Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.BÖLÜM- BEDENİMDE DEĞİL RUHUMDA SIZI

@durutaskulakk_

Canlarım, ciğerlerim, ballı sütlerim!

Çok ama çok uzun bir süre sonunda sizlerleyim...

Ölümle Baş Başa kendimden büyük parçalara yer verdiğim ve benim için yeri her daim ayrı olarak kurgum...

Eski okuyanlar bilir, ayın on altıları çok acıtır...

Yeni bir sayfayı açtığımıza göre yeni umutlarımı da yazmak istiyorum...

Umarım ÖBB adına çok güzel şeyler ortaya çıkar ve hedeflerime bir adım daha yaklaşabilirim:)

Uzatmak istemiyorum, baştan başlıyoruz canlarım!

Ağlamalı ve hüzünlü tebessümlerin birbirine girdiği evrene son adımdayız, hep beraber başlıyoruz...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap sayfamız: olumlebasbasaaofficiall

Yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı ihmal etmeyin, seviliyorsunuz!

 

Bölüm Şarkıları:

Cem Adrian- Keskin

Cem Adrian- Herkes Gider Mi?

Ender Balkır- Ruhumda Sızı

 

1.BÖLÜM BEDENİMDE DEĞİL RUHUMDA SIZI

 

16 Haziran 2018

Ayın on altıları…

Karanlık.

Her zamanki gibi karanlık.

Etraf sessizdi, ama bir o kadar da gürültülü.

Zihnimdeki görüntüler, çığlıklar, o telaşlar daha gün gibi aklımdaydı.

Bugün nasıl geldiğimi anlayamadığım bir şekilde kendimi bulduğum yer, geniş ve içerisinde yalnızca duvar diplerinde metal dolaplar bulunan bir odaydı.

Beni buraya her kim getirdiyse, bu kadar kolay bir şekilde getirmeleri neredeyse imkansızdı. En ufak hareketlenme dikkatimi çekerdi, getirenler her kimse nasıl becermişlerdi acaba?

En son hastane odasında ilaçlarımı almak için sedyeye uzandığımı hatırlıyordum…

Devamı ise buraydı.

Nerdeyse boş, oldukça geniş bir oda.

 

16 Eylül 2020

Gelen telefon üzerine adliyeye doğru yola çıkmış ve kendimi yarım saat sonunda baktıkça bedenimi nefretle kasıp kavuran o adliye kapısının önünde bulmuştum. Zihnimdeki karmaşa beni çok yoruyor ve arkamdan basılan kornaların birbirine giren sesleri gibi can sıkıyordu.

Kornaların sesleri git gide artarken yoldan çekilerek adliyeye ilerledim. İçeri girdiğimde vakit kaybetmeden mahkeme salonunun olduğu kata çıktım. Salonun tam karşısındaki koltuklarda oturan adamlardan dikkatimi çeken gözleri bir gökyüzünün açık maviliğini andıran adam olmuştu.

Eskiden sorsalar bu renk benim için pek de bir şey ifade etmezken şimdi pek de güzel anıları ortaya koymadığından, içimdeki nefret harmanlanıyordu.

Avukatım, bana eskilerden kalan tek güzellik… ne olursa olsun yanımda olmaya çalışıyordu. Şu zorlu zamanlarda bana destek olan ve varlığını en iyi hissettirenlerdendi kendisi.

Yanına yaklaştığımda bana bakarak yavaşça tebessüm etti. Bu tebessüm, sakin olmam gerektiğini bana işleyen bir tebessümdü.

Aramızda kısa bir konuşma geçtiğinde, mahkemenin çok uzun sürmeyeceğini ve bir saat içerisinde buradan ayrılacağımızın haberini alınca biraz daha rahatlamıştım.

Salonun yanındaki koltuklarda otururken bir anda açılan kapı ve mübaşirin sesi birbirine karıştı. “Davalı Armin Tan, davacı Melih Çakır mahkeme salonuna!”

Avukatım Samet’e bakıp aynı anda ayaklandığımızda beklemeden içeriye geçtik.

Hâkim’in mahkemeyi başlatması, avukatların konuşması, söz hakkının bana verilişi, onun ifadesinin dinlenişi derken zihnim o kadar bulanmıştı ki içerideki hava bana az gelmeye başlamıştı. Hatamın olmamasına rağmen bir suç üzerinden yargılanıyordum ve bu beni oldukça sinir ediyordu. Haksızlığa gelemiyordum, en çok da olayın aslını bilip bilmeden boş beleş yorum yapanlara… Boşu boşuna girdiğimiz davayı olması gerektiği gibi kazandığımızda Samet bunaldığımı anlamış gibi bana ayak uydurarak salondan çıkmıştı.

Kısa bir veda konuşması yaparak ayrıldığımızda adliyenin kapısının önünde esen sert rüzgâra karşı direnmeye çalışıyordum. Salık bıraktığım saçlarım yüzümün üzerine kapanarak görüş açımı kestiğinde saçlarımı omzuma doğru atarak aramam gereken kişi çaldırmaya başladım.

Telefon birkaç çalışta hızlıca açıldığında konuşmasına fırsat vermeden, “Kazandım.” Diyerek durumu özetledim.

Karşıdan bir iç çekme sesi duydum. “Zaten senin bir suçun olmadığını biliyorduk, iznin kısa düre içerisinde bitecek yeniden aramızda olacaksın ve artık bu saçmalıklarda uğraşmayacaksın.”

Elbette ki artık onlara tekrardan katılmam gerekiyordu biliyordum ama yaşanılan tonla olay beni tedirginliğe sürüklüyordu.

Karşı çıkamazdım. Ne emir gelirse boynumu büküp karşılık vermem lazımdı. Ben bunun için eğitilmiştim…

“Anlaşıldığına göre son detaylar için tekrar arayıncaya kadar dikkatli ol Beyaz.” Diyerek tok bir sesle telefonu yüzüme kapattı.

Bana Beyaz diyorlardı.

Beş kırmızının arasındaki en dikkat çeken tek beyaz olarak, bana Beyaz diye hitap ederlerdi.

Telefon konuşmasının ardından vakit kaybetmeden arabama binmiştim. Gözlerimi aralar aralamaz tavan karşılamıştı beni. Hayatı sorgularken ne kadar dibe battığımı, nasıl devam edeceğimi sormuştum kendime.

Aile kavramı bende pek yerine oturmayan bir kavramdı.

Ben onları saymadığım ailemin yerine koymuştum…

Ben onları içimde ukde kalan hislerin baş mimarı yapmıştım…

Düşünüyordum ama düşüncelerim beni çıkmaza sürüklüyordu. Arada boş kalan yapboz parçaları nereye yerleşmeliydi bilmiyordum.

Karşımdaki beyaz eve baktım. Tek katlı beyaz ev yapı olarak gayet sağlıklı gözükürken, içerisinde meydana gelen olaylar açısından inişli çıkışlıydı.

Sersem adımlarım beni eve yönlendirirken yavaşa kapını önünde durdum. Anahtarı deliğine sokarak ağır hamlelerde döndürürken kapı kısa bir süre içerisinde açıldı.

Kapıyı sonuna kadar açtığımda içeriye girmeden önce dışardan bir bakış attım. Kapı açılır açılmaz beni karşılayan o geniş salonda pek çok yaşanmışlık vardı.

İçeriye girdiğimde kapıyı çekerek yavaşça ilerlemeye başladım. Elim, ne kavgalara tanık olmuş güzeller güzeli kanepenin üzerinde sürüklendiğinde gözüme yaşantılardan birisi oldu.

 

Ateş sarsak adımlarla Emir’e yaklaştığında Emir’in yattığını kanepeyi ileri geri iterek, “Kalksana yerimden ya benim orası!” dedi sinirle.

Emir yorgun bir sesle yattığı yerden, “Ateş defol başımdan yorgunum zaten kardeşim, hadi.” diyerek Ateş’i kovabileceğini düşündü.

Ateş Emir’in bacaklarını tutup kendine çektiğinde dengesi bozulan adam Ateş’in koluna tutundu sıkıca.

Elinde meyve tabağıyla içeri giren Yavuz, Ateş ile Emiri görünce ikisini de kenara ittirip koltuğa kendi oturarak meyvelerini yemeye başladı.

“Sizi bana sayıyla mı yolluyorlar? Kim aldı benim yarasamı getirin lan çabuk.” İçeriden bağıran Girayın sesiyle Yavuz koltuktan fırladığı gibi dışarı kaçtı.

Giray ve Yavuz ikilisi biraz garipti ama başa gelen çekiliyordu işte…

Girayın salona girip Yavuzu görememesiyle dışarı çıkması çok hızlı gerçekleşti. Girayın bir yarasası pardon! Bor’u vardı. İsmiyle seslenmediğimi taktirde yarasayı üzerimize salmakla tehdit eden adamı artık pek takmıyorduk.

Yavuz’un yarım bıraktığı meyve tabağını elime alıp yemeye başladığımda çöken koltuk ile bakışlarım yana kaydı. Çatık kara gözlü sırdaşım, Barkını gördüğümde yavaşça gülümseyerek meyve tabağını ikimizin arasına bıraktım.

Çoğunlukla ben ve Barkın daha iyi anlaşırdık. Bazen aramızda Emir’de katılırdı hatta… Ateş ile Emir, Yavuz ile Giray anlaşırdı. Ama genel bakarsak yediğimiz içtiğimiz birdi.

Barkın, beni en iyi anlayan dertlerime derman olan biriydi. Benimle ilgili çoğu şeyi bilirdi kısacası en büyük destekçim ve sırdaşımdı.

İçeriye giren Yavuz, Giray, Emir ve Ateş dörtlüsüne bakıp iç geçirdik. Çocuk ruhlulardı ama seviyorduk işte…

 

Anılar gözümün önünde tek tek canlanmaya başlamıştı.

Koltukta tek başımaydım. Yoklardı.

Ev o kadar sessizdi ki bu sessizliğe asla alışamayacak gibi hissediyordum.

Evi yavaş yavaş içimize sine sine dizmiştik hep beraber.

Anılar…

Anı, kardeşlik, birliktelik, sözler ve daha niceleri… Sorularım vardı hepsine teker teker. Ama olanlar bizi ayırmıştı.

Barkınım, dertleşirdik güzel dostum… Bana yol gösterirdin. Nerelerdesin?

Emirim, bana bir şey olduğunda hepsini dik tutan, benim görevimi devam ettiren canım yoldaşım… Daha en son ki yaralanmamın üzerine kendime geldiğimde omzumda ağlayacaktın…

Niye gittiniz be biriciklerim?

Bu seferki yaralanmam mıydı asıl dağılmamızın sebebi?

Bence değildi.

Zihnimdeki ses susmuyordu. Hepsi aklıma geldikçe delirecek gibi oluyordum.

Bana kendi aralarında Beyaz derlerdi. Onlara göre beş adam bir kadın. Onlar kırmızı ben beyaz, aralarındaki tek kadın Beyaz.

Birlikler arası ağzı açık dinlenilen ve varlığı bir ruhu anımsatan kişi, Beyaz.

Bir anda aklıma gelen anı ile tüylerim kabardı. Çığlıklar. Birbirlerini korumak için telaşları.

Peki bu telaşlar ne kadar doğruydu?

Ve Patlama.

O zaman her şey çok ani gerçekleşmişti ve olanlara anlam verememiştim. Tüm olayları kavrayabilmem için detaya ihtiyacım vardı.

Zaman ve detay lazımdı.

İki sene. İki sene yeter miydi sahiden tamamen her şeyi anlamam için…

O iki senede yaşamadığım şey kalmamıştı ama hak ettim dedim. Hak etmesem burada olmam dedim. Ama eminim ki bu olayları hiçbir insan evladı hak etmezdi. Benim bu düşüncem sadece kendimi kandırıp, oyalamak üzerine olan bir düşünceydi.

Belki beni kurtaran birileri olur dedim ama sonuç büyük bir hüsrandı. Oysaki içlerinden birine bir şey olsa kendi canımı ortaya koyacak kadar değer verirdim hepsine. Emin olamadığım şeyi kabullenemiyordum işte.

Onlar gideli uzun zaman olmuştu ama kabullenmek çok zordu. Zordu çünkü emin değildim.

İçerideki koku çok hoşuma giderdi her zaman. Eve ne zaman gelsem onların kokuları da burada olurdu. Hepsinin kokusunu ayrı ayrı bilirdim.

