sorduğu soru karşılığında Samet egoyla gülümsedi. “Tabii ki, benim aldığım davanın kaybetme gibi bir durumu söz konusu mu sence anne?” Semra teyze oğlunun dedikleri karşısında kaşlarını çatarak kafasına vurduğunda, “Ay, artiste bak. Çekil be kızım dışarda kaldı.” Diyerek Samet’i köşeye ittiğinde beni kolumdan nazikçe tutarak içeri aldı.

Postallarımı çıkartmamda yardımcı olduğunda oturma odasına ilerledim. Telefonumu da değiştirmiştim çünkü kaza esnasında paramparça olmuştu. Elimde duran telefonu açarak son mesajlara baktığımda her şeyin aynı olduğunu gördüm. Bir tek Ertuğrul ile konuşmuştum. Daha doğrusu beni günlük arayarak raporlayan kişiydi kendisi. Aklıma gelen rapor muhabbeti ile gülerken bir anda çalmaya başlayan telefona baktım. Arıyordu raporcu.

Ertuğrul Duman

Telefonu açarak kulağıma götürdüğümde, “Efendim?” dedim neden aradığını bildiğim halde.

“Evet, günlük rapor alayım dedim ama ondan önce dava ne oldu?” hızlı konuşmasından merak ettiği anlaşılıyordu.

Derin bir nefes alarak, “Kazandık,” dedim Samet’e bakarak sırıtırken. “Avukatım iyiydi de.”

Karşı taraftan gelen boğuk gülme sesi ile eş zamanlı kıkırdadığımda Samet yumruk yaptığı elini kalbinin üzerine doğru vurarak göz kırptığında dudaklarımda hafif bir tebessüm kaldı.

Boğazını temizleyerek, “Sırtın nasıl oldu? Rahat yürüyebiliyor musun?” dediğinde oturduğum yerden yavaşça kayarak koltuğa uzanmayı denedim. Başarısız olduğum hareket ile Samet yerinden fırladığında yatmamda yardımcı oldu.

Üfleyerek, “Sırtım hâlâ ağrıyor, yürürken zorlanıyorum ama düzelecek.” Dedim ümitle. Düzelecek.

“İlaçlarını aldın mı?” eskiden benim sorduğum soruyu bana sorduğunda yavaşça kıkırdadım. “Ben aldım paşam, sen aldın mı?”Karşı tarafta oluşan sessizlik ile sinirle bağırdım. “Ertuğrul! Şu ilaçlarını düzenli kullan yoksa gelince gebertirim seni! Duydun mu?”

“Tamam, tamam sakin ol. Bugün içmeyi unuttum sadece içeceğim birazdan.” Dediklerini ciddiye almayarak, “Tabii, kesinlikle bugün unutmuşsundur sadece.” Dedim. Doktora gittiğimi günden beri bir an olsun ilaçlarını düzenli almıyordu. Düzenliyi bırak, hiç içmiyordu.

Biraz daha konuşarak aramayı sonlandırdığımızda aralarından biri ile konuşmanın ne kadar iyi geldiğini hissettim. Onlara alışmıştım ve böyle olmak garip hissettiriyordu.

Semra teyzenin masayı kurduğuna dair bir uyarı aldığımızda mutfağa geçtik.

Önüme koyulan yemek tabağına bir bakış atarak kaşığımı elime aldığımda, şehriyelerin içinde yüzdüğü çorbaya baktım. Kaşığımla karıştırdığım çorba ile uğraşıyor gibi gözüksem de aklımda bin türlü olay dönüyordu.

Ben gittiğim ve Kalender ile irtibat halinde olamadığım için Kurtuluş üyelerinin içtimasını Erdem’e devretmiştim. Her ne kadar Erdem, Kurtuluş üyelerinden bazıları -Ertuğrul- ile geçinemeseler de Erdem’in rütbesi Kıdemli Teğmendi ve timdeki herkesten rütbeliydi. Rütbe farkı sayesinde herhangi bir kavga durumunun söz konusu olmayacağını ümit ederek Erdem’e güveniyor, içtima konusunda gözümün arkada kalmayacağını düşünüyordum.

Çorbanın üzerinde tüten duman havalanarak kısa bir süre içerisinde kayboluyor, yerine yenileri ekleniyordu. Sıcak çorbayı dudaklarımın arasına yolladığımda, boğazımdan akan sıcak sıvı ile bedenim titredi. Bakışlarım donuk, zihnim bulanıktı.

Çorbamı aheste aheste içtiğimde, önümden alınan ve yerine konulan tabak ile ilgilenmiyordum. İlgi odağım çok ama çok farklıydı.

Önümdeki tabağı yarım yamalak bitirerek bastonuma sarıldığımda ayaklandım. Yavaşça çıktığım mutfaktan, bana ayrılan odaya geçtiğimde dikkatlice yüz üstü uzandım. Kollarımı başımın altına toplayarak gözümün önüne serilen duvarla bakışmaya başladığımda, zihnim donmuş gibiydi. Hayatımı bir ben bilmiyordum şaka gibiydi ama gerçekti. Gerçekler her zaman acıtırdı.

Kazayı geçirdiğim günden beri daha da garip hissediyordum kendimi.

Yalnızdım. Etrafımda tonla insan vardı. Çaresizdim. Bana çare olmaya çalışan insanlar vardı. Kırıktım. Beni toparlamaya çalışan kişiler vardı.

Hayatımı öğrenmeye çalıştıkça batıyordum. Herkes binlerce yalan üzerine anlatıyordu kendi yaşadığım hayatı.

İlk defa aile sevgisini hissedemediğim gerçeği ile yüz yüzeydim. Bir aile sevgisi görseydim, böyle mi olurdu her şey? Arkamda kapı gibi duran insanlar olurdu. Ben dimdik durmaya çalışmaktan yorulmuştum. Ayaklarımda, bacaklarımda derman kalmamıştı.

Yavaşça gülümsedim. Ayakta bile zorla duruyordum artık, koskoca Beyaz yıkılmıştı. Tekrardan ayağa kalkacak gücü kendimde bulamıyordum bu sefer. Kalkmak için çabalıyordum ama bacaklarımı yere çeken birileri vardı adeta. Gözümden bir damla yaş aktı gerdanıma doğru süzülerek. Hiç güçlü bir insan değildim. Özellikle son dönemde bakarsak, çökmüştüm resmen. Gözlerimden süzülen tuzlu yaşlar yüzümden gerdanıma saçılırken aynı zamanda başımın altındaki yastığı da ıslatıyordu.

Yatağın yanında duran küçük dolap benzeri ürünün üzerine katlayarak koyduğum paltoma düşen gözlerim zihnimde şimşek çakmasına neden olmuştu. Kollarımdan destek alarak paltoya uzandığımda ellerim hızla ceplerini yokladı. Eline geçen şişe ile çenem kasıldığında paltoyu yere fırlatarak yattığım yerden doğruldum.

Şişeyi dikkatlice açarak burnuma yaklaştırdığımda kokusuz sıvı ile sinirle ofladım. Neydi bu zıkkım?

Hüseyin’in Ankara’ya geleceğimden haberi olduğu için bana gerekli bütün bilgileri yollamıştı. Her ne kadar kendisi de gelmek istese de izin alamamıştı. Füsun’un yanına gittiğimde bu şişenin içerisindeki sıvının ne olduğunu da öğrenecektim.

