Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20.BÖLÜM- DOLAP CESET KANLANMASI

@durutaskulakk_

 

Evet...

Üzücü bir bölümün ardından daha beteri ile geldim. Yazdığım en uzun ve bitmek bilmeyen o bölüm, 20.bölümdü. Tamı tamına 50 sayfa...

Üzgünüm, kırgınım ama en çok da içimdeki burukluğu hissediyorum.

Vedalar her daim acı olur bana göre...

Uzatmak istemiyorum çünkü önümüzde uzun bir bölüm var.

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Yıldıza basalım mı?

Bol şanslar, keyifli okumalar ;)

 

Bölüm Şarkıları:

Kalben- Sadece

Kalben- Yara

Sıla- Acısa da Öldürmez

Sezen Aksu- Firuze

Manuş Baba- Dönersen Islık Çal

Duman- Kolay Değildir

 

20.BÖLÜM DOLAP CESET KANLANMASI

 

BÖLÜM UYARISI! Bölüm içerisinde kan, şiddet ve vahşet içerikli öğeler bulunmaktadır etkilenecek olanların bölümü okumasını tavsiye etmemekle birlikte bölümün baş kısımlarını geçmesini öneriyorum.

 

 

16 Aralık 2020 Fransa Paris’ten

“Dolaplar ve kurbanlar hazır.” Görünmez sağ kolunun sesi ile arkasını döndüğünde duydukları karşısında dudaklarına ukala bir tebessüm yerleştirdi.

“Harika! O zaman assolisti sahneye alabiliriz.” Görünmez şen bir kahkaha atarak içkisini kafasına diktiğinde üzerindeki kürke sıkı sıkıya sarılarak kendini balkondaki rahat koltuğa attı.

Kızıl kafanın yıllardır heyecanla beklediği gösterisi bugün itibariyle başlıyordu.

Gözlerimi açtığımda etrafın üç yüz atmış derece döndüğüne yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım.

Kollarımı hareket ettirmeye çalıştığımda bileklerimin etrafından sarılmış ip derimi kesti. Biraz kendime gelmeyi beklemeliydim sonrasında zaten kalkabilirdim.

Gözlerim etrafı taramaya başladığında her yerin bembeyaz olduğunu gördüm. Tam karşımda sayamayacağım kadar fazla buzdolabı vardı. Dolaplar, duvarların dört bir köşesine aynı hizada bırakılmıştı ve dikdörtgen şeklini alan buzdolapları aynı odanın duvarları gibi bembeyazdı. Kaşlarım çatılırken ne olduğuna anlam veremedim.

Ağrıyan başım ile yüzüm buruştuğunda bir anda aklıma nerede olduğum geldi. “Lan!” istemsiz verdiğim tepki ile dudaklarımı birbirine bastırdığımda gözümün önüne verdiğim şehit ve Kurtuluş timi geldi. Dudaklarımın arasından kısa bir inleme döküldüğünde kalbimin ağrıdığını hissettim. Ben timime yeni alışıp benimserken bir kayıp vermiştim.

Arman bize çok erken veda etmişti...

Gözlerim sulanırken ellerimi çözmek adına ipleri hızla sandalyenin arkasına sürtmeye başladım. İpler kısa bir süre içerisinde aşınarak bollaştığında ellerimi çözerek hızla yüzüme kapattım. Gözyaşlarım avcuma akarken omuzlarım şiddetle sarsıldı. “Hayır, olamaz.” Üzüntüyle fısıldadığımda nefes almaya çalıştım ama sanki içerisinde olduğum odada duvarlar üzerime üzerime geliyordu.

Aklıma gelen şeyle hızla üzerimdeki kamuflajın iç cebinde duran takip cihazını aktifleştirdim. Eğer ki kendim kurtulamazsam nerede olduğumu tespit edip gelen olurdu illaki.

Gözyaşlarımı sildim. Gözyaşlarımı sildim ama kalbimdeki ağrıyı nasıl silecektim bilmiyordum. Kurtuluş’un bir tarafı eksikti.

Her yerim ağrıyordu. Haftalardır görevde olmanın verdiği huzursuzluk ve soğuk hava beni benden alırken üstüne bir de şehit haberimiz eklenmişti.

Odanın kapısı sert bir şekilde açıldığında içeriye önce maskeli bir adam girdi. Dolapların yanına geçerek ellerini önünde kenetlediğinde başını yere doğru eğdi. Odağım adamdayken kulaklarıma bir topuk sesi doldu. Başım ağrıca kapıya doğru döndüğünde gördüğüm yüz ile gözlerim sonuna kadar açıldı.

 

“Ah benim bebeğim!” Fransızca konuşarak içeriye dalan kadına şokla baktım.

 

Omuzlarının üzerindeki kürkünü tutarak gözlerindeki güneş gözlüğünü çıkarttığında dudaklarındaki bordo ruju iyice iki dudağına da yedirdi. “Ne haber?” tek gözünü kırparak başını salladığında girdiğim şoktan çıkamıyordum.

 

Dudaklarım hafifçe aralandığında yüzüme bakarak şen bir kahkaha attı. “Ne o? Çok sevdiğin annene bir merhaba demek yok mu?” kopkoyu kızıl saçlarının kıvırcığı aradan geçen onca senede asla değişmezken, yüzünün benden bile genç gözükmesine anlam veremedim.

 

Ellerimi başıma götürerek iki yandan sıktığımda derin nefesler almaya başladım.

 

“Ah bana bak Mihri!”

 

Duyduğum isimle ellerimin ağzımın üzerine kapatarak hafif bir çığlık attığımda yaşadığım şeyin bir kuruntu olmasını diledim. Seslenmemeliydi. Bana öyle seslenmemeliydi. Ben sus dersem daha çok, inadına diyecekti ama bana öyle seslenmemeliydi.

 

“Seni bunca seneden sonra karşımda bu şekilde görmek şaşırtmadı. Hâlâ çocuk gibi saçma tepkiler veriyorsun. Hiçbir şey öğretememişim demek ki.” Omuz silkerek dediklerine karşılık dağılan saçlarımın ardından yüzüne baktım.

 

Onun gibi sahte bir kahkaha patlattığımda, “Hiçbir şey öğretememişsin evet! Yıllar sonunda idrak edebildiğin bir gerçek bu, tebrik ederim.” Diyerek alkışlayıp gülmeye devam ettim.

 

Fransızca konuşmalarını anlamadığımı düşünerek kibirlenen kadına karşılık verdiğim cevap onu bozguna uğratmıştı.

 

Oysaki, belki Fransızca konuşursam beni de dinler diyerek dil öğrenen kızından haberi yoktu.

 

Kaşlarını kaldırarak başını yana yatırdı. “Dilin hâlâ çok uzun, sen hiç değişmemişsin Mihri.” Kürkünü arkada duran adama uzatarak bana doğru yürüdü.

 

Dirseklerimi bacaklarıma yaslayarak yanaklarımı avuç içlerime aldım. “Sende hâlâ vicdansızsın, seneler hiçbir şeyi değiştirmemiş.” İddialı bir şekilde kafa tuttuğumda bana alayla baktı.

 

Ellerini birbirine çarparak dolaplar dışında boş olan odada yankı yaptı. “O zaman on bir senelik gösterimize başlayalım!”

 

Bir doğum günü faciası daha başlıyordu.

 

Tavadan dolapların önüne beyaz bir perde indi. Odanın ışıkları kapandığında beyaz perdeye bir görüntü verildi.

 

 

Armin ve Arman’ın ilk beraber dışarı çıktıkları andan,

 

“Sence neden izin verdi.” Armin mutluydu ama bir yanı da korku doluydu. Annesi ilk defa ikiziyle birlikte dışarı çıkmalarına izin vermişti. Her ne kadar dört bir yanlarında korumalar gezse de annelerinin yanlarında gezmediğine şükrediyordu Armin.

 

“Bende bilmiyorum. Çok fazla oyalanmasak iyi olur, kızmasın sonra.” Armin ikizinin dedikleriyle olduğu yerde duraksayıp yüzünü yüzüne çevirdi. “Zaten sana hiç kızmıyor ki, sadece bana bağırıyor. Biraz gezsek bir şey demez bence sen üzülme.” Armin o zamanlar on dört yaşındaydı ama vicdan yaşı oldukça kabarıktı.

 

Arman bir an dediğinden pişman olup dilini ısırdı. “Öyle demek istememiştim Elalım biliyor-“ Armin ellerini hızla havaya savuşturdu. “Önemli değil.”

 

Armin hem ilk defa alışveriş merkezinde geziyordu hem de ilk defa ikiziyle dışarı adım atıyordu. Armin hevesle alışveriş merkezinin içerisinde gezerken vitrinlerin oldukça dikkat çekici gözüktüğüne kanaat getirdi. Mankenlerin üzerinde duran beyaz ve çiçekli elbiseleri çok beğenmişti Armin.

 

Vitrinin karşısında duran ikizinin tam arkasına geçtiğinde, “Beğendin mi?” diyerek sordu Arman.

 

Armin burukça kafa sallayarak vitrinin önünden ayrıldığında Arman’ın kendisine seslendiğini duydu. “Elalım dur.”

 

Arman içeri girdiğinde Armin’de ikizini takip etti.

 

Arman’ın eli ilk olarak çiçekli balon kol bir elbiseye gittiğinde Armin ikizinin seçtiği elbiseye sevinçle baktı. “Bu nasıl?” Arman merakla Armin’e döndüğünde Armin’in yüzünü görür görmez gülümsedi.

 

Arman seçimlerinin iyi olduğuna inanarak çok güzel yazlık ve beyaz elbiseler seçtiğinde kasaya giderek ödemeyi annesinin verdiği kart eşliğinde yaptı. Arman poşetleri mesafeli bir halde Armin’e uzattığında Armin’in içinde ukde kalan tek şey ikiziyle bu kadar sene boyunca temas edememiş olmasıydı.

 

İkizinin eline değmemeye özen göstererek poşetleri aldığında burukça tebessüm etti. “Teşekkür ederim beyefendi.”