Parfümlerini bana aldırmayı çok severlerdi. Kokularını bile ezbere bildiğim adamların yokluğu çok kötü acıtıyordu.

Üşüyordum, titriyordum. Üstümü örten, battaniye getiren yoktu. Onlar olsaydı ev sıcak olurdu. Onların varlığı bile kalbimi ısıtmaya yetiyordu.

Düşünmek beni yorduğundan hızlıca evden çıktığımda kapıyı kilitleyip arabaya bindim.

Evim vardı, ama yoktu.

Onlarsız evim olsa ne olurdu ki içeride onlar olmadıktan sonra…

Korkuyordum. Ne birileri ile tanışmaktan ne de özgürce gezip tozmaktan. Her şeye karşı bir korkum oluşmaya başlamıştı. Ama hissediyordum, kendimi toparlamam ve işime odaklanmam zor olmayacaktı. Belki başta bir yerimi yadırgama durumum olurdu ama onu da halledebilirdim.

Rahat olmak istiyordum artık. Özgürce yaşamak, mesleğimi yeniden eskisi gibi benimsemek istiyordum.

Çalan telefon ile kendime gelip çantanın içinden telefonu bularak aramayı cevapladım.

“Alo Armin nasılsın?” duyduğum ses ile yabancılık çekmezken sakince yanıtladım sorusunu. “İyi diyelim iyi olsun Samet sen nasılsın?”

“Bende aynı şekilde işte. Aslında seni dava için aramıştım, yemek yiyip konuşmak ister misin?” asıl mevzu bence dava değil, halimi hatırımı sormaktı ama dediğini bozmadan onayladım.

Aslında biraz konuşmak iyi gelebilirdi Samet birçok olayı biliyordu. Zaten bizim ortak arkadaşımız ve avukatımızdı Samet.

“Gerçekten çok iyi olur, o zaman sen konum bende yola çıkayım.”

Samet hızlıca, “Tamam hemen hallediyorum, dikkat et.” Dediğinde telefonu kapatıp oturduğum banktan kalktım ve konumu bekledim. Birkaç dakika içinde elime geçen konumla oyalanmadan yola çıktım.

 

KURTULUŞ

Arabayı park ederek içeri girdiğimde köşe masalardan birine oturmuş dışarıyı izleyen adamı gördüm. Beni görünce ayaklanarak, “Hoş geldin.” Dedi buruk bir ses tonuyla.

O da aynı benim gibi yaşanılanları pek hazmedemiyordu. Aradan oldukça uzun bir zaman da geçse hemen benimsenecek bir durum değildi bu.

“Hoş bulduk.” Dedim aynı ses tonuyla.

Birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra masaya geçerek yemeklerimizi sipariş ettik.

Yemekleri beklerken Samet bana doğru dönerek, “Düzgünce konuşmak gerekirse davayı kazandık evet ama bu adam boş durmaz gibime geliyor Armin. Amacı ne hâlâ çözebilmiş değilim ama bu davadan kolay kolay vazgeçmeyecek.” Dedi tek solukta.

Derin nefes aldım. “Bilmiyorum kafam son zamanlarda o kadar karışık ki ne yapmam gerektiğini kestiremiyorum…” ellerimi başımın iki yanına sararak bunalmışçasına ofladım.

Samet tam ağzını açmış konuşacaktı ki yemekler gelmişti. Garsona teşekkür ettikten sonra konuşmaya başladı. “Ben şahsen sorgu esnasında yaşanılan talihsiz kazanın seninle alakalı olduğunu düşünmüyorum Armin.” Dedi şüpheyle kıstığı gözleri eşliğinde.

Kaşlarım çatılırken ne demek istediğini idrak etmeye çalıştım. “Nasıl yani?”

“Açıkçası bana verilen dosyalardan edindiğim bilgiler kadarıyla Melih’in kardeşinin ciddi bir düzeyde madde bağımlısı olduğunu gördüm. Birçok kez polisler tarafından göz altına alınmış. Yaptıkları kan testlerinden vücudunda yüksek doz uyuşturucu maddeye rastlamışlar. Aslında sorgu esnasında senin yapmış olduğun atağa karşılık beynine pıhtı atması değil sorun. Aldığı uyuşturucu maddelerden dolayı senin verdiğin atak ile kriz geçirmesi. En azından benim fikrim bu yönde.” Duyduklarım beni şaşırtırken dalgınca bakışlarımı masaya çevirdim.

O gün girdiğim sorguda kendimi tutamayarak adamı biraz hırpalamıştım ve sorgudan sonra aldığım haber, adamın hayatını kaybettiğiydi.

Samet’in dediklerinden sonra yemeğime dönüp biraz düşünmeye başladım. Aslında haklı olabilirdi. Yaşadığım her neyse hatırlamama engel oluyordu ve ben konular hakkında mantıklı bir yorum yapamıyordum.

Dudaklarımı aralayarak konuşmaya başladım. “Aslında dediklerin bana da mantıklı geldi. Bağımlı olduğunu bilmiyordum, senden öğrendim ama madem kardeşi bağımlı, Melih bu konu hakkında hiç

fikir yürütmedi mi? Neden ilk davada da dava düştüğü halde ısrarla ikinciyi açtılar? Bilmiyorum Samet kafam çok karışık.”

Sıkıntılı bir nefes alarak, “Bence Melih de kardeşinin madde kullandığını bilmiyor.” Dediğinde yüzünü buruşturarak masaya baktı. “Bak Armin sana gerçekten çok değer veriyorum sen bana kırmızıların emaneti bir tanecik Beyaz’ımsın. Nerdeyse iki sene seni kaybettim ve izini asla bulamadım… Bu ne demek az çok sende beni anlarsın zaten. Hayatının düzene girmesini beklerken dahada karmaşıklaşmasını elbette ki bende asla istemezdim. Hep beraber sağlıklı bir hayatımız olabilirdi ama elimizden bu kadar geliyor.” Dedikten sonra karşımdan kalkıp yanımdaki sandalyeye oturdu kolunu omzuma atıp beni kendine çekerek sıkıca sarıldı. “Sen bana emanetsin Beyaz.” Diyerek fısıldadı kulağıma.

Sesi buruktu, o neşeli deli dolu adamdan geriye bir harabe kalmıştı geriye sanki. Yakınlarımızda kim varsa gerçi çok dostumuz yoktu ama gene de geride kalan herkes çok yıkılmış darmadağındı.

Ama en çok ben.

Beyaz.

Kırmızıların beyazı.

Armin Tan, Sadece Armin Tan. Benden, yani Armin Tan’dan fazlası yoktu artık. Bitmiştim, yorulmuştum, tükenmiştim. Armin Tan kahrolmaya mahkumdu.

“Sende olmasan gene tek kalacaktım, belki de hiç atlatamayacaktım…” yaşanılanlar kolay değildi, daha hazmedemedikten sonra kendini dört duvar arsında bulmak daha da yıpratıcıydı.

Samet in sarılmasına sıkıca karşılık verdim.

“Samet.” Dedim sessizce.

“Efendim.” Dedi benim gibi sessizce.

“İyi ki varsın.” Diyerek kollarımı en sıkı haliyle üzerine sardım.

“Sende iyi ki varsın güzelim.” Dedi beni göğsüne bastırarak. “İyi ki varsın benim küçük Beyaz’ım.” Dedi sakince.

Biraz daha dertleştikten sonra eve gitmek için arabaya bindim. Bir evim tabi ki vardı ne kadar onlar olmadan hayat boş gelse de yaşamak zorundaydım. En azından bir süre…

 

KURTULUŞ

Eve geldiğimde bedenimi rahatlatmak için duşa girmeye karar vermiştim. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtularak yeni kıyafetlerimle beraber banyoya girdiğimde suyu ayarladım.

Küvetin hizasından buharlar çıkarken banyoya astığım cam çoktan buğulanmıştı bile…

Oyalanmadan duşa girerek saçlarımı ve vücudumu güzelce yıkadığımda yeni kıyafetlerimi giyinip banyoyu toparladım.

Odama geçtiğimde yatağımın üzerine oturarak elimdeki tarağa baktım hüzünle.

Her şeyde onları hatırlıyordum… her yaşantıda her adımda…

 

“Beyazım müsait misin gelebilir miyiz?” Emir in sesiyle hızlıca üstümü giyinip seslendim. “Müsaidim tabii ki gel.”

Kapı yavaşça açıldı. Önce Emir sonra Barkın kafasını uzattı. İkisi de aynı anda; “Gelebilir miyiz?” diyerek güldüler.

Sadece onlara yaptığım en sıcak gülümsemelerden bir tanesini yaparak içeriyi gösterdim. “Gelin.”

Emir’in elinde tarak, Barkının elinde saç kurutma makinesini görünce şaşırdım. Havalanan kaşlarım eşliğinde, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda Emir konuşmaya başladı. “Beyazımız banyo yapmış. Üşümeden saçını tarayıp kurutalım dedik.”

İkisi de ellerindeki makine ve tarağı sallayarak bana doğru gelmeye başladı. Şen bir kahkaha attığımda bu adamları sevdiğimi bir kez daha anladım.

 

Oyalanmadan tek başıma saçımı tarayarak kuruttuğumda bedenimden giden yükle yorulduğumu hissettim. Başımı yasladığım yastık beni uykuya davet ederken ağırca esnedim.

Acıyordu. Hiç olmaması gerektiği kadar, acıyordu.

 

KURTULUŞ

Gözlerim ağırca aralandığında, karanlık hava saate bakmama neden oldu.

06.16

On altı… her daim yakamda olan detay. On altıları lanetliydi benim için. En nefret ettiğim ve bende oluşan tiksintiyi güden sayı, on altı.

Söylenmeyi bırakarak yüzümü ovduğumda saat yedideki hastane randevumu hatırladım.

Hızlıca yataktan kalkıp banyoya gittiğimde sakince elimi yüzümü yıkadım. Odama geçtiğimde üzerime bol bir tişört ve normal bir pantolon giyerek etrafı toparladım. Kahvaltı için mutfağa geçtiğimde dolaptan çıkardığım yumurtaları kızgın yağla buluşturarak pişirdim.

Çok uzun sürmeyen kahvaltı faslımın ardından su şişemi kafama diktiğimde amacım mesanemi doldurmaktı.

Bugün hastaneye gidecektim çünkü aylık kontrollerim vardı. Suyumu hızlıca bitirip mesanemin iyice dolduğundan emin olduktan sonra hızlıca ayakkabılarımı giyip evden ayrıldım.

Gittiğim hastane özel hastaneydi. Yumurtalıklarımda görünen birçok kist vardı ama bir tanesi sağlığım için zararlı olduğundan büyümesi gibi bir durum söz konusu olursa ameliyat ile kist alınacaktı. O yüzden her ay düzenli olarak rutin kontrol yapılıyordu.

Yollara düştüğümde evim oldukça merkezi bir konumda olduğu için gitmek istediğim yerlere pek de ulaşım sıkıntısı yaşamıyordum. Yarım saate yakın süre hastaneye geldiğimde arabamı park alanına bırakarak hastaneye girdim. Danışmadan doktorumun müsait olup olmadığını öğrendiğimde beni beklediğini öğrendim.

Ezbere bildiğim koridorları hızlıca adımlarken gördüğüm isim ile yavaşça gülümsedim.

Doktorum Ferhat Çelik alanında oldukça iyi bir doktordu.

Kapıyı tıklatıp gel sesini duyduktan sonra içeri girdim. “Hoş geldiniz Armin Hanım nasılsınız? Buyurun oturun lütfen.” Eliyle sandalyeyi göstererek oturmamı istedi.

Tebessüm ederek güldüğümde, “Hoş bulduk Ferhat Bey iyiyim teşekkürler.” Dedim.

Arkadan gelen asistan kızın sesi ile koltuktan kalkıp sedyeye doğru adımlarımı hızlandırdım. “Armin Hanım sedyeye uzanır mısınız?” sedyeye çıkarak uzandığımda pantolonumun düğmesini açarak biraz aşağı çektim.

Ferhat Bey hazır olduğumu görüp ellerine eldivenlerini geçirdiğinde ultrason başlığına biraz jel sıkarak tekerlekli taburesiyle bana doğru kaydı. Başlık kasıklarımın üzerinde dolaşmaya başladığında her zamanki gibi gergin hissettim. Bu durumda olmak beni geriyordu.

