Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19.BÖLÜM- BAZI VEDALAR CAN YAKARMIŞ

@durutaskulakk_

Beni en sarsan ve etkisinden çıkmama asla yardımcı olmayan o bölümle geldim.

Hayatın her anında yaşanan vedalar çoğunlukla can yakar, öyle değil mi? İşte can yakan bir vedaya başlıyoruz...

Yıldıza basalım, satır arsası yorumlarla bölüme eşlik edelim...

Sosyal medyadan destek olmak, yaptığınız editleri bizlerle paylaşmak için Instagram isimlerini aşağı yazıyorum.

Kitap hesabı: olumlebasbasaofficiall

Kendi hesabım: durukurtk

Sevgiler ve bol şanslar ballı sütlerim ;)

19. BÖLÜM BAZI VEDALAR CAN YAKARMIŞ

 

Arabadan indim. Sertçe ittiğim kapının sesi etraftaki bakışları üzerime toplarken gram umursamadan koşar adımlarla tugayın içerisine girdim. Sorgu bittikten sonra başkomiserle konuşurken gelen acil durum haberi ile karakoldan hızla ayrılmıştık. Merdivenleri koşarak çıktığımda Bozun katına gelmiştim. Toplantı odasının kapısını art arda üç kere çaldığımda aldığım onay ile içeri geçerek tekmil verdim. “Üsteğmen Tan!”

“Gelin Üsteğmenim.” Boz Kurtuluş üyelerinin kurulduğu masanın en baştaki yerini göstererek oturmamı istediğinde vakit kaybetmeden oturdum.

“Lafı fazla dolandırmayacağım, uzun süredir haberimiz olan ve incelemesini yürüttüğümüz ömürlük görevin vakti geldi de çattı. Tim olarak sizi görevlendirmek istiyoruz. Görevin temeli, yakın zamanda ülke sınırlarına yapacakları hain bir saldırı. Bu görev adı üzerinde ömürlük. Sizi görev yerine yolladıktan bir ay sonra da aramızda görebiliriz, bir sene sonra da… sizden isteğimiz verdiğiniz antları yerine getirerek verilen görevi layığıyla yapmanız. Yarın gece yarısı yola çıkacaksınız ve o zamana kadar gereken hazırlıkları yapmalısınız. Görev süresi boyunca aradan geçen süre zarfında mühimmat, yiyecek, kıyafet gibi eksikleriniz olabilir ama merak etmeyin ki merkezle irtibat halinde olduğunuz sürece bir sorun çıkmayacak.” Oturduğu yerden ayaklandığında hep beraber hazır ola geçerek vereceği tepkiyi bekledik.

“Kurtuluş timi! Verilen görevi hakkıyla yapacağınıza ant içiyor musunuz?”

Bakışlarım cesur, delikanlı askerlerime kaydığında gururla konuşmaya başladım. “Kurtuluş timi Komutanı Armin Tan, verilen ömürlük görevi hakkıyla yerine getireceğim adına ant içerim Komutanım!”

Bütün üyelerim sırayla beni tekrar ettiğinde bir kez daha konuşmaya başladım. “Olası bir duruma karşılık, kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğimize şüpheniz olmasın Komutanım! Kurtuluş timi verilen görev için nefeslerinin ve kanlarının son damlasına kadar hazırdır!”

Bakışlarım Kalender’e kaydığında gözlerimle kısa bir işaret verdim. “Dün, bugün ve yarın kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza şüpheniz olmasın. Kurtuluş timi ilk ömürlük görevine ilelebet hazırdır!” hep bir ağızdan bağırdığımızda gözlerim yanmaya başlamıştı. Kendimi hiç olmadığı kadar gururlu ve huzurlu hissediyordum.

“Kurtuluş timi rahat!” Boz’un bize gurur ve içtenlikle baktığını gördüğümde kirpiklerimin ıslandığını hissettim. Arkama aldığım ellerimi birbirlerine kenetlerken başımı tavana kaldırdım, gözyaşlarımı akıtmamak için… Gözlerimi pek çok kez kırpıştırdığımda kulaklarıma dolan sesle bakışlarımı Komutanıma çevirdim. “Hazırlıklarınıza başlayın, planlarınızı yapın. Yarın gece saat on iki de sizleri uğurlayacağız.” Başımı salladığımda çıkmamız adına bir işaret gelmişti. En öne geçerek kapıyı açtığımda ardımda kalan eşim Kalender’e kapıyı tutması adına yardımcı oldum. O kadar karşılık olaylar oluyordu ki kendi hayatımı unutmaya başlamıştım resmen.

Çalışma odamıza geldiğimde seri hareketlerle koltuğuma kuruldum. Masanın üzerindeki telefondan Erdem’i arayarak açmasını bekledim. “Erdem görev için gereken bilgileri beş dakika içerisinde çalışma odasına istiyorum.” Telefonu kapatarak masalara yerleşen adamlara baktığımda hepsinin dalgın ve düşünceli olduğunu gördüm. “Asker! Konuya odaklan ve aklındaki düşünceleri at!”

“Görev hakkında ne düşünüyorsunuz Üsteğmenim?” diyerek soran Kalender’e baktım. “Düşünecek bir şey yok Teğmenim. Görev bu time verildiyse bize de layığıyla yapmak düşer.” Başını sallayarak bana baktığında kapı çaldı. “Gel!”

Erdem elindeki dosyalar ve dosyaların üzerinde duran flaş ile bana yaklaştı. “Komutanım flaşı bilgisayara takıp karşınızdaki dolaplara yansıtın böylelikle mevzileneceğiniz ilk arazini hakkında bilgi edineceksiniz. Dosyalarda da koordinat, görevin amacı, kırmızı kodla aranan teröristler gibi konuların bilgileri mevcut. Kolay gelsin.” Erdem’e kısaca teşekkür ettiğimde flaşı Ertuğrul’a attım. Dosyaların yarısını Kalender’e yarısını Âhi’ye verdiğimde açıkta kalan Yıldırım ve Tekin dolabın üzerinde kalan perde tarzı kumaşı aşağı çekiyorlardı.

Önümdeki dosyaları açtığımda kırmızı kodla aranan ve hâlâ yakalanamayan teröristlerin bilgileri gözlerimin önüne serildi. İlk dosya Kobra adlı üyeye aitken, altında çalışan binlerce mavi kodlu terör mensubu olduğunu gördüm. Okuduğum kişiler şu anda yakalanan ve ölen teröristlerin neredeyse çeyreğiydi.

“Komutanım hazırız, görüntüleri yansıtalım mı?” Dosyayı kenara koyarak başımı salladım. “Buyurun arkadaşlar.”

Beyaz perdeye yansıyan görüntü bir arazinin kuş bakışı görüntüsüydü. Görüntünün yanında çıkmaya başlayan oklar arazi hakkında bilgi verirken her yerin kayalık olduğu gerçeği gözler önündeydi.

Ertuğrul görüntüyü duraksattığında masadaki kalemliğin içerisinde buldum lazeri kayalıkların arasına tuttum. “Arazinin her yeri kayalık ve bu olası bir sorunda dağılıp mevzilenmemizi zorlaştıracak bir durum. Elimizden geldiğince dikkatli olarak, en ufak ayrıntıları düşünmek zorundayız. Sizden ricamı baştan belirtmek istiyorum, emirlerime uyun ve kafanıza göre hareket etmeyin. Görev riskli, arazi daha da riskli. Ağaçların ya da çalıların bizi gizleme gibi bir durumu olmadığından çadır gibi ihtiyaçlarımızı karşılayamayacağız. Her an tetikte olmamız lazım.” Görüntü devam ettiğinde arazinin arka tarafları ekranda belirdi.

“Komutanım zaten sürekli aynı noktada durmayacağız. Arazinin arkaları ilk bölüme nazaran daha bozkır, hepimiz tek bir noktada durmazsak etrafa açılabiliriz.” Tekin’in fikri zaten olması gereken şeylerden birisiydi. “Uyumak ve yemek yemek gibi temel ihtiyaçlar dışında çok fazla bir arada bulunmamaya çalışacağız zaten. Dakika başı konum bildirme ve istihbarat halinde olmayı unutmazsanız oldukça başarılı bir operasyon olacağından şüphem yok.”

Arazinin görüntüsü iki yandan katlanarak kapandığında ekrana on farklı adam yüzü yansıdı. Hepsinin altlarında yazan isim ve kod adlarından görevde parmağı olan ciddi teröristler olduğunu anlamak çok da zor olmamıştı. Lazeri en baştaki adamın yüzüne tuttum. “Gördüğünüz kişiler dosyalarda da verildiği üzre kırmızı kodla aranan teröristler. Görevde parmağı olduğu düşünülen kişiler bu görünen on kişi. Bana verilen kâğıtta yazdığına göre,” hepsinin gözlerine tek tek baktığımda ne zaman tuttuğum nefesimi verdim huzursuzlukla. “Hepsini ele geçirmemiz ve kamplarını patlatmamız isteniyor.” Odada bir ada oluşan ölüm sessizliği insanın içini sıkıştıracak bir raddeye geldiğinde sakin kalmaya çalışarak işime odaklandım.

Tekin’in kaşları havalandığında dudaklarından derin bir nefes döküldü.

Görüntü değiştiğinde uzun bir süre arazi hakkında fikirlerimizi ortaya koyarak hasbihalimizi yaptık. İlerleyen sürede hava çoktan kararmış, dışarıda kopan fırtınanın hırçın sesleri kapalı camları bile aşarak kulaklarımıza varıyordu.

Önümdeki dosyaları herkese eşit olacak şekilde dağıttığımda, saatler boyu önümüzdeki bilgileri okuyarak kafa yormuştuk. Tutulan sırtım ve kuruyan boğazım ile telefona sarıldım. “Erdem çalışma odasına yiyecek içecek bir şeyler getirebilir misin?”

“Tabii ki Komutanım birazdan getiriyorum.”

Telefonu kapatarak başımı ellerim arasına aldığımda sızlayan başımı ovdum.

“Komutanım çantaları ne zaman hazırlayacağız?” Yıldırım’ın sesi ile başımı hafifçe kaldırdığımda, “Bir şeyler atıştıralım sonra hallederiz.” Diyerek mırıldandım.

Cama sertçe vuran rüzgâr irkilmeme neden olduğunda ne kadar yorulduğumu bir kere daha anlamıştım. Böylesine özel bir görev için hata yapma ihtimalini düşünmek dahi istemiyordum.

“Komutanım yerleştikleri alanlardan bazılarını bulduk bakmak isterseniz…” Âhi’nin bana verdiği dosyayı aldığımda kurcalamaya başladım. Gördüğüm resimler oldukça silik ve karanlık olsa da yer, konum tespitleri kesindi.

Ertuğrul projeksiyona yeni bir görüntü daha eklediğinde beyaz perdenin üzerinde kuruldukları yerler berildi. Lazeri en ortada duran mağara tarzı yerde oynattığımda, “Okuduğuma gören en büyük ve çoğunluğun olduğu kamp burası. Yani bizim helikopterle ineceğimiz yerin yüz kilometre ilerisinde. Oraya varabilmemiz için nereden baksak bir güne yakın yürümemiz lazım. Sizce ilk ana kampı mı patlatmalıyız yoksa diğer kuruldukları normal kampları mı?” Hepsi düşünceli bir halde suskunlaşırlarken bende düşünüyordum.

“Komutanım ilk olarak ana kampı patlatmak çok dikkat çekmez mi?” Ertuğrul’a bakarak omuz silktiğimde, “Ama kökten patlamış olurlar.” Dedim. Bana bakarak gülmemek adına verdiği savaşa mağlup olup yavaşça tebessüm etti. “Ayrıyeten çoğunlukla çalışanlar ana kamptaymış söylenilenlere göre… o yüzden ana kampı patlatıp ele başlarını almak daha cazip geliyor bana. Tabii sizin de fikrinizi almak isterim.”

