Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15.BÖLÜM- GÜNLERE DEVRİLEN HAFTALAR

@durutaskulakk_

Canlar selam!

Yeni bölümümüzle geldim...

Okumaya başlamadan önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı unutmayın lütfen...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Keyifli okumalar!

15.BÖLÜM GÜNLERE DEVRİLEN HAFTALAR

 

17 Ekim 2020 Fransa Paris’ten

Ténébres invisibles.

Görünmez karanlıktı o.

Evinin geniş balkonuna çıktığında tenini keskin bir bıçak misali ikiye ayıran soğuğa karşı geldi. Elindeki içki bardağını dudaklarının arasına götürdüğünde yavaşça yutkundu. Boğazını kasıp kavuran sıvı karşısında buruşan yüzü ile başını hızla iki yana salladı.

Ayaklarının altına serilen Paris’in ışıl ışıl hayatına bakarak dudaklarını büzdü Görünmez. Hiç de onu yansıtmıyordu bu şehir.

Tam karşısında kalan Eyfel kulesinin sarı ışık saçan renklendiricilerinin gözünü almasını sevmiyordu.

İçkisini hızlıca başına diktiğinde yavaş yavaş dönmeye başlayan başı ile gözlerini kapattı Görünmez. Tam on altı adım arkasında dikilen sağ koluna bir el işareti ile içkisini yenilemesini anlattığında, yanından gelen hışırtılar saniyeler içerisinde kayboldu.

Görünmez, korumalarını özenle seçerdi.

İsminin anlamı gibi görünmezdi. Onu korumaları dahi göremezdi.

Korumalarının kör olmasına özen gösteren görünmez, yalnızca sağ kolunu görme yetkisi ile işe almıştı. Bütün korumaları bir insanı saliseler içerisinde öldürebilecek yetki ve güce sahipten tek sorunları gözlerindeydi.

“Ne zaman başlayacaksın?” dedi aksanlı bir dille konuşan sağ kolu.

Görünmez alayla güldü. “Onun benden hayatımı aldığı günden, on altı aralık tarihinde.” Aksanlı bir dille konuştuğu Fransızca ana diliydi sanki…

Onunla konuşabilme şansına sahip insanlar onun hep bir Fransız olduğunu düşünse de gerçekler farklıydı. Olay yalnızca Görünmez ’in usta bir yalancı ve taklitçi olmasından kaynaklanıyordu.

“Dolapları ayarlamamızı ister misin Görünmez?” vurgulu bir tonla konuştuğu için sağ kolunun sesi kulaklarında çınlarken Görünmez bir kez daha nefret etti yüksek seslerden.

“Sesine dikkat et, başımı çatlattın gene. Keşke diğerlerini kör seçerken seni de lâl seçseymişim. Her neyse, hazırlıklara başlayın medenice sohbet etmemiz gereken birkaç kişi var.” İçkisini başına diktiğinde bardağı masaya sertçe vurarak rüzgâr misali esip geçti yardımcısının yanından.

Asıl hikâye şimdi başlıyordu.

 

Sigaranın son nefesini dudaklarımın arasından temiz havaya aktardığımda arabadan yavaşça indim. Apartmana sarsak adımlarla yürürken aklımda bin bir çeşit düşünce vardı.

Sersemce apartmana girerek dairenin bulunduğu kata geldiğimde kapıyı yavaşça çaldım. Karşıma çıkan Semra teyze dikkatle yüzümü incelerken seri bir hamle ile bedenimi kendine çekti. Sol kolum yanda sallanırken, sağ kolumdan sıkıca destek alarak bastonuma tutunma gereksinimi duyuyordum.

“Nasıl geçti?” dedi kulağımın dibine girerek sessiz bir tonla. Bedenimden ayrıldığında sakince gözlerime baktı. Başımı eh işte dercesine salladığımda yüzüme bakarak yavaşça gülümsedi. Kolumu sıvazlayarak içeri geçmem için yol verdiğinde, telefonla konuşan Samet’e kısa bir bakış atarak koltuğa yayıldım.

Beni görür görmez yaptığı hareket de gözümden kaçmamıştı. Telefondaki kişiye, “Geldi şimdi konuşuruz.” Diyerek yarım ağız mırıldanmasını duymamış değildim elbette.

Ellerimi yüzüme götürerek sıvazladığımda karşımda çekimserce bana bakan adama başımı ne var dercesine salladım. Dudaklarını büzdüğünde konuyu değiştirdi. “Nasıldı?”

Ellerimi yumruk gibi kırarak gözlerime götürdüğümde sakince ovaladım. “Kiminle konuşuyordun?” sorusunu göz ardı ederek direkt ne haltlar karıştırdığını sorduğum için yavaşça yutkundu.

Kaşlarını saniyelik bir şekilde kaldırarak, “Arkadaşımla.” Dedi kısaca.

Gözlerimi devirerek derin bir nefes alıp başımı geriye attığımda boğuk bir sesle sordum. “Arkadaşının ismi ne Samet? Bıktım artık sırlardan, gizemlerden… İçeriye girdiğimde, geldi şimdi konuşuruz diyerek kapattığını duydum. Saklama da söyle, yoksa öğreneceğimi biliyorsun.” Bayık bakışlarımı yüzüne diktiğimde bir eli ensesine gitti. Sıkıntılı bir nefes verdiğinde, “Yıldırım.” İsmi dökülmüştü iki dudağının arasından.

Kaşlarım hayretle havalanırken dudaklarımda küstah bir tebessüm oluştu. “Yıldırım?” dedim sorarcasına bir ses tonajı ile.

Başını sallayarak söylemenin vermiş olduğu rahatlık ile kendini koltuğa attı.

Başımı iki yana salladığımda, “Ne alaka, niye aramış seni?” dedim merakla.

Masanın üzerinde duran içi su dolu bardağı dudaklarına yaklaştırdığında sakince içti. “Seni soruyor.”

Gözlerimi sıkıca yumduğumda bir elim alnıma sertçe kapaklandı. Amaçları neydi bu dallamaların? Beni bana sormak yerine çeşitli yöntemler mi seçiyorlardı anlamıyordum.

“Yarın gidiyorum.” Dedim telefon olayını kestirip atarcasına.

Samet oturduğu yerde dikleştiğinde kaşları yavaşça havalandı. “Neden bir sorun mu var?”

Sakince kıkırdadığımda, “Hani ben çok meşgul ve yoğun bir insanım ya… Ankara maceram bu kadardı eşlik etmek istemiyorsan hemen söyle bilet bakacağım.” Dedim bir elim telefonumun üzerindeyken.

Başını gerek yok dercesine salladığında, “Yok, bana da bu kadar yeter. Hem daha konuşmam gereken bir kız arkadaşım var.” Dediğinde aklıma gelen fotoğraf ile gözlerim sinirle kapandı. Bunun kokusu da çok yakında çıkacaktı hissediyordum.

Başımı onu onayladığıma dair salladığımda, “Tamam o zaman sana da uyarsa sabah erkenden çıkalım çok geçe kalmak istemiyorum.” Diyerek ayaklandım. Beni onaylar vaziyette birkaç cümle mırıldandığında bana ayrılan odaya geçtim. Çok eşyam olmayan ve toplu duran valizime baktığımda, içine koymam gereken birkaç parça eşyamı da koyarak fermuarını çektim.

Üzerime valizden çıkardığım rahat kıyafetlerimi giydiğimde, beylik tabancamı yastığımın altına attığımda yüz üstü uzandığım yatakta gerilen sırtım yavaşça yumuşamaya başlamıştı.

Gözlerim bugün yeteri kadar dinlediği olayların ağırlığı ile yavaşça kapandı.