Birkaç dakikalık süre sonunda, “Armin Hanım ultrasondan gördüğümüz üzere kist yok sadece öteki kistler kalmış onlara da bakmaya zaten gerek yok. Artık muayenelerimizi altı aydan altı aya yapabiliriz. Ama içinizde bir sorun hissediyorsanız üç aydan üç aya da yapabiliriz. Gerek yok ama gene de siz bilirsiniz.” Doktorun dedikleri ile derin bir nefes aldım. Şükürler olsun ki bunu da atlatmıştık.

Ferhat Bey eldivenlerini çıkarıp çöpe fırlattığında masasına doğru gitti. Asistan kız toparlanmama yardımcı olduğunda teşekkür ederek ayaklandım. Masanın önüne geldiğimde, “Her şey için çok teşekkürler Ferhat Bey. Altı aydan altı aya devam edebiliriz bir mahsuru yok.” Dedikten sonra kısa bir vedalaşma ile ücreti ödemek için vezneye adımladım.

Her zamanki ücretimi vezneye bıraktığımda sıkıldığım için hızlıca hastaneden çıktım. Gördüğüm banklar ilgimi çekerken banka oturarak cebimden çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına kıstırdım. Ucu alevlenen sigaranın zehrini içime çektiğimde düşüncelerin esiri olmuştum.

Eskiden kullanmazdım. Pek de sevmezdim açıkçası… sonradan sonraya benim için saçma bir aktiviteye dönüşmüştü bu illet.

Cebimde titreyen telefonu elime alarak arayana baktığımda hızla yanıtladım.

Tok ve sert ses hızla, “Hazırlansan iyi edersin iznini erkene çektim.” Dediğinde gözlerim şokla yaşandı.

Dilim lâl olmuş bir vaziyette elimdeki sigaraya bakakaldığımda, “Bir hafta sonra bugün işinin başına, olması gerektiği yere geliyorsun Armin. Artık kendine gelmen lazım. Yeter bu kadar zaman tanığımız.” Dediğini duydum kaşla göz arasında.

Tam bir şeyler demek için dudaklarımı araladığımda, “Ses gelmediğine göre anlaşılmış hadi Allaha emanet ol.” Diyerek telefonun yüzüme kapandığını işaret eden o dıt dıt sesi ile karşı karşıya kaldım.

Hayat garipti öyle değil mi ama?

Aklıma gelen şiirle gözlerim sakince kapandı.

 

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

İnsan koşar aynalara,

Bir cana hasret,

Bilmezler.

-Orhan Veli Kanık

 

Gerçekten de yaşamayan bilemezdi bu acıyı. Bir süre sonra alışsan da gene de oldukça yürek sızlatıcıydı.

Oturduğum banktan kalkıp arabaya yürümeye başladım.

Ankara’daydım.

Bir an önce hazırlanıp işimin başına dönmem gerekiyordu o yüzden bu şehri de terk edecektim.

İşimize ilk Ankara da başlamıştık sonra başka evler, insanlar, çevre derken hayat düzeni git gide değişmişti.

Bana onlardan kalan tek şey Ankara’da ki evdi.

Anılar iyi veya kötü de olsa o evde nefes bulmuştu. Kavgalar yaşanmıştı, belki de ihanetlere ev sahipliği yapmıştı ama ne olursa olsun her şey oradaydı.

Kokularını soluyabildiğim, anıları aklıma gelen tek yer kısacası o evdi.

Arabaya bindiğimde uğrayacağım durak Kızılaydı. Gidip biraz alışveriş yapmam gerekiyordu çünkü giyecek kıyafetim çok azdı. Uzun zamandır bazı sebeplerden dolayı alışveriş yapamamıştım …

Direksiyonu kırdığımda yavaştan kalabalıklaşmaya başlayan yol ile ofladım. Bu şehirde olan son günlerimi bile keyifle yaşamıyordum arkadaş!

 

KURTULUŞ

Kızılay’a geldiğimde gözüme çarpan büyük bir mağazaya girerek alışverişe başladım.

Birkaç kalın kazak, eşofman, pantolon ve iç çamaşırı aldıktan sonra kasaya yöneldim. Aldıklarımın ücretini ödeyerek mağazadan çıktım. İşimi hızlı halletmiştim çünkü daha yapmak istediğim çok şey vardı. Mesela toplanmak gibi…

Tam karşıda güzel bir kahvaltıcı gördüğümde içeriye girerek boş masalardan birine oturdum. Saate baktığımda henüz on buçuk olduğunu görmemle sakince sandalyeme kuruldum. Daha vaktim çoktu ama artık bu şehre veda etmem gerekiyordu. Bu şehrin bana getirdiği güzelliklere kıyasla felaketlerde çok fazlaydı.

Gelen garsona serpme kahvaltı siparişimi verdiğimde kahvaltı hazır olana kadar bir bardak çay ile keyif yapacaktım.

Keyif yapacağım derken keyfim yarım kalmış ve kahvaltılıklar masaya gelmeye başlamıştı.

Aradan geçen yarım saatte bütün masayı silip süpürmüştüm ve karnım artık patlayacak raddeye gelmişti.

Yarıya inen üçüncü çay bardağımı avcumun arasına aldığımda çalan telefonum ile arayan kişiye baktım. Çok özlemişti herhalde…

“Hakkari’ye geliyorsun.” Net ve gür sesi beni eskilere götürmüştü. Özlemiştim bu hallerini.

“Karar verildi mi?” dedim cevabını bildiğim soruyu sorarken. Doğu görevi için atanmam geç bile kalmıştı malum sebeplerden.

“Karar verileli kaç ay oluyor Armin! Saçma sorularını kendine sakla ve beni dinle.” Her zaman ki gibi inatçı ve huysuzdu. “Sana bir ev ayarladım. Bildiğin üzere işe dönmen için bir haftan var o yüzden bir an önce buraya gelmen gerekiyor. Hem psikolojik olarak kendini hazırlaman lazım. Gerçi zaten bu kadar zaman tanımamız bile bir mucizeyken bu konuşmayı yapmak anlamsız. En geç iki güne burada olmazsan seni almaya bizzat ben gelirim. Neler olacağını o zaman anlarsın artık.” Dedi

Neler olurdu düşünmek bile istemiyordum. Zaten ne yapabileceğini bildiğim için hızlıca konuşmaya başladım. “Tamam en geç yarın gece yola çıkarım toparlanmam için bu kadarını da kabul edersiniz bence?” dedim vereceği olumlu cevabı düşünerek.

“Tamam, tamam. Geldiğin gibi beni arıyorsun sana yardım için birilerini yollarım.” Dediklerini duyduktan sonra kaşlarım çatıldı. Birilerinin yardımına ihtiyacım yoktu.

“O aklındaki saçma düşünceleri at ve geldiğinde beni ara Beyaz! Hadi Allaha emanet ol.” Dedi ve kapattı. Her zamanki gibi, yüzüme kapattı.

Yarım kalan çayımı rahatça yudumlayarak hesabı istedim. Ödemeyi de gerçekleştirdikten sonra paltomu giyip arabama ilerledim.

Aslında toplanmak için vakte ihtiyacım yoktu. Onlarla beraber kurduğumuz eski sıcak evimize gitmeye ihtiyacım vardı. Son kez kokularını soluyup evde vakit geçirmek istiyordum. Öyle de yaptım. Son hız gazı köklediğim için an itibariyle beyaz evle bakışıyordum.

Eve geldiğimde arabayı bahçeye park edip karşımdaki beyaz eve baktım. Hızlıca arabadan inip kapıya yöneldim. Dün ki gelişimde hızlıca çıkmıştım ama şimdi odalara da bakmak istiyordum.

Ayakkabılarımı çıkarıp salona baktım. Değişen bir şey yoktu.

İlk oda Ateşimin odasıydı. İçeri girdiğimde odanın en son bıraktığı gibi durduğunu gördüm.

Ateş. Ateş’im. Benim minik kardeşim. Bir şey olduğunda ilk bana koşan yaralı çocuğum.

Masasının üstünde ki tokayı görünce gözlerim doldu. Bu toka Ateş in ölen kız kardeşinin tokasıydı. Kolundan hiç çıkarmazdı. Ama şu anda masanın üstünde duruyordu. Tokayı bileğime taktıktan sonra kapıyı kapatıp odadan çıktım. Başımı iki yana sallayıp kendi kendime güldüm çünkü çok dağınıktı. Her zaman böyleydi odası hiç toplu olmaz olduğu gibi yaşamayı severdi. Nerden bilebilirdim onları son görüşüm olduğunu.

Bilemezdim, kimse bilemezdi.

İkinci oda Emir’imin odasıydı. İçeri girdiğimde alışık olduğum o resmi düzeni gördüm. Her zaman toplu olmayı, düzenli olmayı severdi. Yatağının yanındaki komidindeki fotoğrafları görünce gülümsedim.

İlk gözüme çarpan fotoğrafta Emir in annesi Emel teyzem vardı. Allah var güzel kadındı. Beni de kızı gibi severdi. Şu an nerede ne yapıyor hiçbir fikrim yoktu. En az onun kadar bende olanlardan bihaberdim.

İkinci fotoğraf da bizim grup vardı. Beni ortalarına almış sıkıca sarılan beş koca adam. Hepimiz kameraya dönmüş otuz iki diş sırıtıyorduk. O günü dün gibi hatırlıyordum.

 

“Bakın ne aldım!” Diye içeri giren Barkın ile kafamızı kapıya doğru çevirdik. Elinde tuttuğu fotoğraf makinesi ile bize doğru yürüyordu.

Emir heyecan ile öne doğru atladı.

“Kalkın fotoğraf çekinelim hemen.”

Hepsi bir anda beş yaşındaki çocuk gibi sevinerek ayağa kalktı.

“Düzgünce giyinin. Güzel bir anımız kalsın.” Dedi Barkın.

Hepimiz kalkıp odalara gittik. Dolabın kapağını açar açmaz gözüme çarpan beyaz kazak ile gülümsedim. Hızlıca üstümü değiştirip dışarı çıktım.

Gördüğüm görüntü ile gözlerim dolmuştu hepsi benim onlara aldığım kırmızı kazaklarını giymişlerdi.

Beş kırmızı, bir beyaz.

 

Anı kalan tek güzel fotoğrafımız bu olabilirdi muhtemelen.

Odaya son bir bakış atıp tam kapıya yönelmiştim ki masanın üstünde parıldayan yüzük dikkatimi çekti. Emirin hiç çıkarmadığı yüzüktü bu. Yüzüğü alıp kapıyı kapattım.

Üçüncü oda Yavuzun odasıydı. İçeri girdiğimde her tarafın tarif yazan kağıtlar ile dolu olduğunu gördüm. Çalışma masasının üstü, yatağın üstü her yer kâğıt doluydu. Yavuz yemek yapmayı çok severdi. Odaya az daha baktıktan sonra araya çıktım.

Dördüncü oda Girayın odasıydı. Odaya girer girmez etrafı saran koku yüzünden bir adım geriledim. Kafamı kaldırdığımda Bor’un kemikleri ve muhtemelen ilk çürümeye başladığı zaman oluşan minik kurtların kırıntıları ile dolu olan kafesle göz göze geldim.

Garipti. Onları kaybettiğim günün gecesi Borda ölmüştü.

Normalde Bor’un kokusu azda olsa rahatsız ediciydi ama Yavuz sağ olsun kendi parfüm kokusu ile bunu bastırıyordu. Artık gittikleri bile buradan belliydi.

Koku.

Aklıma gelen şeyle kafamı aynalı dolaba çevirdim.

Parfümü duruyordu.

Bor’un cansız bedeninden kalan ufak tefek kurtlu kemikleri gördükçe midem bulanmaya başlamıştı. Hızlı adımlarla odadan çıkıp kapıyı kapattım.

Son oda. Kırmızılardan son oda.

Beşinci yani son oda Barkınındı. İçeri girdiğimde gelen keskin parfüm kokusu ile gözlerimi kapatıp kokuyu soludum. Çok güzeldi. Ben seçmiştim çünkü…

Gözlerimi açıp etrafa bakındım. Her zamanki gibi düzenliydi. Yatağına döndüğümde gözüme çarpan şey ile ileri adımladım.

Yastığının alt kısmında kalan yarısı aşağıya sarkmış beyaz renkli fular.

Bu benimdi. Burada ne işi vardı bir fikrim yoktu açıkçası.

Arkamı dönüp masasının üstüne baktım. İlgimi çeken iki şey vardı. Parfüm ve bileklik.