Çalan kapı ile kapıya en yakın kişi olan Ertuğrul yavaşça kapıyı araladı. Erdem elindeki dolu tepsi ile içeriye bakarken Ertuğrul tepsiyi alarak hepimiz adına teşekkür etti. Ertuğrul tepsideki poğaça, çay ve minik çikolataları herkese eşit olacak şekilde masalara bıraktığında buharı üstünde çayımdan büyük bir yudum aldım. Titreyen bedenim bir nebze de olsa ısınırken saatler sonunda içtiğim çay bünyeme iyi gelmişti. “Buyurun lütfen arkadaşlar.” Diyerek bana bakan askerlerime onay verdiğimde herkes kısa bir süreliğine uzaklaşmış yemeklerine odaklanmıştı.

Önümdekileri kısa bir süre içerisinde bitirdiğimde çayımın son yudumunu da içerek mideme yolladım. Tam önümdeki tabakları topladığım sırada kapı bir kez daha çaldı.

“Komutanım kahve getirdiğim uykunuz varsa iyi gelir.” Erdem elindeki tepsiyi hemen yanında kalan Ertuğrul’a uzattığında Ertuğrul ile göz göze geldim. Bir iki kaş göz işareti yaparak derdimi anlattığımda Ertuğrul tepsiyi Kalender’e uzattı.

“Erdem müsaitsen biraz konuşalım.” Ertuğrul dediğimi anlamış gibi Erdem’le beraber dışarı çıktığında tepsiden kendi kahvemi aldım. Biten bulaşık olmuş tabakları üst üste yığdığımızda boşalan tepsiye bırakarak Ertuğrul’un gelmesini bekledik.

Aradan geçen dakikalar sonunda Ertuğrul tekrardan odaya girdiğinde başlamıştık. “Evet arkadaşlar, arazi ve terör mensuplarının bilgileri elimizde mevcut. Bundan sonraki adımımız gerekli eşyaları büyük bir titizlikle hazırlamak. Sıhhiye çantası ile başlamak istiyorum ama ondan önce ufak bir soluklanma molası verelim. On, on beş dakikaya tekrardan toplanalım.”

Ayaklandığımda Kalender’in sesi ile duraksadım. “Biraz konuşalım.” Hafifçe tebessüm ederek başımı salladığımda kapıyı açarak dışarı çıktım. Arkamdan gelen adam uzun bacaklarını kullanarak bir çırpıda yanımda bitmişti. Dışarıya çıkmak için yöneldiğimde hızla geri çekildim.

Yerleri kaplayan kar kalbimin sızlamasına neden olurken adımımı ileriye atmak çok zor gelmişti bir an için. Bakışlarım donuklaştığında hızla geriye doğru yürümeye başladım.

“Armin!” Kalender’in arkamdan gelen sesini umursamadan dinlenme odasına girerek koltuğa oturdum. “Ne oluyor?” bana merakla bakan adama karşılık, “Dışarıda fırtına kopuyor, bu havada oturacak mıydın?” diyerek mırıldandım.

Derin bir nefes alarak karşıma oturduğunda, “Bir sorun mu var? Gün boyu koşuşturmadan konuşma fırsatı bulamadım da.” Dedi merakla bana baktığı sırada.

Yüzümü ovarak gözlerine baktım. “Bir sorun var. Bu sorun yalnızca bugüne özel değil, genel olarak hep bir sorun var. Ben kendi hayatımı insanlardan dinlemekten çok yoruldum Kalender. Düşünsene ortada oldukça sarsıcı bir yaşanmışlık var ve sen bunu tanıyıp, tanımadığın onlarca insandan öğreniyorsun. Daha bugün sabah, Âhi’nin hayatımın oldukça etkileyici bir noktasında olduğunu öğrendim. Sonrasında daha bunun şokunu atlatamamışken eski timimdeki insan sandığım hayvanların vatanlarını satacak kadar adi olduklarını öğrendim. Sorgularına girdim. Neden biliyor musun? Kendi ellerimle yetiştirdiğim, vatanını satmamak için teröristlere nasıl yalan söyleyeceklerini bizzat öğrettiğim adamların söylediği cümlelerin doğruluğunu yalnızca ben anlayabilirdim çünkü… öyle yani, genel olarak çok büyük sorunlar var ama dik durmaya çalışıyorum.”

Bana bakarak burukça gülümsediğinde aynı şekilde karşılık verdim. “Ne zaman anlatmak istersen ya da dara düşersen ben buradayım. Sen buna ister dost, abi, kardeş, baba sıcaklığı de hiç fark etmez. Anlatmak istemen yeter, dinleyeceğimi biliyorsun.” Duyduklarım ile tebessümüm büyürken kapıdan gelen tıkırtı ile sinirle Kalender’e döndüm. Kalender de aynı şekilde bana bakarak sessizce ayaklandığında kapıyı hızla açtı. Kapını hızla açılmasına gram şaşırmayan adam bir bana bir Kalender’e baktı. “Ayıp ya.” Mırıldanarak söylediği sözler ile Kalender Tekin’i hızla içeri çekerek kapıyı kapattı. Tekin’i omzundan itekleyerek mutfak tarzı yere doğru götürdüğünde kapının ardındaki birinin duyamayacağı bir sesle konuştu. “Boş fikrini kendine sakla, milletin yanında da saçma sapan konuşayım deme sakın!”

Tekin bana garip bir bakış attığında, “Hayır yani madem birbirinizi sevmiyorsunuz ne diye evlendiniz?” dedi şaşkınlıkla bakakalırken.

Sinirle soluduğumda oturduğum yerden kalkarak Tekin’e yaklaştım. “Bu bizim aramızda olan bir mesele ve adı üzerinde bizim özelimiz. Nerede olduğumuzun farkına var ve kendine çeki düzen ver Tekin! Vazifen olmayan işlere de burnunu sokmamayı öğrendiğini varsayarak çalışma odasına dönüyorsun, derhal!”

Tekin çekingence ikimize baktığında, “Komutanlarım kusura bakmayın ama tugayın içinde konuştuğunuz için kulak misafir olmuştum-“ dediklerini çatık kaşlarım aracılığıyla dinlediğimde, “Kapı dinlemek ne zamandan beri kulak misafiri olmak anlamına geliyor Tekin? Uzatma da çalışma odasına geç hadi.” Diyerek yükseldim.

Tekin’i kibarca kovduğumda kapanan kapı ile boş boş Kalender’e baktım. “Megafon vereyim bağır bir de Kalender olmadı böyle.” Göz devirerek odadan çıktığımda çalışma odasının kapısını yarım aralayıp başımı içeriye soktum. “Herkes teçhizat odasına!” Hepsi sırayla yanımdan geçerken Yıldırım’ın koluna dokunarak durmasını sağladım. “Biraz konuşalım.” Başını salladığında tekrar içeri geçti. En yakında duran Ertuğrul’un masasına kalçasını yasladığında kollarını göğsünde kavuşturdu. Tam karşısına geçerek kollarımı göğsümün altında birleştirdiğimde omuzlarımı dikleştirerek yüzüne baktım. “Nasılsın?”

Bana birkaç gündür yüzünde duran maskesiyle baktı. “İyiyim.”

Kaşlarım havalanırken, “Gerçekten nasılsın Yıldırım?” diyerek sorumu bir kez daha tekrarladım.

“O olay bana biraz garip hissettirdi ama iyiyim galiba…” Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı hafifçe eğdim. “Özel hayatında yaşadığın zorlukları az çok biliyorum ve bu beni inan ki çok üzüyor. Ama beni de anlaman gereken bir nokta var Yıldırım. Çıkacağımız görev oldukça risk barındırıyor bu yüzen özel hayatını görev boyunca bir kenara koyarak işine odaklanmanı istiyorum. Kendini düşünmüyorsan bizi düşünmek zorundasın. Görev esnasında aklına gelen en ufak olay, namlunun ucunu bir toz tanesi kadar kaydırabilir… senden tek ricam özel hayatın ve işin arasındaki bağı unutmayarak göreve odaklanman.” Yavaşça gülümseyerek omuzuna vurduğumda kapıyı açarak Yıldırım’ı ardımda bıraktım.

Teçhizat odasına geldiğimde içeride oluşan hengâme ile sesimi yükselttim. “Herkes bir otursun! Neler oluyor? Yalnızca iki dakika ayrıldım başınızdan!” Hepsi sesimle birlikte ellerindekileri bırakarak yere oturduklarında kapı açıldı. İçeri giren Yıldırım da diğerlerine ayak uydurarak yere oturdu.

Cebimden dosyaları okumayı bitirdikten sonra yazdığım ihtiyaç listesini çıkardım. “Şimdi, Yıldırım senden istediğim şey çadırları bulman-“ cümlemi bitirmeden kesen Âhi araya girdiğinde, “Komutanım çadırı ne yapacağız? Olmaz deşifre oluruz.” Dedi.

Yavaşça yutkunduğumda, “Eğer ki çadırla ifşa olmayacağımız bir yer bulursak diye düşündüm. Ne olur ne olmaz yanımızda dursun.” Dedim merakını gidermek adına.

Yıldırım ayaklandığımda arkamda kalan dolapları kurcalamaya başlamıştı. “Lazım olabilecek ufak tefek eşyalar için seni seçtim Ertuğrul. Telsizlerin ayarını yapabiliyorsan hallet yapamıyorsan telsizleri bulup Kalender’e ver. Yağmurlukları açığa çıkar herkes kendi çantasına alsın. Fener, fener için batarya ya da pil. Pusula, çöp torbası veya normal poşet gibi gibi… sen bunları hallet en son tekrar bakarız.” Yıldırım dış görünüş oldukça küçük çadırlardan iki tanesini kapının yanına bıraktığında yere oturarak tekrardan bana baktı.

Ağrıyan başımı ovduğumda, “Tekin ve Kalender siz sıhhiye çantalarını hazırlamaya başlayın. Çantaların içine ekstra olarak dikiş setleri koymanızı istiyorum. Geçen görevde koymamışsınız dikkatimden kaçtı sanmayın.” Alttan alttan laf sokarak ikisini de ayaklandırdığımda Kalender kendi dolabını açarak alt rafta duran büyük çantayı çıkardı.

Kalender odanın tam ortasında duran dikdörtgen, kısa masa tarzı şeyin üzerine bıraktığı çantayı açtı. Tekin Kalender’in yanına giderek çantanın belli bölümlerine bazı tıbbı malzemeler yerleştirmeye başladığında hepimiz çantanın başına toplanarak içine konulanlara bakmaya başladık. “Dikiş setini koyun bir, unutmayın sakın.” Araya girerek mırıldandığımda Kalender hızla ufak paketler halinde duran malzemeleri çantanın yanlarına koydu.

“Komutanım el bezi, mendil… onları da koyalım lazım olur.” Yıldırım da eksik bulduğu malzemelerden birkaç tane söylediğinde hep beraber çantayı hazırlamaya devam ettik. On dakikayı aşan süre zarfında çanta hedef kilonun sınırlarında dolaşırken artık durmaları adına çantayı kapatarak kaldırdım.

“Şimdi herkes kendi çantalarını hazırlasın. İç çamaşırı gibi özel ihtiyaç duyduğunuz eşyalarınızı yanınıza almayı unutmayın. On beş dakikanız var, sonra erzak çantasını hazırlayacağız. Çantanızı elinizden geldiği kadar hafif tutmaya çalışın çünkü ekstra olarak yanımızda bulunduracağımız iki, üç çantamız olacak.”

Kendi dolabımdan çantamı alarak teçhizat odasında bulunan ve bana lazım olabilecek birkaç kıyafet aldım. Teçhizat odasından çıkarak bana ayrılan küçük odaya geldiğimde olası bir durum karşılık aldığım hijyen ürünlerini ve temiz iç çamaşırlarını çantanın ön gözüne sıkıştırdım. Kıyafet gibi ufak tefek ihtiyaçlarımı çantama koyduğumda tekrardan teçhizat odasına geldim. Hepsi çantalarıyla uğraşırken dolabımda duran özel yapım mermi ve şarjörlerden çantamın aldığı kadarını doldurdum. Dolabımda fazladan kalan şarjörleri ortadaki masa tarzı yere bıraktığımda kullanacağım tüfeğimin temizliğini yapmak için yere oturdum.