KURTULUŞ

Omuzumu deşen eli seri bir hamlede tutarak ters çevirdiğimde kulaklarıma dolan inleme sesi ile gözlerim aralandı. Karşımda giyinip kuşanmış bir Samet görmek beni pek de şaşırtmamıştı açıkçası.

“Niye dikildin başımda sen gene? Bir git uyuyacağım!” başımı kaldırdığım yastığa geri gömdüğümde omuzlarımdan geriye doğru çekilmem ile çenem kasıldı. “Lan salsana!”

Oflama sesi kulaklarımı doldururken sabahın köründe pürüzsün çıkan sesi ile konuşmaya başladı. “Arminciğim artık kalksan mı acaba daha gideceğimiz on altı saatlik bir yolumuz var da!” aklıma gelen gerçek ile sinirle yattığım yerden doğrulduğumda gözlerim hâlâ kapalıydı. Dengem daha ayılamadığım için anlık bozulduğunda bedenim geri düştü. Kollarımı sertçe kavrayan eller beni dik durmaya zorlarken gözlerim kısıkça aralanarak bayıkça etrafta gezindi.

Karşımda üzeri salaş bir siyah gömlek altı ise biraz bol koyu renk pantolonu ile zinde duran Samet’i izledim. Uyanmam için art arda aralıksız konuşmasını sürdürürken yavaşça yutkundum. Ayaklanmamda yardımcı olduğunda gözlerim komidinin üzerinde duran telefonuma kaydı. Saat daha gece yarısı, üçtü.

Sersem adımlarla lavaboya gittiğimde açtığım soğuk suyu avucuma alarak yüzüme çarptım. Anından açılan gözlerim ayılmamda yardımcı olurken yanda duran havluyu alarak yüzümden akan su damlalarını sildim. Lavabodan çıktığımda odaya girerek yolculuk için hazırladığım kıyafetlerimi elime aldım. Üzerimden ayırdığım rahat takımı katlayarak valize koyduğumda, giyeceğim kıyafeti üzerime geçirdim. Üstümde Samet gibi salaş bir gömlek altımda ise koyu renk bir kot vardı. Beylik tabancamı belime koyarak gömleği üzerime indirdiğimde valizimi de elime alarak odaya son bir bakış attım. Unuttuğum bir şey yoktu. Valizimi sürükleyerek ayakkabılığın yanına bıraktığımda, bastonumu da valizin kenarına yaslamıştım. İlk günlere nazaran kat kat daha iyiydim.

Abartı bir tavırla mutfağa geçtiğimde Semra teyze ve Samet’i yemek hazırlarken bulmayı çok da yadırgamamıştım. “İyi geceler.” Diyerek içeri girdiğimde ikisinden de ilk önce gülme hemen arından aynı şekilde karşılık almıştım.

Masayı yerleştirmelerinde yardımcı olduğumda kısa bir süre içerisinde gece yemeği -kahvaltımızı-yemeye başlamıştık.

Semra teyze her ne kadar gitmemizi istemese de münasip bir dille bir an önce gitmemiz gerektiğini en kısa sürede tekrar yanına geleceğimizi söyleyerek, uzun bir süre sonucunda ikna etmeyi becermiştik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra bulaşıkları toplayarak makineye dizdiğimizde saat dörde yaklaşıyordu.

Uzun süreli sarılma ve sık sık arayacağımıza dair söz verdiğimiz bir vedalaşma sonunda evden çıkmayı başarmıştık. Valizlerimizi bagaja yerleştirdiğimizde, Samet şoför koltuğuna bende yan koltuğa kurulmuştum. Daha güneşin g’si ortalıklarda görünmezken ayın parlayan ışığı ile karşı karşıyaydık. Benim erken çıkalım derken kastım sekiz dokuz gibi çıkmak olsa da Samet bu saati tercih etmişti. Aslında doğru olanı yapmıştı çünkü bu saatte çıktığımız için en erken akşam sekiz gibi orada olacaktık.

Yolculuğumuz gecenin geç vakitlerinde başlarken ortalık sessiz ve sakindi. Samet pür dikkat önündeki yola bakarken bende elime geçirdiğim telefonum ile oynuyordum.

“Nasıl geçti konuşmanız?” meraklı çıkan sesi kulaklarımı doldururken bakışlarımı telefondan ayırarak gecenin karanlığından az da olsa belli olan yüzüne baktım. Yavaşça yutkunduğumda, “İyiydi sanki… Neler olduğunu anlattı, beni gerçeklerle biraz daha yakınlaştırdı.” Dedim Füsun’un konuşmalarını gözümün önüne getirerek.

Samet yavaşça başını salladığında, “Yorgun görünüyorsun, kenara çekeyim arkaya geç yat istersen.” Dediğinde gerçekten reddetmek gibi bir düşüncem yoktu çünkü gerçekten de çok yorgundum. Hakkâri’ye döndüğümde beni neyin beklediğini bilmediğim için önce başımı sallayarak onayladım Samet’i. “Tamam olur, uyanınca da yer değiştiririz.” Dörtlüleri yakarak yavaşça köşeye çektiği arabadan inmeden önce kemerimi çözerek telefonumu elime aldım. Kapıyı açarak dışarı çıktığımda esen sert hava ile bedenim titredi.

Arkaya geçtiğimde koltuğa serilmiş pike ve yastık ile Samet’e döndüm. Bana bakarak gülümsediğinde gözlerim yavaşça doldu. Gözlerimi kapatarak başımı yastığa yasladığımda araba hareketlendi. Yorgun olduğumu bildiği için bana arkada yer yapmıştı. İyi ki dedim içimden… Bunca aksiliğe rağmen beni sahiplenen dostlar edinebilmişim…

KURTULUŞ

Aniden sallanan araba ile gözlerim hızla açıldığında cenin pozisyonumu bozarak başımı ön iki koltuğun arasına sokarak Samet’e bakındım. “Ne oluyor?” Başını sakince iki yana salladığında, “Bir şey yok, yol çalışması varmış yerler çakıl taşı doluydu. Araba sallandı biraz.” Diyerek gözlerini yoldan bir an olsun ayırmadı.

Gözlerim saate kaydığında saatin ilerlemiş olduğunu gördüm. Havanın rengi biraz daha kırılmaya başlamıştı. Tan vakti yaklaşıyordu.

“Sen geç, biraz da ben kullanayım.” Dediğimde arkasına doğru kısa bir bakış attığında saniyelik bir göz teması kurduk. “Saçmalama istersen, daha yeni kaza yapmış ve ayakta duramayan birine güvenemem şu anda.”

Gözlerimi devirerek koluna sert bir yumruk attığımda dudaklarının arasından firar eden keskin inlemeyi kulak ardı ettim. “Sağa çek!” Sağ kolunu sıvazladığı esnada diretmeden sağa çektiğinde hızla arabadan indi.

Arka kapıyı açarak dışarı çıktığımda soğuk hava terleyen sırtım ile bütünleşmişti. Şoför koltuğuna oturduğumda ellerim direksiyonun kaygan yüzeyine tutundu. Dörtlüleri kapatarak hızlıca sol şeride geçtiğimde ardımızdan akıp giden yola pür dikkat kesilmiştim.

Arkaya geçip uyumak için yatan adamın düzenli nefes sesleri kulaklarımı doldururken yan koltuğa attığım telefonumun zil sesi yüksek bir tonla çalmaya başladı.

Samet’in uyanmaması adına hızla gelen aramayı yanıtladığımda, “Neredesin?” dedi her zamanki gibi. Bir elim direksiyonda diğer elim yoldayken gözlerimde ağarmaya başlayan havaya kaydı. “Yoldayım, geliyorum. Akşama doğru Hakkâri’deyim.”