Heyecanlıydım. Sanki…

Uzun bir süre sonra onunla yüz yüze geleceğim için içimde değişik hisler uyanıyordu. Meraklarım vardı. Mesela yüzü değişmiş miydi? Güzel saçlarını aynı şekilde seviyor muydu? Bana nasıl yaklaşacaktı? En basiti ise, bir katile eskisi gibi şefkat duygusu besleyebilecek miydi?

Şişenin ağzını sıkıca kapatarak çantama koyduğumda tekrardan eskisi gibi uzandım. Gözlerim yavaş yavaş sızlayan bedenime yenik düştüğünde karanlığın içerisinde hapsolmuştum.

KURTULUŞ

Gözkapağımın önüne vuran ışık ile rahatsızca olduğum yerde kıpırdandığımda, sırtıma giren keskin ağzı ile dişlerim birbirine kenetlendi. Gözlerim yavaşça aralandığında dirseklerimi yatağa yaslayarak destek eşliğinde ayaklandım.

Tuvalete girdiğimde karşımda duran ayna ile yüzümü inceledim. Çenemde ve yanağımda birkaç kesik izi vardı, küçük ve kabuk bağlayan.

Yüzüme çarptığım su ile çenemden göğüslerime akan soğuk sıvı ile ürperdim. Islanan kirpiklerimden yanaklarıma süzülen sular, gözyaşı misali dışa vururken yüzümü üzgün gözlerle izledim. Alt dudağım öne çıktığında hafifçe titredi. Ağlamak istiyordum. Çok içten istesem gerçekten de ağlardım ama bugün olmazdı. Bugün önemli birini ziyarete gidecektim.

Yüzümde akan suları silmeden dışarıya çıktığımda mutfakta kahvaltı hazırlayan Samet ve Semra teyze ile karşılaştım. Yardım etmek adına tezgâha geçtiğimde kolumdan sandalyeye doğru sürüklenmem bir olmuştu.

Sakince oturduğum yerden hazırlık yapan ikiliyi izlediğimde Semra teyze yanıma gelerek yanağıma sert bir öpücük kondurdu. “Oy günaydın minnoşum!” çok enerjik bir kadındı, onun enerjisine enerjisi sıfır olan bir insan bile gülümserdi.

Yavaşça tebessüm ederek, “Günaydın Semra teyze.” Diyerek karışık verdiğimde uzaktan öpücük atarak çayın altını kıstı.

Masanın üzeri tamamen dolarken karşıma oturan Samet direkt lafa girdi. “Seni bırakmamı ister misin? Sırtın ağrıyor kendin süremezsin bence.” Yavaşça yutkunarak, “Ben kendim giderim teşekkür ederim.” Dedim. Kendim gitmek, onunla yüz yüze tek başıma yüzleşmek istiyordum.

Başını salladı tamam dercesine. Önüme bırakılan çay ile Semra teyzeye teşekkür ettiğimde, bardaktan çıkan dumanı izledim uzun bir süre. Gözlerim çay bardağının konulduğu yerde kilitli kaldığında bakışlarımı bozmadan bardağı alarak küçük bir yudum aldım. Kaynamış çay yüzünden yanan dilim ile dudaklarım gerildi. Bardağı bırakarak ellerimi ağzıma yelpaze yaptığımda dilimin yanması pek de geçmemişti.

Önümdeki omletten çatalım eşliğinde keserek ağzıma attığımda yavaşça çiğneyerek yuttum.

Tabağımdaki kahvaltılıkların hepsini bitirmem çok da uzun sürmemişti. Arkama yaslanmamaya özen göstererek çay bardağını elime aldığımda gözlerim halının desenlerine kaydı. Amaçsızca etrafı inceliyordum.

Çayımı sakin sakin içtiğimde sızlayan boğazım yumuşamıştı. Semra teyze ve Samet bir dava hakkında konuşurken olaya pek de hâkim değildim. Müsaade isteyerek ayaklandığımda odama geçtiğimde valizimde getirdiğim kıyafetlere bakmaya başladım.

Elime geçen asker yeşili boğazlı kazağı kenara aldığımda, altına ise bol deri pantolonumu çıkardım. Üzerimdeki kıyafeti yavaşça çıkardığımda gerilen kollarım ile sırtımdaki yaralar sızladı ama umursamadım. Umursamam gereken daha önemli şeyler vardı. Kazağı üzerime giydiğimde boğaz bölümünü katlayarak düzelttim. Altıma ise deri bol paça pantolonumu giydiğimde hazır görünüyordum.

Aynanın karşısına geçerek saçlarımı taramaya başladığımda karışmış ve açılmayan saçım ile derin bir nefes aldım. Sert hareketler ile taradığım saçım uzun zahmetler sonucunda açıldığında, ilk haline nazaran biraz daha iyi duruyordu.

Parfümümü sıkarak aynanın karşısından ayrıldığımda beylik tabancamı pantolonumun arkasına sıkıştırarak kazağım ile üzerini örttüm. Çantamın içerisine yedek şarjör, kimliklerim ve cüzdanımı attığımda fermuarını çekerek kenara bıraktım. Paltomu giyerek kuşağını bağladığımda çantamı da alarak odadan ayrıldım. Elimde kalan telefonumu cebime koyduğumda ayakkabılığın önüne geldim.

Semra teyze ve Samet ikilisi hazırlandığımı gördüklerinde oturdukları yerden kalkarak yanıma geldiler. “Bir sorun olursa ara gelirim hemen.” Samet’in dediklerine başımı sallayarak onayladığımda eğilemediğim için ayakkabımı giymemde yardımcı olan kadına minnetle baktım. Bana yavaşça gülümseyerek baktığında, “Dikkat et kızım, arabayı da yavaş kullan telefon gelirse açma sakın.” Dedi küçük çocuğunu sıkıca tembihlercesine. Yavaşça gülümseyerek ikiliyi onayladığımda arabamın anahtarını ve bastonumu alarak evden çıktım.

Apartmandan çıktığımda dışarıda kopan fırtına ile yüzüm buruştu. Bu soğuğa alışıktım ama zaten vitamin değerlerim düşüktü ve hasta olmam hiç işime gelmezdi. Çok oyalanmadan arabaya binerek klimayı açtığımda kısa bir süre sonra içerisi ısınmaya başlamıştı. Sırtımı koltuğa yavaşça yasladığımda içimde huzursuz bir his oluştu. En son arabamın perte çıkması ile zaten arabasız kalmıştım ve kazadan sonra ilk defa şoför koltuğuna oturuyordum. Temkinli bir şekilde yola çıktığımda gayet dikkatliydim. Telefonu açarak Hüseyin’in attığı konuma baktığımda bildiğim ve daha önce gittiğim özel bir hastane olduğunu gördüm.

Sakince geçtiğim yolların sonunda karşımda beliren hastane ile burukça gülümsedim. Acılarımı paylaştığım, annem yerine koyduğum kadın burada mıydı şimdi? Arabadan dikkatlice inerek kilitleri aktifleştirdiğimde sol elimi cebime koyarak sağ elime de bastonuma sardım.

Soğuktan burnumun ucunun kızardığını hissediyordum. Açık kalan saçlarım rüzgârın etkisiyle yüzümün önüne düşerken, cebime soktuğum elimi çıkararak gözümün önünü açtım. Kalbim hızla atarken, heyecandan bayılacakmış gibi hissediyordum. Sert ve hızlı atışlar yüreğimi yerinden çıkacakmış gibi hissettirirken çenem yavaş yavaş titremeye başlamıştı. Kim inanırdı şu anda bu kadının Beyaz olduğuna? Özel hayat ve meslek ayrımı da tam bu noktada kendini belli ediyordu işte.