On beş dakikayı doldurduğumuzda benim de işim bitmişti.

“Bitti mi?” hepsi aynı anda dediğimi onaylarken oturduğum yerden kalkmak adına çabaladım. Yorgunluktan ve bacaklarımın uyuşmasından kaynaklı kalkamazken Kalender yanıma gelerek beni kendine doğru çekti. Hızla ayaklanırken tüfeğimi dolabıma yerleştirdim.

“Erzak çantası ve mühimmat çantası hazırlıyoruz. Erzak çantasını Yıldırım ve Tekin size bırakıyorum, mühimmatı geri kalanlarla hazırlarız.” Tekinle Yıldırım odadan ayrılırken ortaya bıraktığım şarjörlerin üzerlerine yenileri eklendi.

Özel yapım mermiler, şarjörler, bomba imha ve yapım malzemeleri masanın üzerini doldururken hepsini belirli bir sıraya göre çantaya yerleştirmeye başladık.

Elimizde bulunan tüm mühimmatları belirli bir sıraya göre yerleştirdiğimizde Yıldırım ve Tekin çoktan dönmüş, ellerine ise taşıyabilecekleri kadar konserve doldurmuşlardı. Aradan geçen saatler sonunda altı sırt çantası ve üç büyük görev çantası ile hazırdık. Kapının yanına yığdığımız çantalara son bir bakış attığımda ellerimi belime doğru yasladım. Gerçekten görevden daha yorucu bir şey varsa o da hazırlanmaktı. “Evet arkadaşlar şimdi dağılıyoruz. Yarın öğlene doğru uyanırsak son kez bir göz atarız hazırlıklara.”

Yüzümü sıvazlayarak soluklandığımda, “Hiç kimse tugaydan çıkmayacak. Sizlere oda ayarlayacağım ona göre.” Diyerek yüzlerine baktım. Hepsi onaylarcasına başını salladığında topluca odadan çıktık. Aynı katta bulunan odamın kapısına kısa bir göz attığımda sesimi yükselttim. “Erdem!”

Beni duyacağını varsayarak ortaya doğru bağırdığımda kısa bir süre içerisinde yere vuran postal sesleri ile yavaşça gülümsedim. “Komutanım?” bir soruyu andıran sesiyle etrafa bakınırken elimi kaldırarak dikkatinin dağılmasını sağladım. “Erdem Kurtuluş üyeleri için oda bulabilir misin? Sadece bu gece için burada kalacağız.”

Erdem kısa bir süre düşünür gibi kaldığında, “Komutanım Yiğitler timinin odası şu anlık boş ama isterseniz sizin dinlenme odasını da hazırlattırabilirim.” Diyerek tereddütle konuştu.

“Yüzbaşı Göktürk burada mı?” Başını hızla salladığında nerede olduğunu öğrenip adımlarımı alt kata yönelttim. Koridorda telefonuyla ilgilenen adamı gördüğümde telefonla konuştuğunu kulağıma dolan sesle anladım. “Efnan birazdan geleceğim şu an dosyalarla ilgilenmem lazım.” Karşıdan gelen sesi dinlediğinde başını salladı görebilecekmiş gibi. “Tamam yavrum, anladım.”

Daha fazla dinlememek adına normal bir sesle araya girdim. “Yüzbaşım bakar mısınız?”

Telefonu birkaç cümle ile sonlandırdığında yavaşça tebessüm etti. “Efnan ile konuşuyordum.” Kulak misafiri olduğumu saklamadan, “Duydum, bir ara buluşmak isterim kendisiyle.” Diyerek hafifçe gülümsedim. Saat geç olduğundan çok fazla uzatmak istemedim ve sorumu sordum. “Benimkilere yatacak yer lazım. Sizin oda bu gecelik boşmuş galiba kullanmamızda bir sakınca var mı Yüzbaşım?”

Göktürk cümlemi bitirir bitirmez başını iki yana salladığında, “Yok yok siz kullanın benimkiler çoktan gitti bende birazdan çıkacağım. Sığmazsanız-“ diyerek devam edecekken cümlesini kesmek zorunda kaldım. “Yok hayır yarı yarıya paylaşırlar odayı, bizim dinlenme odasında yatar sığmayan olursa.”

Başımı hafifçe eğdi. “Tamamdır o zaman iyi geceler Üsteğmenim.”

“Oda için teşekkürler Yüzbaşım size de iyi geceler.” Göktürk’ün yanından ayrılarak benimkilerin yanına geldiğimde hepsi çok yorgun gözüküyordu. Kısa bir süre içerisinde odaları hazırladığımızda dinlenme odasına baktım. “Tekin ve Yıldırım siz burada kalın. Ertuğrul’la Âhi de Yiğitler timinin dinlenme odasında kalsın.”

Âhi’nin kaşları anında çatılırken, “Kalender Komutanım sizinle mi kalacak?” diye sordu. Onun gibi kaşlarımı çattığımda kollarımı göğsümde bağladım. “Sizi ne ilgilendirir Üstçavuşum? Kocam değil mi istediği yerde yatar. Hepinize iyi geceler.” Kalender’in koluna girerek odadan çıktığımda kapıyı sertçe çektim. İçimde Âhi’ye karşı bir öfke vardı. En son evde konuştuğumuzda her ne kadar ağlayarak derdimi onunla paylaşsam da bunun sebebi üst üste öğrendiğim onlarca haber yüzünden kendimi tutamamamdı. Şu an yeni yeni kendime geliyordum ve her ne kadar Miralay’ın mesleğini elinden almakla ettiği tehdit yüzünden yaşantıları benimle paylaşmasa da ona öfkeliydim. Belki bu öfke yersizdi, belki de saçma ama her ne olursa olsun benim kendi hayatımı başkalarından duymanın ne kadar iğrenç bir durum olduğunu yaşamayan bilemezdi. Sadece ona değil hepsine sinirliydim. Miralay’a, o üç hain köpeğe, aslında en suçsuz olup beni en çok yaralayan Barkın ve Emir’e… Beni sarsacak gerçeklerin olduğunun farkındaydım ama hepsini bir anda peş peşe öğrenmek benim canımı beklediğimden daha fena yakmıştı. İçim yanıyor dedikleri bu olsa gerekti. En denginden kendi doğurup büyüttüğün bir çocuğun seni kalbinden bıçaklaması gibiydi üçünün hain çıkması… Ya da en denginden babanın sana verdiği sonsuz güvenin cam bardağın yere düşüp yüzlerce parçaya ayrılması gibiydi Miralay’ın bunca olayı benden saklaması…

Belki de hayat, Barkın ve Emir’in gerçekten de vatanı korumak, düşmanlara göğüs germek için senelerce dağlarda yaşarken, Miralay’ın gerçekleri bildiği halde gözlerinin önünde erimeme müsaade etmesi kadar boğucuydu.

“Armin gelsene ne bekliyorsun?” duyduğum sesle irkilirken hızla gözlerimi kırpıştırdım. Odamın kapısı açılmış kapıyı tutan Kalender değişik bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Sakince odaya geçtiğimde yere atılan yatak ve yanındaki normal yatağa baktım göz ucuyla.

Omuzlarımda hissettiğim ellerle başımı hafifçe yana çevirdim. “Sen yatağa geç uyu eğer rahatsız olursan ben çalışma odasına giderim sorun yok benim için.” Dediklerine karşılık başımı iki yana sallayarak reddettiğimde kıyafetlerimi alarak banyoya geçtim. Üzerimi rahat şeylerle değiştirdiğimde üniformamı askıya asarak kenara bıraktım. Daha fazla ayakta dikilemeyeceğimi anladığımdan kendimi yatağa bıraktığımda gözlerim yavaşça kapandı. Çok ama çok yorulmuştum.

“Biraz daha iyi misin?” ışığı kapatarak kendini yer yatağına attığında sesini duydum.

Sırt üstü yattığımda derin bir nefes aldım. “Şoktayım bence. Tepki vermem gereken birden çok olay var lakin ben tepki veremiyorum. Olmuyor nedense, sanki yaşamam gereken şeyler bunlarmış gibi hissediyorum. Sen hak ettin Armin, zaten böyle olması gerekiyordu… garip, hem de çok garip. Şurada iki gündür tanıdığım adamın bir senem olduğunu öğrendim. Ya da rastgele bir görevde karşılaştığımda kadının seneler önce başıma gelen olaya şahit olup bana anlatmasını… kendi hayatını başkalarından duymak çok can yakıcıymış, ben bunu yirmi altı yıllık hayatımda ilk kez, bugün öğrendim.” Gözlerimden birkaç damla yaş firar etti yanaklarıma… zaten karanlıktı ve yanımda Kalender vardı. Kendimi salmam pek de sorun olmazdı herhalde.

“Bu şekilde düşünme. Kimse böyle hainlikleri hak etmez Armin emin ol. Kendi hayatını başkalarından duymak nasıl bir his bilemem ama kulağa pek hoş gelmiyor. Gene de bunca zaman yaşanılanlara rağmen dimdik durmayı becerdiysen devam et. İnan bana, ağlayınca geçmiyor. Belki ağlamak içini az da olsa rahatlatacak ama asla acıları silemeyecek. Akan gözyaşların, tabaka oluşturan tuzların üzerini silerek yenilerini ekleyecek ama yaşantılar geçmeyecek. Dik dur, kimsenin sana bıçağı saplamasına izin verme. Bırak onlar seni kovalarken, sen olduğun yerde dur ve bıçağı onlara savur. Çünkü ntikam, yerine göre oldukça da hak edilen bir duygudur.”

KURTULUŞ

Gözlerim aralandığında etraf bulanık bir şekilde gözükmeye başladı. Gözlerimi peş peşe kırpıştırdığımda netleşen görüntü, Kalender’in kapalı gözleri ve derin derin aldığı nefeslerdi. Telefonumu yastığımın altından alarak saate baktığımda saatin öğlen bire geldiğini gördüm. Yüzümü yastığa gömerek uyumamak için mücadele vermemi boğuk bir ses bozdu. “Bence artık kalkmalıyız.”

Yüzümü gömdüğüm yastıktan çekerek tek yanağımı yasladım. “Çok yorgunum ve akşam görev var.”

“O zaman uyuyalım.” Kalender konuştuğu halde asla açmadığı gözlerini daha da sıkı yumarak başını yastığına iyice gömdüğünde nefes sesleri kısa bir sürede düzene girmişti. Gözlerimi devirerek başımı yastığa gömdüğümde aradan dakikalar geçiyordu, biliyordum.

Çalan telefonum sersemce yattığım yerde irkilmeme neden olduğunda arayana baktım.

ANNEM

Aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma götürdüğümde, “He?” dedim sersemce.

“Ne he? Neredesin sen?” sorgulayan sesi ile yatakta hafifçe dikleştiğimde, “İşteyim, sen neredesin?” dedim mırıldanarak.

“Bir saate uçağım var geliyorum. Evi hazırladın değil mi?” duyduklarımla gözlerim büyürken avuç içimi alnıma vurdum sertçe.

Yalan söylemek istemediğim için, “Hayır ayarlamadım çünkü işim var ve gidiyorum. Sana bir arkadaşım yardımcı olacak numarasını atarım birazdan. Herhangi bir sorun olursa ona ulaş o sana yardımcı olur.” dedim. Kısa bir süre üstü kapalı şekilde görev olduğunu anlattığımda Füsun çok tepki gösterememiş, arkadaşımın ilgilenmesini kabul etmişti. Arkadaştan kastım tabii ki de Samet’ti.

Samet’i arayarak olayı izah ettiğimde, oturduğu evin çok yakınında boş bir ev olduğunu, birazdan ev hakkında bilgi alacağını söylemişti. Füsun geldiğinde de onu karşılayacak, eğer ki ev konusunda anlaşamazlarsa kısa bir süreliğine Samet’e misafir olacaktı.