Parfümü kırıktı, daha doğrusu yer düşmüş ve halıya yayılmıştı. Koku o kadar keskin geliyordu ki yeni düşmüş olmalıydı. Evin anahtarıysa yalnızca altı kişide vardı.

Ateş, Emir, Yavuz, Giray, Barkın ve ben.

Evi aldığımız gün altı anahtar yaptırmıştık. Bizden başka giren olmamalıydı ama parfüm nasıl düşmüştü?

Pek fikir yürütemeyince bilekliğe yöneldim. Bu bilekliği kolunda görmüştüm. Sürekli takardı pek çıkarmazdı.

Elime alıp etrafına bakınınca bilekliğin iç tarafında mors alfabesiyle yazılmış bir isim gördüm. ‘Beyaz’

Neden?

Evde bulduklarıma şu an bir anlam yükleyemiyordum. Kendi odama bakmak istemiyordum. Pek de bir şey bırakmamıştım arkamda.

Barkının odasından çıkıp kapıyı kapattım. Eve son kez baktım. Pek fazla bir şey yoktu zaten. Bir tek odalar fazlaydı onun dışında ev direkt salona açılıyordu.

Yanıma aldığım Ateşin tokası, Emirin yüzüğü ve Barkının bilekliğine kısa bir bakış atıp ayakkabılarımı giydim.

Neden hepsinden bir parça bulmuştum? Normalde yanlarından ayırmadıkları bu parçalar neden şu ende elimde duruyordu? Bu işte bir gariplik vardı ama fikir yürütemiyordum işte…

Dışarı çıkıp kapıyı kilitlediğimde sigara içmek için bahçeye doğru yürüdüm. Biraz daha iyiydim, en azından olmadıklarını hafifte olsa fark edecek kadar…

Aradan geçen zaman az değildi ve o zaman içerisinde bende yaşamayı öğrenmiştim. Zor olmuştu ama gene de alışmıştım. Eve ilk defa dün gelmiştim benim içinde zordu tabi ki.

Onlar gittikten kısa bir zaman sonra birtakım olaylar olmuş neredeyse iki senem gitmişti. İki sene sonunda her şey bittiğinde özgürlüğüme kavuştuğumu sanmıştım ama her şey daha da dibe batmıştı.

Hep böyle devam edemezdi. Benimde yeniden başlamam gerekiyordu.

İki sene. Tamı tamına iki sene. Kesinlikle az değildi. Bu süre içerisinde rütbe atlayabilir, sıkı bir çalışma temposuna girebilirdim ama sürekli dediğim gibi, istediğimiz şeyler her zaman oluruna varmazdı.

Sigaramı söndürüp çöpe attıktan sonra arabama bindim. Kendi evime doğru sürmeye başladım. Eşyalarımın birçoğu topluydu zaten o yüzden biraz daha burada zaman geçirmek istemiştim.

Evin önüne geldiğimde arabadan inip bagajdaki alışveriş torbalarımı aldım. Arabayı kilitleyip eve girdiğimde ellerimi yıkayıp hızlıca mutfağa geçtim çünkü çok acıkmıştım.

Telefonumu alıp ilk çıkan şarkıya tıkladım ve sesin eve yayılmasını sağladım. Aksi takdirde hiçbir ses olmayınca yalnız ve tedirgin hissediyordum.

Sebzeliği açıp kalan tüm sebzeleri çıkardım. Fırında sebze yapmak istiyordum.

Çıkardığım malzemeleri yıkayıp, baharat döktükten sonra fırına verdim. Pişene kadar son bir hazırlık yapabilirdim. Odama gidip hazırda bekleyen bavulları açıp yeni aldığım kıyafetleri koydum.

Banyoya gidip maskelerimi, yüz bakım ürünlerimi de küçük bir çantaya attıktan sonra çantayı da bavulun kenarına sıkıştırdım. Genel olarak hazırdım ev sahibi ile konuşup evi boşaltacağımı zaten söylemiştim o yüzden rahattım.

Fırının alarmı ötmeye başlayınca bavullarımı ayakkabılığın yanına bırakıp mutfağa geçtim.

Tepsiyi fırından çıkartıp tabağıma yiyeceğim kadar yemek alıp masaya geçtim. Yirmi dakika sonra yemeğimi bitirmiş bulaşıkları yıkayıp evi temizlemeye koyulmuştum. Her şeyi bitirdikten sonra yatağıma geçtim. Saat sekize geliyordu ama az uyuyup yola bir an önce çıkarak bu şehri terk etmem gerekiyordu.

Ankara-Hakkâri arası on altı, on yedi saate yakındı. 1.395km arası vardı o yüzden ne kadar çabuk yola çıkarsam o kadar iyiydi.

Karanlık beni kendine çekerken ileriden gelen sesler ruhumun çekilmesini sağlıyordu.

 

“Beyaz neredesin?”

Gene geliyordu.

Yardım çığlıklarımı duyan yoktu. Çırpınışlarımı gören yoktu.

Onun gözleri. Onun sözleri…

Her gelişinde canımı daha çok yakıyordu.

Haftalardır…Haftalardır durmadan devam eden bu olay beni çok yıpratmıştı. Yalnızca geliyor ve

Karşılık vermem gerekiyordu. Bana bunu öğretmişlerdi ama onun gözleri ve sözleri üstümdeyken bunu yapmam imkansızdı.

“Beyaz bak ben geldim.” Gelmişti. Gene gelmişti. Eli yüzü kapalıydı tek gördüğüm o korkunç mavi gözleriydi. Gözlerinin rengi beni çok korkutuyordu. O kadar açıktı ki mavileri, korkmamak elde değildi.

“Hadi ama gülümsemen lazım.” Benden gülmemi bekliyordu.

Bir o kadar boş ve onu umursamadığıma dair attığım bakışlar, hoşuna gitmemiş gibi, “Gülmüyor musun sen şimdi?” dediğinde düz bakışlarım ile başımı iki yana salladım.

Kendimi ilk defa bu kadar çaresiz ve bir o kadar savunmasız hissediyordum. Üstüme geliyordu, kendimi savunamıyordum. Üstüme geliyordu, ona karşılık veremiyordum. İçimdeki hisler asla yüzüme yansımıyor, ona inat başım dik, bakışlarım t boştu.

Bir adım. Beş adım. On adım. On beş adım ve işte bingo! On altı adım.

Yanımdaydı, dibimdeydi. Yanıma gelmesi tamı tamına on altı adımını almıştı. Işıklar bir anda söndü. Karanlık etrafı esir aldı ve onun korkunç mavileriyle baş başa kaldım.

Önce beni bağladıkları sandalyeden kaldırdı. Bacaklarım haftalardır aynı konumda oturmaktan uyuşmuştu. Ayakta duramıyordum, karşılık veremiyordum, kendimi koruyamıyordum. Yumruklara yumruklarla karşılık vermeyi seven ellerim, bir sandalyeye mahkumdu. Olmuyordu, yapamıyordum. Hiçbir şekilde karşılık veremiyordum.

Ben Armin Tan, kırmızıların bir tanecik Beyaz’ı kendimi ilk defa bu kadar aciz, bu kadar savunmasız hissederken bir o kadar da kendime kırgındım.

Kırgınlığımın sebebi, yalnızca savunmasız kalıp ona karşılık verememekti.

Bu ilk gelişiydi, işkencelerin başladığı ilk gündü.

16 Ekim 2018

Geldiğim zamandan bir ay sonrası.

İşkencelere alışıktım ama bu bir işkenceden daha fazlasıydı. Psikolojikti ve yalnızca yıpratıcıydı.

 

KURTULUŞ

Yattığım yerden hızlıca doğruldum.

Geçmiş.

Rüyada gördüklerim sadece bir bölümüydü. Yaşadıklarım aklıma geldikçe beynim uğuldamaya başlamış, ellerim hafif hafif titriyor bir yandan da o anları yeniden yaşamış gibi hissediyordum.

İçimde ukde kalan tek şey, işkencelerin başladığı ilk gün ona karşı gelememek olmuştu.

Yataktan kalktığım gibi banyoya girdim. Kendimi duşa kabine atarak hızlıca bütün vücudumu ve saçımı yıkadım. Oyalanmadan çıktığımda dolaptan giderken giymek için ayırdığım kıyafetlerimi alıp giyindim.

Saate baktığımda 03.21 olduğunu gördüm. Yedi saate yakın uyumuştum. Eskiyi hatırlamasam gene iyiydi ama alışmıştım artık. Aklıma geldiği an başka şeylerle ilgilenip ilgi odağımı başka yere çeviriyordum.

Hızlıca yatağı toplayıp odanın kapısını kapattıktan sonra vestiyerden paltomu alıp giydim. Tam ayakkabıma yöneldiğim sırada çalan kapı ile biraz bekledim çünkü kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Kapıyı açtığımda bir elinde bavul diğer eli kapıya vurmak için kalkmış Samet’i görmeyi beklemiyordum açıkçası.

“Ne haber?” dedi normal bir zamanda gelmiş gibi.

“İyi olmaya çalışıyorum da sen ne yapıyorsun acaba?” dedim sorgulayan bakışlarım eşliğinde.

“Baktım Ankara benlik değil bir de Hakkâri’yi deneyelim dedim.” Kurduğu cümle ile ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne baktım.

“Ciddi misin sen?” dedim şok içinde.

Kaşları havalanırken başını omzuna yatırdı. “Bence zeki bir insansın Armin, seninle geliyorum işte bu kadar.”

Daha fazla vakit kaybetmemek için ayakkabımı giyip bavulları apartmanın içine çıkardım. Kapıyı kilitleyip Samet’e döndüm.

“Hadi o zaman gazamız mübarek olsun.” Dedim gülerek.

Sorgulamayıp kabul ettiğimi gören Samet hızlıca bavulları alıp kapıya yöneldi. Dışarı çıktığımızda hâlâ gece yarısı olduğu için etraf karanlıktı.

Benim arabam ile gideceğimiz için hızlıca arabayı açıp bavulları bagaja yerleştirdik. Konumu açarak arabaya yerleştiğimizde bir yandan sürüyor bir yandan da Samet ile konuşuyordum.

“İşin ne olacak şimdi.” Dedim merakla.

“Hallettim.” Şaşkınlıkla ona döndüm. “Ne demek hallettim ne yapacaksın?”

“Sen bana gideceğin yeri söylediğinde bende kendime ofis bakmaya başlamıştım zaten, güzel bir yer bulunca hallettim. En yakın zamanda bende büromu açıyorum. Hem seni bırakmadım hem de mesleğe devam ediyorum daha ne olsun.” Dediklerinden sonra rahatlamıştım. Benim yüzünden çok sevdiği mesleğini bırakırsa gerçekten üzülürdüm ve benimle gelmesini istemezdim.

 

KURTULUŞ

Gitgide yoran araba yolculuğumuzda sekiz saati geride bırakmıştık. Gün çoktan aymış ve bize göz kırpıyordu.

Gördüğüm benzinlikte arabayı durdurup hava almak için aşağı indik. Kısa bir sigara ve hava molamızdan sonra direksiyonu Samet için bırakmıştım. Az dinlensem iyi olabilirdi.

Bazen sohbet edip bazen yolu izliyor bazen de müzik ile keyfini çıkarmaya çalışıyorduk. Yola çıkalı on saat olmuştu neredeyse.

Saat öğlen bir buçuğa geliyordu ve biz muhtemelen akşam yedi-sekiz gibi orada olacaktık.

Samet’e döndüm. “Yorulduysan devam edebilirim?”

“Daha yeni oturdum ne yorulması.”

Samet sürmeye başlayalı iki saat anca olmuştu o da doğruydu gerçi.

Hızla yanından geçtiğimiz ağaçlar gidiyor yerine yenileri geliyordu. Gözüm yeşillikler ile süslenirken göz kapaklarım uykuya yenik düşmeye başlamıştı.

 

Konuşma ve adım sesleri.

Evde biri vardı. Tek olduğumu sanıyordum. Ama sesler geliyordu, demek ki Yıkım buradaydı. Vurulduğum için izindeydim, bana bakmak için evde kalmışlardı anlaşılan...

Gülme sesleri, kahkahalar. Birbirinden farklı sesler. Kısacası son günler…

“Aradı mı? Dedi evdekilerden birisi… bu sesi tanıyordum.

“Aradı halletmişler.” Dedi bir diğer ses.