Karşıdan hoşuna gittiğine dair bir ses çıkardığında yavaşça güldü. “Bir an önce gelmelisin yoksa büyük kavga çıkacak.”

Duyduklarım ile kaşlarım çatılırken, “Ne kavgası?” dedim anlamadığımı belli eden bir ses tonuyla.

Telefondan gelen hışırtılı ses ile ayaklandığını anladığımda olayı açıklamaya başladı. “Şu anda Erdem seninkilerin canına okuyor, Dumanla içtima bitiminde atışacaklar gibi… Hadi hayırlısı.”

Bitmek bilmeyen Ertuğrul ve Erdem gerginliği… Yavaşça güldüğümde, “Erdem yokluğumu çok aratmıyor demek ha?” dedim şakayla karışık.

Karşıdan gelen kınama sesi ile, “Sen öyle san, Ertuğrul hariç hiçbirinden tek bir kelime bile duyamadım sen gittiğinden beri. Konuşmuyorlar, sadece içtimaya katılıyorlar. Kahvaltıya gidiyorlar sonra da Kalender bazen tek bazen de yanında biriyle dosyalara bakıyor. Akşama doğru da çıkıyorlar. Bir an önce gelmeni istememin bir diğer sebebi de buydu, konuşmanız lazım yoksa düzelmeyecekler gibi…” derin bir nefes aldığında, yutkunma sesi kulaklarımı doldurdu. “Her neyse bir an önce-“ lafını kesen şey uzaktan gelen bağırış sesleri olmuştu. Miralay’ın koşma seslerini duyarken şiddetle bağırdım. “Ne oluyor!”

Kulağından uzaklaştırdığı telefona doğru bağırarak, “Ararım sonra seni!” dediğinde telefon hızlıca kapandı. Telefonu yan koltuğa fırlattığımda, elimi hızla alnıma vurdum. Neler oluyordu bunlara böyle?

Saniyeler dakikaları devirirken gün çoktan aymıştı. Acıkmaya başlayan karım ile yol kenarlarına göz gezdirirken arkadan gelen kımıldanma sesleri ile sakince seslendim. “Uyandın mı?”

“Hm.” Mırıldanarak verdiği cevap ile sırıttığımda telefonumu alarak arabaya bağladığımda sesi sonuna kadar açarak uyanmasında yardımcı oldum. Oyun havasının sesleri arabanın içerisine dolarken parmaklarımla direksiyonun üzerinde ritim tutmaya başladım.

Aradan bir kol uzanıp müziği durduğunda, “Ya sen ruh hastası mısın? Ben sen uyurken şarkı falan açtım mı? Az biraz saygı be uyuz!” diyerek kulağımın dibinde bağırdığında öne uzanan kafasına doğru sert bir tokat attım. “Bana bağırma o dilini keserim! Ayrıca uyumuyordun, uyanmıştın ama ayılamamıştın. Bende yardımcı oldum ne var?” omuz silkerek sarf ettiğim cümleleri göz devirerek dinledi. “Neyse, ben acıktım bir yerde duralım da bir şeyler yiyelim.” Başını sallayarak beni onayladığında kendini hızla geriye attı. Yatmaya devam ettiğini bildiğimden uğraşmayı kesmiştim. Yol üzerinde kahvaltıcıların olduğu sıraya denk geldiğimizde gözlerim yan yana dizilmiş mekânlara kaydığında gördüğüm gözlemeci ile direksiyonu o tarafa doğru kırdım. Arabayı sakince mekânın önüne park ettiğimde Samet de yattığı yerden kalkmıştı. İkimiz de arabadan indiğimizde Samet kolunu bana doğru uzatarak destek almamda yardımcı olmuştu. İçeriye girdiğimizde burnuma dolan enfes kokular ile iştahım daha da kabarmıştı. İçerinin bomboş olmasının en büyük sebebi saatin oldukça erken olmasından kaynaklanıyordu.

Masalardan birisine rastgele yerleştiğimizde yanımıza gelen orta yaşlı kadın bize doğru bakarak gülümsedi. “Hoş geldiniz, ne yemek istersiniz?” Masaların yüzeyindeki camın altına sıkıştırılmış menülere kısa bir bakış atarak tüm çeşitlerin bulunduğu gözleme tabağını sipariş ettik.

Samet karşımda telefonu ile uğraşırken canı sıkkın görünüyordu. Hızlı hızlı hareket eden baş parmaklarını izlemeye başladığımda, mesajlaştığı kişi ile bir tartışma içerisinde olduğunu anlamak pek de zor olmamıştı. İki dakikalık zaman zarfında telefonu kilitleyerek sertçe masanın üzerine bıraktığında, dirseklerini masaya yaslayarak yüzünü ellerinin arasına gömdü.

Bıkkın bakışlarım ve nefeslerim eşliğinde, “Gene ne diyor majesteleri?” diyerek sordum.

“Hemen yanına gelmem lazımmış, çok kötü hissediyormuş kendini.” Göz devirerek söyledikleri ile derin bir nefes aldım. “Işınlanalım mı ne yapalım yani?” Başını boş ver dercesine salladığında önümüze bırakılan tabak ve çaylar ile kadına teşekkür ettim. Gözlemelerin kokusu burnuma dolarken beklemeden yemeye başladım.

Yirmi dakikaya yakın süre yemek faslımız bitmiş, hesabı istemiştik. Samet’le ne zaman yemek yesek sürekli hesap kavgası çıkardığımız için ortak çözümümüz yarı yarıya vermek olmuştu. Hesabı ortaklaşa verdiğimizde kadına tekrardan teşekkür ederek dışarı çıktık. Sabah erken bir saat olduğu için sert hava bedenimi titretirken kendimi hızla arabaya attım. Samet şoför koltuğuna geçtiğinde park ettiğim yerden hızla çıkarak yola koyulduk.

Saniyelerin dakikaları, dakikaların saatleri devirdiği yolculuğumuzda Hakkâri’ye girmemize çok az bir yolumuz kalmıştı. Hava iyice aydınlanmış artık batmaya hazırlanıyordu.

Yol kenarında gördüğümüz benzinlik ile arabayı durdurduğumuzda sakince aşağı indim. Hem oturmaktan hem de yaralarımdan dolayı uyuşan bacağım anlık bir şekilde titremeye başladı. Ellerimi kapının üstüne koyduğumda titreyen dizlerimin durmasını bekledim. Birkaç dakika içerinde dizginlenen bacaklarım ile arkamda kalan benzinliğe ilerledim. Lavaboya girerek elimi yüzümü yıkadığımda ferahlayan bedenim ile sakin bir nefes aldım. Lavabodan çıktığımda beni karşılayan renkli market bölümüne kısa bir bakış attım. Buzdolabı gibi olan soğutucu dolabın önüne geldiğimde içerisinden iki adet soğuk kahve alarak kasaya yöneldim. Ücretini ödediğim kahveleri iki elime aldığımda, otomatik kapı iki yana açıldı. Arabaya benzin alan Samet’i ücreti öderken yakaladığımda adama parayı uzatarak yanıma geldi.

“Ne aldın.” Dedi elimdeki kahvelere bakarak.

İki elimi aynı anda havaya kaldırdığımda, “Soğuk kahve, tatları çok güzel bir dene.” Diyerek birini Samet’e uzattım.

Kahveyi açarak bir yudum aldığında kaşları havalandı, “Güzelmiş.” duyduklarım ile yavaşça güldüğümde başımla arabayı işaret ettim.