Dönen kapının içerisine geçtiğimde beni karşılayan güvenliğe kısaca askeri kimliğimi göstererek vezneye ilerledim. Bilgisayarın başında oturan kadın baston sesini duyduğunda başını yavaşça kaldırarak bana doğru baktı.

Yavaşça tebessüm ettiğinde, “Hoş geldiniz buyurun.” Dedi kibar bir ses tonuyla.

Başımı yavaşça sallayarak kadına stresli bir tebessüm yolladım. “Hoş bulduk, benim size bir sorum olacaktı. Hemşirelerinizde, baş hemşire Füsun Akçay şu an nerede acaba?”

Kadın yavaşça yutkunarak çekingence yüzüme baktığında, “Doktor ve hemşirelerimizin özel bilgilerini sizinle paylaşamam maalesef hanım efendi.” Diyerek çenesini kastı. Söylemek istiyor ama kuralları da çiğnemek istemiyor gibiydi. Kısacası tereddütlüydü.

Bir elim bastonuma sıkıca sarılırken diğer elimi veznenin üzerine yaslayarak kadına doğru eğildim. “Bakın hanımefendi bu çok önemli bir konu ve ben sizden özel hayat bilgilerini değil şu an nerede olduğunu öğrenmek istediğimi söylüyorum. Lütfen yardımcı olun.” Kalbimin atışı bir an olsun değişmeksizin küt küt atarken, kadına halimi açıklamak beni daha çok geriyordu.

Kadın derin bir nefes alarak ofladığında, “Peki tamam, Füsun hemşire şu anda stajyerleri ile birlikte bir ameliyatta. Daha yeni girdikleri için iki saate anca çıkarlar eğer bir aksilik yaşanmazsa tabii.” Dedi sıkıntılı nefesler verirken.

Duyduklarım ile yüzüm acı bir hâl alırken derin bir nefes aldım. “Tamam, teşekkür ederim. Ameliyathane hangi katta?”

Kadın kısa bir süreliğine bilgisayardan bir şeyler yazdığında, “Beşinci kat.” Dedi kısaca. Tekrardan teşekkür ettiğimde asansöre yönelerek beşinci kata bastım. Yukarı çıkan asansör ile gergin dakikaları üzerimden atmaya çalışsam dahi pek de başarılı olamamıştım.

Asansör durduğunda eş zamanlı olarak öten telefonumu cebimden çıkardım. Dışarıya doğru bir adım atarken açtığım telefondan gelen mesajlar üç ayrı kişidendi. Hüseyin, Ertuğrul ve Samet.

İlk başta bir haftaya yakındır konuşmadığım adamın mesajına girdim.

Çatlak Hüseyin: Hastaneye gittin mi? (12.14)

Armin Tan: Şimdi geldim. (12.15)

Mesajımı saniyesinde görürken hızlıca bir mesaj daha attı.

Çatlak Hüseyin: Ne yapıyormuş, konuştunuz mu, iyi mi? (12.15)

Armin Tan: Daha göremedim. Yeni ameliyata girmiş, çıkınca konuşacağım. (12.16)

Çatlak Hüseyin: Tamam, tamam. Bir sorun olursa haberdar et beni de. (12.16)

Hüseyin ile birkaç cümle bir şeyler daha konuştuğumuzda mesajdan çıkarak Ertuğrul’a günlük raporumu, Samet’e ise iyi olduğumun haberini vererek telefonu cebime attım. Başımı telefondan kaldırarak etrafıma bakındığımda kalabalık koridor ve ağlayan insanları görmek bana iki hafta öncesini hatırlatmıştı.

Sakince boş kalan yere oturduğumda çevremde ağlayan insanlar sayesinde, evden çıkmadan önce kendimi zor dizginlemiş olmama rağmen şu anda bulunduğum atmosfer beni ağlamaya itiyordu. Gözlerimi kapatarak başımı ardımdaki duvara yasladığımda aklımda bin bir türlü düşünce vardı. Her zamanki gibi. Bir tarafımda mesleğim vardı ve toparlanmam lazımdı. Diğer tarafta gerçekler ise vardı yıkılmasını sağlayacak.

Yerde oturan kadının feryatları içimi parçalarken, üzerimdeki darbeler beni içten içe çürütmeye devam ediyordu.

Oturduğum yerden kalktığımda tabelalardan gördüğüm kadarı ile kantine ilerlemeye başladım. Asansörden inerek koridorun sonuna ilerlediğim esnada arkamdan gelen ses ile yavaşça durdum. “Pardon!”

Arkamı döndüğümde karşılaştığım yüz ile kaşlarım havalandı. “Ferhat Bey nasılsınız?”

Hızlı adımlarla yanıma geldiğinde, “İyiyim, siz nasılsınız?” dedi kibarca.

Başımı yavaşça eğerek, “Bende iyi olmaya çalışıyorum, sağ olun.” Dememle bakışları üzerimde gezindi. Bastonu görmeyi beklemiyor olacak ki kaşları havalandı. “Nasıl oldu?” diyerek bastonu işaret ettiğinde yavaşça yutkundum. “Ufak bir kaza önemli değil.” Sadede gel dercesine gülümsediğimde, “Atalay’ın yanına gitmişsiniz.” Dedi sorarcasına. Başımı sallayarak kantine doğru ilerlemeye başladığımda el mecbur bana ayak uydurdu.

“Ameliyat olmayı reddetmişsiniz, ciddi bir sorun bu.” duyduklarım ile olduğum yerde sertçe durarak yüzümü yüzüne çevirdim. “Bakın Ferhat Bey, bu durum yalnızca beni ilgilendirir ve konuşmak istemiyorum. Şimdi müsaadeniz varsa gidiyorum.” Elimden geldiğinde seri adımlarla yanından ayrıldığımda sinirle soludum. Herkes neden kendisini alakadar etmeyen işlere burnunu sokarak uğraşıyordu?

Kantine geldiğimde kahvemi alarak ücretini ödediğimde, boydan boya cam olan yerlerden birisine oturarak dışarıyı seyretmeye başladım. Kahvemden çıkan dumanlar görüş açımdan bir an olsun ayrılmazken, arabaların son sürat geçtiği yolu görebiliyordum.

Yarım saati aşkın süre boyunca dalıp gittiğim nokta, öylesine bakındığım ana yol olmuştu.

Sandalyemi bacaklarım eşliğinde arkaya iterek ayaklandığımda kahve bardağımı çöpe atarak tekrardan ameliyathanenin olduğu kata çıktım. Bomboş olan koridor ile kaşlarım çatılırken aralanan otomatik kapı ile kalbim tekledi.

İçeriden çıkan genç hemşire ile yüzüm düşse de önüne geçerek, “Füsun hemşire çıktı mı?” dedim merakla etrafa bakınırken. Genç kadın önce beni süzerek anlamlandırmak istediği sorunun cevabını kısa bir süre içerisinde verdi. “Füsun Hanım ameliyatta, daha ameliyatın bitmesine çok var.”

Koridorun boşluğu garibime gittiği için, “Hasta yakınları nereye gitti, yarım saat önce buradalardı.” Diyerek mırıldandım. Genç kadın derin bir nefes alarak yüzüme baktığında, “Sorun yarattıkları için hasta odalarından birisine yolladık. Kata girişleri yasaklandı. Şimdi müsaadenizle.” Diyerek hızla yanımdan sıyrıldı.