Birden fazla kişi vardı. Sesler birbirine karışıyordu. Birinden bir haber mi bekliyorlardı? Neydi o can kulağı ile bekledikleri haber?

“Şükür kurtuluyoruz sıkmıştı burası.” Dedi bir diğer ses daha. Şu ana kadar üç kişinin sesini duymuştum.

Bir anda sesler kesildi. “Ne yapıyorsunuz lan siz burada.” Bu ses benim için çok güzeldi. Belki de sürekli dertleştiğim kişiye ait olduğu içindi, bilmiyordum.

“Biz gelmeden önce bir şey konuşuyordunuz hararetli hararetli ne oldu bir anda durdunuz.” Dedi bir diğer ses de olaya dahil olarak.

“Öyle genel olaylar falan ayrıyeten bir şey yok.” Dedi ilk duyduğum ses.

Ben bir şey göremiyordum. Etraf karanlıktı, sadece sesler vardı. Bir olayı tartışıyorlardı ama bir anda susmuşlardı.

Sanki bir şeyi saklıyor gibi garip davranıyorlardı. Bunu seslerinden bile anlayabiliyordum.

“Hâl ve hareketlerinize dikkat edin Armin’in gözüne batmayın.” Dedi sert bir sesle.

Gözlerim açıldı. Bir odadaydım burası benim odamdı. Onlarla beraber kaldığım evdeki odam.

Yataktan kalkıp salona doğru adımladım. Oradalardı.

Ateş, Yavuz ve Giray yan yana ayakta durmuş birbirlerine bakıyor. Barkın ve Emir karşısındaki üçlüye bakıyordu. Barkın ve Emir her zamanki gibi ciddi ve sorgulayıcı bir tavır ile konuyu anlamaya çalışıyordu.

Yanlarına gidip konuşmaya başladım. “Neler oluyor burada?” dedim sorgulayıcı bir ses tonu ile.

Barkın direkt üçlüye ben size demiştim der gibi bakıp benden sonra devam etti. “Bir şey yokmuş ya öyle genel olaylar falan konuşuyorlarmış işte.” Dedi alaycı bir şekilde.

Üçünün gözlerinin içine baktım. Gariplerdi son zamanlarda hiç olmadıkları kadar garip davranıyorlardı.

Bir şey gizlediklerini düşünüyorduk. Bu konuyu Barkın ve Emir ile konuştuğumda bana hak vermişlerdi ama ben her ne kadar bir şeyler döndüğü hissetsem de içim aksini iddia ettiğinden Barkınla aramın açılmasına sebep oluyordu. Gene aynı olayları yaşadıktan sonra Yavuz’un hazırladığı kahvaltının başına geçtik. Masada her zamankinden farklı soslar vardı. Yemek yapmayı çok seviyordu. Odasında yemek tariflerinin olduğu bir dolap bile vardı. Her yemekte, yemek ne olursa olsun kendi soslarını yapıp masaya koyuyordu. Yaptığı her sos birbirinden ayrıydı. Rengi, kokusu, görünüşü… Bütün sosları kafasından sallayıp yapmış olmasına rağmen çok lezzetli oluyorlardı.

Daha fazla oyalanmadan yemeğime devam ettim. Hep birlikte masayı topladıktan sonra üstümü değiştirmek için odama yöneldim. Hızlı bir şekilde normal kıyafetlerimi giyinip odadan çıktım. Hepsi hazırlanmış vestiyerin önünde beni bekliyorlardı.

Hızlıca ayakkabılarımı giydikten sonra dışarı çıktık. Evin kapısın kendime doğru çekerek gür bir ses ile kapanmasını izledim. Anahtarı yuvasına soktuktan sonra iki kere kilitleyip yanlarına adımladım.

 

Yüzüme vuran soğuk hava ve gördüklerimin etkisi ile bir anda yerimden sıçradım.

Gözlerimi açtığımda hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Etrafıma bakındığım sırada elinde su ile bana bakan Samet’i gördüm. “İyi misin?” dedi. Kulaklarım çınlıyordu duyamamıştım ama dudaklarını okumuştum.

Gözlerim ile suyu işaret ettim. Boğazım kurumuştu. Hızlıca kapağını açıp bana uzattığında içip birkaç dakika düşündüm.

Son günler. Sondu. Bilmeden neler neler yaşamıştık meğerse?

Yaşadıklarımı bizzat görmüştüm. Hepsini o gün yaşamıştık ve bunu ilk defa görüyordum. İlk defa bu kadar hissederek görmüştüm. Canım yanmıştı.

“Hangisini gördün.” Dedi mırıldanarak. Adam artık alışmıştı hangisi diye soruyordu.

“Son günlere doğru neler yaşadıysak gördüm. Garipti, aynısını bizzat yaşadım resmen.”

Bir süre bakıştık çünkü neler olduğunu anlamıştı.

Etrafıma bakındım. “Neredeyiz şu an?” etraf yeşilliklerle donatılmış çok güzel gözüküyordu.

“Az kaldı, merkeze gideceğiz birazdan.” Yanımdan uzaklaşıp kendi tarafından kapısını açıp arabaya geçti.

Olayları gözümden geçirirken çoktan araba hareketlenmişti bile.

Artık düşünmek beni yoruyordu, zamanında çok düşünmüştüm ama bilmediğim şeyler olduğunu biliyordum. Olaylar gözümün önünde olmasına rağmen benim bilmediğim çok şey vardı bundan emindim. Hakkari’ye varır varmaz hemen konuşmamız gereken biri vardı.

Bana yapması gereken açıklamayı bir an önce dinlemem gerekiyordu.

 

KURTULUŞ

Uyanmamın üstünden geçen yarım saatin ardından nihayet gelmiştik. Samet’e döndüm.

“Baş belasını bir arayım ona göre devam edelim.” Nerede kalacaktık, neler yapacaktık bizi bilgilendirmesi gerekiyordu.

Telefonumu çıkarıp numaranın üstüne tıkladım üçüncü çalışta telefon açıldı ve gür ses kulaklarımda yankılandı. “Ne zaman gelmeyi düşünüyorsunuz Armin Hanım?”

“Geldik, ne yapacağız şimdi?” dedim Samet’e yandan kısa bir bakış atarak.

Boğazını temizleyerek, “Geldik?” diyerek mırıldandı sorgularcasına.

“Samet de benimle birlikte, beraber geldik.” Dedim ciddi bir ses tonuyla.

Telefonun karşısından gelen homurdanma sesi ile mutlu olmadığını anladım. “Konum yolla. Size yardım için birini yollayacağım.” Reddetmeme gibi bir şansım yoktu çünkü işimin başına, yuvama gelmiştim.

“Atıyorum şimdi.” Dediğimde aramayı alta almış çoktan konumu açmıştım bile. Karşılık vermeden telefonu kapattığında direkt olarak konum yolladım.

“Mutlu olmadı değil mi?” Samet’in garip gelen sesiyle ona doğru döndüm. Bozulmuş gibi bir havası vardı.

“Bir şey söylemedi konum at dedi kapattım.” Dediğimde anladım der gibi kafasını salladı. Yavaşça yutkunarak, “Biraz bekleyelim birini yollayacağım dedi.” dedim dediklerini söyleyerek.

Aramızda daha fazla konuşma olmadığı için arabadan inip sigara paketimi çıkardım, bir dal alıp içmeye başladım.

Aradan geçen on, on beş dakika sonra bize yanaşan bir araba görünce yerimde dikleştim.

Arabadan inen adam bize doğru adımlamaya başladı. Yanımıza geldiğinde konuşmaya başladı. Sesini duyunca içim bir garip olmuştu. Sert ve tok. Belki de uzun zaman sonra bir askerin karşımda olması hoşuma gitmişti…

“Miralay gönderdi beni,” ikimize kısa bir bakış atıp devam etti. “İkinize de ayrı evler hazırlandı” Bana bakarak konuşmayı sürdürdü. “Sana ben yardım edeceğim, beyefendide kendi gidecekmiş.” Elinde tuttuğu kâğıdı Samet’e verip arkasını dönüp arabasına geri bindi.

Samet’le aramızda geçen bakışma sonucu arabayı ona bırakıp arkadan bavullarımı almak için bagaja yöneldim. Bavulları alıp arabanın yanına bıraktım.

“Araba sende kalsın sonra alırım, bir şey olursa ara gelirim.”

Sadece baktı.

Kısa bir sarılmanın sonunda gelen adamın arabasına doğru bavullarımı çekerek ilerledim. Bavulları bagaja yerleştirip ön koltuğa oturdum.

Bir saate yakın sessiz geçen araba yolculuğumuzun sonuna gelmiş olmalıydık ki araba bir binanın önünde durmuştu.

Anahtarı elime vererek, “Dördüncü kat 16 numara.” Dedi yalnızca.

Sürekli karşıma çıkan on altı laneti sinirimi bozmaya yetip artıyordu bile.

Arabadan inip valizlerimi aldıktan sonra apartmana girdim. Kendi dairemin önüne gelince kapıyı açıp içeri girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp evin içinde gözlerimi gezdirdim. Miralay masraftan kaçmayıp her şeyi en ince ayrıntısına kadar getirtip yerleştirmişti. Ev 2+1 güzel bir evdi. Geniş ve ferahtı en azından.

Saat aslında çok geç değildi ama ister istemez yorulmuştum. Dolapta bir umut bir şeyler bulmak için mutfağa yöneldim. Dolabı açtığımda dolu olduğunu görmek beni birazda olsa sevindirmişti.

Çıkardığım malzemelerle hızlıca bir şeyler hazırlayıp yedim. Valizi boşaltmam gerekiyordu ama yorgundum.

Sadece üstümü değiştirmek için pijama takımımı alıp odaya geçtim, hızlıca üstümü çıkartıp yatağa uzandım, uyku beni kollarına almıştı.

 

KURTULUŞ

Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı 26/09/2020 (04.16)

Barça Aksoy (Miralay)

Gelmişti.

Yıllar geçse de onu kurtarmayı başarmıştım ve ona yapmam gereken bir açıklama olduğunu elbette ki biliyordum.

Anlatsam beni asla affetmeyecekti. Onu yeni kazanmışken yeniden kaybedecektim. Düşüncesi bile beni çıldırtmaya yetiyordu ama 28 Eylül Pazartesi günü başlıyordu.

İznini erkene çektirmek için büyük bir çaba sarf etmemiştim. Zaten herkes gelmesini istiyordu. Tek sorunumuz o gün beni dinlemeyip yaptığı ihlaldi. Aslında bu çok büyük bir sorundu ama halletmeyi başarmıştım.

Olaylardan haberi olduğunu düşünüyordu ama asla bir şey bildiği yoktu. Bildiklerinin yalan olması çok acı verici bir şeydi.

Yanıma geldiğinde ilk söyleyeceği şeylerden bir tanesi nerede oldukları sormak olacaktı büyük ihtimalle, yerleri tabi ki belliydi ama olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek benim için çok zordu.

Yapacak bir şeyim yoktu tabi ki bu benim mesleğimdi, bu benim görevimdi.

İster benimle konuşmasın isterse de küssün hiç umurumda değildi. Olayı anlattığımda bunun zaten olması gerektiğini en az benim kadar kendisi de bilecekti.

Ama söyleyemezdim. Zaten söylemeyecektim. Ona anlatacağım şeyler sadece bilmesi gereken şeylerdi. Yani farklı bir olay… Olayın aslını sadece üsler biliyordu, olayı bilenlerin içinde olmak çok yorucuydu ama yapmam gerekiyordu. Bu benim mesleğimdi.

Çalan kapı ile kendime geldim. “Gir!” İçeri giren postam ile göz göze geldik. Verdiği tekmilin ardından konuşmaya başladı. “Albayım yeni tim için toplantı varmış Boz iletmemi istedi.” Dedi dik duruşunun ardına sakladığı sert sesiyle.

Boz.

Üstüm, Tuğgeneral Alper Boz.

“Çıkabilirsin” dedim elimle kapıyı işaret ederek.

Tugaya yeni bir tim hazırlıyorduk. Güçlü ve zor yetişen bir tim. Timin komutanı için kafamızda birkaç isim vardı bu isimleri bende toplantıya gittiğimde ögrenecektim. Toplantı amacı zaten yeni hazırlanacak tim içindi.

Oturduğum yerden kalkıp kapıya yöneldim. Bozun kapısının önüne geldiğimde kapıyı çaldım, içeriden gelen gel sesiyle birkaç saniye bekleyip içeri girdim. Selam verdikten sonra eliyle işaret ettiği sandalyeye baktım. Kafasını sallayıp oturmamı bekleyince hızlıca oturdum.