Şoför koltuğuna geçen kişi bu sefer ben olduğumda kahvemi içecek bölümüne yerleştirip arabayı çalıştırdım. Samet radyoya uzandığında aramıza dolan müzik ile parmaklarım direksiyonun üzerinde ritmini tutmaya başlamıştı.

Yolları son sürat arkamızda bırakırken şükürler olsun ki Hakkâri’ye giriş yapmıştık. Kendi evime giden yola saptığımda, gözümün önünde canlanan kaza anı ile bedenim titredi. Her şey bu yolda saniyeler içerisinde olmuştu.

Yavaşça yutkunarak derin bir nefes verdiğimde ormanlık yolun gece yarısı daha bir korkunç gözüktüğünü hissettim. Gözlerim anlık bir şekilde bariyerlere kaydığında, iki haftayı aşkın süre önce çarptığım bariyerlerin hâlâ aynı şekilde durduğunu gördüm. Bedenim ışık hızıyla titreme altına girdiğinde camımı biraz aralayarak önüme odaklanmaya çalıştım.

Samet dörtlüleri yaktığında, “İn aşağı, ben devam edeceğim.” Diyerek kapısını açtı.

Araba durmadan kapıyı açması ile ani bir fren yaptığımda kemerimi çözerek arabadan indim. Birkaç adım gerimde kalan bariyerlere doğru yürüdüğümde arkamda hissettiğim adım sesleri Samet’ten başkasına ait değildi.

Bariyerlerin eğik, hatta çarpmamın vermiş olduğu şiddet ile kırılıp ikiye ayrılmış parçasına baktığımda gözüme çarpan kırmızılık ile yere çömeldim. Bariyerlerin kenarına bulaşmış kan, aradan geçen zaman ile kurumuştu. Titrek bir nefes aldığımda elimi bariyerlere yaslayarak ayaklandım. Tekrardan arabaya yöneldiğimde Samet beni yavaşça koltuğa oturtmuştu.

Ormanlık yolu şiddetle gerimizde bıraktığımızda apartmanın olduğu yere gelmiştik. Samet benden önce davranarak çevik bir hareketle arabadan indiğimde kapımı açarak inmeme yardım etti. Bagajdan çıkardığı valizimi eline aldığında elimi yavaşça valizime attım. “Ben götürürüm…” derin bir nefes alarak bir apartmana bir Samet’e baktım. “Samet, her şey için teşekkür ederim.” Ne diyeceğimi bilemez bir vaziyette dudaklarımı birbirine bastırarak başımı omuzuma yatırdığımda bana bakarak yavaşça gülümsedi.

Valizimi sol elime aldığımda bastonumu da sağ elime alarak yavaşça apartmana doğru yürümeye başladım. Saat dokuz buçuğa yaklaşıyordu. Yol üzerinde birkaç kez mola verdiğimiz için beklediğim saatten biraz daha geç varmıştık.

Anahtarımı cihaza okuttuğumda açılan dış kapının sesi kulaklarımı doldurmuştu. Valizimi yavaş yavaş çekerek merdivenlere geldiğimde kulpunu geri yerine sokarak elime aldım. Çok fazla ağır olmayan valizi rahat adımlarla çıkartırken yorgunluktan kapanmaya başlayan gözlerimi açık tutmaya çabaladım.

Üç kat merdiveni ardımda bıraktığımda son katı çıkmaya başladım. Gözlerimin akı yorgunluktan ve huzursuzluktan kıpkırmızı olmuştu, hissediyordum.

Son katın son merdivenini çıktığımda bastonuma sıkıca sarılarak derin bir nefes verdim. Başımı kaldırarak evimin kapısına baktığımda gördüğüm şey ile dudaklarım aralandı. Kapının önüne oturmuş, dizlerini kendine çekerek başını öne gömen bir Âhi ile karşılaşmayı beklemiyordum.

Sakince ne yaptığını anlamaya çalıştığımda duyduğum hıçkırık sesi ile kaşlarım çatılırken olduğum yere çakılı kaldım.

Gözleri kapalı bir halde başını arkasındaki kapıya yasladığında, kapalı gözlerinin aralarından yanaklarına doğru yaşlar süzülmeye başladı. Omuzları ağlamanın verdiği hisle şiddetle sarsılırken yavaşça yutkundu. Açığa çıkan âdem elması havalanarak geri düştüğünde, valizimi son merdivenden yukarı alarak ses çıkmasını sağladım.

Yaşlı gözleri yavaşça aralandığında karşısındaki yüze hasret kalmışçasına bir hâl aldı çehresi. Ellerini yere dayayarak ayaklandığında hızla yanıma geldi. Bir sorun olup olmadığını anlamak istercesine üzerimi süzdüğünde, en son durak olarak gözlerime uğradı gözleri.

“Sarılabilir miyiz?” mırıldanarak söylediği şey karşısında, cevap vermemi beklemeden devam etti. “Şu an dışarıdayız, görev başında değiliz… kendime hâkim olamadığım için özür dilerim.” Mırıldanarak söylediği cümleyi kesik kesik dile getirmişti.

Onu kırmamak adına tek kolumu beline doğru sardığımda, bu anı beklermiş gibi sıkıca sarıldı bedenime. Bedenini yavaşça ittirdiğimde, hızla kapıyı açtım. Valizi ayakkabılığın yanına bırakarak bastonumu da valizin sapına yasladım.

Arkamda kalan adam bana yaşlı ve kızarık gözleri ile bakarken, kapıya yaslanarak yavaşça tebessüm ettim. Gözlerimle içeriye gelmesi için bir işaret verdiğimde burukça gülümsedi. Yavaş ve sakin adımlarla bana doğru yaklaştığında son kez onay istercesine gözlerimin en derinine bakındı. Apaçık yeşil rengi gözlerinin tam içine bakarak gözlerimi yumduğumda adımını içeri attı.

Uzun süre ayakta kalmaktan yorulan bacaklarım ile yaslandığım kapıyı ileri doğru iterek kapattım. Postallarını çıkarmak için harekete geçtiğinde, aynı şekilde karşılık vererek yere eğilmeye çalıştım. Zangır zangır titremeye başlayan bacaklarım artık ayakta duramayacağımın göstergesi haline gelmişti. Derin bir nefes alarak eğilmeye niyetlendiğim pozisyondan çıktığımda tam karşımda bana bakan adama çevirdim gözlerimi.

Her zamanki gibi önce gözlerime bakarak onay aldığında yavaşça önümde eğildi. Dizlerini kırarak yere oturur görünüme geldiğinde, bacağımı biraz kırarak ona yardımcı olmaya çalıştım. Ayakkabımın iplerini öldürücü bir sakinlikte çözdüğünde, bileğimi kavrayarak ayağımdan yavaşça çıkardı. Aynı işlemi diğer ayakkabım için yaptığında hem benim hem de kendi ayakkabısını nizami bir şekilde kenara koydu.

Sakince teşekkür ederek odama yöneldiğimde, yorulan bacaklarım yüzünden yatağa oturdum. Kapının eşiğine yaslanarak burukça konuştu. “İki haftadır nefes alamıyorum…”

Karamsar bir tavırla yüzüne bakıp, “Ne demem lazım bilmiyorum…” dedim içimden geçenin en duru halini ona yansıtarak.

Hafifçe güldü. “Seni bekledim, her gün tugaydan çıkar çıkmaz ve sabah altıya kadar… Seni görmediğim her saat, her gün ve her hafta…” cümlesini devam ettirmek için aralık duran dudakları bir anda kapandığında omuz silkti. “Her neyse, bekledim işte.” Diyerek kestirip attı ve bir soru sordu. “Nasıl oldun?”