 

Arman; Afilin yani annesinin kuklası gibiydi. Belki o da bu durumdan hoşnut değildi ama sesini çıkaramıyordu.

 

Afil Tan dünya için zarardı.

 

 

İzlediğim görüntüler Arman ile ilk dışarı çıktığımız ana aitti.

 

Dudaklarım büzüldüğünde gözlerim dolmaya başladı. Arman’ı on bir senenin ardından ilk defa görüyordum.

 

Işıklar açıldığında önüme doğru bir şey fırlatıldı. On altıncı yaş gününde giydiğim, az önceki videoda Arman’ın bana aldığı çiçekli elbisem o günden kalan kanlı haliyle tam önümde duruyordu. Elbiseyi yerden alarak sıkıca kavradığımda kana bulaşan yerlerini okşadım. Arman’ın kanı elbiseyle bütünleşmiş bir haldeydi. Boğazım düğümlenirken önüme bir şey daha fırlatıldı. Sararmış ve etrafına bulaşan sıvılar ile hafif şişip buruşan zarfa anlamsızca baktım. “Al, sana olan nefretini söyleyememiş, yazmış muhtemelen. Okursun belki!”

 

Anılar gözlerimin önünden bir bir geçerken doğum günümüzde Mihar’ın bana verdiği mektubun seneler sonunda ellerimde olduğunu anladım. Zarfın kirlenmiş yüzeyine bakarken kalbimin durduğunu hissettim. Belki de bu satırlarda yazanlar benim hayatımı değiştirecek nitelikte şeylerdi… zarf ellerimin arasında titremeye devam ederken yalnızca bakmakla yetindim. Bazen acı dolu bir bakış her şeyi anlatmaya yetiyordu.

 

Gözlerimden iki damla yaş yanaklarıma süzüldüğünde kinle karşımdaki kadına baktım. “İğrenç bir insansın!” sesimden iğreti akıyordu.

 

Kıvırcık saçlarının bir tutamını eline dolarak kulağının arkasına bıraktığında gözlerini kısarak bana baktı. “Duygularımızın karşılıklı olduğunu bilmek çok güzel Mihri!”

 

Onun gibi gözlerimi kıstım. “Kendi çocuklarını ellerinle öldürmene rağmen nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun Afil?” Ona ismiyle seslenmem benliğini resmen bozguna uğratmıştı. Dudakları hafifçe aralandığında hemen kendini toplayarak çenesini kastı. “Benim yalnızca bir tane oğlum vardı o da senin yüzünden öldü!”

 

Yüzüm buruklaştı. Dudaklarımı büzerek tek kaşımı havalandırdım. “Demek yalnızca bir oğlun vardı… Ben sana ne yaptım? Bir çocuk annesine ne yapsa annesi ondan nefret eder? Bana yalnızca geçerli tek bir sebep söyle! Senin benden soğumanı sağlayacak tek bir geçerli neden söyle!”

 

Arkasında kalan dolaba yaslanarak derin bir nefes aldı. Karşısında geçmişte kalan çaresiz ve suskun çocuk Mihri’yi görmeyi beklerken dik başlı bir kadın görmek kendisini baya afallatmış olmalıydı.

 

Omuzlarımı dikleştirdiğimde gözümdeki yaşları silerek ellerimin altındaki elbiseye sıkı sıkıya kavradım.

 

“Seni hiçbir zaman sevmedim Mihri. Benim için öylesine bir parçaydın, sen başından beri asla olmaması gereken bir parça... Mihar gibi temiz bir bebeğim varken senin gibi iğrenç bir kişiliğin varlığını benimseyemezdim. Ah her neyse! Gösterimizin zamanı ertelendikçe erteleniyor, başlayalım!” ellerini birbirine vurarak sırtını bana döndüğünde en sağdaki buzdolabına yöneldi.

 

Bıkkınlıkla ne yaptığını anlamaya çalışırken cırcır sesi kulaklarıma doldu. “Hatırlarsın belki, baban vardı.” Duyduklarımla kaşlarım çatıldığında ne saçmaladığı hakkında bir fikrim yoktu.

 

Boynundaki damarlar kendini kastığı için gözlerim tırmalarken net bağırış sesi kulaklarımı doldurdu. “Senin yüzünden aramız bozuldu, Mihar’ımı kaybettim, bütün aile ve arkadaşlarım tarafından ret yedim! Her şey senin yüzündendi Mihri! Senin yüzünden!” Duyduğum cümle bana oldukça tanıdık gelirken dudaklarım şokla aralandı. Aylarca tutsak kalmama neden olan, belirli zamanlarda odanın içerisine sızdırılan ve düzenli olarak -senin yüzünden- diyerek haykıran kadın tam karşımda duruyordu.

 

Ayak bileğime bağlı ipi hızla çözerek koşar adımlarımla soluğu yanında aldım. Ellerim şık ceketinin yakalarını kavradığında gözleri şokla açıldı. “Benim yüzümden öyle mi? Ulan sen benim hayatımı mahvettin be! Anneyi geç, vicdanı olan bir kadın hemcinsine aylarca işkence edilmesine nasıl göz yumabilir? Amacın neydi tam olarak? Psikolojimi alt ederek benliğimi avuçlar içerisine almak mıydı? Sana yazıklar olsun! Çocuk halimle sana karşı laf söylemeye bile çekinirken senin bana yaptığın iğrençlikleri geç, lafların altında ezilmiştim ben! İğrenç bir insansın, sana anne demek her zaman içimde bir ukde olarak kalacak sanırdım ama yanılmışım. Sen anne olmayı bırak kadın olmayı bile beceremeyen aciz bir insana dönüşmüşsün. Yıllarca içimde kalan o duygusuz çocuk iyi ki de duygusuz kalmış. Duyguların öfke, kin, acımasızlık ve kalpsizlik olduğunu senden öğrenmektense kendi halimde duygusuz bir çocuk olmayı o zamanda olduğu gibi şimdide tercih ederim. Anne olmak yalnızca çocuğu doğurup kenara atmak değildir Afil! Sen bir insansın, evet. Ama şunu kesinlikle unutma, senden asla bir anne olmaz! Sen kendi oğlunu kendi ellerinle öldürüp, yalanlarına inanmayı seçerek suçu kendi özbeöz kızına yıkmaya çalıştın. On altı yaşındaki bir çocuğa suçu yıkmaya çalıştın! En son aynaya ne zaman baktın söyle,” gözlerinin içine baktığımda göz bebeklerinin titrediğine şahit oldum. Kendi yarattığı canavardan korkuyordu. “O gün, o şatafatlı doğum günü partisini hazırlarken güzelliğine bakıp kendini avuttun değil mi?” başımı hızla salladığımda dudaklarımdan acı dolu bir kahkaha firar etti. “Bende öyle düşünmüştüm. Hadi şimdi yap şovunu! Bu hayatta attığın adım bile şovken hadi yıllar sonda tekrardan yap şovunu!” yakalarını sertçe bırakarak bedenini geriye savurduğumda ayaklarındaki yüksek topuklar sarsılmasına neden oldu. Kendini hızla toparladığında sakinleşmeye çalışarak, benden korkmadığını dikleştirmeye çalıştırdığı omuzlarıyla ispatlamaya çalıştı.

 

Derin bir nefes alarak gözlerini sinirle kıstığında eli yanında kalan buzdolabının kulpunu kavradı. Gözlerime son kez kinle baktığında kavisli kaşlarını kaldırarak dolabın kapağını hızla kendine doğru çekti. Bakışlarım anlık bir şekilde dolabın içerisine kaydığında kalbime bir kramp girdiğini hissettim. Bedenim saniyesinde uyuşmaya başladığında gözlerim gördüğü manzarayı reddetmek adına sıkıca kapanmıştı. Dudaklarım istemsiz bir biçimde aralandığında kalbime giren sızı çok büyük bir zelzeleye dönüşmüştü.

 

“Yapmamış ol.” Yalnızca iki kelime. Dudaklarım sadece hareketlendi ama sesim ona ulaşmadı. Yapamadım. Olmadı. Ben bir kez daha o içimde kalan çaresiz çocuğa yenildim.

 

Ben Armin Mihri Tan; anne karnından ilk çıktığım andan, yeni yaşım, yirmi yedinci yaşıma ayak bastığım zamana dek sürekli haykırmak istedim ama hep unuttuğum bir gerçek daha vardı, haykırışlar en sessiz fırtınalardı. Hayatı tanımla deseler, benim için iki tabir olurdu. Yıkım ve haykırış. Ben yirmi yedi senelik hayatıma binlerce yıkım, yüz binlerce haykırış gizlemiştim. İçine atmak, çok tehlikeli bir kavramdı. Yaşanılan yıkımlara karşılık tepki vermeden binlerce olayı yüreğine sığdırmaya çalışmak, belirli bir noktadan sonra şiddetli patlamalara neden olurdu. Benim yüreğim artık dayanamıyordu. Yüreğimin odacıkları tıka basa dolu vaziyetteyken gelen yeni darbe ve yıkımlar diz kapaklarımı yarıdan kırıyordu.

 

Dolabın alt çekmecesine dolan koyu kırmızı sıvıyı biliyordum.

Kan.

 

Kan benim için doğum günü simgesi haline gelmişti. Benim doğum günü hediyelerim kanlı olurdu. Kan veya ceset. Ceset veya kan. Hava soğuk olurdu, etraf beyaz örtüye ev sahipliği yaparken beyazlık kısa bir süre içerisinde başka bir renge evrim geçirirdi. O renk ise daima bordo olurdu. Aksi iddia edilemezdi.

 

Dolabın içerisi komple kan revan içerisindeydi.

 

Dolabın içerisinde bir çengel vardı. Çengelin hizasından ise dolabın içerisine sallanan bir beden. Beden benim geçmişime aitti. Beden benim geçmişimde korkularımı az da olsa kırabildiğim bir adama aitti. Gözlerim doldu. Onun karşısında kendimi ezdirmek, ona yenik düşmek istemedim ama geçmişimin göz ardı edilmesine de dayanamadım. Ağladım. Gözlerim kan çanağına dönene dek, yüreğim yangın yeri olana dek. Haykıramadım ama ağladım. İçimdeki onun yüzüne tükürürcesine söyleyemedim, ama ağladım.