Konuşmalar uykumu açtığı için yatakta oturur vaziyete geldim. “Kalender kalk artık.” Mırıldanarak bir şeyler söylediğinde ayağımla bacağına vurdum. “Ya ben kalktım sende kalk!” çirkeflik yaparak rahatsız ettiğim adamı iki dakikada ayağa diktiğimde bana sinir bozucu bakışlarını yolluyordu. Sırıtarak üniformamı aldığımda hızla banyoya geçerek üstümü giyindim. Saçımı tarayarak ensemde topuz yaptığımda beremi takarak çıktım. “Hazır mısın?”

Beresini başına takarak bana döndüğünde, “Hm.” Diyerek mırıldandı. Trip atıyordu galiba. Omuz silkerek odadan çıktığımda Kalender de peşimden yürümeye başlamıştı.

Bakışlarım postallarıma kaydığında ipinin açıldığını gördüm. Saniyelik gelen dikkatsizlikle bedenime çarpan kişi geriye sendelememe neden olmuştu. Birisi hızla kollarımı tuttuğunda beni tutanın Kalender, çarpanın Yıldırım olduğunu gördüm.

“Oğlum önüne baksana uçuruyordun kadını!” Kalender sinirle Yıldırım’a bakarken Yıldırım sakince bana baktı. “Kusura bakmayın Komutanım bilerek olmadı.”

Başımı önemli değil dercesine salladığımda bakışlarım elinde tuttuğu koliye kaydı. “O ne?” Koliyi hafifçe eğdiğinde içerisinde gördüğüm simitler ile kaşlarım havalandı. “Simit aldım sıcak sıcak. Şimdi bir de ne yiyeceğiz diye aranmayalım.”

“İyi yapmışsın, uyandı mı diğerleri?” yürümeye başladığımızda hep beraber dinlenme odasına ilerliyorduk.

“Uyandılar Komutanım sizi bekliyorduk.”

Dinlenme odasına girdiğimizde oturan adamlar bize bakarak ayaklandı. “Oturun arkadaşlar.” Kalenderle birlikte boş yerlere kurulduğumuzda Tekin çayları getirirken, Yıldırım da simitlerin kağıtlarını yırtarak ortaya yığdı.

Sakince kahvaltımı yapmaya başladığımda hepsi bana eşlik etti. Titreyen telefonum elimdeki çay ve simidi masaya geri bırakmama neden olurken Kalender’in bakışları telefonun ekranına kaydı. “Bir sorun mu var?” mırıldanarak kulağıma yaklaştığında ekranı açtım. Samet evin fotoğraflarını yollamıştı.

Kaşlarımı kaldırarak başımı iki yana salladığımda kahvaltısını etmeye devam etti. Evin Füsun için yeterli olacağını düşünüyordum. Ev 2+1 ve odaları oldukça genişti. Samet’e teşekkür babında kısa bir mesaj attığımda tekrardan kahvaltıma döndüm. Simidin sıcaklığı ve lezzeti Ankara’mın güzelliğini aklıma getirirken yavaşça tebessüm ettim.

“Komutanım kaç gibi çıkarız?” Yıldırımdan gelen soru ile ağzımdaki lokmamı yuttum sertçe. “Gece on ikide ormanlık arazideki helikopter alanında toplanıyoruz.” Zaten pek de bir vaktimiz yoktu açıkçası. Enerji toplamak adına günün yarısına kadar uyumuştuk ve saat epey ilerlemişti.

“Komutanım alana ilk indiğimizde ne yapacağız?” Tekin kahvaltısını bitirmiş ve eline aldığı çay bardağı ile arkasına yaslanmıştı. Gözlerimi üzerinde tutarak, “Etraf sessizse ilk keşif yapacağız. Sonra da güzel bir yere kurulacağız ama etraf sessiz olmazsa aynı şeyi dikkat çekmeden yapacağız. Çok da değişen bir şey olmayacak.” Dedim.

Çayımdan bir yudum alarak boğazımı yumuşattığımda dünden beri tekrar ettiğim olayı yeniden dile getirdim. “Bakın size bunu son söyleyişim olacak. Herhangi bir görev ihlali yaparsanız gözünüzün yaşına bakmam. Herkes dediklerimi harfiyen yerine getirecek anlaşıldı mı?”

“Her zaman için anlaşıldı Komutanım!” ayaklanarak selama duran adamlara baktım hafif bir tebessümle. “Rahat asker!”

Kısa bir sürede kahvaltı faslı bittiğinde herkesi topladığım gibi soluğu teçhizat odasında almıştım. “Kalender ve Tekin sıhhiye çantalarına bakın. Yıldırım erzak çantasına, Ertuğrul ve Âhi mühimmat çantasına baksın.” Hepsini çantaların başına yolladığımda son kez kendi sırt çantama bakmaya başladım.

KURTULUŞ

Aradan saniyeler, dakikalar hatta saatler geçmişti.

Nefesim yüzümdeki maske yüzünden dışarıya ulaşamazken yalnızca gözlerim görünüyordu. Helikopterin pervanesi esen rüzgârı git gide şiddetlendirmişti. Elimizdeki tüfekler eşliğinde çapraz tutuşta beklerken karşımızda dikilen Boz ve Miralay ikilisine bakınıyorduk.

Gideceğimizi duyan erler ve Tugay içerisindeki timlerin hepsi ormanlık arazinin içerisine dağılmış, buruk bir ifadeyle bizlere bakıyordu.

“Kurtuluş timi kadro say!” Boz aradan geçen dakikalardaki sessizliği yarıp geçtiğinde bir adım öne çıkarak pozisyonumu bozmadım. “Kurtuluş timi bir Üsteğmen, İki Teğmen, bir Astsubay Başçavuş, bir Astsubay Kıdemli Üstçavuş ve bir Astsubay Çavuş ile verilen görevi kanlarının son zerresine kadar yerine getirmeye hazırdır Komutanım!”

Boz bütün timi dikkatle süzdü. “Mühimmat eksiği konusunda çekinmeyin merkezle istihbarat halinde olduğunuz sürece bu yönden bir sorun yaşamayacaksınız.”

Miralay Boz’a bakarak müsaade istediğinde, “Kişisel sorunlarınızı göreve yansıtmanızı istemiyoruz. Görevin akışı böyle bir sebepten dolayı bozulursa mesleğinize bir süre veda etmek zorunda kalabilirsiniz.” Dedi gözleri benim üzerimdeyken. Her zamanki gibi bencilce davranmaya devam ediyordu. İnsanları rütbesini kullanarak eziyor, en ufak yanlışta tutundukları dalı kırmakla tehdit ediyordu. Bu hallerinden nefret etmeye başlamıştım.

Boz’un birkaç kısa cümlesinden sonra Yiğitler timi ile vedalaşmış, erlerin bazılarından dikkat etmemiz konusunda cümleler duymuştuk.

Yıldırım’a işaret vererek geçmesini söylediğimde kendini yukarı doğru çekti. Yere bıraktığımız çantaları tek tek Yıldırım’a fırlattığımızda alanda hiçbir eşyamız kalmamıştı. Helikopterin kulakları patlatacak pervane sesine direnmeye devam ederken alttan üste doğru herkesi helikoptere geçirmiştim. Sona kaldığımda son defa etrafa baktım. Kalbimde bir sızı vardı. Uzun zamandır böylesine bir görev ele almamıştım ve ister istemez içimde tereddütler vardı.

Kalender eğilerek elini bana uzattığında elini sıkıca kavrayarak kendimi yukarı çektim. Hazırdık işte, gidiyorduk.

Helikopterin dışına iki kez üst üste avuç içimi geçirdiğimde pervanenin sesinden az da olsa bir ses duyulmuştu. “Görüşmek üzere beyler!”

Kapı kapandığında kendimi yavaşça koltuğa bıraktım. Ayaklarımızın altını dolduran çantalar, yüzlerimizi kapatan maskeler, her zaman için hazır bekleyen tüfekler… Bizde böyleydik işte, gecesi gündüzü birbirini tutmayan insanlar başlarını yastığa rahatça koysun diyerek savaşan…

Hayat garip bir serüvendi bana göre. Doğmak, büyümek ve hayata kendini atmak… doğduğumda annem tarafından aldığım darbeleri hiçbir çocuk hak etmezdi. Her çocuk ilk düştüğünde anne diyerek ağlarken, ben sesimin ona ulaşmasını istemediğimden dizlerimi değil ağzımı kapatırdım sıkı sıkıya. Sırf o duymasın diye… bireyler ergenlikte bile belirli bir olgunluğa ulaşamazken ben altı yaşımda, on altı yaşındaki bir bireyin olgunluğu taşıyordum. Büyümek zaman işi değildi, büyümek acıların işiydi. On altı yaşımda aldığım o darbeden uzun bir süre kurtulamamıştım. Beyazdan ve bordodan o günden sonra zerre hoşlanmazken olduğum meslek de baya trajikomikti. Lakabım Beyazken, başarılı bir Bordo Bereli olmak tam benlikti. Mesleğim dik durmam adına tutunduğum tek daldı. Darbe almadığım tek yerin mesleğim olduğunu düşünürken şunun şurasında birkaç seneye ne kadarda darbe sığdırmıştım böyle…

Yüzüm aniden serinlerken gözlerim sonuna kadar açıldı. “Düşünceleri kafandan atman lazım, birkaç saat sonra alana ineceğiz.” Kalender bana doğru eğilerek mırıldandığında hepsinin maskelerini çıkarmış olduğunu gördüm. “Yaşanılanlar acı olabilir lakin kendine çeki düzen vermek zorundasın. İnsanların yaptıkları hainlikler yüzünden o dimdik omuzların düşemez, kendine gel!” sesi kısık ama gürdü. Yalnızca ikimizin duyabileceği bir şekilde benimle konuşurken gözlerine baktım derince. İsmi gibi Kalender’di.

“Teşekkür ederim.” Diyerek mırıldandım başımı omuzuma yatırdığım sırada. Bana bakarak gözlerini yavaşça yumduğunda gülümsedim. Bakışlarım istemsizce karşımızda oturan dörtlüye kaydığında dördünün de dikkatle bize baktıklarını gördüm. “Dönün lan önünüze!” sinirle bağırdığımda hepsi gözlerini kaçırdı. Sonuçta özel hayatım onları ilgilendirmiyordu.

“Rica ederim. Tekrar tekrar söylememe gerek yok ama son kez hatırlatayım, paylaşmak istediğin bir şeyler olursa buradayım.” Tekrardan yavaşça gülümsediğimde bana bir kez daha bakarak önüne döndü.

Tüfeğimin dışıyla oynadığım süre zarfı uzun bir asır gibiydi. Zaman asla ilerlemek bilmiyordu. Kafam oldukça karışık ve yoğundu. Göreve çıkacağımızın farkındaydım ama böyle olayları düşünmemek elde değildi.

Karşımda oturan dört adam başını geriye yaslamış, gözlerini yummuş bir vaziyetteyken aynı hamleyi tekrarlayarak gözlerimi yumdum. Biraz düşüncelerden arınmak iyi olabilirdi.

KURTULUŞ

Helikopter yavaşlıyordu.

Gözlerim hızla açıldığında arkamda kalan cam bölmeden dışarıya baktım. Alana yaklaşmış olmalıydık. Yanımda uyuyan Kalender’i yavaşça dürttüğümde gözlerini sersemce araladı. “Geldik mi?” başımı sallayarak dediğini oyaladığımda hafifçe ileri kayarak karşımızdaki dörtlüyü dürttü. Herkes uyandığında kendine çeki düzen vermeye başlamıştı.

“Komutanım sizi alandan uzakta indireceğim yürümeniz gerekecek. Beş dakikaya inişe geçiyoruz.” Pilotun sesini duyduğumda kısaca teşekkür ederek yerdeki çantalara bakındım.

“Sıhhiye çantasını Tekin ve Kalender yoruldukça değişerek taşıyacak. Erzak çantası Yıldırım ve bende, mühimmat çantası Ertuğrul ve Âhi de tekrar tekrar hatırlatmayacağım dediklerimi harfiyen yerine getiriyorsunuz asker!”

“Emredersiniz Komutanım!” duyduğum cümle ile dudaklarımda kibirli bir tebessüm oluştu.