Dudaklarımı yavaşça ıslattığımda, “Yürümem biraz daha iyi ama fazla zorlayınca ağrım çoğalıyor.” Diyerek mırıldandım sızlayan bedenimi göz önüne alarak.

Derin bir nefes aldığında kabaran göğsü verdiği nefes ile hızla söndü. “Ankara nasıldı?” sorduğu soruda merak vardı. En azından merakı gözlerinden okunur cinstendi.

Omuzlarım havalanarak geri eski haline geldiğinde, “Garip,” gözlerim düşünür gibi arkasındaki duvara kilitlendiğinde yavaşça omzunu silkti. “Ne olursa olsun bana anlatabilirsin, elimden gelenin fazlasıyla sana yardım edeceğimi unutma.”

Bacaklarımın üzerinde duran ellerimle oynarken, “Sağ ol.” Diyerek içtenlikle fısıldadım.

Yavaşça yutkunduğunda sesi bana kadar ulaştı. “İğneni yaptın mı?” Böyle bir soruyu beklemediğim için kaşlarım saniyesinde çatıldığında en son ne zaman iğne yaptığımı dahi unutacak kıvama gelmiştim çünkü kaza yaptığım zamandan bu yana iğnelere hiç dokunmamıştım.

Yüzüme anlamak istercesine bakındığında sinirle soludu. “Ne o, vitamin iğnelerini vurmayı mı unuttun yoksa?”

Ona karşı söylemiş olduğum yalanı yüzüme vurmak istercesine kurduğu cümle ile gözlerim büyük bir sakinlikle kapanıp açıldı. “Unutmuşum.” Kelimesi döküldü dudaklarımın arasından oldukça ufak bir mırıldanma eşliğinde.

Kapıdan destek alarak iri bedenini ittiğinde yatağın yanındaki komidine yaklaştı. Ne yapmaya çalıştığını anlamak adına hareketlerini izlediğimde, ilaçların ve enjektörlerin olduğu çekmeceyi açarak içerisinden çıkardığı gerekli tıbbı malzemeleri komidinin üzerine bıraktı.

Odadan hızla çıktığında açılan kapı ve kapı sesine eşlik eden su sesi ile ellerini yıkamaya gittiğini anladım. Çok kısa bir süre içerisinde geri geldiğinde, komidinin üzerine bıraktığı ilacı sol eline alarak çıkardığı enjektörün ucunu yavaşça ilacın yumuşak yüzeyine ittirdi. Enjektörün içerisine dolan kan kırmızısı sıvıyı sonuna kadar çektiğinde ucunu temiz bir iğne başlığı ile değiştirerek, boşta kalan eline aldığı pamuk ile yanıma geldi.

Onu izlemekten açmayı unuttuğum kasıklarımı hızla açmaya çalıştığımda altımdaki kotun düğmesi ile cebelleşmeye başladım. Elindeki enjektörü diğer eline aldığında hızla düğmeyi çözerek kasıklarımı açmama yardım etti.

Pantolonun ikiye ayrılan yakasını biraz daha çekiştirerek aşağı kaydırdığımda ellerim bacaklarımın iki yanını buldu. Derin nefesler alıp verirken kulaklarıma dolan ses, “Hazır mısın?” diyerek tepkimi ölçtü. Başımı sallayarak başımı arkamdaki yastığa daha da gömdüğümde, kasıklarımın üzerinde dolaşan pamuğun içine işleyen sıvının soğuk olması içimi ürpertti. Eli kasığımın üzerine kapaklandığında, derimi delip geçen ince iğnenin sızısını anlık bir şekilde hissettim.

Göğsüm bedenime bıçak misali saplanıp ölümcül bir ağırlıkla yayılan sıvı sayesinde hızlı hızlı inip kalkarken, “Sakin ol, derin nefes al.” Diyen adama çevirdim bakışlarımı. Bakışları pür dikkat kasıklarımdayken dediklerini uygulamaya çalıştım.

Derimden ayrılan iğne ile derin bir nefes aldığımda, iğneyi yaptığı yere pamuğu belirli bir süre bastırdı. Pamuğu komidinin üzerine bıraktığında büyük elini kasıklarıma doğru kapatarak oval bir şekilde ovmaya başladı.

Gözlerim mayışmanın verdiği etki ile kapanırken eli yavaşça üzerimden ayrıldı. Yeni kapattığım gözlerim anında aralanırken sorgularcasına yüzüne baktım. “Sen üzerini değiştir ben hemen geliyorum.” Cümlesi biter bitmez odadan ayrıldığında mutfağa doğru girdiğini gördüm.

Yattığım yerden yavaşça doğrulduğumda kapıyı itekleyerek dolabımın önüne geldim.

Dolabın içerisinde yerleşmiş kıyafetlere kısa bir bakış attığımda rahat kıyafetler giyme isteği içimi kasıp kavuruyordu. Elime geçen gri eşofman altı ve ince uzun kollu tişört tarzı kıyafetleri elime aldığımda hızlıca üzerimdekilerden kurtulup yeni aldığım kıyafetleri giyinmeye başladım.

Üzerimdekilerden arındığımda beylik tabancamı her zamanki yeri olan komidinin üzerine bıraktım. Yatağın üzerine yavaşça oturduğumda telefonumu açarak gelen önemli bir mesaj var mı diye bakındım. Samet’ten gelen dokuz cevapsız çağrıyı gördüğümde içime düşen endişe ile hızla numarasını çaldırdım.

Telefon saniyeler içerisinde açıldığında, “Armin iyi misin?!” diyerek bağırdı.

Burnuma doldurduğum havayı hızlıca solduğumda, “İyiyim, aramalarını yeni gördüm önemli bir şey mi oldu?” Dedim bir sorun olmaması için içimden geçirdiğim cümlelerin ardından.

Karşı taraftan beni kınarcasına bir cık sesi geldiğinde, “Eve girince insan bir arar da haber eder. Ben geldim, iyiyim, sağ ol falan…” dedi bezmişçesine.

Sinirle üfleyerek, “İyiyim dedim ya Samet! Çok teşekkür ederim beni düşünüp aradığın için, sesimden de anlaşıldığı üzere iyiyim. Şimdi müsaadenle uyumak istiyorum.” Dediğimde karşıdan onaylayan bir mırıltı yükseldi. Telefonu kapatarak komidinin üzerine bıraktığımda sırt üstü bir şekilde uzanmayı denedim az önceki gibi.

Her ne kadar sırt üstü yatabilsem de arada giren kramplar canımı yakıyordu. Bir elim kasıklarımın üzerine kapanırken diğer elim de alnıma gitmişti.

Tam karşımda duran kapı yavaşça geriye doğru hareketlendiğinde, elinde iki tane cam bardakla yanıma gelen adamın güzel yüzünü izledim.

“Ballı süt?” dedi sorarcasına.

Dudaklarımda geniş bir gülümseme yer aldığında, “Ballı süt.” Dedim başımı onaylar vaziyette sallayarak.

Gülüşüme gülümseyerek yaklaştı. Elindeki desenli hoş bardağı bana doğru uzattığında, yattığım yerden dikleşerek elinden dikkatlice aldığımda yana kaydım. Sağ tarafımda geniş bir yer bıraktığımda sakince yanıma oturdu. Bardağı iki elimle kavradığımda sakince bir yudum aldım. İki elim bardağın üzerine sarılı dururken ufak yudumlar aldığım süt ile bakışlarımı yana çevirdim. Bardağı bir eline sıkıca sarmış bacağının üzerini masa işlevli olarak kullanan adama baktığımda, gülümseyerek beni izlediğini gördüm.

Bardağı dudaklarımdan yavaşça ayırdığımda dudakları aheste bir biçimde aralandı. “Güzel mi?”