 

Karşımda buz gibi olan dolabın içinde uzun boyuyla zar zor sığdırılan adam, kesinlikle Tan Beydi. Baba dediğim adam. Çocukluğum çok az da olsa iyi diyebileceğim bir çeyreğinin baş kurucusu. Tan’ım, Beyefendi’m.

 

Gözlerim yanıyordu. Normal miydi? gözlerimi babamdan aldığımda zar zor Afil’in üzerine çevirdim.

 

Anne gözlerim yanıyor sence de normal mi? Anne yüreğim yangın yeri. Yanıyorum! Anne gözlerinin önünde bir çocuk eridi, bir çocuk ölümden döndü, bir çocuk paramparça oldu, bir çocuk canının yarısını toprağa uğurladı, bir çocuk öz annesi tarafından kemikleri kırılacak derecede şiddet gördü. Ne tesadüftü ki o çocuk bendim. Onun tabiriyle Mihri, benim tabirimle Armin. Armin benim için kaçış noktasıydı. Mihri ise hapsoluş. Ben onun esareti yüzünden canımdan olmuştum. Canım benim canım için kendini feda etmişti.

 

İç ses o gün haykırışlarına her zamanki gibi devam etti ama dudaklar açılmak bilmeyen kilit misali sıkı sıkıya kapalıydı. Aslında dudakların arasından çıkan her söz konuşma sayılmazdı. Bazen gözler de konuşurdu.

 

Her şeyin baş sorumlusu olan kadın durmak yerine hâlâ inatla oynamaya devam ediyordu.

 

Dur artık kadın! Senin yüzünden ruhunu ortaya koyanların sayısı git gide artarken sen o sayıyı ikiye, üçe, beşe katlamak için çırpınıyorsun. Dur artık!

 

Gözlerimdeki yaşlar bitmiş olmalıydı. Neden akıyorlardı durmadan? Senelerdir içimde hapis kalan o darbeler bugün bana doğum günü hediyesi olarak konfeti misali patlamıştı.

 

Görüş alanımın kanlandığını hissettim. Titreyen ellerim göz altlarıma kaydığında hızla ellerimin içine baktım. Kırmızı gözüküyorlardı. Neden? Yaşlarım bu denli hızlı mı bitmişti yani?

 

Afil önümden süzülerek diğer dolaba yöneldiğinde onunda kapağını sertçe açarak geri çekildi.

 

Bu bir kadındı.

 

Ben bu kadını hatırlıyordum. O şatafatlı doğum günleri ve partilerde annemin yanından bir an olsun ayrılmayan, her zaman kahkahalar saçan kadınlardan yalnızca bir tanesiydi. Başımı inanamazcasına iki yana salladım. Bu hafif bir sallantıydı. Asıl deprem içimdeydi çünkü. “Neden?” diye sordum. Bu sefer sesim çıkmıştı. Çok cılız bir sesti bu ama sonuç olarak sesim çıkmıştı.

 

Bana bakarak gülümsediğinde içimin sızladığını hissettim. “Çünkü onlar her şeyin suçlusunun ben olduğumu yüzüme haykırdılar. Senin yaptığın o saçma kıskançlık beni oğlumdan ayırdı! Bana kimse inanmadı Mihri! Senin gibi küçük, kalbi şeytanlaşmış çocuğun melek yüzlü olduğuna inandılar! Küçücük çocuk nasıl yapabilir Afil diyerek beni yargıladılar! Ama hiçbiri bilmiyordu senin ne kadar kıskanç bir kız çocuğu olduğunu. Senin saçma kıskançlıkların yüzünden bütün çevrem bana sırtını döndü! Her şey senin yüzünden!” son cümlesini heceleyerek yüzüme doğru haykırdığında daha fazla duramayacağımı hissettim.

 

“Benim yüzümden mi? Sen hâlâ anlamadın mı? Senin taş kalbin yüzünden ben asla bir çocuk gibi hissetmedim. Biliyor musun anne bende çocuktum. Sen Mihar’ın peşinde koşarken ben yalnızca kendimi sorguladım. Neden bana kötü davranıyor, ben ona ne yaptım diye! Sahiden anne, ben sana ne yaptım?” bu konuşan Armin değil, Mihriydi. Küçük kız yıllar sonunda annesini karşısına alarak hesap soruyordu, sevgisizliğin kaynağını bulmak için…

 

Görüş açım hâlâ kanlıydı. Kıstığım gözlerimle mimik oynamayan yüzünü izlediğimde başından beri yaptığı şeyi yaparak gülümsedi. “İğrenç bir çocuktun Mihri.”

 

Yanan boğazıma inat yutkunduğumda nefes alamıyor gibi hissediyordum. “Sadece nedenini söyle.” Kırık çıkan sesim ile yüzü buruştu. “Daha ne kadar daha söylemem lazım? Senin yüzünden oğlum öldü! Güvendiğim bütün dağlar bana sırtlarını döndü!”

 

Artık aksanlı Fransızcasını kenara bırakmış, seneler sonunda bozulan Türkçesiyle nefret kusmaya devam ediyordu.

 

Durmadı. Ölü kadının önünden jilet misali keskin adımlarla geçtiğinde diğer dolabın kapağını açtı. Görüntü aynıydı.

 

Bir kadın.

 

Soğuktan hafif morarmış, yalnızca iç çamaşırlarının gizlemeye çalıştığı bedeniyle karşımda sallanıyordu. Göğsünün tam ortasından vurulmuş, eti yarık şeklinde ikiye ayrılmıştı ve ne yazık ki kurşunu görebiliyordum.

 

Durmadı. Her zaman olduğu gibi asla durmak bilmedi. Bir dolap daha açtı. Bu ceset ise bir adama aitti. Bu adamı da tanıyordum. Zamanında babamın aracılığıyla bana çok az da olsa iyi davrananlar arasındaydı.

 

Adamın gözleri yoktu. Kanımın çekildiğini hissettim. Gözlerinin olması gereken yerden fışkıran kanlar bütün bedenine yayılmış vaziyetteydi.

 

Bir dolap daha açtı. Bakışlarım omzumun üzerinden sola doğru döndü. Bedenimin şiddetle titrediğini bir kez daha sonuna kadar hissettim. Bu kadın evde çalışan hizmetlilerden birisiydi. Bana her zaman annem gibi nefretle bakan kadının göğüs kafesi açılmıştı. Kalbinin yarısı uzaktan belli olurken, kadının gözleri şok anıyla açıldığı gibi duruyordu. Anlam veremedim. Diğer öldürülen kadın ve adamların geçerli sebepleri bana olan yaklaşım ve yorumlarıyken bu kadının neden canice katledildiğine anlam veremedim.

 

Yandaki dolap açıldı. Dolabın diğerlerine nazaran tek farklı bölmelerinin takılı olmasıydı. Dolabın üç bölmesine üç farklı uzuv yerleştirilmişti. En üstte başı ve omuzların bir kısmı kesilip yerleştirilmiş, ikinci bölmede omuzun aşağısından kasıklara kadar olan uzuv yerleştirilmiş, en alt yerde ise bacaklar vardı. Bu buzdolabı diğerlerine nazaran daha kanlı ve daha vahşet içericiydi. Adamın paramparça edilmiş bedenine bakarken bacaklarımın daha fazla direnemeyeceğini anladım. Bedenim sertçe zeminle buluştuğunda düşekaldığım yerden açılan dolapları izlemeye devam ettim. Dudaklarım anın verdiği iğrenç his ile aralanmış, elimden hiçbir şeyin gelemeyeceği anlamanın vermiş olduğu çöküntüyle gözlerim git gide kanlanmıştı. Bayık bir ifadeyle açtığı dolapları izlemeye devam ettim. Dolap açıldı. Gördüğüm yüz ile nefesim kesildiğinde şaşkınlıkla kan gölüne bakakaldım. “Ne!” sesim beklediğimden daha gür çıkmıştı ama konumuz bu değildi. Dolabın içerisinde sallanan beden Ateş’e aitti. Ellerim şiddetle titrerken dudaklarım kımıldadı. “Ona bunu neden yaptın?” çığlığım odanın içerisinde çırpınarak tiz bir ses çıkardığında Afil burnunu kıvırdı.

 

Boynunun etrafından sarılmış ipin izi ta uzaktan belli oluyordu. Boynu mosmor bir hale gelmiş, gözlerinin beyazı açığa çıkmıştı.