Omuzlarım gerginlikle çöktüğünde yavaşça eski yerime oturdum. Gözlerim yere dalarken kulaklarımda adım ve uğultu sesleri vardı. Ne kadar boşluğa baktığım belirsiz… İçimden geçen tütün ihtiyacı ile yavaşça ayaklandığım esnada açılan otomatik kapı ile bakışlarım kapıya yöneldi.

Yorgunluktan çökmüş gözleri tam karşısında duran bana kaydığında dudakları aralandı. Tek kulağından çıkarmış olduğu maskesi yanağının hizasında sallanırken, başındaki bone ve üzerindeki önlüğünde kan lekeleri vardı. Bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını aralamış olmasına rağmen konuşamıyordu. Bonenin içinde kalan sarı kıvırcık saçları hiç değişmemiş gibi gözüküyordu. Değişen bir şey vardı elbette, gözleri. Gözler yalan söylemezdi. Gözlerden üstü kapalı bir yalanı anlayabilirdiniz ama gerçekler zaten şu anda olduğu gibi günyüzündeydi.

Gözlerindeki çöküntüyü çok net bir şekilde görebiliyordum. Sol gözünden bir damla yaş firar ederek yanaklarından süzüldüğünde, dudakları hâlâ yarım aralıktı. Elinde tuttuğu kir eldivenleri yeri boylarken kaşları anlık çatıldı. Derin bir nefes aldığında gözleri kaydı. “Ma fılle.” diyerek dudaklarını oynattığında çenem kasıldı.

Kızım.

Kaşlarım çatıldığında gözlerimden yaşların akmaması için kendimi kasıyordum. Tek kaşım kalktığında dudaklarım büzüldü, “Ma mére.” Diyerek karşılık verdim sözlerine.

Annem.

Dudaklarının arasından bir çığlık firar ettiğinde bacakları boşaldı. Diz kapakları katlanarak bedenini aşağı çektiğinde, yere düşmüştü. Ona doğru bir adım atmak istediğimde aksayan dizim ile dengem bozuldu. Bastonuma sıkıca sarıldığımda, yaşlı gözler eşliğinde destek aldığım bastona baktı. Omuzları şiddetle sarsıldığında, “Sana ne yaptılar?!” diyerek bağırdı düştüğü yerden. Ben bilsem buraya gelir miydim be annem?

Başımı iki yana salladığımda yüzüne çaresizce baktım. Düştüğü yerden sürünerek bana doğru geldiğinde bacaklarıma sarıldı. Eğilip onu kaldırmak adına bir hamlede bulunduğum esnada sırtıma giren keskin ağrı ile dişlerim kasıldı. Sersemce düştüğü yerden doğrulduğunda kollarını boynuma sardı. “Ah benim güzelim.” Uzun zaman sonra duyduğum sesi ile kalbim kasıldı. İçimde oluşan yangınlar onun acı yüz haliyle git gide harlanırken tek kolumu sırtına sardım. “Buldum seni.” Fısıldadığım cümleler canını yakmış olacak ki başını iki yana salladı olumsuzca. “Hayır, hayır, hayır. Benim seni bulmam lazımdı! Ben bir evladımı daha kaybedecektim sen bana gelmesen. Yapamadım! Allah kahretsin ki bulamadım seni! Bilgilerin gizliydi bana söylemediler!” bağırken omuzları yenilgi ile çöktü. Başını boyun girintime soktuğunda içime akan gözyaşları ile bakışlarım kilitlendi.

Durmaksızın, seni bulamadım ve evladımı kaybettim benzeri sözlerini kulağımın dibinde haykırmaya devam ederken benim zihnim donmuştu sanki. Gözyaşları sicim sicim boynuma süzülürken; Fransızca, Türkçe karışımı haykırışlarını kulaklarıma sunuyordu.

Bedenim ayakta durmaktan yorulmuş olacak ki bacaklarım titremeye başlamıştı. Bastonuma sıkıca sarılarak destek aldığımda, sırtına sarılı kolumu yavaşça geri çekerek bedeninden ayrıldım. Ayrılmam ile dolu ve kırmızı gözler ile yüzüme bakındı.

“Bacaklarım ağrımaya başladı, mesain bittiyse daha sakin bir yere geçelim mi?” kısık ve titrek bir ses tonuyla konuştuğumda yavaşça yutkundu. Kızaran gözleri ile belirli bir süre yüzümü izlediğinde sersemlikle başını salladı.

Kollarımın iki yanına ellerini geçirdiğinde, “Sen beni bekler misin? Ben bir haber verip de geleyim,” diyerek yanımdan hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladığında bir anda durdu. Soluğu hızlıca yanımda aldığında soluk soluğa gözlerime baktı. “Hatta sende gel, gel benimle. Beraber gideriz değil mi?” umut edercesine yüzüme baktığında başımı salladım uysallıkla.

Asansöre bindiğimizde aşağı doğru çekilen bedenlerimiz eşliğinde istediğimiz kata gelebilmiştik. Asansörden önce benim inmemi istediği için bir atakta bulunmamıştı. Yürümeye başladığımız esnada gözüm, koridorda tavandan sarkan tabelalara kaydı. Gözüme çarpan Laboratuvar yazısı ile yanımda yürüyen kadını durdurdum. Kolunu tutarak adımlarını kestiğim için ne oldu dercesine yüzüme baktı. Cebimden çıkardığım küçük şişeyi gözlerinin önüne tutarak, “Benim için bu şişedeki sıvının ne olduğunu öğrenebilir misin?” dedim aynı zamanda şişeyi ileri geri sallayarak.

Kaşları çatılırken şişeye bakındı. Yavaşça ellerimin arasından aldığı şişeyi çevirerek etrafına baktığında dudakları büzüldü. “Şişe vitamin şişesi ama sıvı hakkında bir fikrim yok, gel bakayım benimle.” Çatık kaşları düzelmezken cam kapının yanında duvara montelenmiş cihaza parmağını yasladı. Açılan kapı ile içerideki farklı dünya gözler önüne serilirken, içeride sakince oturan kadın kapının açılma sesi ile irkildi. “Füsun hemşire?” dedi sorarcasına.

Füsun sakince kadının yanına ilerlediğinde, “Merhaba Ayşe nasılsın?” diyerek hafif bir tebessümle kadının yüzünü izledi.

Adının Ayşe olduğunu öğrendiğim kadın, “İyiyim ablam, hayırdır bir sorun mu var?” dedi telaşlı bir halde. Füsun başını hafifçe salladığında, elinde tuttuğu şişeyi Ayşe’ye uzattı. “Şişenin içerisindeki sıvı hakkındaki bilgileri istiyorum senden, işin yoksa şimdi baksan iyi olur.” Ayşe şişeyi alarak incelediğinde yüzü ne olduğunu anlamadığına dair buruştu. “Tamam bakarım şimdi ama sonuçlar hemen çıkmaz biliyorsun. Gene de ben başlayayım sonuçlar çıkar çıkmaz yollarım sana.”

Füsun başını sallayarak Ayşe’ye kısaca teşekkür ettiğinde tekrardan dışarı çıkmıştık. Laboratuvarın birkaç adım yanında bulunan odaya girdiğinde üzerindeki önlük ve bereden kurtularak kendi kıyafetlerini giydi. İçeride oturan iki genç kıza yaklaşarak çıkacağına dair bir şeyler söylediğinde aynı zamanda boynuna atkısını doluyordu. Yanıma geldiğinde çıkışa doğru yürümeye başladık. Garip hissediyordum. Geçmişim yanımda yürüyordu.