Ben çanta düzenini anlatana kadar beş dakika geçmiş olacak ki, helikopterin o gür pervane sesi duraksadı. Kalender yanımdan kalkarak kapıya yöneldiğinde hızla kapıyı açarak aşağı baktı. “Komutanım müsaadenizle önden ineyim.” Bana bakarak sorar gibi söylediği cümleye başımı sallayarak onay verdim. Herkes maskelerini yüzüne çektiğinde hazır gözüküyorduk.

Tüfeğini ipinden boynuna astığında helikopterin iki yanındaki demirleri tutarak iri bedenini aşağı attı. Yerde duran çantaları kapı eşliğine getirerek Kalendere atmaya başladığımda kısa bir süre içerisinde aşağıda oluşan çanta kalabalıkla inmeye hazırlandım. Kendimi aşağı doğru sarkıttığımda Kalender inmeme yardımcı olarak bedenimi belimden aşağı doğru çekti.

Sırayla hepimiz indiğimizde herkes yerdeki çantalara yönelerek yan yana dizildi. Âhi yanıma gelerek alanın haritasını çıkardığında Kalender de telsizimi ayarlayarak cebime yerleştirdi.

Daha hiçbir şey demeden ne yapmaları gerektiğini öğrenen adamlara şaşkınlık dolu bakışlarımı atmamaya çalışarak haritaya döndüm.

Şu anda olduğumuz yer dün kuş bakışı incelediğimiz yerin aynısıydı yani bir güne yakın bir süre zarfında yürümemiz gereken alandaydık. “Tabana kuvvet beyler, yirmi saati devireceğimiz bir yürüyüş bizi bekliyor.” Maskeden verdikleri tepkiler çok fazla anlaşılamasa da dediklerime hiçbiri şaşırmamış gibi gözüküyordu çünkü daha dün aynı konuşmayı yapmıştık.

Kalender yanıma geldiğinde elindeki büyük sıhhiye çantasını pek zorlanmadan taşıdığını gördüm.

Hava diğer günlere nazaran daha da kötüydü ve kar yağacağını düşünüyordum. Esen sert rüzgâr yüzümüzdeki maskelerden pek fazla etki etmese de ister istemez üşümemize neden oluyordu. Sırtımdaki çantayı düzelterek tüfeğime sıkı sıkıya sarıldığımda hem etrafı inceliyor hem de alana vardığımızda neler yapacağımıza dair planlarımı sorguluyordum.

Attığım her adımdan postalarımın altında ezilen toprak parçası içimdeki öfke ve siniri yatıştırmaya çalışarak aklımı dağıtıyordu.

KURTULUŞ

Yürüdüm, yürüdük, tabanlarımız delinircesine postalların altındaki toprakları ezdik.

“Komutanım beş dakika durabilir miyiz?” Ertuğrul’un titrek sesi kulaklarımı doldururken çattığım kaşlarım eşliğinde arkama baktım. “Ne oluyor?” Ertuğrul bacağını tutmuş bir vaziyette soluklanırken bakışlarım hızla Kalender’e değdi.

“Komutanım altı saat oldu biraz mola vermeliyiz bence.” Kalender Ertuğrul’a yönelerek bana laf attığında gözlerim etrafı taradı. Haklılardı, aklımdaki düşüncelerle boğuşurken aradan geçen saatlerin farkına varamamıştım ama yolumuz da epey çoktu açıkçası.

“Biraz soluklanalım o zaman ileride büyük kayalıklar var oraya kurulalım.” Hepsi bana ayak uydurarak kayalıklara yöneldiğinde kendimizi yere attık. Hava, alana inmemizin üzerine tekrar kararmış ve şu an aydınlanmak üzereydi. Tekin Yıldırım’ın elindeki çantayı açarak küçük bir çaydanlık çıkardığında şaşkın bir şekilde ne yaptığını anlamaya çalıştım. Kenara üç beş küçük ahşap topladığında cebinden çıkardığı çakmakla odunları yaktı. “Oğlum sen manyak mısın lan! Yerimizi belli edeceksin şimdi.” Bana yandan bir bakış attığında, “Komutanım vallahi ateş yakmayacağım ahşap hafif tutuşsun hemen ısınır zaten çaydanlık, iki dakika içimiz ısınsın lütfen.” Dedi yavru kedi misali bakışlar atarken.

Koca cüssesi zaten kayalık tarafından kapanmaya yetmezken bir de çıkmış kenarda çay yapmaya çalışıyordu. Tekin’i çok takmayarak Ertuğrul’a döndüğümde Kalender’in dizine baktığını gördüm. “Ne olmuş?”

Kalender elini Ertuğrul’un dizinden çekerek bana döndüğünde, “Tendonları zedelenmiş gibi gözüküyor. Dinlenmesi lazım ama geri yollayamayız, çok büyük bir sorun değil hallederiz.” Dedi sakince. Ertuğrul’a baktığımda Kalender’i destekler gibi başını salladı.

“İyi misin?” sorduğum soruya karşılık başını tekrar salladığında sırtımı kayaya yaslayarak dinlenmeye çalıştım.

Cebimdeki telsizden titremeler geldiğinde hızla yerinden çıkararak elime aldım. “Kurtuluş timi durumdan haber ver.” Düğmeye basarak dudaklarımı araladım. “Kurtuluş tim Komutanı Üsteğmen Tan, alana inmeye çalıyoruz biraz mola verdik birazdan tekrar yola çıkacağız. Herhangi bir sorun yok.”

Merkezle iletişime geçtiğimizde konuşmayı kısa bir süre içerisinde bitirerek etrafa odaklandım. Her şey hızlı bir şekilde gerçekleşiyordu. Tekin çayı ne ara demlemiş ne ara bizlere vermişti bilmiyordum… Elimdeki bardaktan kısa bir yudum aldığımda içimin ısındığını hissettim. “Enerjinizi toparlayın çay bitince gidiyoruz.” Hepsi beni onaylarken çaylarını içmeye devam ettiler.

Hava gerçekten de soğumuştu ve üzerimizde olan onca kıyafete rağmen tabiri caizse donuyordum.

Çayımı kafama dikerek bitirdiğimde bardağı Tekin’e uzattım. Tekin hızla timin bardakları topladığında çaydanlığı çantaya yerleştirdiğinde temkinlince ayaklandım. Hava aydınlanıyordu ve bizim daha yürüyeceğimiz çok yolumuz vardı.

KURTULUŞ

Hava kararmıştı. Yürümekten topuklarımı hissetmeyecek raddeye gelmiştim ama alana sonunda varabilmiştik. Etraf oldukça sessizdi.

“Komutanım ne yapıyoruz?” Yıldırım yanıma yaklaşarak sessizce fısıldadığında kısa bir süre düşünmeye başladım.

“Ana kampın nerede olduğunu bulup kampı tamamen patlatmayacak şekilde ufak bombalarla etrafını çerçeveliyoruz. Panikle dışarı çıktıklarında da eğer ki ele başlarını bulabilirsek, ele başları hariç herkesi indiriyoruz.” Maskenin ardından boğuk gelen sesimle içimdeki hırs iyice alevlenirken kıstığım gözlerimle etrafa bakmaya devam ettim.

Kayalık arazinin dört bir yanına dağıldığımızda yanımda Kalender vardı.

“Herkes mevzilendi mi?” yüz üstü yattığım yerden etrafa bakındığımda hiçbirini görememenin verdiği değişik hisle sordum.

“Evet Komutanım.” Aynı anda aynı cümleyi tekrar eden adamlara karşılık, “Keskin yer bildir.” Diyerek ilk olarak Yıldırım’ın yerini öğrenmek istedim. Dürbünle etrafa bakınırken gelecek olan sesi bekledim.

“Komutanım sizin mevzilendiğiniz yerin kırk, kırk beş derece doğusunda büyük kayalıkların arasındayım.” Bakışlarım anlattığı yere döndüğünde iki kayalığın arasından görünen namlunun ucu ile kaşlarım çatıldı. “Namlunu geri çek Keskin!” sinirle sarf ettiğim sözlere karşılık namlu hızla geri çekildiğinde Tekin ve Âhi’nin yerini merak etmiştim. İkisinin iri bedenini saklayabilecek bir kaya yoktu çünkü.

“Hemşir ve Tetikçi yer bildir.”

Kulaklıktan cızırtılı sesler gelmeye başladığında ilk duyduğum ses Tekin’den gelmişti. “Komutanım Keskin’in yirmi beş derece batısında küçük mağaranın yanındayım.” Mağaranın olduğu yere baktığımda üstü kurumuş yapraklarla kaplı bir çıkıntı gördüm.

“Kamuflajın yapraklarla uymuyor, daha iyi bir yere mevzilenmeyi dene.” Tekin sesimi duyar duymaz sürünerek mağaraya girdiğinde kısa bir süre içerisinde mevzilenmişti.

“Tetikçi yer bildir.” Âhi’ye uygun bir lakap bulamıyordum çünkü ağır silahlar uzamanı olarak pek de verebileceğim bir lakap yoktu kendisine.

“Komutanım Tekin’in mevzilendiği mağaranın altmış derece kuzeydoğusundayım.” Dediği yere baktığımda hiçbir iz görememenin verdiği rahatlık ile aynı hizada durduğumuz adamlara baktım.

Kalender sağ tarafımda beş kilometreyi aşkın bir yerde mevzilenmişti. Ertuğrul ise aynı konumda soluma mevzilenmişti.

Gözlerimin altı yorgunluktan ve acıdan çökmüştü, hissedebiliyordum.

Kulaklarıma varan adım sesleri ile gözlerim hızla etrafı taramaya başladığında gördüğüm onu aşkın adam ileride bulunan mağaraya ilerliyordu. “Komutanım indirelim mi?” Tekin’den gelen klasik soru asla şaşırtmazken sakince karşılık verdim. “İndirme oğlum, biraz gözlem yapalım sonra hep beraber indiririz.”

Adamlar mağaranın içerisine girdiklerinde mağaranın kapısının önüne iki adam çıktı. Ellerindeki tüfekler ile her an tetikte gibi gözüküyorlardı. “Komutanım ana kamp olabilir mi sizce?” Kalenderin dedikleri aklımda dolanan düşüncelerin aynısıydı ama şu an bu soruya kesin bir cevap vermek için oldukça erkendi. “Bende aynısını düşünüyorum ama net konuşmak için çok erken.”

“Komutanım bombaları ne zaman yerleştireceğiz?” Ertuğrul’un sorusuna karşılık, “Birkaç saat sonra yerleştirebiliriz. Şu anlık az daha gözlem yapmamız gerekiyor.” Dedim.

KURTULUŞ

Kapının önündeki adamlar çoktan uyumaya başlamış, içeriden gelen sesler kesilmişti. Aradan geçen birkaç saatlik zaman diliminde anlamıştık ki gözlemlediğimiz kamp ana kampın ta kendisiydi.

“Ertuğrul ile birlikte mağaranın etrafına bombaları döşeyeceğiz, adamlar uyanırsa hiçbir şekilde vurmuyorsunuz bize bildirin yeter.” Kalkmak adına hareketlendiğimde duyduğum cümle ile duraksadım.

“Komutanım çok riskli değil mi? İkinizde vurulabilirsiniz, bence atış serbest olmalı.” Tekin’in telaşlı sesi ile yavaşça yutkundum. “Atış yasak, adamlara denk gelmese bile atış yapan mesleğini unutsun! Lafımı ikiletmeyin diye kaç defa söylemem gerekiyor?” Ertuğrul’a doğru sürünerek ilerlemeye başladığımda bedenimi soğuktan hissetmemeye başlamıştım artık. Ertuğrul’un yanına vardığımda ikimizde temkinli adımlarla kayaların ardından mağaraya gitmeye çalışıyorduk.

Aradan geçen zorlu dakikaların ardından mağaranın arkasına dolandığımızda üç bombayı etrafa yerleştirmiştik. Ertuğrul sola ben sağa giderek kapılara yaklaştığımızda iki adet sis bombasını kapının tam yanına yerleştirdim. Ertuğrul da benim yaptığım hareketi tekrarladığında kısa bir süre içerisinde tekrardan eski yerlerimize mevzilendik.