Aradan geçen beş dakikada tüm üstler toplanmıştı.

Ağzını aralayıp konuşmaya başlayan Boz ile dikkat kesildim. “Yen tim için adaylarımızı topladık. Aslında hepsi oldukça iyi ve sıkı eğitim almış harekatçılar ama aralarından yedi ile on arası belki de daha fazla kişi seçeceğiz bu tamamen onların performansına kalmış.” Dedi hepimizin gözlerinin içine bakarak.

Yeni tim; yeni başlangıçlar, rekabet, azim ve hırs getirecekti tugaya. Yeniler eskiyi unutturmalıydı.

“Tim komutanlığı için aklımızda birkaç isim var. Bunu zaten hepiniz biliyorsunuz.”

Biliyorduk.

Hepsinin eğitimlerini izlemiştik ve en iyi ilk sekizi kafamızda belirleyip oylamaya sunmuştuk. Hepimizin fikri aynıydı. Altısı da birbirinden iyiydi.

Pazartesi günü gelip tanıştıklarında gene bir toplantı yapıp karar verilecekti muhtemelen.

“Pazartesi günü hepsi gelsin aralarından seçim yapıp timi oluşturacağız. Hepsinin dosyaları hazır işleme koyduğumuz an yeni timimiz vatana millete hayırlı uğurlu olsun.” Dedi gür sesiyle.

Toplantı bitmişti.

 

Armin Tan

Uzaktan gelen ses ile karanlık, aydınlığa dönüşmeye başlamıştı.

Telefonu elime alıp ekranına baktığımda bilinmeyen numara ile kaşlarım çatıldı. Uzatmadan telefonu açıp sesi dinledim.

“Üsteğmen Armin Tan.” Dedi sorar gibi.

Üsteğmen Armin Tan…

Uzun zaman sonra rütbem ile seslenildiğini duyduğum için bir anlık duraksamıştım.

“Benim.” Dedim sert ve gür bir sesle.

Artık bu kadar yeterdi. Ne olduğunu bile bilmediğim yarım yamalak olaylar için kendi mesleğimi hiçe sayamazdım.

“Ben Miralayın postası Erdem Diyar kendisi haber vermemi istedi. Pazartesi günü sabahtan Tugaya gelmeniz gerekiyor.”

Bunun için postasını arattırması garibime gitmişti ama bir sorun yoktu, zaten ben hazırdım. En azından düşüncem hazır olma yönündeydi.

“Tamam.” Kısaca cevap vererek telefonu kapattığımda mutfağa geçerek yemeğimi yedim. Doyan karnım ile odama geçerek valizlerimi boşaltarak kıyafetlerimi dolaplara yerleştirdim. Günün çoğunu ev işlerine ayırdığım için genel olarak çok çabuk geçmişti.

Yanımda getirdiğim üniformamı çıkarma vakti gelmişti. Üniformam ve beylik tabancamın olduğu valizi odama getirip açtım.

Buradaydı.

Senelerdir valizin içinde duran, onlarla birlikte derinlere gömülen beylik tabancam ve üniformam.

Yıpranmıştı. Üstündeki izleri görünce gözlerim doldu.

Başımı dikleştirdim. Yenisini almam lazımdı, yedekleri eski birlikte kalmıştı.

Beylik tabancam ve üniformam için ayırdığım dolabı açıp yerleştirdim. İşlerimi bitirdiğimde Samet ile kısaca konuşup yatağıma geçtim. Günler çok hızlı geçiyordu. Zaman git gide yaklaşıyordu.

 

KURTULUŞ

Aradan geçen koskoca bir günde yüzleşme vaktim gelmişti.

Gelmiştim. Ait olduğum yere, dağlara geri dönmek için verdiğim savaşın sonuna gelmiştik.

An itibariyle Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’nın tam karşısındaydım.

Arabamı Samet getirmişti, işe başlayacağımı bildiği için dün sabahtan evin önüne bırakmıştı. Arabadan inip kapıya adımlamaya başladım. Kapıdaki askerin geleceğimden haberi olduğu belliydi ki üstümü süzdükten sonra kenara çekildi.

Kimliğim yoktu. Daha doğrusu en son Miralay almıştı diye hatırlıyordum. Tugayın içine girdiğimde ortamını ne kadar özlediğim aklıma geldi.

Güzel anılar biriktirmiştim bir o kadar kanlı.

Eğitimin yorgunluğu ile kendini yerlere atan askerleri görmem ile gülümsedim tanımasam bile hepsini kardeşim olarak görürdüm. Yılların kuralı gibi bir şeydi bu.

Kapının girişinde durup etrafa bakındığım için hepsinin ilgi odağı olmuştum. İlk defa görür gibi garipsiyorlardı. Alıştırırdık.

Tam karşımda eğitim yapan tim eğitimi bırakmış hareketlerimi izliyorlardı.

Miralayı bir an önce görmem gerekiyordu. İçeri girip askerlerden birine odayı sorduktan sonra odanın olduğu kata çıktım.

Karşımda. Albay Barça Aksoy. Namı diğer Miralay.

Kapıyı çaldım. İçerden gelen gür sesiyle birkaç saniye bekleyip kapıyı araladım. Görüş açıma giren yakışıklı yüzü ile onu ne kadar özlediğimi anımsadım. İçeri girmem ile gözlerinin elalarım ile bakışması bir oldu. Kafasını kaldırdı, gözleri gözlerimle kesiştiği an ayağa fırladı. Bana değer verdiğini biliyordum. O da özlemişti.

“Armin.” Dedi fısıltıyla iç çekti sanki söylediği kelimeler onu bir enkazın altında bırakıyor, kendine çekip boğuyordu.

Bir anda değişip ciddileşen yüzü ile başladığımızı anladım. “Üsteğmen Armin Tan!” Diye yükseldi.

“Emredin komutanım!” dedim en az onun kadar net ve yüksek çıkan sesimle.

“Hoş geldin.”

“Sağ ol!”

Bir süre sadece gözlerimi inceledi.

Konuşmak için bir zamanı vardı. Düşünmüştü. Gözleri ile bana anlatmak istediği şeyi anladım. Anlatacaktı, ama zamanı vardı. Gözlerin konuşması bitince başı ile masaya davet etti. Oturmadım, ikinci kez tekrarladığında hızlı adımlar eşliğinde masaya oturdum.

“Sadece dinliyorsun, bir kez anlatacağım. Yeni bir tim var.” Dediği an anladım.

İtiraz edeceğimi, yeni bir tim istemediğimi düşünüyordu muhtemelen ama artık bitmişti. Söz verip tutmayan insanlara karşı verdiğim savaş, üstüme yıkılan bir enkazdan fazlasını vermemişti. Her şey buraya kadardı ve yeni başlıyorduk.

Dudaklarını aralayıp devam etti. “Özel ve güçlü bir tim. Tugayın gelmiş geçmiş en efsane timini hazırlamak istiyoruz. Ankara’da başlayan savaşa Hakkâri’de devam ediyoruz. Tim için seçimleri bugün yapacağız, bu arada sende tim için adaysın.” Dedi istifini bozmadan.

Anladım dercesine kafamı salladım.

“En az beş, en fazla sekiz kişi, büyük bir tim olmayacak.” Masasının çekmecesinden çıkardığı kimliği önüme koydu. “Kimliğini al. Zaten beylik tabancan sendeydi en son, duruyordur.” Dedi onaylamamı bekleyerek.

Kısaca olayı anlatmak adına konuştum. “Tabancam bende ama yedek üniformam yok en son nasıl kaldıysa öyle duruyor o yüzden giyemedim.”

“Odanda duruyor. Erdeme söyle odanı göstersin” dedi eliyle kapıyı gösterip çıkmamı belirterek.

Kimliğimi alıp oturduğum yerden kaktım, selamımı verip dışarı çıktım. Miralayın postası ile telefonda konuşmuştuk. Beni görünce bir şey dememi beklemeden odamı gösterip anahtarımı verdi. Odaya girip dolabımı açtığımda gördüğüm üniforma ile dudaklarım kıvrıldı.

Omuz kısmındaki yıldızları görünce verdiğim çabalar, uğraşlar ne varsa hepsine değmiş olduğunu anladım. Ellerim omuz kısmında duran yıldızların üzerine kaydığında gözlerim doldu. O yıldızlarda binlerce kan, gözyaşı, emek ve niceleri vardı.

Hızlıca üstümü giyinip eğitim alanına indiğimde bir sürü askerin bahçede toplandığını gördüm. Etraf oldukça kalabalık görünüyordu.

İleride bulunan çardaklara gözüm çarptı, büyük adımlarla gidip oturdum. Telefonu elime almam ile Samet’in araması bir oldu. “Ne yapıyorsun?”

“Yeni tugaya geldim, ilk Miralay ile konuştuk. Yeni timim var artık, yeniden başlıyoruz.” Detay vermeden konuşmam lazımdı çünkü her şey tam olarak yerine oturmamıştı.

Verdiği nefes ile güldüğünü anladım, sevinmişti. “Her şey daha güzel olacak Armin. Ben inanıyorum.”

Garip bir şekilde bende inanıyordum, doğru dürüst bilmediğim bir şey için üzülmem mantığıma biraz saçma gelmişti.

Evet ölmüşlerdi evet tören yapmışlardı. Evet komutanları olmadan veda etmişlerdi beş büyük adama… Ama detayı yoktu, varsa bile parça parçaydı. Miralay anlatana kadar yas tutmayı bırakmıştım.

Merakla, “Sen neler yaptın?” dedim.

“Büro için bir yer bulmuştum zaten gelmeden önce, Hakkâri de bir arkadaşım vardı beraber içeriyi düzenliyoruz. Kendisi de avukat zaten beraber başlamak istiyoruz.”

İşleri güzel devam ediyor gibiydi, benim yüzümden aksamasını asla istemiyordum.

Mırıldanarak, “Her şey yolundaysa ben artık kapatayım gene konuşuruz.” Dediğimde hızlıca karşılık verdi. “Allah’a emanet ol.” Aynı şekilde karşılık verdiğimde telefonu kapatarak cebime attım.

Arkamdan gelen tok ses ile başımı geriye çevirdiğimde beş kişilik grubun bana baktığını gördüm. Bana en yakın olan adam, “Oturabilir miyiz?” dediğinde yavaşça yutkunarak başımı salladım onaylarcasına. “Tabi ki buyurun.” Kabul etmemin üzerine karşıma oturan beş adam ile bakıştım, konuşmaya başlayan asker ile ilgimi ona verdim.

“Teğmen Kalender Çiler 26 Hakkâri.” Boyu muhtemel, seksen-seksen beş arasıydı. Koyu kahve gözleri dikkatle etrafı süzüyordu. Çene hatları o kadar keskindi ki şaşkınlığımı yansıtmadan içimde yaşadım. Buğday tenliydi, saçları ise kıvırcık koyu kahve tonlarındaydı. Gerçekten de maşallahı vardı çünkü oldukça yakışıklıydı.

“Astsubay Çavuş Yıldırım Kıran 25 Sivas.” Yıldırım denilen adamın boyu da az önceki asker, Kalender ile nerdeyse aynı gözüküyordu. Kahve gözleri koyu, teni beyazdı. Üçe vurulmuş saçları ile bir o kadar sert bir o kadar sempatikti. Değişik bir aurası vardı ve bu yüzden oldukça dikkat çekici gözüküyordu.

“Astsubay Kıdemli Çavuş Çağlar Ay 24 Malatya.” Boyları hemen hemen hepsinin aynı gidiyordu. Tek fark gözleri mavi olan adama bakmak içimi daralttığından pek muhatap olmayarak yanında oturan adama döndüm.

“Teğmen Ertuğrul Duman 27 Ankara.” Duyduklarım içten içe şaşırmama neden olurken sevindiğimi hissettim çünkü hemşerimdi. Boy gene aynı gözleri diğerlerine nazaran daha açık, bal rengine çalıyordu. Beyaz teni ve hafif dalgalı kahve saçları ile eli yüzü düzgündü.

Sona kalan askerin konuşmasıyla ona döndüm.