 

Sesini duydum. Onun o iğrenç sesini. “Ah benim saf, salak çocuğum. Mesleğe ilk girdiğin an hevesle atandığın timin, tanıştığın insanlar, güvenip ailen yerine koymaya çalıştığın adamlar… madem senin için bu kadar kutsal ve özel bir meslekti neden dikkatli olmadın? Her neyse o da senin saflığın. Yavuz ve Giray en sevdiğim kuklalarım… sen hayatımı kurdum diyerek sevinirken bütün haberleri bana uçuran güzel kuşlarım.” Dudaklarının arasından şen bir kahkaha koptuğunda Ateş’in salladığı dolaba tutundu. “Kobra, Ejder, senin tabirinle mavi gözlü sadist, Melih Çakır davası, tutsak olduğun zamanda binlerce işkence görmeni sağlayan adamlar, hevesle ismini koyduğun timinin içindeki kuşlar ve daha niceleri… ben her zaman ensende dolaştım Mihri, yalnızca sen kör olmayı seçtin. Çıktığın görevden tut, atandığın şehre kadar her şeyin bir planı vardı.” İleriden bakışlarını yerde duran elime kaydırdığında yüzük parmağımı işaret etti. Görev için çıkardığım tektaşımın yerine takılı sade alyans bana göz kırpıyordu. “Evlenirken ne düşündün? Gerçekten temiz bir hayat kurabileceğini falan mı?” iğrenç kahkahasını bir kez daha duydum. “Gerçi sen Barçaya güvenerek soy adını değiştirdiğinde olaylarının ardı arkasının kesileceğini düşündün değil mi? Ne kadar safmışsın sen Mihri! Adam seni ayakta uyuttu resmen. Gerçi o benim adamlarımdan değildi ama sana da pek faydası olmadı gibi… gerçekten evlendin mi sen?” olayları kenara bırakmış gibi ciddi ciddi sorduğu soruyla afalladım. Afallamanın vermiş olduğu boşlukla kafamı salladığımda kaşları havalandı. “O evliliğinde pek bir geçerliliği yoktu, en azından benim açımdan. Avukatına sözleşme hazırlatana kadar sisteme neden giriş yapılıyor, benim bilgilerimi kim neden öğrenmek istiyor diye bir düşünseydin keşke. Sen o adamın tek bir lafıyla, sana onlarca yalan söylediğini hissettiğin halde dediklerine inandın. Barça yalnızca yalanlarının ortaya çıkmasını istemediği için seni timdeki, senden sonra en rütbeli adama yöneltti. O adamın derdini daha anlamış değilim ama pek de anlamak gibi bir niyetim yok zaten. Ha bu arada, bilgilerin aktarıldığı sistemin kurucusu da çok sevgili annen oluyor tatlım. Sistemi hazırlayan şirket benim üzerime… Siz daha kiminle oynadığınızın farkına varamamışsınız. Her neyse çenem düştü gene! Uzun zaman sonra biricik kızımı görünce hasretine dayanamadım tabii ki. Ateş’in neden burada olduğunu merak ediyorsun sanırım.” Bakışlarım dolabın içerisinde bedeni sallanan adama kaydı. “Giray ve Yavuz her zaman benim emirlerime uydu ama Ateş… çok inatçı bir çocuktu. Seni seviyor galiba… -sana ihanet etmek onu zaten öldürmüş- bana öyle demişti son cümlesinde. Baya pişmanmış kendisi ama son pişmanlık bir işe yaramıyor değil mi hayatım? Her verdiğim emre karşı çıkan tek kişi oydu, listeye ekleme kararı aldım. Nasıl ama?” bana son bir kez bakarak arkasını döndü.

 

Açılan dolap ile eş zamanlı dudaklarım iki yana ayrıldı. Karşımda sallanan beden Melih Çakır’a ait olup her uzvu onlarca parçaya bölünmüş, yalnızca başı en üst rafta sapasağlam duruyordu. “Nasıl?” şaşkınlıkla fısıldadığımda gür bir kahkaha patlattı. “Semih senin psikolojini alt etmekte bir ustayken ikizi Melih tam bir ayak bağıydı. Aylarca sana işkence eden adam, senin deyiminde mavi gözlü ruh hastası Semih Çakır. Semih her zaman için arasını benimle iyi tutarken Melih ölen kardeşinin derdine düşmüş bana ayak bağı olmaya başlamıştı. Hem bak artık mahkeme derdiniz de olmayacak. Annen halletti tatlım! Uzun süredir dikkatimi çeken adamı şovumla birlikte ağırlamak istedim. Zaten bizim için pek de bir yararı yoktu, öyle değil mi bebeğim?”

 

Dolaplar açıldı. Bütün odayı üşenmeden turladığında her dolabın içerisine apayrı bir vahşet gördüm. Midem bulanıyordu. İçimdeki kusma dürtüsü her yutkunuşumda ikiye katlanıyordu. Bir elim dudaklarımın üzerine diğer elim midemin üzerine kapaklandı. Öğürme hissi dört bir yanımı sardığında alışık olduğun kan kokusu iğreti duymama vesile oldu. Öğürdüm. Nefesim kesilene kadar öğürdüm. Bomboş midemden nasıl bir sıvı çıkabilirse öyle bir sıvı beyaz zeminin üzerini kaplamıştı.

 

Afil durmuyordu. Açtıkça açıyordu. Dolapların içerisindeki insanlar yeni katledilmiş olmalılardı. Kanları tükenmemişti. Dolabın içerisinden dışarı taşan bordo renkler beyaz zemine yayılmaya başladı. Başımı sağa, sola ve arkaya çevirdiğimde kanların odaya doğru yayılmaya başladığını gördüm. Yattığım yerde sürünerek odanın tam ortasındaki sandalyeye ulaşmaya çalıştım. Sandalyenin önünde duran elbise ve zarfı sıkıca ellerimin arasına aldığımda midemdeki bulantı daha da şiddetlenmeye başladı.

 

“Neden, neden! Nasıl bu denli aşağılık bir insan olmayı becerdin ulan! Karakter yoksunu şerefsiz!” içimdeki tüm nefreti yüzüne kusuyordum ama aynı zamanda da yerlerde sürükleniyordum.

 

Bana baktı. Her zamanki gibi, acı ve iğretiyle. “Beni bu hale getiren her insan bir dolaba mahkûm edilerek canice katledildi. Haklıların yanında olmak ne zamandan beri karaktersizlik oluyor küçük hanım? Onlar bana hak ettiğim değeri gösterseydi çok da güzel yaşarlardı, emin ol ama hayatta istediğimiz her şey oluruna varmıyor… bunu da en çok senin bilmen gerekirdi aslında. Değil mi Mihri?” Yutkunmaya çalıştım olmadı. Ayağa kalkmak için çabaladığımda büyük adımlar atarak soluğu benim yanımda aldı. Dağılan saçlarımı sertçe kavradığında yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Her zaman nefret edilen bir kadın olacaksın Mihri bunu asla unutma! Sen nasıl beni annen olarak görüyorsan kaderimi de bizzat yaşayacaksın! Herkes senden nefret edecek, duydun mu beni!”

 

Elbise ve zarfı sıkıca kavradığımda ellerini saçlarımdan ayırmak için bir hamle yapmadım. Onun nefreti asla bitmezdi. Ne bir çocuğa ne bir yetişkine ne de bir yaşlıya… her yaştan insana nefret dolabilecek aciz bir kadındı o.

 

Saçlarımı sertçe bıraktığında başım geriye doğru savruldu. Gözleri yeşilin en koyu tonuna bürünürken ela harelerim korkuyla irileşti. Gözümün önünde farklı bir görüntü evrilmeye başladığında kulaklarıma herhangi bir ses gelmiyordu. Yüzüme yaklaşarak deli gibi bağırıyordu, bunu yalnızca şokla irileşen gözlerim sayesinde anlayabilmiştim.

 

Yüzüme sert bir yumruk darbesi aldığımda kemiklerimin sızladığını hissettim. “Her zaman senden nefret edecekler!” darbeler, bir yabancıdan geldiği zaman hissizlik uyandıran, çok yakinen tanıdığın bir yabancıdan geldiği zaman içini kasıp fırtınalar kopartan darbeler… Susmak bilmiyordu. İğrenç sesi kulaklarımda yankılanmaya devam ediyordu. “Sus artık sus!” sesimin çıktığı kadarıyla bağırmaya çalıştığımda eş zamanlı olarak, elbise ve zarfı iyice sıkarak bedenimi küçültmeye çalıştım. “İğrenç bir yaratıksın Mihri!” saçlarımı tekrardan kavrayarak sertçe kendine çektiğinde boynumun zeminden uzaklaştığını hissettim. “Sus!” avazım çıktığı kadar attığım tok çığlık ile gözlerim aralandı. “O tiksinç sesini kes, duymak istemiyorum!” Afil yüksek sesleri sevmezdi. Gerçi evet, o da benim yüzümdendi…

 

Görüntü değişti ama olayın asıl karakterleri aynı kaldı.

 

 

“Bir daha yapmayacağım anne özür dilerim!” Sesim yaşıma göre çok gür çıkıyordu ve annem buna katlanamıyor gibiydi. Gibisi fazlaydı gerçi, katlanamıyordu.

 

“Sana anne deme dedikçe inadına mı diyorsun Mihri, o iğrenç sesini kes artık! Kes!” büyük elleri saçlarımın köküne sarıldığında gözlerim korkuyla aralandı. Mumların aydınlattığı mahzende yüzü normalinden katbekat daha korkunç gözüküyordu. Geriye doğru kaymaya çalıştığımda diğer eli de kolumu kavradı, bedenim elleri altında titrerken bana sinirle baktı. “Ben sana kaç kere diyeceğim insanlar içerisinde beni küçük düşürme diye!”

 

Gözlerim dolduğunda ağlamaya başlamıştım. Annemin bana bağırmasını hiç sevmiyordum. “Anne karnım çok acıkmıştı.” Fısıltım acıydı ama o bunu umursamadı.

 

“Zıkkım ye! Arkadaşlarım seni görmek zorunda değil beni anlıyor musun? O cırcır sesini asla duymayacağım, hem ben seni odana kilitlemedim mi nasıl çıktın sen oradan?” yüzüme sert bir tokat attığında başım yana doğru savruldu.

 

Cevap vermeme fırsat kalmadan ikinci tokadını yanağımla buluşturduğunda dudaklarım titredi. Neden böyle yapıyordu ki? Bütün anneler çocuklarını döver miydi acaba? “Yardımcı abla sesimi duyunca açtı anne-“ saçlarımı tuttuğu gibi başımı geriye doğru çektiğinde büyüttüğü gözleriyle bana baktı. “Sana anne deme diyorum anlamıyor musun? Kaç kere daha rahatsız etme diyeceğim, yerinde durmayı öğren artık!”

 

Bedenimi sertçe geriye itelediğinde sırtım duvara çarptı. Çenem titremeye başladığında dolu gözlerimle yüzüne baktım korkakça. “Tamam demeyeceğim, ama anneler kızlarını sevmez mi? Ben sana hiçbir şey yapmadım ki, neden beni Mihar’ı sevdiğin gibi sevmiyorsun?” Duyduğu cümle ile elini çenemin altına sardığında nefesim kesilmeye başladı. Bedenim eli altında çırpınırken onun umurunda olmamıştı. “Seni sevmiyorum anla artık şunu! İğrenç bir çocuksun Mihri!”