Hastaneden tama anlamıyla çıktığımızda olduğu yerde durarak yüzünü bana döndü. “Ne yapmak istersin? Evime gelmek istemezsen kafeye gidebiliriz.”

Ne yapacağını bilemez bir tavırla bakışlarını etrafta dolandırırken sıkıntılı bir nefes verdim. “Eve gidelim.” Dediklerim ile anlık şaşırsa dahi kısa sürede toparlanarak başını salladı. Adımlarını hızlandırarak otobüs durağına doğru ilerlemeye başladığı esnada, “Arabam var, beraber gidiyoruz benimle gel.” Diyerek park ettiğim yere doğru yürümeye başladım. Sabahtan beri yürümek ve bacağımı yormak bedenimi uyuşturmaya başlamıştı.

Arkamdan gelen adım sesleri ile cebime attığım anahtarı alarak arkaya fırlattım. Yan koltuğa geçerek oturduğumda, şoför tarafının kapısı açılarak hızla geri kapandı. Araba kısa bir süre içerisinde çalıştığında odaklandığım tek nokta hızlıca gerimize düşen çizgilerdi. Gözlerim ana yolu izlerken içim daralmaya başlamıştı her zaman ki gibi.

Cebimden çıkardığım sigara paketini bacaklarımın üzerine bıraktığımda camı yarım araladım. İçeriye sızan soğuk hava iliklerime kadar işlerken, paketin içerisinden çıkardığım imce dalı dudaklarımın arasına sıkıştırdım. Başımı biraz aşağı eğerek çakmağı tütünün ucuyla buluşturduğumda anında tutuşan sigara ile yavaşça gülümsedim. Zehri içime çekerken gözlerim yavaşça kapandı. Kolumu kapı kolunun çıkıntısına yasladığımda başım sağa doğru eğik ince dalın zehrini içimde davet ediyordum. Dudaklarımı aralayarak soğuk havaya karıştırdığım dumanın saniyeler içerisinde yok olmasını izlerken etraf sessizdi. Kulaklarıma dolan tek ses arabanın motor sesiydi.

“Ne yaptın kendine?” Duyduğum cümle ile alay edercesine güldüğümde dudaklarımı içime doğru çektim. Elmacık kemiklerim günyüzüne çıkarken beyaz dumanı arabanın içerisine buyur ettim. İçerisi yavaştan sislenmeye başladığında, “Yaralandım, kaza yaptım, ölümden döndüm, komaya girdim… Daha vardır da hafızam yetmiyor maalesef.” Diyerek güldüm. Yandan yüzüme attığı delici bakışları göz ardı ederek zehrin her zerresinin bedenime karışmasına izin verdim. “Dalga geçmeyi kes Tan! Sana ulaşmak için ne kadar uğraştım haberin var mı?” sinirle sarf ettiği cümlelere karşılık gevşek bir tavırla cevap verdim. “Yok.”

Ellerini sinirle direksiyonun iki yanına geçirdiğinde boğazından boğuk bir ses yükseldi. “Dalga geçmeyi kes!”

Gözlerimi kısarak içmeye devam ettiğim sigara keyfimi bölen şey telefonun zil sesi olmuştu.

BARÇA AKSOY

Miralay’ın araması kilit ekranına düşerken içimi kaplayan sinir bozucu his ile hızla aramayı yanıtladım. “Efendim?”

“Neredesin? Mahkeme nasıl geçti?” sesi normal geliyordu ama durduk yere aramadığı da belliydi. “Eve gidiyorum. Mahkeme de olması gerektiği gibiydi. Bir sorun yok değil mi?” dedim öyle olmasını isteyen bir dille.

Sigaramın küçülmüş parçasına bakarak kısa bir nefes aldığımda açık camdan dışarı fırlattım.

“Bir sorun yok ama haberim var tabii ki.” Duyduklarım ile dudağımın kenarı bilmişlikle kıvrılırken, “Sadet?” dedim kısaca.

“Yanında biri var, yok?” dedi mırıldanarak. Gözlerim bir an olsun Füsun’a kaymazken, “Yok.” Dedim hafif sertleşen sesim eşliğinde.

Önce boğazını temizleyerek hemen ardından konuşmasına başladı. “Zaten bir haftadır Ankara’dasın ve en geç iki gün içerisinde burada olman lazım. Kuşların yuvadan uçmasına az kaldı, konuşmamız gereken konular var.” Görev emri gelmişti. “Tamam, zaten burada başka işim kalmadı geliyorum.” Telefonu kapatarak ikinci sigaramı yaktığımda iki sene evvel duyduğum sesin özlemini çekiyordum. “Gidiyormuşsun.”

Sigarayı yakarak başımı koltuğa yasladığımda, “Öyle.” Dedim kısaca.

Dudakları öyle mi dercesine buruştuğunda, “Dinlemeden, atar gider yaparak hemen gideceksin yani…” dedi tepkisini ortaya koyarak.

Sigaramın olduğu kolumu çıkıntıya yaslayarak cama doğru uzattığımda yüzüm buruşarak oturduğu yere doğru döndü. “Acıtasyon yapmayı kes! Konuştuktan sonra gidiyorum işte, çok istersen gelirsin.”

Sıkılmıştım artık insanlardan.

Hayır.

Sıkılmıştım artık yalanlardan.

Madem beni o gün oradan çıkartacak gücü kendinde bulmuştu şimdi de iki sene ne yaptığının hesabını paşa paşa verecekti. He, eğer vermek istemiyorsa da bana hava hoştu, sonuçta hayatımı ben hariç herkes bildiği için elbet birinden öğrenirdim.

Sigarayı derin bir nefes eşliğinde içime havale ederek burnumdan derin bir nefes verdim. Burun deliklerimden firar eden tütünün beyaz dumanı gözlerimin önüne serilirken araba yavaşlamaya başladı.

Bakışlarım önünde durduğumuz apartmana kaydığında, Füsun arabayı park ederek aşağı indiğinde onu yavaş hareketlerle tekrarlayan kişi ise bendim. Bastonumu yere sert bir hamle ile vurarak sabitlediğimde bacaklarım da eş zamanlı olarak yere bastı.

Ağır hareketlerle arkasından yaptığı hareketleri izlerken aynı zamanda yavaş adımlarla ona yaklaşıyordum. Açtığı kapıyı geçmem adına tutarken hızlıca içeriye geçtiğimde arkamdan gelerek asansörü çağırdı. Kısa bir süre içerisinde evin olduğu kata geldiğimizde kapıyı açarak içeri geçmem için işaret verdi.

İçeri geçtiğimde eğilemediğim için ayakkabılarım ile kapının önünde dikiliyordum. Füsun yanımdan geçerek bana garip bir bakış attığında, sert bir ifadeyle postallarımı işaret ettim. Postallarımın ipini çözerek çıkarmama yardımcı olduğunda beni salona geçirerek kendini mutfağa attı.

İçeriye geçtiğimde yemek masasının tam ortasında duran iki küçük çerçeve ile kaşlarım havalandı. Masaya yaklaştığımda dimdik duran çerçevede sarmaş dolaş olan ikili Füsun ve bir adamdan başkası değildi. Arkamdan gelen adım sesleri belli bir mesafe sonra durduğunda, “Murat.” diyerek fısıldadı.