Çok yorgundum. Uyku gözlerimden akıyordu ama ilk gün olduğu için bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk ve temkinli olmamız gerekiyordu.

Sabahın ilk ışıklarına doğru kapıda güya nöbet tutan korumalar uyanmıştı. Sersemce etrafa bakan adamlar aniden öne doğru sarsıldığında içeriden çıkan adamın bağırış seslerini duydum. “Ulan siz ne biçim nöbet tutuyorsunuz? Askerler gelse kampı vursa ne halt edeceğiz?! Daha başkan gelecek. Sizi böyle görsün de kellenizi uçursun, aynen böyle devam edin!”

“Komutanım başkan dedikleri kim sizce?” Kalender’in bana yönelttiği soruya sanki görebilecekmiş gibi dudak büzdüm. “Hiçbir fikrim yok ama bana verilen listedeki on elemandan birisi olduğu kesin.”

Biraz zamana ihtiyacımız vardı. En azından aklımıza birkaç parça oturana kadar.

 

1 hafta sonra…

“Komutanım çayınızı alın.” Tekin her zamanki gibi ilk iş demlediği çayı time dağıttığında bardağı elime alarak yorgunca bir nefes verdim. Aradan kaç gün geçmişti ne olup bitişti hesaplayamıyordum. Günlerdir uyku yüzü görmemiş, aç ve yorgun bir halde karşıdan gelecek atağı bekliyordum.

“Komutanım adamın geleceği yok gibi duruyor ne yapacağız?” Kalender yanıma oturarak soluklandığında gecenin karanlığından yüzünü seçmeye çalıştım. “Bilmiyorum ama ele başlarını almadan geri dönemeyiz. En azından bir süre daha beklememiz lazım.” Çayımın etrafına ellerimi sardığımda ısınmayı umut ettim.

Aradan geçen günlerde hava git gide bozulmaya başlamış, yağmur yağarak bütün dengeyi alt üst etmişti.

“Komutanım alın.” Kalender çantadan çıkardığı konserveyi açarak bana uzattığında kısaca teşekkür ederek konservesi aldım. Plastik çatalı konservenin içindeki bezelyeye batırdığında maskemi burnuma doğru katlayarak yalnızca ağzımı açtım.

Konserveyi kısa bir süre içerisinde bitirerek Tekin’e verdiğimde kenardaki çayımı içmeye devam ettim. “Bir tek ben mi üşüyorum ya?” mırıldanarak sorduğum soruya karşılık herkesten aynı cevap geldi. “Çok soğuk.”

“Biraz uyuyalım.” Buz kesmiş ellerime iç cebimden çıkardığım eldivenleri geçirdiğimde sırt çantamdan tulumumu çıkardım. “Sırayla uyuyalım, ilk Kalender ben uyusam sizlik sorun olur mu arkadaşlar?” günün sonunda gene benim dediğim olacaktı ama gene de fikirlerini almak istemiştim.

“Yok Komutanım siz uyuyun biz nöbetteyiz.” Yıldırım benim uyumam için konuştuğunda kısaca teşekkür ederek Kalender’e döndüm. “Şu iki kayanın arasına yatabiliriz tulumunu çıkar sende.” Tulumlarımızı hazırlayarak kenara çekildiğimizde hızla tulumun içerisine girdim. Gözlerim kapandığında bedenimin sızladığını hissettim.

Yorgundum hem mental olarak hem de fiziksel olarak çok yorgundum.

 

2 hafta sonra…

“Komutanım Allah rızası için vurayım lütfen!” Tekin’in sızlanmaları asla bitmezken sertçe araya girdim. “Yeter artık kes sesini! Senin yüzünden ne konuştuklarına odaklanamıyorum!” dürbünü iyice karşıya yaklaştırdığımda adamın dudaklarına odaklandım.

“Bombaların yapımında sorun var başkan.” diyerek konuşan adam geçen haftadan beri kapıda dikilen adamlardan birsiydi.

“Nasıl bir sorun?” kaşlarını çatarak merakla karşısındaki adama baktı.

“Bombaları hazırlayan adamlar Kobranın ekibindendi ama şu an tutuklanmışlar. İkisiyle de iletişimimiz kesildi onlar dışında bomba hazırlayabilecek başka eleman yok.” Adam sinir ve üzüntü karşımı duygularını adama aktardığında adam sinirle soludu.

“Onların yanında bir çocuk vardı, o nerede?” bahsettiği çocuk yüksek ihtimalle Ateş oluyordu.

“Üçü de tutuklanmış hiçbiriyle iletişime geçemiyoruz. Onların yaptığı bombayı bizimkiler yapamıyor. Askerlerin yaptığı bombaların aynılarını hazırlıyorlardı ama elimizde yedek bombada kalmadı.”

Aranan teröristler arasında olduğunu hatırladığım adam ekşittiği yüzüyle konuşmaya başladı. “Bugün ana kamptan ayrılıyoruz, bütün ekibi topla ben Ejderle konuşacağım.”

Ejder. Kobranın bir numaralı ekürisi. Şu zamana kadar çok nadir gördüğüm adamı ele geçirmek için can atıyordum. İç cebimden çıkardığım terörist listesine baktığımda gördüğüm ilk yüz tam karşımda konuşan adamdı.

Kod adı, Kaplan.

Hayvanat bahçesi sanki mübarek.

“Komutanım ne diyorlar?” Tekin’in bitmek bilmeyen enerjisi ve asla susmayan hallerine sakin kalmaya çalışarak cevap verdim. “Tekin nasıl çok merak ettik diyorlar. Lan oğlum bir sus! Sizi ilgilendiren bir şey olsa anlatırım zaten demi iki dakikada bir konuşup durma artık!” pek sakin kalamamış olsam da en sonunda sesi kesilmişti.

“Komutanım bombaları patlatacak mıyız? Patlatmayacaksak onları geri alalım bence özel yapım hepsi çünkü.” Ertuğrul araya girdiğinde dediklerini dinledim. “Yok hayır patlatacağız. Konuşmada bugün ana kamptan ayrılacaklarını söylediler. Kampı patlatıp artık burada olduğumuzu onlara hissettireceğiz.”

“Komutanım Kaplanı nasıl alacağız peki?” Kalenderden gelen mantıklı soru ile kısa bir süre düşünmeye başladım.

“Komando timinden yardım isteyebiliriz. Kampı bombaladığımızda birçoğu zaten panikle dışarı çıkacak o sırada içimizden birisi kampa yakın bir yere mevzilenir ve Kaplan kaçana kadar onu etkisiz hale getirerek Komando timine teslim edebiliriz. Geri kalanlarını zaten öldüreceğiz sizden istediğim geldiğimizden beri kapıda bekleyen iki adamı vurmanız. Çünkü diğerleriyle irtibat halinde olan yalnızca ikisi ve elebaşları var. O yüzden dikkatli olun. Ben şimdi merkezle iletişime geçeceğim ve Komando timini destek için çağıracağım. Onlar Kaplanı alıp geri dönecekler bizde araziden uzaklaşıp diğer alana geçeceğiz. Anlaşıldı mı?” derin bir nefes alarak soluklandığımda kulaklarıma duymak istediğim o cümle ulaştı. “Anlaşıldı Komutanım!”

Cebimden çıkardığım telsizi ayarladığımda konuşmaya başladım. “Kurtuluş timi Komutanı Beyaz konuşuyor, merkez sesim geliyor mu?”

Beyaz.

Artık isteyen istediği ihaneti yapabilirdi ama benim kimliğim asla ortadan kalkamazdı. Onların yaptığı hainliğin benimle gram alakası olmazken yüz binlerce askerin duyduğu o isim hafızalardan silinemezdi.

“Merkez dinlemede bir sorun mu var Beyaz?” Erdem’in sesini duyduğumda onu bile özlediğimi fark ettim. Aradan geçen haftalarda sınırlı yüzleri görmek insanı ister istemez bunaltıyordu.

“Kırmızı kodla aranan teröristlerden birisi olan Kaplanı ele geçirmek üzereyiz. Kaplanı ele geçirdikten sonra size göndermemiz lazım ama tugaya geri dönemeyiz. Diğer kampları da kısa bir süre içerisinde patlatmamız lazım. Sizden istediğim Komando timini alana yollamanız. Kaplanı Komando timine ulaştırmak istiyorum.” Dikkatle karşıdan gelen tepkiyi dinledim.

“Haber beş dakika içerisinde Komando timine ulaşacak ve en kısa sürede yanınızda olacaklar. Eksiğiniz varsa Komando timiyle yollayabilirim.” Erdem dediklerimi onaylarken eksiğimiz olup olmadığını timdekilere sordum. Herhangi bir eksiğimiz yoktu. “Eksiğimiz yok en acilinden Komando timini burada görmek istiyorum.” Merkezle irtibatımı kestiğimde telsizi tekrardan cebime yerleştirdim.

KURTULUŞ

Bakışlarım keskindi. Karşıdaki kamptan gelecek atağı bekliyordum.

“Komutanım arkadan çıkanlar var.” Yıldırım’ın sesini duyduğumda bakışlarım hızla ön kapıya döndü. Çıkmaya başlıyorlardı.

“Âhi aşağı in hemen!” aşağı yollayabileceğim tek adam Âhiydi.

“Emredersiniz Komutanım.” Aradan geçen stresli dakikalarda Âhi’nin aşağı inmek için verdiği çaba sonunca sonucuna varmıştı.

“Beş saniye içerisinde bombaları patlatıyorum.” Elim düğmenin üzerinde tetikte beklerken içimden beşten geriye saymaya başladım. Düğmeye sertçe bastığımda kulaklarımı dolduran o sert ve tok patlama sesi ile sis bombaları da etrafı tozlaştırmıştı.

Kampa doğru yaklaşan araçtan inen Kaplan ve Ejder telaşla kampa doğru koşmaya başladılar.

“Atış serbest, her mermiye bir leş!”

Tüfeğime sarılarak kamptan çıkmaya çalışan adamları hedef aldım. Sıktığım her mermi bedenlerini delip geçerken dört bir yanlarından gelen bu ani mermi yağmurunu hiçbiri beklemiyor olacaklar ki, hepsi daha tüfeklerine sarılamadan yere düşüyorlardı.

Kapının önünde dikilen iki korumayı es geçtiğimizde ikisi de çoktan Kaplanın indiği arabaya binerek gözden kaybolmuşlardı.

Kaplan ve Ejder şaşkınlıkla etrafa bakmaya devam ederlerken arkalarında gördüğüm adamla yüzümde sinsi bir gülümseme oluştu. Âhi iki kolunu yan yana duran adamların boyunlarına kenetlediğinde ikisinin de gözleri sonuna kadar açılmıştı.

Âhi’nin kolundan kurtulmak adına debelenen adamlar kısa bir süre içerisinde geriye doğru sürüklenmeye başladıklarında askerimle gurur duyuyordum. Önüne geçen her adamı hızla vuruyor vurulanların üzerine yenilerini ekliyordum.

Aradan dakikalar geçti, kulaklarıma adım sesleri ulaşırken mermi sesleri son buldu.

“Temiz.”

“Temiz.”

“Temiz.”

“Temiz.”

Adamlarımın sesleri kulaklarımı doldurduğunda sevinçle tebessüm ettim.

Telsizden gelen cızırtılar ile elim hızla cebime gittiğinde, “Kurtuluş timi konum bildir.” Diye bir ses duydum.

Emek.

Aradan geçen süre oldukça uzundu ve biz Emekle çok uzun zaman önce bir araya gelmiştik. “Patlayan kampın civarındayız alana yaklaş Komando.” Birkaç dakikanın sonunda maskeleriyle bana doğru yaklaşan bir tim gördüm. Yattığım yerden kalkmaya çalıştığımda Kalender yanıma koşarak doğrulmamda yardımcı oldu.

Emek’e doğru bir adım attığımda yavaşça tebessüm ettim. “Hoş geldiniz Üsteğmenim.”

Bana bakarak başını hafifçe eğdiğinde, “Hoş bulduk Üsteğmenim.” Dedi.