 

Neden bana her seferinde iğrençsin diyordu ki? Bende onun gibi özeniyordum kendime aslında. Kopkoyu kızıl kıvırcık saçlarına özenle bakım yapmaya bayılırdı. Bende ona özenerek saçlarımı tarardım her gün… üzerine güzel bedenini saran elbiseler giyerdi. Bende çiçekli güzel elbiselerimi giyerdim. Yalnızca sekiz yaşımdaydım. Benden iğrenmesi için geçerli sebep kendime bakamıyor olmam olabilir miydi? Saçlarımı da çok severdim aslında. Onun tek bir kelime ile elleri altında ezilen saçlarımı…

 

Sormak istiyordum çünkü bana geçerli bir sebep sunmuyordu. Aklıma giren düşüncelerle dalgınlığımdan sert bir yumruk ile çıkmıştım. Bedenim yana devrildiğinde kollarımı başıma sararak bedenimi küçülttüm. Ayağındaki ucu sivri gelen topuklularıyla yanıma yaklaştığında bacağını geriye açıp hızla bana savurdu.

 

Karnımda hissettiğim acıyla sertçe inlediğimde bağırış sesini duydum. “Bağırma!” rutubet ve nemli mahzenin içerisinde sesi yankılandığında umursamadı. Ayakkabısının sivri ucu sertçe karnıma nüfus ederken ellerim dudaklarımın üzerine kapandı. Belki sesim boğuk çıkarsa kızmadı.

 

Gözlerimden yaşlar aktı. Tuzlu yaşlar asla durmak bilmedi. Zaten canım çok azdı annem neden bu şekilde canımı yakmaya uğraşıyordu ki?

 

Sivri topuklu karnımda aşınmalara neden olurken daha fazla dayanamadım. Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Yapma!” çığlıklarım mahzenin içerisinde yankılanarak tekrar bana dönüyordu. “Yalvarırım yapma, canım yanıyor!” sesim küçük bir kız çocuğundan çok daha uzaktı. Dudaklarımın arasından çıkan kelimeleri değil, daha kibar ve nazik sözleri sarf etmem gerekiyordu ama canım çok yanıyordu. O da bunu bildiği halde canımı yakmaktan çekinmiyordu.

 

“Kes o iğrenç sesini! Bunları saçma sapan davranışlarından önce düşünecektin, kendine çekidüzen vermeyi öğren artık seninle uğraşmak istemiyorum!” tekmelerini kestiğinde tekrardan büyük ellerini saçlarıma dolayarak başımı kendine doğru çekti. “Tek bir hatanı daha görürsem, seni kendi ellerimle öldürürüm. Duydun mu beni?” korkunç bakan gözleri ile geriye doğru çekilmeye uğraştığımda saçlarımı daha da sıkı kavrayarak cümlesini tekrar etti. Başımı korkuyla salladığımda korkmamdan hoşnut olmuş gibi gülümseyerek beni sertçe yere itti.

 

Mahzenin içerisinde kaybolduğunda kısa bir süre sonra bir sürüklenme sesi kulaklarıma ilişti. Ses oldukça rahatsız ediciydi.

 

Metal sandalye ve iplerle yanıma geldiğinde ipi koluna atarak bana yaklaştı. Ne yapmaya çalıştığını anlamak istercesine sandalyeye baktığımda kolumu sertçe kavrayarak bedenimi sandalyeye sürükledi. “Otur şuraya!” hırçınca bağırarak beni sandalyeye sabitlemeye çalıştığında hıçkırarak ağlamaya başladım. “Anne yapma!” çürüdüğünü hissettiğim karnımın üzerinden sardığı ipi bütün bedenimin üzerinde dolaştırdı. “Bir daha yapmayacağım bırak lütfen!” çırpınmaya çalıştığımda sıkıca sardığı ipler üzerimdeki ince elbise sayesinde derimi aşındırmaya başlamıştı.

 

“Çırpınıp durma artık, saçmalıklarına katlanamıyorum yeter!” gür bir sesle kulağımın dibinde bağırdığında yüzüm buruştu. İçli bir şekilde nefesler verdiğimde gözlerimin yandığını hissettim. “Ben senden yalnızca beni sevmeni istemiştim…”

 

O gün beni o rutubetli mahzene mahkûm etti. Aradan saatler sonra gelip çıkarsa dahi benim canım çok yanmıştı ve acılarıma yenilerini eklemek için kalbimi o kötü sözleriyle binlerce parçaya ayırmıştı. Benden nefret ettiğini, iğrenç bir kız çocuğu olduğumu, benden utandığını yüzüme haykırmıştı.

 

Bazen psikolojik şiddet fiziksel şiddetten daha ağır olabiliyordu.

 

 

“Yapma!” kollarımı başıma sarıp olduğum yerde haykırarak ağlamaya devam ettiğimde bana seneler önce ağzını doldura doldura söylediği o kırıcı sözleri tekrarladı. “Bağırma Allah’ın cezası bağırma! O tiksinç sesini duymak istemiyorum artık kes!” saçlarını koparmak istercesine kökünden çektirdiğinde yanağıma sert bir yumruk ilişti.

 

Ben ona karşı koyabilirdim ama kalbimden gelen o çocukluk acıları bütün güçlerimi sıfırlamış gibi hissettiriyordu. Sanki ben sekiz yaşındaki o küçük Mihriydim, o da formundan asla ödün vermeyen o cani anneydi.

 

“Yeter artık sus!” avazım çıktığı kadarıyla ellerinden kurtulmak adına haykırdığımda bana sinirle baktı. “Benden nefret etmen için hiçbir sebep yokken bana nefret kusamazsın! Daha ben sana olan nefretimi kusmamışken sesini kesmesi gereken kişi ben değilim, sensin!” bileklerini sinirle tuttuğumda afalladı. Karşısındaki kadını hâlâ çocuk Mihri gibi düşünüyordu. Her lafıyla kırıp döküp, acımasızca nefretini kusabileceği o çocuk Mihri gibi… “Asıl iğrenç olan biri varsa sensin, sen!” gözlerim artık körelmişti. Görüş alanım çok kısıtlı olmasına rağmen o iğrenç gözlerine baktım kinle. “Ellerindeki kanlara bak, taşlamış kalbini bir kez olsun hissetmeye çalış! Ne kadar iğrenç bir insan oldun lan sen!” yüzüne sert bir yumruk attığımda dengesini kaybederek geriye düştü. Bana şok olmuş gözlerle bakarken öfkeyle bağırdı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!” yerden destek alarak ayaklandığında üniformamın yakalarını tutarak bedenimi kendine çekti. Gözlerim öfkeyle seğirirken nuru kaçmış yüzüne baktım. “Vur, kemiklerimi kır, öfkeni kus! Sen zaten başka bir şey yapmayı bilmezsin ki aciz köpek! Ne bu özgüven? Nereden geliyor bu özgüven söyle! Parayla insanları kukla gibi oynatmaktan ne zaman vazgeçeceksin? Hayatta bir yaşama amacın kalmamış, sen hâlâ şerefsizlik yapmaya çalışıyorsun. Çevrende dönüp pervane olan sevdiklerini kendi ellerinle öldürünce ne oldu? Eline ne geçti cevap ver? Öldüre öldüre adam bırakmamışsın ulan! Amacın ne senin?!” yakamı tutan ellerini kırarcasına geriye bükerek bedenini arkasındaki dolaplara savurduğumda dudaklarının arasından acı bir inleme döküldü.

 

“Tut şunu!” kapının yanındaki adama bakarak sinirle bağırdığında bedenimdeki sızılardan ayakta durmakta zorlanır haldeydim. Adam koşarak bana yaklaştığında dirseğimi yüzünün tam ortasına, sertçe geçirdim. Arkama düşen adam kısa bir süre içerisinde ayaklanarak elini dudaklarımın üzerine bastırdığında burnuma o iğrenç kan kokusu doldu. Ayağımdaki postalı arkaya doğru savurduğumda bir yerlerine bir şeyler olmuş olacak ki acıyla inledi. Adamla uğraşmaya devam ederken yüzüme yediğim sert yumruk ile nefes almaya çalıştım.

 

Burnumun tam ortasına gelen yumruk gözlerimi karartmıştı. Gözlerim tam tur dönerken yutkunmaya çalıştım. Yumrukların ardı arkası kesilmedi. Adam kollarını sıkı sıkıya belime dolamışken ben artık ona direnmiyordum. Afil tam karşımda senelerin birikimi olan öfke ve nefretini yumruklarıyla kusuyordu. Yumrukları gözlerimde hissettim. Elmacık kemiklerimde, çenemde, alnımda, burnumda… hatta öyle bir yumruk atmıştı ki, boynumda bir bütün olan parmaklar nefesimin uzun bir süre kesilmesine neden olmuştu.

 

Gözlerim kapanmıştı. Patlayan dudağımdan sızan kanlar dudaklarımın hafifçe açılmasına neden olmuştu.

 

Bedenim adamın tutuşuna bile dayanamayarak yere serildi. Karnımda, kasıklarımda, bacaklarımda, hatta en son az da olsa hissedebileceğim burnumda birçok tekme dolaştı. Nefes almakta çok zorlanıyordum. Öksürdüm. Boğazım yırtılırcasına acıdı. Öğürdüm. Mideme inen tekmeler öğürmem ile acıyı zirveye taşımıştı.

 

Bayılmama son birkaç dakika kalmıştı. Umarım bayılırdım çünkü bayılmazsam acı beni ayrı bir boyuta taşıyacaktı. Kulaklarıma bir ses doldu. Bu ses bana tanıdık geliyordu. Atış sesleri? Kaşlarımı çatmaya çalıştım. Yüzüm acıyla kasıldı. Karanlık beni esir alıyordu. Burnuma dolan kan kokuları zihnimde çeşitli görüntülerin kapısını aralıyordu.

 

 

“Gel artık çok sıkıldım!” Mihar bağırıyordu.