Fotoğrafta Füsun bir sandalyede otururken adam ise arkasında durmuş ve Füsun’un boğazına kollarını sarmıştı. Füsun’un yüzü kocasına dönük ve gülümser vaziyetteyken, Murat’ın bakışları ise ilk günkü aşkın gram değişmemiş haliydi.

Bu güzel çerçevenin yanında duran diğer resim ise ters çevrilmiş olduğu için gözükmüyordu. Füsun yanıma gelerek baktığım noktaya göz attığında, “Ah hayır, onu boş ver. Bakmak bana iyi hissettirmiyor.” Diyerek kahve kupalarını arkamda kalan küçük sehpaların üzerine yerleştirerek koltuğa oturdu.

Resim her ne kadar dikkatimi çekse dahi daha önemli konularımızın olduğuna kanaat getirerek Füsun’un karşısındaki tekli koltuğa oturdum. Alt dudağımı dişlerim ile ezerken, iki dudağımın arasından şu sözler dökülmüştü. “Ne hissettin kızın yerine koyduğun kişi gözlerinin önünde birini öldürdüğünde?”

Duydukları ile dudaklarında hafif bir tebessüm oluşurken, “Birkaç aylık sürede seni ne kadar iyi tanıyabilirsem o kadar iyi tanımışım yavrum. Kendini suçlayacağını biliyorum ama unuttuğun bir nokta var. Senin ölmen için sana işkenceler yapan bir adam karşısında, kendini koruman seni katil yapmaz.” Son cümlesini fısıltı ile dile getirirken yavaşça kıkırdadım. “Kalbine ve boynuna onlarca darbe açtım. O yalnızca beni-“

“Kes Tan! Seni gözleriyle taciz eden ve işkencelerini üzerinde uygulayan birini öldürmen seni katil yapmaz!” Fransızca bir şekilde haykırdığı cümleler karşısında sakince oturduğum yerde küçüldüm. Bana katil demeye dili varmazken başka bir dilde haykırmak ona iyi geliyordu, en azından ben böyle düşünüyordum. Oradayken geçirdiğimiz birkaç ayda anladığım bir şey varsa o da Füsun’un, Fransızca sövmeye ve bağırmaya bayılıyor olmasıydı.

Dudağım ve kaşım bilmiyorum dercesine havalandığında keskin bakışlarını üzerime geçirdi.

“O gün, senin kendini katil olarak gördüğün gün. Ben hiç bu kadar mutlu olmamıştım Tan. Benim o gün haykırarak yanına gelmemin iki sebebi vardı. İlki kendinden geçmiş olman. İkincisi yaralı olup fazlaca kan kaybetmendi. Eğer ki o şerefsizi öldürüp kenara koysaydın gıkımı çıkarmaz ve anın tadını çıkarmaya bakardım.” Omuz silkerek kahvesini içtiğinde yüzüme tepkimi ölçmek istercesine bakıyordu.

Dumanı üzerinde tüten kahveye kısa bir bakış attım. “O gün nasıl haber verdin, benim orada olduğumu?” aylardır hatta bir seneye yakın süredir çözemediğim ve kimsenin hayatımda neler olduğunu bana anlatmadığı için anlamlandıramadığım olay çözülüyordu galiba.

Derince aldığı nefesi eşliğinde kahvesinden bir yudum içerek, kupasını önündeki sehpaya bırakıp arkasına yaslandı. Sarı kıvırcık saçlarının buklelerinden bazıları sırtına ve yanaklarına doğru dökülürken, güzel yüzüne baktım hüzünle karışık tebessümümle.

“O gün çok kan kaybetmiştin Lucas-“ lafını serice keserek, “Okan Dicle.” Dedim gerçek ismini söyleyerek. Duyduğu isimle kaşları havalanırken, “Okan demek, her neyse dur. Çok fazla kan kaybın vardı. Her ne kadar vitamin ve gereken ilaçlarla vücut dengeni düzeltmeye çalışsam da kan olmazsa olmazdı. Lucas yani Okan daha alışamadım dur, ben seninle ilgilenirken Okan bir anda odaya girdi. Dışarıda birini gördüğünü ve bize yardım edeceğini söyledi. Odadan çıktım zaten sen ruh hastasını yaralayınca bütün adamları peşinden gitti. Üçümüz vardık yalnızca içeride. Dışarı çıktığımda uçurum gibi görünün yerde biri vardı sanki, gölgeyi andırıyor ama seslerinden insan olduğu anlaşılıyordu. Okan yardım etmesi için bağırdığında telsizinden birilerine haber verdi. Sonra anladık asker olduğunu. Genç delikanlı bir çocuktu, bizim olduğumuz yere kadar zar zor tırmandığında seni görmek istedi. Ne durumda olduğuna göre yardımı hızlandıracaktı çünkü… Seni göstermek için odaya girdiğimizde yanına yaklaştı ama sonra bir şey oldu.” Aklına gelmiş gibi duraksadığında derin bir nefes alarak elini kalbine götürdü.

“Ne oldu?” dedim çatık kaşlarım eşliğinde.

“Seni görür görmez geriledi. Sanki sana yaklaşması yasakmış gibi hızla çıktı odadan. Okan peşinden gittiğinde uzun bir süre dönmedikleri için bende geçtim yanlarına. Yardımın geleceğine dair hızlı hızlı konuştuğunda, ‘Beni görmediniz, duymadınız. Sadece size yardım çağırdım bundan ötesi yok, birisi sorarsa uzatmadan lafı kesin.” Diyerek aşağı indi. Kısa bir süre sonra askeri araçlar ve birçok tim alanı sardığında yardım ettiler çok şükür.” Anlattıkları buraya kadar tamamdı ama bir sorum vardı. “Peki, sen neredeydin beni götürdükleri esnada?”

Gözlerini sıkıca yumduğunda yanında duran antika vazoyu sertçe ileri fırlattı. Kulaklarıma kırılma ve saçılma sesi dolduğunda bedenim titredi. Gözlerinden iki damla yaş düştüğünde, bakışlarını tavana çevirdi. “O adam gelip seni gördükten sonra hızla gittiğinde ekipler gelene kadar deliye döndüm resmen. Kan kaybın oldukça fazlaydı ve Okan seninle mi yoksa benimle mi ilgileneceğini bilemiyordu. Askerler geldiğinde onlarla gelen bir tim daha vardı. Genç delikanlı bir adam, senin nerede olduklarını aramaya başladığında, Okan ile beraber onlara eşlik ettik. İçeriye geçtiklerinde yarısı odanın fotoğraflarını çekerken bir diğer yarısı da seninle ilgileniyordu. Adam seni kucaklayarak dışarı çıktığında-“ kaşlarım hızla çatıldı.

“Hangi adam?” Biri şu sorularıma cevap verebilir miydi artık!

“İsmini sormadım ama gençti, yirmi üç yirmi dört ancaydı. Seni helikoptere götürdüklerinde bende peşinden binmek istedim ama beni almadılar. Beni başka bir helikoptere bindirdiklerinde saatler sonra durduk. İndiğimizde bir askeriyenin içindeydik. Yanıma bir adam geldi, albaymış.”

Albay, Miralay, Barça Aksoy. Gözlerim sıkıca kapandığında, kulaklarımda gözlerimin görevini üstlenmek istiyordu adeta. Duymak istemiyordum. Kim bilir ne demişti?