“Âhi adamları getir.” Kulaklıktan gelecek cevabı beklediğimde uzun bir süre sessizlik yaşandı. “Âhi ses ver!” karşı taraftan ses gelmezken Âhi’ye en yakın isim olan Tekin’e seslendim. “Tekin Âhi’ye bak!” Kalender’e dönerek endişeyle baktığımda Komando timini ardımızda bırakarak kendimi kayaların arasında koşarken buldum. “Ses verin!”

Patlayan kampın hafif zarar almış parçaları ayaklarımın altına dolanırken ortalık kan içerisindeydi. Adamların üzerlerine basarak elimden geldiğinde hızlı olmaya çalıştığımda kampın arkasına doğru koşan Tekin’i gördüm. “Komutanım ses vermiyor!” Tekin endişeyle bağırdığında kampın arka cephesine ulaşmıştık. Âhi iki adamı alt etmeye çalışırken sinirle adamlardan birisinin kafasına postalımı geçirdim. Sersemleyen adam yana düştüğünde diğer adamı Âhi’nin üzerinden çeken kişi Tekin olmuştu.

Sinirle Âhi’ye yaklaştım. “Ses versene ulan! Kulaklığı boşuna mı takıyoruz, yardım istesene!” yüzüne yaklaşarak öfkeyle bağırdığımda sersemce ayaklandı. “Haklısınız Komutanım.”

“Tekin, Kalender adamları alın. Âhi sende yürü.” Komando timine doğru yürümeye başladığımda diğer kalan ikiliye seslendim. “Ertuğrul ve Yıldırım sizde gelin.”

Soluğu Komando Timinin yanında aldığımızda Emek’in ayak ucuna doğru iki adam fırlatıldı. Bakışlarım arkamda kalan ikiliye döndüğünde ne yapıyorsunuz dercesine baktım. Kalender omuz silkerek, “Az bile.” Dedi mırıldanarak.

Emek yerde yatan iki adama kısaca baktığında, “Biz arkadaşları gereken yere teslim edeceğiz Üsteğmenim, yardıma ihtiyacınız yoksa gidiyoruz.” Dedi.

Dudaklarımı maskenin ardından birbirine bastırarak başımı salladım. “Teşekkürler Üsteğmenim görüşmek üzre.” Komando timi adamları sürükleyerek ilerlemeye başladıklarında kısa bir süre içerisinde gözden kaybolmuşlardı.

Şimdi yeni hedefimiz ana kampın ilerisinde bulunan diğer sığınma alanlarını patlatıp kalan ele başlarını almaktı.

“Komutanım yemek molası?” sorar gibi konuşan Yıldırım ile derince bir nefes aldım. “Biraz ilerleyelim sonra müsait bir yerde oturup yemeğimizi yeriz.”

Bakışlarım Âhi’ye kaydığında, “İyi misin sen?” dedim şüpheci bir tavırla.

Bana yandan bir bakış atarak, “İyiyim Komutanım.” Diyerek mırıldandı.

Kayalara dikkat ederek yürümeye başladığımda hepsi arkamdan geliyorlardı. Diğer kamplara çok fazla bir yürüme mesafemiz yoktu. Planımız olması gerektiği gibi yavaş yavaş işliyordu ve içim rahattı.

En azından şimdilik.

 

3 hafta sonra…

Son mermimi sıktığımda artık kulak zarımın delineceğini düşünüyordum. Günlerdir devam eden çatışmamız mühimmatımızın azalmasına neden olmuştu ama sorun yoktu çünkü artık sona yaklaşıyorduk.

“Komutanım iyi misiniz?” Yıldırım ciddiyetle bana bakarken gözlerimi sıkıca yumdum. Aradan oldukça zaman geçmişti ve çok yorgundum. Bedenim bu duruma karşılık ister istemez garip tepkiler veriyordu.

“Yoruldum arkadaşlar.” Nasıl hissediyorsam direkt olarak söylemekten çekinmiyordum çünkü gerçekten de içinde olduğumuz süreç çok yıpratıcıydı.

“Komutanım Yiğitler timi gelene kadar bir şeyler atıştıralım.” Tekin’e ayak uydurarak kendimi hızla yere attığımda sırtımı kayaya yasladım. Her zamanki gibi bir elimde çay diğer elimde konserve vardı. Aradan geçen haftalarda gerçekten de kendimden iğrenmeye başlamıştım çünkü resmen kokuyordum. Saçlarımı bırakın yüzüm zar zor su yüzü görüyordu.

Başımda hissettiğim ıslaklık ile bakışlarım havaya kaydığında açıkta kalan tek yer olan gözüme doğru bir yağmur parçası düştü. “Bir bu eksikti.” Sinirle mırıldandığımda timden gülme sesleri geldi.

Çayımı ve konservemi hızlıca bitirdiğimde telsizden gelen haberle Yiğitler timinin geldiğini duyduk. Bize doğru yaklaşan adamlar ile ayaklandığımızda yerde baygınca yatan üç adama baktım. “Yüzbaşım hoş geldiniz.” Göktürk’ü elini sıktığımda bana hafifçe başını eğerek karşılık verdi.

“Hoş bulduk Üsteğmenim.” Arkasında kalan askerlerden birisine dönerek elindeki çantayı aldığında, “Mühimmat eksiğiniz varmış, size lazım olacak şeyler getirdik.” Diyerek çantayı bana uzattı.

Gülümseyerek çantayı aldığımda Kalender arkamdan boş mühimmat çantamızı Göktürk’ün arkasında kalan bir Teğmene uzattı. “Çok sağ olun Yüzbaşım adamlar size emanet.” Yerde yatan üçlüyü hızla aldıklarında geçen haftalarda yaşanılan görüntünün aynısı gerçekleşti. Adamlar sürüklendi, tim ortadan kayboldu.

KURTULUŞ

Yanıma oturan adam ile yavaşça başımı çevirdim. Gözlerime derin derin bakarken çayımın son yudumunu boğazımdan aşağı gönderdim.

“Armin bir kere sarılabilir miyiz.” Duyduğum cümle ile kaşlarım çatıldığında ne diyorsun dercesine yüzüne baktım. Bana hüzünle bakarken, “Sadece bir kere. İstemezsen bir daha sohbet bile etmem ama lütfen şimdi sarılmama izin ver Armin.” Dedi acıyla.

Yüzümdeki maske hislerimi saklamam adına yardımcı olmazken sinirle soludum. “Görevdeyiz Üstçavuşum kendinize gelin! Çayınız da bittiğine göre mevzilenmeye gidebilirsiniz!” çayımın dibini sinirle yere dökerek bardağı Tekin’e verdim.

Kararan hava ile kayaların arasına iyice kurulduğumda sıradaki hedefimiz Ejderin bir numaralı korumasıydı. Kapının önünde konuşan adamı tam namlunun hizasından izliyordum.

“Komutanım arkada hareketlilik var bomba için hazırlanabilirsiniz.” Âhi’nin sesini duyduğumda cebimden çıkardığım düzeneği avuç içime aldım. Ön kapıdan çıkmaya başlayan adamlar ile, “Son beş saniye.” Diyerek fısıldadım. Düğmeye sertçe bastırdığımda kampın arkasından, yanından ve önünden parçalar havaya uçuşmuştu.

Sis dumanı etrafa yayılırken, “Atış serbest, her mermiye bir leş!” diyerek hırsla bağırdım.

Mermiler havalarda uçuşmaya başladığında kulaklarım artık iflas derecesine gelmişti. “Komutanım kapıdakiler kaçıyor!” Yıldırım’ın dediğine karşılık, “Vur!” diyerek yükseldim.

İki sert mermi sesi kulaklarıma vardığında öfkeyle gülümsedim. Ejder’in koruması koşmaya başladığında, “Âhi adamı yakala kaçıyor!” bağırmam ile alana doğru atlayan Âhi’yi görmem bir oldu. “Lan vurulacaksın kenardan koş!” sinirle bağırdığımda beni duymamış olacak ki koşmaya devam etti. Adamın üzerine atlayarak koca cüssesi ile adamı ezer duruma getirdi. Adamı sersemleterek bacaklarından tuttuğu gibi kenara sürüklemeye başladığında alana baktım ve üst üste yığılmış leşleri gördüğümde gururla gülümsedim.

“Ellerinize sağlık arkadaşlar.” Mırıldanmamın üzerine Ertuğrul, “Komutanım adamı almaya hangi tim gelecek?” diyerek benimde emin olamadığım bir soru sordu. “Yiğitler timi göreve çıktı Komando timi de görevden döndüyse onlar gelecek diye biliyorum. İkisi de gelmezse illa ki bir tim gelecektir sorun etmeyin.”

Tüfeğimi toplayarak yattığım yerden ayaklandığımda gecenin karanlığı hafif hafif kırılmaya başlamış, etraf daha da bir görülür hale gelmişti.

“Tetikçi adamı getir.” Yorgunca Âhi’ye seslendiğimde kısa bir süre karşıdan gelecek cevabı bekledim. “Âhi duyuyor musun?” ses tekrardan gelmediğinde geçen sefer olduğu gibi Tekin’e seslendim. “Tekin Âhi’ye bak.”

Tekin dediğimi onaylayarak hızla mevzilendiği yerden çıktığında kampın arkasına doğru ilerlemeye başladı. Leşlerin arasında zor bela yürüyen adama bakarak sinirle ofladım. “Herkes aşağı insin beraber bakalım.” Diyerek kendimi kayaların arasından aşağı attım.

Tekin gibi zor bela yürüdüğüm yerde Kalender’den destek alıyordum. Kampın arkasına döndüğümüzde gördüğüm manzara ile kaşlarım çatıldı. “Âhi?” diyerek sorarcasına seslendiğimde karşıdan derin bir nefes hemen ardından da şehadet duydum.

“Âhi!” diyerek bağırdığımda soluğu hızla yanında almıştım. “Bana bak! Bana bak asker!” yüzünü avuçlarımın arasına aldığımda gözlerime baktı derince. “Sakın kapatma gözlerini!”

Elalarımı elalarından alarak arkamda kalan Kalender’e döndüm. “Kalender!” Kalender hızla çantadan çıkardığı eşyalarla yanıma geldiğinde beni hızla kenara itti. Sersemce yana düştüğümde gözlerim şokla açılmıştı.

“Özür dilerim.” Kulaklarıma varan titrek ses ile bedenim titremeye başladığında var gücümle bağırdım. “Hayır!” yüzümdeki maskeyi sinirle çekip kenara fırlattığımda derince nefes almaya çalıştım. “Hayır neler oluyor? Âhi kendine gel!”

Âhi’nin boynuna saplı çakının etrafından akan kanlara bakarak donakaldığımda derin bir nefes sesi ilişti kulaklarıma. “Emrediyorum asker ölemezsin!” çığlık atarak bağırmaya devam ettiğimde emirime karşı geldiğini gördüm. Gözlerini neden açmıyordu ki?

Âhi Alphan orta gelirli bir ailenin mert, delikanlı tek çocuğuydu. Yaşamı boyunca mesleği adına verilen her emri yerine getirmiş, yüreğini darmadağın eden aşkını bile bir köşeye atmıştı. Alphan hayatı ömründe ilk defa bir emri yerine getiremezken, son sözlerinde dahi âşık olduğu kadının özrünü kabul etmesini dilemişti. Halinden memnundu. Sonuçta artık en yüksek mertebe onundu.

Başı yana devrilen adamla dudaklarımın arasından bir çığlık koptuğunda gözlerim dolmaya başladı. “Hayır, hayır, hayır! Bana bak hayır! Böyle gidemezsin hayır!” kriz geçirircesine titreyen sesim ile ona ulaşmaya çalıştığımda Kalender’in bana döndüğünü gördüm.

Reddedercesine başımı iki yana salladığımda Kalender dolu gözleriyle bana baktı. “Niye bakıyorsun öyle?” korkuyla sorduğum soruya karşılık gülümsedi.

Ama sevinç dolu bir gülümseme değildi bu. Acıya karşılık kendini sıktığını gözlerimle görebiliyordum.