 

Elbisemin eteklerini toplayarak yalın ayak karların üzerinde koşmaya başladığımda avazım çıktığı kadar bağırdım. “Mihar, neredesin!” ela gözlerim her tarafı ağaç kaplı karlı arazinin üzerinin dört bir yanında dolanırken Mihar’a ait bir beden göremedim.

 

“Sesime doğru gel, seni bekliyorum!” gene duydum. Bu ses Mihar’ın sesiydi işte.

 

Onu bulamamanın verdiği çaresizlikle olduğu yerde durduğumda elbisemin eteklerini bir an olsun bırakmadım. Her an karşıma çıkacak, ben ona koşacakmışım gibi hazır bekledim. “Bulamıyorum seni! Yardım et Mihar, bulamıyorum!”

 

Soğuk hava saçlarımı uçuşturarak gözlerim önünü kapattığında duydum. “Demek ki zamanı değilmiş ama hissediyorum çok yakın bir sürede artık hep beraber olacağız Elalım!” duyduğum cümleye anlam veremedim. Benimle oyun mu oynuyordu? Neredeydi ve neden ortaya çıkmıyordu ki?

 

Zaman demişti.

 

Her zaman dedikleri gibi…

 

 

“Sesimi duyuyor musun?” yanağıma hafifçe atılan tokatlar derimi gerdirmeye yeterken acıyla inledim. “Oh şükürler olsun yarabbi!” bir ses vardı ve ses tanıdık geliyordu ama hissettiğim üst düzey acıdan kulaklarım sesi zor algılıyordu.

 

Bulanan midem ile öğürmeye çalıştığımda konuşan kişi benimle konuşmaya çalışıyordu. “Tepki ver Armin, aç gözlerini.”

 

Bedenim bir anda havalandığında aklıma gelen eşyalar ile gözlerimi aralamaya çalıştım. Görüş açım kanlı ve oldukça bulanıkken gözüken tek şey gözlerdi. Kalender’e ait olduğunu bildiğim kopkoyu kahvelere baktım acıyla. “Dur.” Sesim o kadar kısık ve kırıktı ki ne dediğimi ben bile zor anlayabilmiştim. Kalender dediğim kelimeye karşılık bir anda durduğunda gözlerini hızla bana çevirdi. Yüzündeki maske bile ne kadar endişeli olduğunu gizleyemiyordu. “Söyle, ne olur konuş benimle!”

 

Kolum yana kayarak sallanmaya başladığımda ağzımda biriken sıvıyı yutmaya çalıştım ama başarılı olamadım. “Zarf ve elbiseyi al-“ cümlem öksürüklerim sayesinde kesilirken Kalender hızla etrafa bakındı. Gördüğü dehşet dolu manzara karşısında oldukça donuktu.

 

Kalender birkaç adım atarak yere doğru eğildiğinde başım yana düştü. Bilincim kapanıyordu. Artık dayanamıyorum, çok ama çok canım yanıyordu… “Sözüm olsun, sözüm olsun ki sana bu zarf ve elbiseyi kendi ellerimle geri vereceğim Armin. Kalender sözü.” Son duyduklarım bunlardı. Kim bilir belki de başka bir şey daha duyamayabilirdim…

 

Acıyordu. Hem de çok.

 

 

Kalender Çiler, Kurtuluş Timi Komutan Yardımcısı…

 

(Son ele başını almaya gittikleri görev anından.)

 

 

Sis bulutu etrafı sararken yattığım yerden ateş etmeye devam ettim. Mermiler havalarda uçuşurken, “Komutanım kapıdakiler kaçıyor!” Yıldırım’ın dediklerini mermi seslerinin arasından zor seçerken Armin’in, “Vur!” diyerek yükseldiğini duydum.

 

Namluyu hafifçe çevirerek yeni hedefleri nişan aldığımda Ejder’in korumasının kaçmaya başladığını gördüm. Daha dudaklarımı aralayamadan alana atlayan Âhi vurulma tehlikesi altındaydı. “Vurulacaksın.” Sinirden seğiren çenem ile mırıldandığımda Âhi’ye dönen bütün namluların başlarını vurmaya devam ettim.

 

Armin’in Âhi’ye sinirle kenardan koşması gerektiğini haykıran sesini duyduğumda etrafta azalmaya başlayan adamları indirmekten bir an olsun bıkmadım.

 

Kısa bir süre içerisinde bütün teröristler etkisiz hale geldiğinde Armin’in yorgun sesini duydum. Gerçekten hepimiz yorulmuştuk ama Armin hem fiziksel hem psikolojik açıdan çok yıpranmıştı. Onun bu dik durma çabası beni oldukça mutlu ediyordu. Böyle bir kadın tanıdığım için kendimi çok şanslı görüyor, onun adına attığı her adımla gurur duyuyordum. O, her ne kadar artık dayanamıyorum diyerek haykırsa da duruşundan asla ödün vermiyordu. Hem çok tehlikeli hem de çok hayranlık uyandıran bir kadındı. Ona olan hislerim başından beri asla değişmemişti. Böyle bir dosta sahip olduğum için mutluydum. Ortalık biraz daha onun açısından durulduğunda içindeki o mutlu kadının gün yüzüne çıkacağına inanıyordum.

 

Düşüncelerim Armin’in hep beraber Âhi’ye bakmak için aşağı inmemiz gerektiğini söylerken dağılmıştı.

 

Hızlıca toparlanarak aşağı indiğimde zor bela yürümeye çalışan kadına destek vererek leşlerin arasından sıyrılmaya başladık. Armin Âhi’ye bağırmaya başladığında karşıdan herhangi bir ses gelmemişti. Kalbim sıkışırken kaşlarımı çatarak kampın arkasına yöneldim.

 

Kulaklarıma bir mırıltı doldu. Bu mırıldanma acıyla karışık gurur içeriyordu. Şehadet, askerlerin en büyük mertebeye ulaşmadan önce sarf ettiği sözlere denirdi bizim dilimizde.

 

Armin benden koparak hızla Âhi’ye doğru koşmaya başladığında yüzüm acıyla kasıldı. Bu olmamalıydı işte, daha her şey için çok erkendi. Timi daha yeni benimseyen bir komutana bu acı yaşatılmamalıydı.

 

Donuk bir vaziyette yerde yatan askere bakakaldım. Tekin’e dönerek elindeki sıhhiye çantasını sertçe kendime çektiğimde çantayı açarak içinden bir sargı bezi çıkardım. Âhi Armin’e dönerek bir şeyler mırıldandığında Armin’in haykırışları git gide artmaya başladı. Armin’i hem kendine gelmesi hem de Âhi’yi sarsmaması adına sertçe kenara ittiğimde boynuna saplı bıçağı oynatmadan etrafını sardım. Âhi bana son bir bakış attığımda yarım kalan gözleri kapandı. Gözlerinin çok hafif belli olan beyaz kısmı ile ellerim buz kestiğinde bıçağın saplı olmadığı diğer tarafa, nabzına bakmak için parmağımı bastırdım. Elimin altında herhangi bir atış gerçekleşmezken kalbim düşündüğüm ihtimal karşısında kasıp kavruldu.

 

Başı yana doğru düşen adamla gözlerim dolarken acıyla Armin’e baktım. Bakışlarım çok şey anlatıyor olacak ki başını hızla iki yana sallamaya başladı. “Niye bakıyorsun öyle?” korkuyla sorduğu soruya karşılık burukça gülümsedim. Gülümseme dediğim olay yalnızca ağlamamak adına dudaklarımı sıkmamdan kaynaklanıyordu.

 

Armin inanmayarak yerde sürünerek Âhi’nin yanına geldiğinde yüzünü ellerinin arasına aldı. “Yok olmaz! Hayır devam etmese, bir şeyler yapsana! Bana öyle bakma Kalender yaşat onu ölemez!” gözlerini bana çevirerek sinirle bağırdığımda yumruk yaptığım elimi dudaklarımın üzerine götürdüm. Armin zaten son zamanlarda yaşadığı şeyler ve tahminim üzerine yaralı bir geçmişle şu an yaşadığımız duruma mantıkla yaklaşamazdı. Benim kendime gelmem lazımdı ama gerçekten hiç beklemediğim bir günde hiç beklemediğim bir yara almıştım. Tekin’e Armin’i işaret ettiğimde hızla soluğu yanında alarak Armin’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Geride kalan iki adama baktığımda ikisinin de şok olduğunu ve ağladığını gördüm.

 

Yağmaya başlayan kar ile git gide huzursuzlaşmaya başladığımda daha önce duyduğum o tanıdık ses kulaklarıma ilişti. “Kurtuluş timi ses ver!” Emek Üsteğmen yüksek bir sesle bağırdığında sesi arazide yankılandı.

 

Armin yıkılmış bir halde ortaya soru attı. “Ayın kaçı?”

 

Tekin cebinden çıkardığı saate bakarak derin bir iç çekti. “On beşi on altıya bağlayan gecedeyiz. Şehitlik saati 06.16 tarih 16.12.2020” sesinden akan üzüntü ile kalbimdeki ağrı daha da şiddetlendi.

 

Armin kendini toparlamaya çalışarak merkeze şehit verdiğimiz haberini uçurduğunda Komando timi çoktan bizi bulmuş yerde yatan şehidimize bakakalmıştı. Emek üzüntüsünü yıkılan kadına göstermemeye çalışarak Armin’le kısa bir konuşma yaptığında Armin öfkeyle Âhi’nin yanına devrilen teröriste bakarak öfkesini kustuğunda maskenin üzerinden yüzümü sıvazladım.