“Bana burayı tutmuş, kendi hayatıma bakmam için.” Dudaklarından alay edercesine bir kıkırtı çıktığında, kollarını iki yana açarak odayı gösterdi. “Senin yanına gitmek istediğimi söylediğimde benimle dik dik konuşmaya başladı. ‘Şu anda ve öncesinde yaşanılanları unutuyorsun, eğer ki birinden bu yaşanılanlar hakkında bilgi duyarsam içeri tıktırırım seni.’ Bana tam olarak bunları dedi. Hatta ve hatta ben karşılık vererek senin yanına gelmekte direttiğimde askerlere emir vererek beni yaka paça dışarı attırdı. Beni kaçırmadan önce çalıştığım hastane yani şu an işime devam ettiğim hastaneye gittiğimde senin Ankara içerisinde yatış yapabileceğin bütün hastane kayıtlarına baktırdım ama bil bakalım ne oldu? Yoktun!” anlatırken gözlerinden akan yaşlar sonucu burnunu sertçe çekti. Elinin tersini yanaklarının üzerinde gezdirdiğinde derin derin nefesler aldı. “Çok uğraştım çok ama çok, her iş çıkışı tek tek bütün hastaneleri gezdim. Başka şehirlerde olan doktor, hemşire tanıdıklarımın hepsine baktırdım ama yoktun. Neden? Nedenini tam bir sene sonra öğrendim. Bilgilerin gizlenmişti. Yani sen benim çalıştığım hastanede bile yatsan kimliğin farklı olduğu için bulmam gene oldukça zordu. Olmadı, yapamadım. Elimden gelen bütün gücü seni bulmaya harcadım ama olmadı. Bir gün askeriyeye gittim. Albay’ın yanına… Sordum, nerede olduğunu, nasıl olduğunu? Bana ne dedi biliyor musun? ‘Öldü.’ Evladını kaybetmiş bir anneye ikinci evladını da kaybettiğin söylersen o kadına ne olur?” gülmeye başladığında omuzları da şiddetle sarsılıyordu. Ellerini gözlerinden akan yaşların üzerine siper ettiğinde sarsılan omuzları ve gülme sesi kulaklarımı çınlatmaya başlamıştı. “İnanmadım, ikinci bir evladımı da kaybedemezdim. Ben o gün gene yaka paça atıldım o askeriyeden. İçeriye girişim yasaklandı, Albay ile iletişime geçmem de aynı şekilde. Aradım, çabaladım. Aradan aylar hatta seneler geçti sen geldin bana. Bugün o kadar yorulmuştum ki o ameliyatta, seni görünce inanamadım. Hayal görüyordum sandım, bana doğru bir adım attın. Öldü dedim kendime, bir evladını daha kaybettin sen Füsun aklına sok artık bunu dedim. Kızım dedim haykırarak, annem diyerek geldin bana. Ben o saniye anladım kızımın ölmediğini. Zaten inanmamıştım ama elimden gelen de seni bulmaya yetmemişti be güzelim…”

Omuzları şiddetle sarsılırken hıçkırık sesleri odada duyulacak cinstendi. Ona bakarken sol gözümden bir damla yaş firar ederek göğüslerime doğru aktı.

Bir gözyaşı, bir damla kan. İki gözyaşı, bir ceset.

O gün işlediğim cinayet aklıma geldi. Gözlerimden yaşlar firar edemezken, bedenimden çıkan kırmızı sıvı gözyaşlarımın görevini üstlenmişti. Yanıma devrilen adamın kanları kendi kanlarımla karışırken iki gözümden iki damla yaş süzülmüştü kanlarıma doğru.

Zihnimde yılan misali dolaşan gerçekler bir kez daha yüzüme çarparken bedenim gerildi.

Karşımdaki kadının gözyaşları sağanak yağmur gibi git gide şiddet kazanırken gözlerimin önü kanlarla kaplandı.

 

24 Aralık 2018 Cinayetten dakikalar sonra,

“Ağabey, ağabey iyi misin?”

“Ne yaptın ulan sen!” bedenim onun ve kendi kanlarım altında mahsur kalırken karaya vuran balık misali çakılmıştım yere adeta.

“Kızım! Kapatma gözlerini bana bak. Bak sana ilk ameliyatımı anlatacağım daha bana bak!” Füsun başımın üzerine eğilerek haykırmaya devam ederken, belimde ve bacaklarımda hissettiğim tekmeler kanlarımın git gide fışkırmasına yol açarken başım sertçe mermere düştü.

“Bırakın ulan kızımı!” yumruk sesleri kulaklarımı doldururken gözlerim kapalıydı.

Yanımdan gelen koşma sesleri ve yaralımın üzerine uygulanan baskılar ile, dudaklarımdan bir inilti firar ederken kan çanağı gözlerim yavaşça aralandı. Lucas yaralarıma tampon yaparken hızlıca koluma açtığı damar yolundan bir şeyler enjekte ederek ayaklandı.

Bağırış ve yumruk sesleri birbirine karışırken başımı yana çevirdim. Mavinin en ürkünç türüne boyanmış gözlerinin çeyreği gözükürken; çenesinden boynuna ve yüzüne sıçrayan kanlar ile iğrenç gözüküyordu.

Yan yana olduğumuz için kanlarımızın birbirine karışmasını izlerken midem şiddetle bulandı.

Füsun ve Lucas’ın ruh hastasının korumaları ile ettiği yumruklu kavgayı izlemek yaralarımın git gide ağrımasına yol açarken kapanan gözlerim ile ortama veda ettim.

 

Aklıma gelen dakikalar bir bir gözlerimin önünden geçerken miden şiddetle bulanmaya başlamıştı. Hızlıca ayaklandığımda topallayarak tuvaleti bulmayı ümit ettim. Açtığım ilk kapı ile beni karşılayan ferah tuvalete kısa bir bakış atarak klozetin önüne çöktüm. Midemin bulantısı gözlerimin kararmasına vesile olurken, bir elim karnıma diğer elim klozetin kapağına yaslandı. Şiddetle öğürmem sonucu sıkışan kalbim her şeyin üst üste gelmesi ile haykırıyordu adeta.

Hiç kimse bir şey bilmiyordu ama herkes her şeyi biliyordu.

Peş peşe öğürmemle istifra etmem saniyelerimi almıştı. Ağzım açık, bakışlarım donuk bir vaziyette oturup kaldığım yerde derin nefesler alırken oturduğum yerden kalkmak adına klozetten destek alarak sakince ayakta durmaya çalıştım. Kalktığımda lavabonun iki yanına ellerimi sardığımda karşımda duran aynadan yüzüme baktım. Ruhsuzlaşan tenim ve kızarık gözlerim ile harika görünüyordum gerçekten. Suyu açarak yüzüme art arda çarptığımda bedenimi dikleştirdim. Kendime tekrardan baktığımda alnımdan çenem süzülen sular az da olsa rahatlamama neden olmuştu.

Kapılardan tutunarak sürüklenircesine odaya geldiğimde Füsun oturduğu yerde yavaşça sallanarak karşısındaki duvara bakıyordu. “Annem.” Dedim fısıltıyla.

Sallanmaya devam ederken gözlerinden yaşlar sakince çenesine akıyordu. “Kızımı sakladılar benden.” Dedi mırıldanarak. Kaşları havalanırken bakışları yüzüme döndü. “Sen nasıl hissediyorsun? Belki anlattıklarımı yalnızca bir bahane olarak göreceksin ama yapamadım be yavrum.” Dudaklarım büzülürken kendimi yavaşça koltuğa bıraktım. Gözlerim tavandayken dediklerini düşündüm bir süre. Miralay’ın bunu yapma amacı için az da olsa hak veriyordum ona. Bir sene boyunca aradığı kadını bulur bulmaz sıkı bir güvenlik önlemini de alması gerekirdi.