Uykusuzluk ve yorgunluktan hafif sulanıp yanmaya başlayan gözlerimi kırpıştırarak, “Güzel.” Dedim eş zamanlı olarak başımı salladığım esnada.

Kısa bir süre içerisinde bitirdiğim sütümü Âhi gibi bacağımın üzerine yasladığımda, bardağı elimden alarak ayaklandı. Kendi sütü de çoktan bitmişti…

Dudakları büzülür gibi garip bir hâl aldığında, “Ben artık gideyim, yarın içtimada görüşürüz.” Dediğinde usulca başımı salladım.

Hiçbir şey demeden mutfağa gittiğinde, kısa bir süre sonra tekrar odama geldi. Dudaklarını yalayarak ıslak bir görüntü ile dikkatimi kaydırdığında, “Aslında sabah aynı yere gideceğimiz için aynı anda çıkabiliriz evden, tabii sende istersen yani.” Diyerek zarf atarcasına konuştuğunda gözlerimi kapatarak gülmeye başladım. “Yürü git lan. Bir de zarf atıyor… oğlum karşında koskoca Üsteğmen var kendine gel.”

Dediklerime karşılık ukalaca güldüğünde ayak ucuma oturarak, “Yaralarınız acıyor mu Üsteğmenim?” diye mırıldandı. Yüzümü hafifçe buruşturarak konuştum. “Ağrım var, ilk başlardaki kadar yoğun olmasa da… Var yani.”

Yorgunluk bedenimi esir alırken, gözlerim ağırca kapandı. Uyumamak adına dirensem dahi uyuşan bedenime laf geçirmek oldukça zordu.

KURTULUŞ

Gözlerim ağırca aralandığında mutfaktan gelen seslerle kaşlarım çatıldı. Yüzümü ovuşturarak ayaklandığımda mutfağa girdim.

Kızarmış göz akı ve göz altlarının morarmaya yüz tutmuş hali ile yüzleştiğimde dudaklarında yavaş bir kıvrılma meydana geldi. “Günaydın.” Boğuk ve hırıltılı çıkan sesine karşılık bayık bir bakışla karşılık verdim.

“Günaydın, bu gözlerinin hali ne?” merakla sorduğum soruya gözlerini sertçe kapatarak es verdi. “Uyuyamadım.”

Başımı sallayarak tezgâha baktım. “Kahvaltı mı hazırlıyorsun? Hem ben seni gittin sanmıştım, nerede uyudun?”

Doğradığı domatesleri tabağa koyarken, “Gidecektim ama saat çok geçti. Arabayla gelmediğim için gidemedim. Salonda oturdum bende birkaç saat, üstüne sen uyandın zaten.” Diyerek tabağı masaya götürdü.

Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadığımda, soluğu tekrardan odamda aldım. Komidinin üzerindeki telefonumu aldım. Saate baktığımda içtima saatine iki saati aşkın bir süre olduğunu gördüm. Mutfağa geçerek sandalyeme oturup, ana yol ve ormanın birleşimi olan manzara iç çekerek baktığımda telefonuma gelen bildirimle bakışlarımın ilgisi değişti.

BARÇA AKSOY: Hakkâri’ye geldiğini var sayarak… Yeni arabanı kapının önüne bıraktırdım. Anahtar jantların arasında. Plakası: 06 AMT 9393 Mercedes- Benz EQS. Parayı hesaptan atma dikkat çekmesin, sonra hallederiz. (03.54)

Okuduğum mesaj ile yavaşça kıkırdadım bu adam beni deli ediyordu. Arabanın modelini özenle seçerken plakayı da bir hayli inadına seçmiş gibiydi…

Mesaja karşılık olarak teşekkür edip geldiğimi yazdığımda Âhi bütün kahvaltılıkları masaya getirmişti.

“Sen kahvaltı yapana kadar ben biraz uyusam olur mu?” Sorusuna karşılık başımı salladığımda çoktan mutfaktan ayrılmıştı.

Sessizce kahvaltımı yaparken bir yandan da ana yoldan son sürat geçen araçları izliyordum. Kısa bir süre sonra doyduğumu hissettiğimde etrafı toparlayarak içer geçtim. Salondaki koltukta boylu boyunca yatan adam derin bir uykudaydı.

Karşısındaki koltuğa geçerek dizlerimi kendime çektiğimde bakışlarım boşluğa daldı.

Ortadaki masadan gelen cızırtılı ses ile ilgi alanım dağıldığında gözlerim istemsizce ekrana kaydı. Damar yolu açılmış kol olduğu gibi ekranın ardında dururken üstten gelen mesaj Sultanım adlı kişidendi. Merakımı bir türlü yenemeyerek mesajı okumaya başladım.

Sultanım: Oğlum iki hafta oldu endişelenmeye başlıyorum, iyi olduğuna dair bir haber ver bari… Hani bizi merakta bırakmayacaktın, bir hatamız mı oldu? Bir dakika da olsa sesini duyayım. İşin yok biliyorum, olsa aramadan başlamazsın işine… Bugün haber et, iyi olduğunu bilelim. (04.19)

Okuduğum mesaj ile geri yerime oturduğumda yavaşça yutkundum. İki haftadır ailesi ile konuşmuyor muydu? Bu kadarı fazlaydı bence… Onu seven, sayan ve canı için endişe eden bir aileye sahipken nasıl haber vermeden hayatına devam edebiliyordu ki? Şahsen beni seven, sevmeyi bırak varlığımı sayan bir ailem olsaydı ona da şükrederdim ama hatırladığım olaylar pek iç açıcı değildi.

Babam… Babamla aram her zaman iyi olmuştu ta ki o zamana dek. Doğum günümde yaşanan benim kaza, onların daha farklı bir şekilde hitap ettiği olay yaşandıktan sonra bütün hayatım değişmişti.

Annem… Annemle aram hiçbir zaman iyi olmamıştı ve bu durumu aklımın ermeye başladığı ilk zamanları geç çocukluktan anlamıştım. Beni sevmezdi, beni saymazdı, beni kendinden bir parça olarak görmezdi… O sadece benim varlığıma katlanmak gibi bir zorunluluğu varmış gibi bana bakardı. Arman’a sevgiyle bakarken bana sıradan bir çocukmuşum gibi bakardı. Bana hiçbir zaman kendi çocuğuymuşum gibi bakmazdı.

O gün…

Doğum günüm.

Hayır, hayır.

Doğum günümüz.

Ellerimizin arasından kayıp giden diğer yarımın son günüydü o gün. Canımın diğer yarısını ilk ve son kez o gün gözlerinden öperken, anlamının ayrılık olacağını bilemezdim…

Bir insanı gözlerinden öpmek ayrılık getirirmiş, o kişi kim olursa olsun…

Tüylerimi ürperten gerçek ile derin nefesler alıp vermeye başladığımda gözlerimin dolduğunu hissettim.

Annemin, babamın veya akrabalarımdan herhangi birinin nerede olduklarına dair bir fikrim yoktu. Büyüdüğüm evde birçok anım vardı. En net ve keskin hatırladığım anım on altıncı yaş günümüzde ikizimi öpme fırsatını elde ederek havalara uçarken aradan geçen dakikaların ardından hayata gözlerini yummasıydı. On altıncı yaşıma bastığım ilk gün faciaydı. Ayın on altılarının acıttığı gerçeği ile yüzleştiğim ilk an doğum günümüzdü.

Dizlerimi iyice kendime çekere kollarımı etrafına sardığımda bedenim iyice küçüldü.

Bana katil damgası vuran ilk kişi annemken diğerlerinin saçma damgalarını umursamak bir işime yaramazdı.