 

Âhi her zaman sır dolu bir depoydu. Bunu ilk gün seçmeler için toplandığımızda tesadüfen tanıştığımız an anlamıştım. Armin’e olan bakışları ve hisleri zaten apaçık ortadayken Armin yaşadığı karmaşa yüzünden etrafına kör olmuş, Âhi’yi çok geç fark etmişti. Bana soran olursa, benim için Âhi’nin hisleri Armin için çok yüksekti ama onu engelleyen bir unsur olmalı ki aralarında hiçbir yakınlaşma görememiştim. Kesinlikle Armin’in Âhi’ye karşı hiçbir hissinin olduğunu düşünmüyordum. İlla bir his olmalı deseler pek emin olamamaklar birlikte bu hisse minnet derdim. Sanki ikisini birbirlerine bağlayan bir olay var, o olay sayesinde Âhi Armin’e kör kütük yanmış, Armin Âhi’ye minnet duymuştu. Analiz yapma dürtüm her zaman için iyiydi ve ikisi arasındaki o değişik bağı bu şekilde yorumluyordum.

 

Armin hırsını teröristten almak için tekmelerini baygın bedenine atarken kolunu kavrayıp bedenini geri çekmeye çalıştım. “Armin yeter dur artık!” Tekin’de durması adına bir şeyler söylediğinde Armin’i geriye çektik ama oldukça yıkılmış görünüyordu. Âhi’yi Emeklere emanet ederek timi uğurladığımda şehidimiz bizden uzaklaşıyordu ama arkasında büyük bir enkaz bırakmıştı.

 

İnsanların gözünde şöyle bir algı vardı, şehit olmak için hazırlar. Hayır, bunu en iyi kendimden biliyordum. Her göreve çıktığımda arkamda bıraktığım kız kardeşim, annem, babam ve akrabalarım… attığım her mermide birinin yüzü önümde beliriyordu. Attığım her adımda birinin gülüşü kulaklarımı dolduruyordu. Ben onların varlığı sayesinden yaptığım her eylemi on kat daha dikkatli yapıyordum. Hiçbir askeri şehit olmaya hazırlamıyorlardı.

 

Gittiğin her şehirde, atandığın her timde, tanıştığım tüm askerlerle tanımasan dahi büyük bir bağ kuruyordun. Ben yirmi altı senelik hayatımda yüz binlerce insan tanımış ve onları kardeşim saymıştım. Zamanla bütün hepsinin kanı ellerimde kalmıştı. Hepsinin getirdiği son şehadeti kulaklarım bizzat duymuştu. Kurtuluş’a yeni alışmıştım. Armin gibi… Her bir üyeyi benimsemiş, kalbimde binlerce farklı alana yerleştirmiştim. Her kayıp can yakardı ama daha yeni alıştığım adama veda etmek canımı en çok yakan kayıplardan birisi olmuştu.

 

Şu anda bir diğer alana geçmiştik ve çember şeklinde oturuyorduk. Hepimizin aklında dönen düşüncenin ana kaynağı vermiş olduğumuz şehitti. Buna emindim.

 

Omuzuma düşen ağırlık ile bakışlarım yana döndüğünde Armin’in en az beş dakikadır yalvardığı sakinleştirici için derin bir nefes aldım. “Sakinleştirici yaparsam mayışacaksın, olmaz diyorum bir laf dinle!” yüzümü sıvazlayarak dediklerini duymazdan gelmeye çalıştığımda çayımı alarak ellerimi ısıtmaya çalıştım.

 

Hava sanki bizim inadımıza daha da bir soğumaya başlamış gibiydi.

 

Yıldırım ve Ertuğ o andan beri hiç konuşmamışlardı. Yıldırım’ın verdiği ilk kayıp Âhi miydi yoksa değil miydi bilmiyordum ama oldukça donuktu. Ertuğ’unun en son verdiği kayıp annesiydi ve Âhi ile birlikte gözünde o anların tekrar canlandığını hissedebiliyordum.

 

Ortadaki erzak çantasından bir tane konserve çıkardığımda açarak içerisinden bir çatal aldım. Omuzumda yatan kadının çay içtiği için aralık olan maskesinden fırsat bularak çatalı ağzına soktum. Yattığı yerden hızla kalkarak, “Ne yapıyorsun ya!” dolu ağzıyla bağırdığında kaşlarım çatıldı. “Ağzındakini yut önce, bir şeyler ye yoksa bayılacaksın şimdi!” konserveyi eline verdiğimde yemeye başlamıştı ama bana yandan yandan attığı bakışları da görmüyor değildim.

 

Kendime yeni bir konserve açtığımda karnımı az da olsa doyurmaya çalıştım. Haftalardır buradaydık ve gerçekten artık yorulduğumu hissediyordum. Yemeklerimizi yedikten sonra toparlanarak alanın belirli yerlerine kurulmuştuk. Dürbünümle oynayarak kampın içerisini izlemeye devam ederken Armin’in gördüğüm hareketliği dillendirdiğini duydum.

 

İçeriden çıkmaya niyetleri olmayan adamlar ile tam konuşacağım sırada Armin’den gelen patlama haberi ile dürbünü bırakarak tüfeğime elime aldım.

 

Armin beşten geriye sayarak bombayı patlattığında haftalardır gördüğüm görüntü bir kez daha tekrarlandı. Kampın patlayan yüzeyinden havaya uçuşan parçaları eş zamanlı olarak patlayan sis bombaları kapattı.

 

Armin Âhi’nin görevini üstlenerek daha bizden bir karşılık gelmeden alana indiğinde sinirle ofladım. “Vurulacaksın, nasıl iniyorsun öyle?!” öfkeyle bağırdığımda sesimi duyduğunu düşünmüyordum çünkü önüne gelene sıkarak kampa ulaşmaya çalışıyordu.

 

Vurulmaması için etrafındaki teröristleri hızla vurmaya devam ettiğimde Yıldırım’a seslendim. “Keskin çabuk indir vurulma riski çok yüksek.” Yıldırım dediklerime karşılık hızlıca onayladığında attığı her mermi gördüğüm kadarıyla en fazla iki leşi alıyordu. Nasıl yaptığı hakkında bir fikrim yoktu ama nişan alma konusunda gerçekten çok iyiydi.

Sis git gide etrafı sararken Armin’i görür gibi oldum. Arkasından yaklaşan adam ile, “Armin arkanda adam var dikkat et!” diyerek hızla bağırdığımda çok geçti. Başına aldığı darbe ile sarsılan kadın dudaklarının üzerine kapatılan mendil ile hareketlerini kesti. Nefes almayı bıraktı ama aldığı ikinci darbe bayılmasına yol açmıştı. “Allah kahretsin!” sinirle bağırdığımda bütün üyeler Armin’i götürdüklerini görmüştü ama etraftaki adamları etkisiz hale getirmeden dışarı çıkamazdık. “Toparlayın etrafı çabuk!” atışlarımın hepsi adamların bedenlerini delip geçerken içim öfke doluydu. Normal hayatta çok sakin bir insan olmama rağmen böyle durumlarda çileden çıkıyordum.

 

Etraf temizlendiğinde hızla çantamı toparladım. “Acele edin!” hepsi hızlıca toparlandığında kayalıkların arasından geçerek aşağıda toplanmaya çalıştık. Adamların üzerlerinde yürüyerek bir araya geldiğimizde hepsini inceledim. Bir sorun yok gibi görünüyordu. “Hemen merkezle iletişime geçiyoruz, Armin’i götürdüler.”

 

Telsizle uğraşırken kulaklarıma bir inleme sesi doldu. Başımı hızla kaldırdığımda Tekin’in sarsıldığını gördüm. Gözlerim büyüdüğünde bakışlarım hızla etrafı taradı. Kayaların ardından gelen sesle tam tüfeği kaldıracakken Yıldırım hırsla adamın başını patlatmıştı. “Ne yaptın lan!” sinirle bağırdığımda Yıldırım bana ilk kez öfkeyle baktı. “Yeter artık, onlar yüzünden ikinci şehidimi veremezdim!” tüfeğini boynuna astığında koşarak adamın yanına ilerledi. Derin bir nefes alarak hızlıca sıhhiye çantasını açtığımda Tekin’in yarasına baktım. “Bana bak.” Tekin gayet normal gözlerle yüzüme baktığımda sinirle güldüm. Omuzuna vurarak güldüğümde benim gibi güldü. “Ulan, ne boş adamsın be Tekin.” Kasıklarındaki yarasına saygı bezleriyle baskı uygulayarak kan akışını kestiğimde, bilinci gayet yerinde olduğu için çok fazla bir uygulama yapmaktan kaçındım. Zaten geri dönüyorduk dayanabileceğini biliyordum. Çantayı kurcalayarak ağrı kesiciyi bulduğumda damarından enjekte ettim. Sargı bezini bastırmayı bırakmayarak çantadan aldığım yeni sargı bezini hızla yarasının üzerine hafif hareketlerle bastırıp batikon ile etrafını temizledim. Kurşun içerdeydi ama şu an herhangi bir işlem yapamazdım. Sargı bezlerini yarasının üzerine sıkı sıkıya bantladığımda bakışlarım Ertuğ da kitlendi. Merkezle iletişime geçerek olup biteni anlattığında aynı zamanda görevde olup görevlerini biten Komando timinin helikopterini bize transfer edeceklerini öğrendim.

Kulaklarıma dolan yumruk sesleri ile kaşlarım çatılırken bakışlarım arkaya döndü. Yıldırım kafasını patlattığı adamı yumruklamaya hırsla devam ederken soluğu koşarak yanında aldım. “Lan adamı bırak öldürdün zaten! Kendine gel Yıldırım ne oluyor?” bana acıyla baktı. Olayların şokunu atlatamadığını biliyordum ama kendine gelmesi lazımdı. Yıldırım’ı sürüklercesine Tekin’in başına getirdiğimde çantadan çıkardığım sakinleştiriciyi kolunu sıvayarak üzerinde uyguladım. Tek başıma hepsine kafa tutamıyordum çünkü.

Ertuğ Tekin’i uyutmamak adına başında konuşmaya devam ediyordu.

Benim aklımda şu an elli tane olay vardı. Verdiğimiz şehit, Armin’in kaçırılması, üyelerin hepsinin kendinden geçmesi, Yıldırım’ın sağ götürmemiz gereken adamın beynini patlatması… üstüne üstlük bütün hepsi en üst rütbeli olarak bana kalmıştı ve ben daha patlayamamıştım. Bu şekilde devam ederse benim patlama anım hiç olmayacak bir anda gerçekleşecekti.