“Yok olmaz! Hayır devam etmese, bir şeyler yapsana! Bana öyle bakma Kalender yaşat onu ölemez!” sürünürcesine yerde yatan adamın yanına geldiğimde yüzünü ellerimin arasına aldım. “Ölemezsin.” Fısıltım ona ulaşmış mıydı bilmiyordum ama gördüğüm manzara pek de iç açıcı değildi. Ela gözlerinin ufak bir kısmı görünürken, beyazlık gözlerini esir almıştı. Hafif aralık dudakları, boynuna saplı çakı ile çok ürkünç görünüyordu. “Böyle veda edemezsin!”

Kalbim sıkışırken bedenimin geriye çekildiğini hissettim. Gözlerimi bedeninden bir an olsun ayıramazken kulaklarıma birisi fısıldadı. “En büyük mertebeye ulaştı dik dur!” Tekin omuzlarımı sıktığında burukça baktım yatan adama.

Bize illaki bir veda etmek zorundaysa bu veda bu şekilde olmamalıydı. Hele ki bana kendini yeni açmışken bu vedayı kaldıramazdım.

Tekinin ellerinden kurtularak yere çömeldiğimde başımı göğsüne yasladım. “Arman, sende beni bıraktın…”

Canımın yarısı gibi bir kuş daha uçmuştu ellerimin arasından.

Başımı göğsünden kaldırarak yüzüne baktığımda ten renginin beyazlaşmaya başladığını gördüm. Ilık ellerimi boynuna bastırdığımda bedeninin buz kestiğini hissettim.

Başıma düşen kuş tüyü hafifliğindeki şeyin ne olduğunu anlamak adına başımı göğe kaldırdığımda gördüğüm manzara bana déja vu yaşattı. Kar yağıyordu. Kar yağıyordu ve ben ikinci Arman’ımı karlara teslim etmiştim. Bazı vedalar can yakardı.

Dudaklarımı sertçe yanağına bastırdığımda hafifçe doğruldum. Kamuflajının dışındaki minik cebi açtığımda elime gelen bayrağı çıkardım. Bayrağı öperek üç kere başıma koyduğumda hızla açarak yüzünün hizasından bedenini az buz kapattım.

Kalkmak adına direndiğimde iki koluma giren adamlar ile destek aldım.

“Kurtuluş timi ses ver!” Emeğin sesini duyduğumda irkildim.

Tekin ve Kalender’in elinden kurtularak cebimden telsizimi çıkardım. “Ayın kaçı?”

Tekin cebinden bir cep saati çıkardığında, “On beşi on altıya bağlayan gecedeyiz. Şehitlik saati 06.16 tarih 16.12.2020.” dedi hüzünle.

Tüylerim diken diken olduğunda gözlerimi sıkıca kapatarak derin bir nefes verdim. Doğum günümde bir kayıp daha vermiştim. Belki bir umut doğum günlerini sevebilirim diye düşünmeye başladığım an doğum günü hediyem her zamanki gibi kanlı olmuştu.

Merkezle iletişime geçtiğimde hüzünle titreyen sesim eşliğinde konuşmaya başladım. “Kurtuluş tim Komutanı Armin Tan konuşuyor. Kurtuluş timinden ağır silahlar uzmanı Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşarak şehit olmuştur.”

Telsizi kapatarak cebime koyduğumda kapattığım gözlerimi açtım. “Kurtuluş timi şehidin var!” Askerlerime baktığımda hepsinin ağladığını gördüm. Ellerimi yüzüme kapattığımda omuzlarım sarsıldı.

“Üsteğmenim!” Emeğin sesini duydum.

Dolu gözlerim acıyla açıldığında sakin kalmaya çalışarak Komando timine baktım. Hepsi şaşkınlıkla yerde yatan şehidime bakarken bacaklarım titredi.

“Şehidim sizlere emanet, şu şerefsizi yaşatın onu bizzat ben öldüreceğim!” yerde yatan piç aldığı darbelerden olsa gerek baygındı. “Askerimi öldürmeye cüret eden piçi kendi ellerimle öldüreceğim, kimse dokunmayacak!” Emek şoktan çıkmış gibi yanıma koştuğunda bedenimi sıkıca sarmaladı.

“Çok canım yanıyor Emek!” haykırırcasına sarf ettiğim cümle karşısında kollarını daha da sıkı sardı bedenime. “Kendine gel daha görev bitmedi dik durman lazım. Beyin olmadan beden nedir? Onların beyini sensin kendine gel hemen!” beni hırsla sarstığında derin bir nefes aldım.

“Şehidim bizzat sana emanet Emek.” Acıyla fısıldadığımda burukça kafa salladı.

Komando timinin askerlerinin yarısı Âhi’nin iri bedenini kaldırmaya çalıştıklarında hüsranla sonuç aldılar. “Sarsmayın!” sinirle bağırdığımda hepsi bana üzüntüyle baktı.

“Hepiniz yüklenin çocuklar.” Emek yardımcı olmak adına konuştuğunda bütün askerler Âhi’nin iri bedenini kaldırdı. Omuzlarında taşıdıkları yiğidime son kez baktığımda içim sinirle dolup taştı.

Ani bir atakla baygın yatan piçin yakalarını kavradığımda yüzüne sert yumruklar geçirdim. “Seni kendi ellerimle öldürmezsem bana da Armin demesinler!” yüzü zedelenen adamı görmüyor gibiydi gözlerim. Ayaklandığımda karnına doğru sert tekmeler attım. Öfkem git gide harmanlanırken kulaklarıma bağırış sesleri doldu.

“Armin dur artık!” diye bağırdı Kalender.

Tekin ardından, “Göndermeden öldüreceksin adamı bırak!” diyerek yükseldi.

Beni hızla adamdan uzaklaştırdıklarında adamı Emek’e teslim ederek kısa bir konuşma yaptılar.

Yüzüme değen ıslaklık ile gözlerimi kapattım. “Eğil az.” Tekin başımı eğdiğinde avucuna doldurduğu suyu yüzüme çarptı. “Kendine gelmen lazım. Biz zaten kendimizde değiliz sen kendine gelmezsen ne yapacağız?” duyduğum cümle ile ağrıyan kalbimi hissetmemek istedim.

“Kendimdeyim.” Yüzümü kamuflajının koluna sildiğinde şişeyi dudaklarıma yaklaştırdı. “İç az.” Sudan birkaç yudum içtiğimde biraz daha düşünebilir hissediyordum kendimi.

Kalender’e bakındığımda Emekleri uğurladığını gördüm. Soluğu yanımda aldığında, “İyisin.” Dedi olmam gerektiğini ikaz eden bir ses tonuyla. Başımı sallayarak dediğini onayladığımda Kalender’in arkasında kalan ikiliye baktım.

Yıldırım ayakta dikili kalmış, gözleri şokla açılmış bir vaziyette az önce Âhi’yi aldıkları yere bakıyordu. Ertuğrul gözlerinden akan yaşları hırsla silmeye devam ettiğinde omuzlarının sarsıldığında şahit oldum.

“Arkadaşlar kendinize gelin devam ediyoruz! Hava iyice aydınlanmadan diğer kampa gidip operasyonu bitiriyoruz!” titreyen sesim ve sarsılan omuzlarım şiddetini arttırırken sertçe burnumu çektim. Kendimde olmam lazımdı, en azından şimdilik.

Çantamı ve tüfeğimi yerden alarak maskemi tekrardan yüzüme geçirdiğimde hazırdım. “Yürüyün!”

“Komutanım harita-“ Yıldırım’ın donuk sesi ile duraksadığımda haritayla ilgilenen kişinin Âhi olduğunu hatırladım. Oflayarak gözlerimi yumduğumda nasıl devam etmem gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Yürüyün, buluruz.” Önden çıkarak leşlerin arasında yürümeye başladığımda zihnimdeki görüntüleri ve kalbimdeki ağrıları göz ardı etmeye çalıştım.

KURTULUŞ

Başımı Kalender’in omuzuna yasladığımda bedenimin her bir uzvunun ağrısını dindiremiyordum. “Yap şu iğneyi Allah rızası için.” Kalender’e mırıldandığımda bana sinir dolu bir bakış attı. “Sakinleştirici yaparsam mayışacaksın, olmaz diyorum bir laf dinle!”

Başımı omuzuna gömerek derin nefesler aldığımda, çember şeklinde oturduğum adamların hepsinin ağlamaklı olduğunu biliyordum. Hâlâ şoktan çıkamamış tek kişi Yıldırımdı. Anladığım kadarıyla hiç şehit vermemiş olan tek kişi oydu, diğerlerinin verdikleri tepkilerden daha önceden aynı olayı yaşamanın verdiği burukluğu sezmiştim.

Ağzıma sokulan çatal ile sinirle Kalender’e baktım. “Ne yapıyorsun ya!” ağzım dolu dolu konuşarak boğuk bir ses çıkardığımda kaşlarını çattı. “Ağzındakini yut önce, bir şeyler ye yoksa bayılacaksın şimdi!”

Konserveyi elinden alarak yüzüne yandan bir bakış attım. Ağzıma attığım her lokma yavan gelirken çatlayan başımı umursamamaya çalıştım. Ufak konserve iki çatalda bittiğinde konserveyi çöp torbası olarak kullandığımız poşetin içerisine attım. “Yıldırım yemeğini ye.” Elindeki konservele bir saattir bakışıyordu.

Aradan geçen dakikalar sonunda herkes yemeğini bitirmiş etrafı toparlamıştı. Tüfeğimi boynuma astığımda, “Son adamı da alıp gidiyoruz yeter bu kadar.” Diyerek sürünmeye başladım. Güzel bir yere mevzilendiğimde karşıdan gelecek atağı bekledim.

Planımız her zamanki gibiydi bombalayıp, adamı alıyorduk. Dürbünü kampın içine çevirdiğimde içeride bir koşuşturma olduğunu gördüm. Kaşlarım çatıldığında ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalıştım. “İçeride koşuşturma var.”

“Komutanım bunlar çıkmayacak gibi.” Yıldırım mırıldandığında gözlerim kısıldı.

“O zaman patlatıyoruz.” Elim cebime daldığında düğmeyi çıkartarak son kez içeri baktım. Düğmeye basarak bombaların patlamasına vesile olduğumda içerideki adamların birçoğunun sersemlediğini gördüm. “Kampa en yakın benim o yüzden ben iniyorum, olası bir duruma karşılık atış serbest.”

Tüfeğimi toplayarak görünmeden aşağı inmeye çalıştığımda kulaklarıma mermi sesleri doluştu. Önüme geçene sıkarak hızla kampın yanına geldiğimde ne olduğunu anlayamadan başıma sert bir darbe aldım. Gözlerimin önü kararırken dudaklarımın üzerine bir mendil kapandı. Nefes almamaya çalışırken başıma aldığım ikinci darbe etrafın kararmasına vesile olmuştu.

 

Gözyaşlarınızı silin ballarım, daha yolumuz çok uzun.

Beni en etkileyen bölümler arasındaki ilk beşte olan bir bölümdü. Okumak ve o anları anmak kötü hissettirse de, Alphan'ım her daim benimle olacak ;)

Görev?

Armin'in dik durmaya çalıştıkça aldığı darbeler?

Kalender'in Armin'in yanında durmaya çalışması?

Vedalar...

Sizce de her veda can yakar mı?

Bazen bir temas ne kadar can yakarsa o temasın hiç yaşanmaması daha büyük bir acı bırakır. Bazı sarılmalar mahşerde kaldı...

O zaman son kez tam kadro yazıyorum, lütfen hepsinin anısına birkaç cümle bırakın. Belki sonrası için geç olabilir...

Armin Tan

Kalender Çiler

Ertuğrul Duman

Tekin Akar

Âhi Alphan...

Yıldırım Kıran

Bugün Âhi'nin anısına bir ballı süt içelim mi canlar?

Bir sonraki bölümde acı bir karşılaşmamız var, bekleyin ve kendinizi hazırlayın lütfen ;)

Yıldıza basalım lütfen...

13.09.2024

Bu sefer buruk bir sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%