Kalbim kırıktı. Hayır, hayır. Kalbim parçalara ayrılmıştı.

Beni asıl üzen olayın ne olduğuna kanaat getiremiyorum ben artık. Yıkımı kaybetmem, Kobranın karşıma çıkması, kaza geçirmem, tanıştığım herkesin geçmişimde bir yeri olması, benim hayatımı benden çok bilenlerle aynı ortamda olmam… Ellerimi sertçe alnıma geçirdiğimde dudaklarımdan titrek bir nefes döküldü.

Oturduğu yerden kalkarak sarsak adımlarla yanımda bittiğinde bacaklarımın yanında çömeldi. Ellerimi kollarına sardım kalkması adına… Kollarını bacaklarıma sardığında başını da yana düşürdü. “Oğlum benim her şeyimdi. Yapamadı, dayanamadı kardeşine. Gitti benden… Her ne kadar bir kızım da olsa oğlumun acısı bir farklıydı her zaman için. Sonra yapamadım, kendi doğurduğum kızıma bakarken tiksinti duymaya başladım. Büyüdükçe daha da ahlaksız ve merhametsiz olmaya başlıyordu. Aşkından öldüğüm adamı ardımda bırakmak zorunda kaldım. Son zamanlarda dayanamıyordum artık, her şey üst üste geliyordu. Muratla konuştum, nerede mutlu olacaksan oraya git sen mutluysan ben de mutluyum dedi. Ankara’ya geldim. En fazla iş imkânım buradaydı çünkü… Murat her ne kadar benimle gelmek istese de kızımızı zapt edecek biri lazımdı. Ben zaten çökmüştüm, bana göre daha dinç kalabilen kişi Murat’tı… İşe başladım her şey daha iyiye gidiyordu. Psikolojim az da olsa yerine gelmeye başlamıştı. Bir gün bir şey oldu… Gece nöbetim vardı. Hastaların ilaçlarını ve ihtiyaçlarını yerine getirmek için odalarını geziyordum. Girdiğim hasta odasında başıma aldığım darbe ile bilincim kapandı. Gözlerimi araladığımda o iğrençlerin arasındaydım. Aradan günler geçti, bana seni gösterdiler…” yaşlı gözlerini bacağımdan kaldırarak yüzüme baktığında, gözlerimi sıkıca yumarak başımı geriye attım. Bedeninin şiddetle sarsılmasını sarılmış olduğu bacaklarımın titremesinden anlıyordum.

“Seni ilk gördüğümde yorgundun, çok ama çok. İhtiyaçların için sana yardım ettiğimde tekrar beni tuttukları odaya gittim. Günler böyle ilerledi, ta ki seni kanlar içerisinde görene dek. Seni ilk kez o şekilde gördüğümde içimde hissettiğim evlat boşluğu dolmuştu sanki. Hayır oğlumun değil, kızımın boşluğu. Kızım bizimle hiç geçinemezdi, çok sorunlu biriydi. Senin yaralarını ilk sardığım gün sanki senelerdir tanıdığım çocuğumu kanlar içerisinde görmüştüm. İçim ısındı, bilmiyorum. Belki de oğlumdan sonra başka birine annelik yapmak bana iyi hissettirmişti. Her neyse, öyle ya da böyle. Sen bana geldin veya ben seni buldum… Aradan seneler de geçse tekrardan yan yanayız.” Başımı yasladığım yerden doğrultarak gözlerine baktım. Başımı olumlu bir şekilde salladığımda oturduğu ahşabın üzerinden kalkarak boynuma sarıldı.

Kollarımı sırtına dolayarak bedenini sıkıca sarmaladığımda gözlerim kapandı. Burnuma dolan çiçeksi kokusunu belirli bir süre soluduğumda, uzun zaman sonra hissettiğim anne sıcaklığı bu kollardaydı.

“Yaşadığın ve yanında olamadığım tüm kötü anlar için özür dilerim. Özür dilemek belki yaşadıklarını geri almanda yardımcı olmayacak ama şunu unutma bundan sonra ne olursa olsun yanında duracak bir annen var.” Duyduklarım ile sol gözümden sakin bir damla yanaklarıma süzülürken, son olarak Füsun’un boynuna düştü. Benden ayrılarak çerçevelerin durduğu masaya ilerledi. Ters çevrilmiş olan çerçeveyi eline alarak baş parmağı ile resmin üzerinden belirli bir noktayı sevdi. Omuzları bir kez silkildiğinde başını hızla iki yana sallayarak seri adımlarla yanıma geldi.

Çerçeveyi benim görebileceğim bir şekilde önüme doğru getirdiğinde bakışlarım saniyesinde resimde bulunan yüzlere düştü.

Füsun en başta duran çocuğu işaret ederek, “Bu oğlum…” dedi fısıltıyla.

Fotoğraf biraz eski olmalıydı çünkü Füsun şimdiki halinden çok daha genç ve dinç, çocuk ise daha ergenlik çağlarını yeni atlatmış gibiydi. Parmağını çocuğun üzerinden çekerek diğer tarafta ayakta dikilen kızı gösterdiğinde kaşlarım yavaşça çatıldı. “Kızım, o zamanlar biraz daha sessiz ve içine kapanık olsa da bu fotoğraftan iki ay sonra başladı her şey.”

Kızın yüzünü dikkatle incelerken simasının tanıdık gelmesi ile çatık kaşlarım git gide çatıldı. “İsmi,” boğazımı setçe temizlediğimde tek solukta sordum. “İsmi ne?”

Bakışlarım bir Füsun’un bir kızın üzerinde mekik dokurken, Füsun fotoğrafa baktı hasretle. Bu bakış da özlem ve nostalji içeriyordu. Sanki kızının sessiz, sakin hallerini özlüyordu.

Füsun’un dudakları dakikalar süren sessizlik sonunda aralandı. Yavaşça yutkunduğunda, “Tuğ-“ derin bir nefes aldığında, kızının ismini uzun bir süredir dile getirmediğini hissettim. “Tuğba Sanem Akçay.” Duyduğum isimle zihnimde şimşekler çakarken bakışların önümde duran fotoğrafa kaydı. Olamazdı değil mi?

 

Armin'in kazası?

Beyaz ev?

İlaç şişesi?

Mahkeme?

Melih Çakır'ın amacı ne sizce?

Hâkime Hanım'In mahkemedeki tepkisi?

Armin ve Ankara yüzleşmesi?

Kurtuluş üyelerinin kazadan sonraki halleri?

Erdem'in Armin'in yokluğunda time göz kulak olması?

Ertuğrul, Hüseyin ve Samet'in Armin'e karşı tutumu?

Tuğba Sanem Akçay... (Bu isim size de tanıdık geldi mi :)

Hastanedeki Armin ve Füsun karşılaşma anı?

Füsun'un Miralay hakkın dedikleri sizce doğru muydu yoksa kendini haklı çıkarmaya mı çalıştı?

Sizce geçmişte yardım eden asker kimdi? (Unutmayın burayı gençler!)

Armin'in kendini katil olarak görmesi?

Sizce ilerleyen bölümlerde Armin nelerle yüzleşecek?

Kurtuluş üyelerinden en sevdiğini karakter ve nedeni?

Yıldıza basmayı unutmayın :)))

08.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%