“Astsubay Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan 25 Hatay.” Gözleri gözlerimle çakıştığında kalbimi tekleten sızıya anlam veremedim. Gözlerine bakarken aynaya bakıyormuş gibi hissediyordum, göz renklerimiz aynıyken o bana nazaran daha temiz görünüyordu. Gözlerinde bana bir şeyler anımsatan bir tanıdıklık vardı. Anlam veremedim. Verdim ama hatırlayamadım. Omuzları diğerlerine nazaran daha geniş, boyu ben uzunum dercesine oturduğu yerden bile bacaklarını toparlamasına engel olmuştu. Aralarındaki en yapılı duran ve dikkatimi çeken kişiydi Âhi. Turuncu kıvırcık saçları, gözleriyle bir olunca çok tatlı bir görüntü sunuyordu gözlerime. Kavisli burnu çıkık elmacık kemikleri ile oldukça ilgi çekiciydi.

Değişik bir havası vardı.

Boyunun doksanlarda olduğunu anlamak oturduğu yerden bile sırıtan dikliğinden belliydi.

Sadece isim ve soy isimle kendimi tanıttım. “Armin Tan.”

Gözlerimi hepsinin üzerinde gezdirdim. Aradan geçen sessizlik Kalender sayesinde son buldu. “Rütben nedir?”

Ardından Yıldırım devam etti. “Hepimizin ilk günü, tanışmak için gelmiştik.”

İnsanları meraklandırmak hoşuma giderdi. Biraz meraklansalar fena olmazdı.

Bir anda ayaklanan Çağlar ile herkesin bakışları üzerine toplandığında, “Ben müsaadenizle kalkayım.” Diyerek ileriye koştu.

Gözlerim arkasından gittiği yönü takip ederken hissettiğim gariplikle anlamsızca yutkundum. Kendini tanıtış şekli ve üslubu diğer adamlardan daha farklıydı sanki. Bir gariplik sezmiştim hareketlerinde…

Aradan geçen uzun boşluk yanımıza yaklaşan adım sesleriyle son buldu.

“Sizin de müsaadeniz varsa tanışmak isterim.” Adamın net sesi ile kaşlarım hafifçe çatılırken yanıma oturan asker ile tüm dikkatleri üzerine toplandı.

Yıldırım konuşmaya başladı. “Kendini tanıt istersen, bizde yeni tanıştık.”

“Astsubay Başçavuş Tekin Akar 26 Tekirdağ.” Âhi’ye nazaran daha da uzundu. Omuzları ve kolları o kadar genişti ki kaşlarım istemsizce havalandı. Şu zamana kadar tanıştığım en yapılı adamlardan birisi olabilirdi.

Gözleri apaçık mavi tonlarındayken göz göze gelmek insanı geriyordu. En azından benim için pek parlak bir geçmişi olmayan renk bu adama yakışıyordu. Saçları Yıldırım gibi üç numarayla kesilmişti. Sarı olduğu her halinden belli minik saçları ile çekici gözüküyordu.

Herkes az önceki gibi kendini tanıttığında sıra bana gelmişti. Hepsinin meraklı bakışları üstüme dönünce kendimi düzgünce tanıtmak istedim. “Üsteğmen Armin Tan 26 Ankara.”

Yıldırımın gözleri konuşmamın ardından hızla büyüdü, yanında oturan Kalenderi dürtüp sessizce konuşmaya başladığında sesi kulaklarıma vardı. “Kalender komutanım Üsteğmenim dedi, siz de duydunuz mu?”

“Duydum Çavuşum duydum.” Dedi Kalender başını aşağı yukarı sallayarak.

Sessizce konuştuğunu sanıyordu ama sesi gayet net bir şekilde duyuluyordu. “Saygım daha da arttı.” Şaşkınlık ve hevesle kurduğu cümleyi üstü olan Kalender kesti.

“Niye bu kadar şaşırdın olamaz mı?” nefeslenerek devam etti. “Ayrıca herkes ne konuştuğunu duydu, sessiz konuşmayı öğretmek lazım sana.”

Yıldırım bana dönerek “Komutanım bir anlık şaşırdım sadece kusura bakmayın, başarılarınızın devamını diliyorum.” Dedi samimi çıkan ses tonuyla.

Dümdüz bakmaya devam ettim. Duygularımı kazanmak zor olacağa benziyordu, ama yeni gelen tim ile bu sorunu aşacağımı hissediyordum.

Kalender, Yıldırım’ı ayağa kaldırıp ileriye doğru adımlamaya başladı. İkilinin kalkması ile hepsi ayaklandı.

Ayaklanan adamların bakışlarını takip ettiğimde arkamda kalan Miralay’ın yüzü ile karşılaştım. Oturduğum yerden ayaklanarak bahçenin ortasına doğru yürümeye başladım.

 

Barça Aksoy (Miralay)

Çalan kapı ile gel emri verdim, birkaç saniye sonra açılan kapının içeri giren kişi Armin’di.

Gelmişti. Canlı kanlı tam karşımda dimdik dikiliyordu.

Göz göze geldiğimiz an hızlı bir şekilde yerimden fırladım. Geleceğini bildiğim halde onu tam anlamıyla karşımda görmek tuhaf hissettirmişti.

Fısıltıdan farksız çıkan sesim ile konuşmaya başladım. “Armin.” Bu kadardı işte. O Armin’di, acıya alışık, ne olursa olsun dik durmak zorunda kalan Armin…

Konuştuk, ben anlattım o dinledi. Yeni timi anlattım, karşı çıkmadı. Artık kabullenmiş bir havası vardı. Bu kabulleniş eski halini birebir tanıyan birisi olarak direkt gözlerinden okunuyordu.

Her şeyi hallettiğimiz gibi bunu da halledecektik.

Çok uzun sürmeye konuşmamış sonlandığında Armin’i yollayarak toplantı odasına gitmek için odamdan çıktım.

Tim için eğitim yapmayı planlarken bir anda işler değişmişti.

Boz’un işaret ettiği yere dikkat kesildik, gördüklerimiz bizi şaşırtsa dahi, beklenilecek bir şeydi.

Eğitim alanı çok doluydu ama dikkat çeken bir yer vardı.

Çardak.

 

Üsteğmen Armin Tan, namı diğer Beyaz.

Teğmen Ertuğrul Duman, namı diğer Adran.

Teğmen Kalender Çiler, namı diğer Doktor.

Astsubay Başçavuş Tekin Akar, namı diğer Hemşir.

Astsubay Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan, namı diğer Arman.

Astsubay Çavuş Yıldırım Kıran, namı diğer Keskin.

 

Gördüğümüz manzara doğrultusunda hepsi bir arada oturmuş sohbet ediyorlardı.

Boz konuşmaya başladı. “Az önce Astsubay Başçavuş Tekin Akar’ın da tim için aklımızda olan isimlerin yanına gelmesi ile büyük tanışma gerçekleşti.” Tepkilerimizi ölçmek ister gibi yüzlerimize sert bir bakış atarak göz gezdirdiğinde hepimiz düşünceler içerisindeydik.

Binbaşı söz hakkı alarak konuşmaya başladı. “Komutanım ilk eğitimlerde dikkatimizi çeken kişiler arasında da bu altılı vardı zaten. Müsaadenizle fikrimi beyan etmek istiyorum.”

Boz onaylar bir biçimde kafasını salladı. “Buyurun Binbaşım.”

“Eğitim yapmadan time bu altılıyı mı alsak acaba? Önceki eğitimlerde gereken dikkati üzerlerine çektiler. Gerçi Armin Tan yani namı diğer Beyaz eğitimlerde yoktu ama Albayım bizzat kefil ve daha önceki eğitim videolarından gördüğümüz üzere oldukça dikkati ve iyi bir asker, fikrim hakkında düşünceleriniz nedir komutanım?”

Tüm üstler bir süre Binbaşının teklifini düşündü.

Oylama yapmaya karar vermiştik, çoğu üstün fikri onaylaması üzerine bahçeye çıktık. Sakin ve yavaş adımlarla bahçede ilerlemeye başladım.

Beni ilk fark eden erlerden birisi sesini yükselterek, “Dikkat!” diye bağırdığında hızlı bir toparlanış bütün bahçeyi esir aldı. Tüm askerler bir anda toparlanarak selama durdu.

Arkamda kalan Boz, “Albayım açıklayın!” diyerek sert bir sesle bağırdı.

Üstlerimden gelen emir doğrultusunda konuşmaya başladım. “Üsteğmen Armin Tan, Teğmen Ertuğrul Duman, Teğmen Kalender Çiler, Astsubay Başçavuş Tekin Akar, Astsubay Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan, Astsubay Çavuş Yıldırım Kıran. Saydığım askerler bir adım öne!”

Hepsi bir anda öne çıktı.

“Yeni timimiz hayırlı uğurlu olsun.” Dedim yüzümdeki ciddiyetle.

Hepsinin gözlerinden geçen sevinç, şaşkınlık, gurur ve ciddilik çok özeldi.

“Geride kalan askerlerimizden bazıları geldikleri görev yerlerine geri dönerken bazıları da bizimle çalışmaya başlayacak, birkaç gün içerisinde görev yerleri hakkında sizlerle konuşacağız. Saydığım altılı dinlenme odasına geçebilirler, bomba gibi bir tim ile güzel başlangıçlar yapmak istiyoruz, vatana millete hayırlı uğurlu olsun!” bütün topluluk ağzımdan çıkan kelimelere odaklıyken bakışlarım neredeyse hepsinin üzerinde tek tek gezinirken Boz’un gür sesi tugayda yankılandı.

“Rahat!”

“Hepinize başarılar diliyorum, Vatana millete hayırlı uğurlu olsun!” Boz’un alkışlamaya başlaması ile hepsinin yüzünde oluşan gurura şahitlik ettim.

Kısa bir süre içerisinde bahçedeki kalabalık dağılmış, etrafta kimse kalmamıştı.

 

Armin Tan

Miralayın konuşması bittikten sonra yeni timin belirlendiğini apaçık yüzüme vurulmuştu.

Tanışmak için çardağa gelen beş koca adam ile artık aynı timdeydim, güzel bir silah arkadaşlığı yapacağımızı umut ediyordum.

Alandan çıkıp odama doğru adımladım, odaya geldiğimde elimi yüzümü yıkayıp saçımı sıkıca at kuyruğu yaptım. Şimdide dinlenme odasına gitmem gerekiyordu sanırım…

Odadan çıkarak tugayın girişinden bakar bakmaz solda kalan oda yani dinlenme odasına yöneldim. Kapıyı yavaşça araladığımda gözüme ilk çarpan radyodan, ince ve tiz bir sesle Ender Balkır-Ruhumda Sızı duyulmaya başladı.

Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur

Bedenimde değil ruhumda sızı

Görünmez bir yara acısı çoktur

Bedenimde değil ruhumda sızı, oy oy

Ruhumda sızı, oy oy

Ruhumda sızı

Şarkının arasına karışan ses ile kimin söylediğine odaklandım.

Âhi.

Sadece söyledi ve hemen sustu.

Şarkı bitti, başa sardı. Mırıldanarak karşısındaki duvara daldırdı elalarını. İçeride oluşan sessizlik çığ gibi büyürken radyodan gelen cızırtı ile ses gitti.

Kapıyı yavaşça kapatarak U şeklindeki koltuğun ucunda kalan boşluğa oturdum. Hepsi dalmıştı, akılları başka yerlere çoktan uçmuştu bile.

Saniyelerin dakikaları kovaladığı zaman içerisinde sessizliği bozan ilk kişi Tekin oldu. “Genel olarak tanıştık ama artık silah arkadaşıyız ve sırtlarımızı birbirimize yaslayacağız, baştan güzel bir tanışmaya ne dersiniz?”

Herkesten onaylayan mırıltılar çıktı, konuşmaya başlayan olmadığı için açılışı ben yaptım.

“Ben Armin Tan, bunu zaten biliyorsunuz. Eskiden bana Beyaz derlerdi, mahlasım Beyaz’dı yani…”

Beyaz dediğim an Âhinin gözlerindeki parlamaya bizzat şahit oldum. Anlam veremedim. Bakışlarımı kaçırarak derin bir nefes aldım.

Kalender dudaklarını araladı. “Harp okulda derece yapıp her yerde lakabı duyulan, ama asla yüzünü göremediğimiz Beyaz siz miydiniz komutanım?”

Kafa sallamakla yetindim. Dudaklarım büzülürken, “Öyleymiş… ünlü olmuşuz da haberimiz yok.” Dedim sakince.

Ertuğrul konuşmaya başladı. “Beyaz olarak devam etmeyeceksiniz anlaşılan komutanım? Eskiden derlerdi dediğiniz için söylüyorum…”

Kararım kesin ve netti. “Hayır.”