Canımın yarısı gözlerini yummuşken, açıkta kalan gözlerimin ne önemi vardı?

Başım dizlerime yaslı, kapalı gözlerimin arasından firar eden yaşlar dur durak bilmezken duyduğum boğuk ses ile donakaldım. “Neden ağlıyorsun?”

Yaşanmışlıklar dört bir yanımı sararken dudaklarımın arasından acı bir inleme koptu. “Ben katil değilim!”

Ben katil değildim.

Bir elim saçlarımın arasına daldığında sakince başımı okşamaya başladı. “Tabii ki değilsin, hak etti.” Son söylediği kelimeyi fısıldayarak söylemiş olmasına rağmen duymuş ama idrak edememiştim. Kollarını bedenime sardığında çenem boyun girintisine denk geldi. “Ben katil değilim!”

“Tabii ki de katil değilsin.” Kolu sırtıma gömüldüğünde bedenimi sıkıca sarmıştı.

Derin nefesler eşliğinde, dudaklarım yarı aralık, titreyen çenem ve yanaklarıma süzülen yaşlar ile şoka girmiş gibi göründüğümü düşünüyordum. Kollarını üzerimden çekerek bedenimi serbest bıraktığında yığılmamak için savaş veren dayanıksızlığıma bir kez daha lanet ettim.

Büyük avuçlarını yanaklarıma kapatarak, göz yaşlarımı baş parmakları ile temizlediğinde büyük bir ilgi ile gözlerime baktı. “Sen katil değilsin! Aklına bu fikri her kim soktuysa yalan söylüyor!”

Yaşlı gözlerim görüş açımı bulanıklaştırırken titrek bir nefes vererek fısıldadım. “Anneler yalan söylemez ki…”

Anneler yalan söylemez ki…

Sahiden çocuklarda katil olur muydu?

Canının yarısının katili…

Duyduğu cümle ile şaşkınlığını gizleyemeyerek yüzüme bakındı. Duyduğunun doğruluğunu sorguladığı saniyeler içerisinde gözlerimden akan yaşların sonu yoktu.

Burnumu çekerek sakinleşmek adına derin nefesler alıp verdiğimde az önceye nazaran daha iyiydim. Ensemden tutarak başımı göğsüne bastırdığında, derin enfesler alıp verdiği inip kalkan göğsünden anlaşılıyordu.

Son bir kez sıkı sıkıya sarıldığımızda, elimden tutarak bedenimi odadan dışarıya doğru yönlendirdi. Lavaboya girdiğimizde suyu açarak avucuna doldurdu. Başımı lavaboya yaklaştırdığında yüzümü yıkayarak suyu kapattı. Kenarda duran temiz havlu piramidinden en üstte duran beyaz havluyu açtığında, yüzümden gerdanıma süzülen suları sildi.

Yavaşça gülümseyerek teşekkür ettiğimde, derin bir şekilde gözlerimin içine baktı.

Lavabodan çıkarak Âhi’yi yalnız bıraktığımda mutfağa geçtim. İçeriye adımımı atar atmaz beni karşılayan nem ve değişik kokuyla kaşlarım çatıldı. Kızarmış gözlerim hızla ocağın üzerini taradığında, üzerinden buharlar çıkan çaydanlık ile göz göze geldim. Ocakla aramdaki mesafeyi birkaç büyük adımda bitirdiğimde altını kapatarak çaydanlığın üstünü kaldırdım. Alt tarafındaki suyun tamamını içine çeken çaydanlık ile sinirle soludum. Çeşmeden yarım çaydanlık su koyarak ocağın altını açtığımda pencerelere yaklaştım. İki pencereyi de yarım yarım açarak içerideki hafif yanık kokusunun geçmesini ümit ettiğim esnada mutfağa adımını atan adama bakındım.

İçerideki kokuyu direkt almış olacak ki kaşları havalandı. “Ne o, birileri bir şeyler mi yakmış yoksa?” sırıtarak kurduğu cümle ile ayağımdaki terliği hızla elime aldım. Terliği yukarı doğru kaldırarak omuzuna nişan aldığımda sertçe fırlattım. Tam omuzuna isabet eden terlik ile dudaklarının arasından acı dolu bir inleme kaçtığında, “Ne o, bana beceriksiz mi demeye çalıştın yoksa?” dedim az önce onun yaptığı gibi sırıtarak.

Bir elini omuzuna sararak kastığı çenesi ile bana baktığında, “Doğruları söylemek de suç olmuş!” diyerek hayıflandı. Gözlerimi devirerek yerime oturduğumda Âhi’nin kahvaltı etmesini bekledim. Kendine hazırladığı tabağı yerken aklıma gelen şeyle yüzüne baktım. “Neden hiçbiri benimle konuşmuyor?”

Ertuğrul hariç hiçbiri nasıl olduğumu sormamışlardı. Buna karşımda oturan adam da dahildi.

Çatalını tabağın yanına bırakarak gözlerini masada oyaladı. “Kendin konuşsan daha iyi olur, kendilerince geçerli sebepleri var.”

Duyduklarım ile kaşlarım havalandı. “Peki ya sen?”

Yavaşça yutkunduğunda benimle göz teması kurmuyordu. Umursamaz bir tavırla ortada duran salatalık tabağından bir tane salatalık alarak dudaklarıma götürdüm. Âhi’nin konuşmasını beklerken yemeye başladığım salatalığın ortasına gelmiştim.

“Zamanı gelince.” Kısa ve net cümlesini duyar duymaz tabağımın yanında duran bıçağı sertçe masaya sapladım. Çıkan sesle gözlerini sıkıca yumduğunda sinirle konuşmaya başladım. “Sıkıldım artık! Ya neler olduğunu kendin anlatırsın ya da ben kendim öğrenirim!” Kendim öğrenemezdim. Her olay için kendim öğrenirim desem de öğrenemiyordum ki…

Sıkıca yumduğu gözlerine ek olarak kasılmaya başlayan çenesi eşliğinde dişlerinin arasından konuşmaya başladı. “Konuşamıyorsam bir şey vardır ki anlatamıyorumdur, haykıramıyorumdur, söyleyemiyorumdur. Zamanı gelince demek, aradan geçen belli bir süre geçtikten sonra bazı olayları karşılıklı bir şekilde paylaşmak demek benim sözlüğümde. Bana bu şekilde yaklaşarak beni zor durumda bırakıyorsun Armin, yapma.” Acıyla sarf ettiği cümleler kalbimde değişik bir sakıntıya yol açtı.

Duyduklarını umursamadan yarım kalan salatalığımı bitirdiğimde başımı salladım yüzüne dahi bakmadan. Gözlerimi yeşillik ve ana yolun harmanlandığı alana çevirdiğimde daha tan vakti gelmeden yollara düşen insanların son sürat evimin önünden basıp gitmelerine şahit oldum.

Kulaklarıma dolan oflama sesi ile çekilen sandalye sesi birbirine karışırken masadaki boş tabakların üst üste konulmasıyla çıkan tiz ses içimi hoş eylemişti. Beyefendiyle göz teması kurmayarak yandan yandan yardım ettiğimde birkaç tabağın kalması ile mutfaktan çıkarak odama geçtim.

İki haftadır hasret kaldığım üniformam ile kısa bir hüzün bakışması içerisine girdiğimiz anları içtima saatinin yaklaştığını hatırlamam ile kısa kestim. Askıda duran üniformayı yatağın üzerine aldığımda üzerimdeki kıyafetleri çıkartarak düzgünce dolaba yerleştirdim. Üniformalarımı üzerime geçirdiğimde makyaj masasının yumuşak pufuna oturarak saçlarımı bir omuzumun üzerinde topladım. Elime aldığım tarağı saçlarımın arasına daldırdığımda, telleri birbirinden ayrılan saçlarıma bakındım. Bütün saçımı özenle taradığımda enseme doğru sıkıca gerdirip topuz yaptım. Açıkta kalan yüzümü incelediğimde kazanın ilk gününe nazaran iyileşen yaralarım ile bir faciayı daha atlattığım için şükrettim.