Bana acıdan başka bir şey vermiyordu o lakap. Onları hatırlatıyordu. İhaneti anımsatıyordu. Beş kırmızının arasında parlayan tek kadının aslında beyaz değil siyaha büründüğü anları hatırlatıyordu.

Türküden beri sesini duymadığım Âhi konuya giriş yaptı. “Özel değil ise neden? Tugaylar arası o kadar konu olmuş genç Üsteğmen Beyaz neden yok?”

Elalarım yere daldı. Bir müddet düşündüm ama kararım kesindi. “Beyaz artık yok. Kafada, kalpte, eskiden her neredeyse artık yok, bitti.”

Sert ifademden ödün vermeyerek sarf ettiğim kelimeler ile açık ve net bir konuşma yaptığımı düşünüyordum.

“Çok net konuştunuz. O zaman kafanızda bir mahlas illaki vardır değil mi komutanım?” Tekin’in sorusu ile cevap vermek üzere dudaklarımı araladım.

“Var. En azından kısa bir sürelik kullanacağım bir lakap var.” En azından yaşanılanları kabullenene kadar…

“Nedir komutanım?” diye sordu Yıldırım.

“Arsen.” Dedim mırıldanarak.

“Anlamı?” dedi Âhi merakla.

Elalarım elaları ile sert bir biçimde kesişti. Yalnızca iki kelime. Son iki yılımın tek açıklaması olan iki kelime. Dudaklarımı yavaşça araladım. “Kurtuluş.”

Elalarımız bir süre daha kilitli kaldı. Kilidin açılmasını sağlayan olay Yıldırımın el çırpması oldu. “Süper! Yeni başlangıçlar, mükemmel olacak.”

Araya giren Kalenderin sert sesi ile Yıldırımın gülen yüzü soldu. “Yıldırım! Düzgünce bir konuşalım kardeşim sonra araya girersin.”

Yıldırım çekingen bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Pardon komutanım.”

“Tamam abartmayın bir şey yok.” Dedi Ertuğrul, Yıldırım ve Kalender arasındaki gerilimi sonlandırarak. “Sırayla lakaplarımızı söylüyoruz o zaman.” Diyerek kendi lakabından haşladı. “Adran” dedi Ertuğrul.

“Doktor.” Dedi Kalender. Sıhhiyecimiz Kalenderdi anlaşılan.

“Hemşir.” Dedi Tekin. Bir timde iki sıhhiyeci bence olması gereken en alt sınırdı. Tekin’in de sıhhiye üzerine ilgilendiğini öğrendiğimde ağırca salladım başımı.

“Arman.” Dedi Âhi.

Dürüst, temiz insan. Duyduğum lakap kalbimde ince bir sızıya neden olurken ne olduğuna çok bir fikir yürütememiştim. Bu adamda değişik bir his seziyordum. Yüreğim bir ihanet daha kaldıramayacağından, ihanet dışında gelişecek her olaya razıydım.

Sona kalan Yıldırım konuşmaya başladı. “Keskin.” Keskin nişancı olduğunu düşündüğüm adam oldukça ilgimi çekmişti.

Birbirimizin lakaplarını ögrenmiştik. Genel olarak uyumlu duran lakapları zamanla kendi içimde değişebilirdim ama bu bilgiyi onların bilmelerine gerek yoktu.

Tam konuşmak için ağzını aralayan Kalenderin sesini, çalan telefonum bozdu. Yerimden kalkmayıp aramayı cevapladım. Samet’in dava hakkında sorduğu birkaç soruya çatık kaşlar eşliğinde yorumsuz kalırken sonra konuşabileceğimize dair bir yorum ortaya atarak telefonu kapattım.

Çatık kaşlarımı gören Kalender konuşmaya başladı “Bir sorun mu var komutanım?”

“Önemli bir şey yok.” Diyerek mırıldandım onlarla daha ilk saniyeden çok fazla samimi olmamak adına.

Sorgulamadılar, en iyisi de buydu aslında. Zaten daha her şey için erkendi.

 

 

KURTULUŞ

 

Son konuşmamızda birbirimizin lakaplarını öğrenmiştik ve saatin oldukça geçe kaldığını gördüğüm için Tugaydan ayrılarak eve gelmiştim. Şu anda ise duşta hayatı sorgulama noktasındaydım.

Başımdan aşağı akan ılık su bedenimi gevşetirken düşünceler zihnime sızdı. Çok mu hızlı olmuştu? Nasıl bu kadar erken olduğu halde hepsiyle konuşmuştum ki ben? Devam edecektim ama içimdeki his her şeyin hızlı ilerlediğini söylüyordu.

Zaman her şeyin ilacı derlerdi, bana bunu ilk söyledikleri zaman hak vermiştim. Ama şimdi söylenince komik geliyordu. Zaman yalnızca bir kandırmadan ibaretti. Zamanla geçer demek, sen beklemeye devam ederek kendini avut demekten başka bir şey değildi.

Zaman, zaman gerçekten de her şeyin ilacı mıydı? Belki düşüncem yanlıştı ama benim umutlarım tek tek tükenmeye başlamıştı.

Elimdeki kuş çoktan uçmuş gitmiş kendini gökyüzünün şaşalı renklerinin arasına karıştırmıştı.

Bir de zamana bırak derlerdi, zamana bırakmıştım, zamanda bana kendini bırakmıştı. Yaşanılanlar her zaman güzel hatıralar olarak kalmazdı insanın zihninde, yaşanılanlar acımasızdı yaşanılanlar hissiz ve ruhsuzdu.

Bazen sadece yaşantıları hatırlanıp gülümsemek geliyordu içimden, acı ve tatsız bir gülümseme. Hayattan soğumuş, buz gibi bir gülümseme.

Hayat her zaman istenilen anılar ve istenilen mücadelesini bize göstermezdi, bir kuşun yavrularını kanatlarının altına sakladığı gibi güzel anılarımızı gizlerdi.

Güzel anılar?

Güzel anılarım var mıydı?

Yok diyemezdim, onlara saygısızlık olurdu. Var diyemezdim, kendi benliğime haksızlık olurdu.

Tüm olanlar birkaç dakikaya sığmıştı, ben neden iki sene olanları çekmiştim. Benim iki senem neredeydi, bana bunun hesabını kim verecekti? Sadece merak ediyordum. Ne olmuştu, yaşayan bendim ama tüm olaylardan bihaber olanda bendim. Birilerinden açıklama beklemek o kadar can sıkıcı bir durumdu ki.

Kimin bildiğinden bile haberim yoktu.

Miralay. Miralay mıydı bilen? Her şeyi ile tam olarak bilen kimdi? Ben olmadığıma göre kimdi, sadece merak ediyordum, ama cevap veren yoktu.

Sadece merak etmek ile olmuyordu, eve gitmiştim her şeyi görmüştüm ama asıl görmem gereken ev değildi ki… Evi görsem ne olurdu görmesem ne olurdu? Ne vardı elime geçen?

Bileğime taktığım Ateş’in ölen kız kardeşinin tokası mı? Yanımda taşıdığım Emir’in hiç çıkarmayıp o gün çıkarası tuttuğu yüzüğümü? Veyahut Barkının içinde Beyaz yazan bilekliğimi?

Evet elimde onlar için değerli ne varsa yanımdaydı, benim elime geçen neydi peki?

Koca bir hiç. Koca bir boşluk.

Devam edeceğime dair kendime söz vermiştim, ben verdiğim sözleri tutardım. Onlar gibi insana ümit vererek yarı yolda bırakmazdım kimseyi.

 

“Konuştunuz mu?” dedi tanıdık bir ses.

“Kiminle, ne konuşacaktık da?” diyerek devam etti ikinci tanıdık ses.

“Ne demek kiminle ne konuşacaktık!” bir başka ses araya girerek konuşan kişiyi susturdu. “Sesinin tonajına dikkat et kısmayım.” Dedi konuşan kişiye nazaran daha kısık ama bir o kadar keskin bir ses tonuyla.

“Şaka mısınız lan siz!”

“Sana az önce ne dedim ben? Sesine dikkat et kısarım sesini.”

“Konuştunuz mu?” birkaç saniyelik bir sessizlik oluşmuştu, muhtemelen jest ve mimik ile anlaşmışlardı.

“İyi güzel, her şey istediğimiz gibi olsun başka bir şey istemiyorum.”

Sesler yavaş yavaş oturmaya başlamıştı, odanın kapısını sessizce açıp içeriye göz attım. Ateş, Yavuz ve Giray ayakta durmuş hararetli bir şekilde konuşuyorlardı.

“Yavuz konuştu benim pek bilgim yok.” Diyerek topu Yavuz’a atan kişi Giray’dı.

Yavuz onaylar biçimde kafasını aşağı yukarı salladı. “Evet konuştum, tüm hazırlıklar tamam. En kısa sürede başlıyoruz.”

Kaşlarım çatıldı, ne konuşuyorlarsa çok ciddilerdi. Bir planları vardı ama haberimiz bile yoktu, neler dönüyordu ortalıkta?

Ateş kendine asla yakışmayan tehlikeli bir şekilde gülümsedi. “Çabucak olsun bitsin artık sıkıldım burada durmaktan.” Duyduklarım kaşlarımı en derinden çatmama neden olmuştu.

Konuşulan ciddi mevzu neydi, açıkçası hiçbir fikrim yoktu ama içimi kaplayan sebepsiz his kalbimi sıkıştırmaya yetiyordu.

Kapıyı tamamen açıp salonun ortasına ilerledim, benim geldiğimi gören Giray alelacele gülümseyerek kollarını açtı. “Beyaz’ım ne yaptın bakalım?”

Hemen değişen yüz ifadesi ve hareketleri içime iyice kurt düşürürken yüz ifademden ödün vermeyerek konuşmaya başladım.

“Bir şey söylemek istiyorum,” hepsi kafasını onaylar vaziyette salladı. “Birbirimizden bir şey saklamamak adına söz verelim mi?”

Hepsinin gözlerine tek tek dikkatli bir biçimde baktım, gözlerinden geçen dört duygu vardı. Acıma, nefret, öfke ve iğrenme.

Hızlıca kendilerini toparlayıp gülümsediler, gözlerinden geçen duygular sadece saliselikti. Gelip geçtiler.

Aynı anda konuştular.

Tek bir kelime. Üç farklı ses.

“Söz.”

“Söz.”

“Söz.”

Gülümsedim, o an sadece aklımdan geçenleri unutup gülümsemek istedim.

Acı ile karışık gülümsememi onlara sırtımı dönerek gizledim, odaya girmek için hareketlendiğimde son duyduğum alayla karışık söz, “Aynen Armin Tan söz!” olmuştu.

Verilen sözler benim için hayatımın bir parçasıydı, onlardan söz vermelerini istemiştim ama onlar her ne olduysa söz verir gibi yapıp dalgaya vurmuşlardı.

Söyledikleri cümle zihnimde yankılandı.

“Aynen Armin Tan söz!”

“Aynen Armin Tan söz!”

“Aynen Armin Tan söz!”

İstediğim şey zor değildi, ama her ne sakladılarsa söyleme zahmetinde bulunmamışlardı.

Kalbim onlara belki de ilk defa orada kırılmıştı, aslında kırgınlık bile değildi daha farklıydı. Sadece beklemiyordum, bu kadarını onlardan beklemiyordum çünkü sakladıkları şey her neyse söylememek daha cazip gelmişti belli ki.

Bazen kendimden bile iyi tanırım, asla yapmaz, bana kıyamaz deyip sırtını yasladığın kimseler aslında en kolay sırtından vuran kişiler olurmuş.

Verilen sözler tutulurdu, tutulmayan sözler baştan verilmemeliydi.

 

 

İlk tanışmalarını böyle uzun bir zaman sonra okumak oldukça garip hissettiriyor...

O zaman minik sorularımla açılışı yapıyorum canlarım.

Armin'in ilk halleri?

Geçmişte yaşanılanlar?

Albay, Miralay?

Yeni kurulan tim hakkında düşünceleriniz?

Armin Tan?

Kalender Çiler?

Ertuğrul Duman?

Tekin Akar?

Âhi Alphan?

Yıldırım Kıran?

İlk izlenim olarak sizde bıraktıkları etkiler nelerdi?

Yıldıza basmayı unutmazsanız çok sevinirim...

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

08.09.2024

Loading...
0%