Beylik tabancamı, kimliklerimi ve telefonumu yanıma aldığımda odadan çıktım. Mutfaktan çıkan Âhi ile kafa kafaya geldiğimiz esnada bakışları üzerime düştü. Aynı şekilde üzerine baktığımda, gündelik kıyafetlerinin olduğunu görmemle kaşlarım çatıldı. “Üniforman nerede senin?”

Ayakkabılığın yanına ilerleyerek köşeden bir sırt çantası çıkarttığında, “İki dakika beklersen giyinip gelirim.” Dedi yanımdan son hız ayrılarak.

Arkasından göz devirerek baktığımda ellerimde duran kimlik ve telefonu ceplerime attım. Ayakkabılıkta en üst sırada duran postallarımı alarak pufun üzerine oturduğumda büyük bir yavaşlıkla postallarımı giydim. İplerini bağlayarak çifter çifter düğüm attığımda doğruldum. Tam karşımda duran adamla burun buruna geldiğimde bir adım geriye çıkarak kapıyı açtım.

Üzerimi başımı düzelterek elimde kalan evin anahtarını geriye doğru fırlattığımda tuttuğunu hisseder hissetmez merdivenlere ilerledim.

Dünkü çıkışıma nazaran ceylan gibi sekerek indiğim merdivenler ile yavaşça gülümsedim. Apartmanın ağır kapısını çekerek kendimi dışarı attığımda gözlerim hızla park edilmiş arabaların üzerinde oyalandı. Mercedes model üç arabanın yan yana sıralanmış olduğunu gördüğümde gözlerim plakalarına kaymışken açılan kapı ile dikkatim dağıldı. Bakışlarımı omzumun üzerinden arkaya çevirdiğimde tüm endamıyla hızlı hızlı merdivenleri inen adama baktım. Göz göze geldiğimiz esnada tekleyen kalbim ile yavaşça yutkunduğumda önüme dönerek plakaları süzdüm.

“Ne arıyorsun?”

Dudaklarımın kenarı pisçe kıvrıldığında, “Arabamı.” Diyerek karşılık verdim.

İki beyaz Mercedes’in arasından asaleti ile bana göz kırpan siyah arabama doğru adımladım. Yanına yaklaştıkça parlayan kaputu ve yeniyim diyerek bağıran jantlarından gözlerimi alamadım. Küçük bir çocuk gibi ellerimi çırparak olduğum yerde zıpladığımda, “Âhi şunun güzelliğine bak!” diyerek bağırdım.

Hoş gülme sesi kulaklarıma dolarken, “Barça zevkliymiş.” Diyerek mırıldandı.

Jantları kontrol ettiğimde şoför hizasına bırakılan anahtarı elime aldım. Açtığım arabanın kilit sesi kulaklarıma dolarken hızla içeri geçtim. Âhi de diğer yana geçtiğinde arabanın deri koltuklarından yayılan keskin koku ile gözlerim kapandı. Dudaklarımda mutluluğu simgeleyen sırıtma arabayı inceledikçe çoğalırken derin bir nefes aldım. “Çok güzel.” Diyerek fısıldadığımda üzerimde gezinen bakışlarını hissedebiliyordum.

“Senin kadar değil.” Yarım ağız mırıldanmasıyla yüzüne yandan bir bakış attığımda turuncu saçlarını karıştırarak sırıttı. “Yürü git!” Gözlerimi devirerek arabayı çalıştırdığımda jilet gibi kayan lastikler ile içim kıpır kıpır olmuştu. Ana yolun keskin yüzeyinde kayıp giden arabamdan oldukça memnundum. Ağaçların iki yanımı sardığı yolda gözlerim şahinin bakışlarından esinlendiğinde dikkatim pürdü.

Kısa süren yolculuğumuz ormanlık alana sapmam ile kesildiğinde tugayın demir kapısına gelmiş bulunmaktaydık. Arabayı gören erler silahlarını araca yönelttiğinde kapının dibine kadar girerek durdum. Silahını doğrultan ere bakarak sırıttığımda yarım araladığım camdan çıkardığım kolum ile yüzünün hizasına denk gelen kimliğe baktı.

Geldiğimi öğrenen erin yüzünde hoş bir gülümseme oluştuğunda silahını çapraz tutuşa alarak başını arabanın hizasına eğdi. “Komutanım gelmişsiniz!” coşkuyla kurduğu kelimelere gülümseyerek başımı salladım. “Geldim aslanım geldim. Kapıyı açın da geçelim artık.”

Hızla arabanın yanında çekildiğinde sürgülü kapı büyük bir gürültüyle yana kaymaya başladı. Tam açılan kapıdan içeriye soktuğum arabanın her zaman park ettiğim yerine geldiğimde boş olduğunu gördüm. Ani bir manevra ile park alanına bıraktığım arabadan inerek etrafı süzdüm.

Tugayın geniş bahçesine doğru bir adım attığımda yere oturmuş ve orantısız bir şekilde yatan adamlara bakarak hafifçe gülümsedim. Normal bir yürümeye göre aksayan bacağım eşliğinde dörtlüye bir adım attığımda hiçbirinin tek kelime etmediğini gördüm.

Adımlarımı sıklaştırarak yanlarına git gide yaklaştığımda beni ilk fark eden kişi Yıldırım olmuştu. Dudakları titrediğinde kaşları çatıldı ağlamamak için kendini sıktığını belli edercesine…

Bir elini yere dayayarak ayaklanmaya çalıştığında sendeledi. Kalender, Tekin ve Ertuğrul üçlüsünün bakışları ileriye bana doğru kaydığında boğuk bir ifadeyle izledim yüzlerini. Aynı anda ayaklanan dört adam koşarak bana yaklaştığında etrafımda hızla bir çember oluşturmuşlardı.

Bedenime dolanan kollar ile dudaklarımın arasından hıçkırık ve gülmeye benzer garip bir ses firar etti. Gözlerim sımsıkı kapandığında kulaklarıma dolan sert ve tok nefes alış sesleri ile kalbimdeki sızı yavaş yavaş erimeye başlamıştı.

“Kurtuluş! Komutanınız sahalara geri döndü!”

Gururla sarf ettiğim cümle karşısında arkamda kalan adamın kıkırtısı kulaklarımı doldurdu.

Hesaplaşmamız gereken birkaç konu vardı ama onların sevgisini yüreğimde hissederken gelir gelmez atar yapamazdım.

Kollarımı dört adama da sarmaya çalışırken bozulan dengem ile geriye doğru kaydığımda, bir adım arkamdaki adamın üzerine devrildim. Domino taşlarını andıran görüntümüz ile altı kişi üst üste düştüğümüzde dudaklarımın arasından acı dolu bir kahkaha fırlamıştı.

 

Evet sarılalım...

Başımıza bir de Görünmez çıktı. Kim bu sizce?

Samet ve Yıldırım ikilisi?

Samet ve Tuğba ilişkisi?

Âhi'nin günlerce Armin'i beklemesi?

Armin'in aile geçmişini az da olsa okumuş olduk. Ne düşünüyorsunuz?

Armin doğum günümüz derken neyi kast etmiş olabilir?

Armin'in yeni arabası?

Kurtuluş'un komutanlarını karşılaması?

Yıldıza basmayı unutmayın lütfen...

 

08.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

 

Loading...
0%