 

Helikopterin gelmesini beklerken kendimi hiç olmadığım kadar huzursuz hissediyordum.

 

Kar şiddetini artırırken helikopterin nasıl iniş yapacağı da aklımda bir başka soru işaretiydi. Ellerimi yüzüme kapatarak yere çömeldiğimde bütün benimin soğuktan uyuşmaya başlattığını anlayabiliyordum. Hissedemiyordum çünkü soğuktan bedenim buz kesmişti.

Aradan geçen bir saatlik zaman diliminde helikopter hâlâ gelememişti ve Tekin git gide kötüleşmeye başlamıştı. Ter akan alnını sildiğimde buz gibi olan avcumu boynuna yasladım. Donuyordu.

“Tekin, koçum iyi misin?” bana yarılanmaya başlayan gözleriyle baktığında halsizce kafa salladı. Kar yeri doldurmaya başlamıştı ve Tekin’in altında her ne kadar uyku tulumu da olsa yaralı olduğu için çok da bir şey fark etmiyordu.

Ertuğ merkeze ulaşmaya çalışıyordu ama havanın bozukluğu yüzünden merkezle bir türlü irtibata geçemiyorduk. Armin olsaydı hallederdi ama bizim yapacağımız hiçbir şey kalmamıştı. Tekin’in iri bedenini elimizde kalan uyku tulumlarıyla sıcak tutmaya çalışırken onu da kaybetmekten korkuyordum.

Uzaktan gelen araba sesiyle hızlıca tüfeğime sarılarak kendimi yere attığımda gördüğüm araç askeri bir araçtı. Ertuğ yattığı yerden koşarak araca koşmaya başladığında Yıldırımla birlikte hızlıca eşyaları toparlamaya başladık. Araçtan inen askerler hızlıca yanımıza geldiklerinde Tekin’i sarsmamaya özen göstererek araca taşıdılar.

Arkamda kalan savaş alanı misali cesetlere öfkeyle baktım. İçimdeki öfke dinmek bilmezken mühimmat çantasından aldığım el bombasının pinini çektiğimde var gücümle ileriye, yıkık dökük kampa doğru fırlattım. Tahmin, otuz, otuz beş metre ileri düşen bomba saniyeler içerisinde patladığında etrafta büyük bir gürültü meydana geldi. Koşarak araca yöneldiğimde Yıldırım’ın beynini dağıttığı adamı araca itmeye çalışırken buldum. Yıldırım’ı sırtından içeriye doğru iteklediğimde araca binerek hızlıca yola koyulduk.

“Komutanım durumu nedir?” aracı süren askerden gelen soru ile koltuğa boylu boyunca yatan Tekin’e baktım. “Soğuk yüzünden etkilendiğini düşünüyorum. Kanamasını durdurdum ama geç geldiğiniz için herhangi bir komplikasyon gerçekleşebilir.” Tekin’in gözleri kapanmaya başladığında çantadan çıkardığım ikinci ağrı kesiciyi enjektöre çektim. Tekin’in kolunu sıvadığımda askerin sesini tekrardan duydum. “Komando timini almak için helikopterimiz yola çıkmıştı, sizden haber gelince helikopteri yönlendirdik ama kar yağışı bir anda bastırınca helikopteri indirmek zorunda kaldık. Yoksa çok daha erken bir şekilde yanınızda olurduk Komutanım.”

Tekin’in yattığı koltuğun yanına çökerek yere oturduğumda başımı Tekin’in dizine yasladım. Hakkımızda hayırlısıydı. Daha çıktığımız ilk uzun süreli görevde şehit vermek yüreğimi söküp atmalarıyla eş değer bir acıya vesile olmuştu. Canım yanıyor dedikleri bu olsa gerekti. Bir yerlerde bir yangın vardı. Bu yangın zihinde canlanan her görüntüye karşılık gittikçe şiddetleniyordu ve yangına müdahale eden hiç kimse yoktu.

 

KURTULUŞ

Uzun süren yolculuğumuz sonunda tugaya gelmiştik ama ciddi bir sorunumuz vardı. Tekin tugaya varmamıza yarım saati aşkın bir süre önce acıdan bayılmıştı ve geri ayıltmayı becerememiştik.

Araçtan inerken sedyeyle bekleyen ekiplere Tekin’i emanet ederek aracın içine savuşturduğumuz çantaları topladık. Aşağı indiğimizde bizi her zamanki gibi buz gibi bir hava karşıladı. Miralay ve Boz yan yana durmuş, tam ikisinin arkasında bize hüzünle bakan Erdeme kısaca baktım. Altı kişilik timden üç kişi olarak karşılarına çıkmıştık. Aklıma gelen görüntülerle gözlerim hafifçe dolarken başım ve omuzlarımı dik tutarak üçlüye doğru yürümeye başladım.

“Kurtuluş Timi Komutan Yardımcısı Kalender Çiler emredin Komutanım!” Bakışlarım Bozda kitli kalırken burukça yutkundum.

“Timin nerede Teğmen!” gür bir sesle bana doğru bağırdığında gözlerim acıyla seğirdi.

Sesimin gür çıkması için en içten dualarımı ederken dudaklarım aralandı. “Kurtuluş timi verilen ömürlük görev sonunda, Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan’ı en üst mertebeye uğurlamış, Tim Komutanı Üsteğmen Armin Tan’ı teröristlerin hain saldırısı sonucu izini kaybetmiş, Başçavuş Tekin Akar’ın çok ciddi olmayan bir yarasıyla görevi sonlandırmıştır!” kurduğum her cümle altında ezilirken patlamamak adına kendimi zor tuttum.

Boz bana doğru sinirle bir adım attığında çatık kaşlarım eşliğinde kuracağı cümleyi bekledim. “Ulan timi dağıtmışsınız lan! Altı kişi yolladık üç kişimi döndünüz?” sinirle kurduğu cümle ile yüzüne bakmaya devam ettim. Haklıydı ama haftaların emeğini göz ardı etmeye hakkı yoktu. Dedikleri her adamı üstün bir başarıyla ellerine teslim etmiştik. “Kurtuluş Timi verilen görev sonucu kırmızı bülten ile aranan bütün teröristleri olması gereken yere uğurlamış, verilen görev karşısında tek bir acıyla yola devam etmiştir. Gelecek diğer görevler için, Kurtuluş Timi emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım!” selam vererek dik bir şekilde gözlerine baktığımda kastığı çenesini bıraktı.

Başını hafifçe sallayarak, “Siz biraz toparlanın, aslında görevin raporunu hızlıca okumak istiyorum ama tim Komutanınız Tan’ı gittiği yerden almanız lazım. Gereken detayları Albayım eşliğinde konuşursunuz.” Dediğinde arkasını dönerek bizden uzaklaştı.

Albay Boz’a kısa bir bakış atarak bana döndüğünde acı dolu bir nefes verdi. “Armin Üsteğmen yok. Kaçırıldığı haberini ilk sizden aldık ve şu an neler döndüğünü anlamaya çalışıyoruz. Hemen toparlan ve odama gel Kalender, konuşmamız gereken şeyler var.” Başımı sallayarak dediklerini onayladığımda Erdem’e dönerek araçtaki son teröristi almasını istedim. Hızlı adımlarla tugaya girdiğimizde ilk nefes aldığım yer teçhizat odası oldu. Göreve çıkmadan önce dağıttığımız odaya girdiğimde Âhi ile göreve çıkmadan önceki son konuşmamız gözümde canlandı. Bakışlarım bulanıklaştığında başımı yere doğru eğerek gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Böyle olmamalıydı.

 

Tüfeğimin son bakımı yaptığım sırada bakışlarım Âhi’ye kaydı. Her zaman ki gibi düşünceliydi. “Âhi, biraz konuşalım mı?” yanına oturarak sorduğum soru karşısında bakışlarını yerden kaldırdı. Gördüğüm görüntü ile kaşlarım havalanırken neler olduğunu anlamaya çalıştım. “Neden doldurdun gözlerini?”

Bana baktı. Onu hiç görmediğim kadar acılı gördüm. “Bazı şeyler için çok geç kaldım Komutanım.” Acıyla fısıldadığında odanın boşalmasından fırsat bilerek gözlerinden bir damla yaş akıttı.

Aklıma gelen olaylar ile derin bir nefes aldığımda, hayatı ömrümde ilk defa ne diyeceğimi bilemez bir halde karmaşaya düştüm. “Neden harekete geçmeyi denemedin peki?” merakla sorduğum soruya cevap bekledim.

Baş parmağını tüfeğinin namlusunda gezdirirken, “Harekete geçmemi engellediler… en can bulduğum yerden vurdular beni, mesleğim ile tehdit ettiler yapamadım.” Diyerek başını iki yana salladı hüzünle. Kapattığı gözlerinin arasından birçok yaş firar ettiğinde kaşlarım çatıldı.

“Sen bunu ona söyledin mi, mesleğin konusunda aldığın tehdidi ona aktardın mı?” Armin ile bir geçmişleri olduğunu, ama Armin’in bu geçmişin pek de farkında olmadığını düşünüyordum. Bugün sabah yaşadıkları o ani duygu patlamasına biraz kulak misafiri olmuştum ve duyduklarım ile eriştiğim sonuç bu şekilde düşünmeme neden oluyordu.

Dudaklarını birbirine bastırarak başını tekrardan iki yana salladı. Ardında kalan dolaba başını yasladığında kızaran gözlerini sıkıca kapattı. “Söylesem ne olacak ki? Ben ondan kendi yaşantısını sakladım. Hem de hayatını sır perdesine çeviren insanlara hâlâ içindeki o ufacık sevgi açlığıyla sarıldığı halde… yapmamam lazımdı, aslında düzgünce konuşabilseydik bence bana hak verdiği konular olacaktı ama konuşamadık. Konuşamadık değil, benim haricimdeki diğer yalanlarını üst üste öğrendiği için fırsatımız bile olmadı. O bana, benim onun hayatında bir yeri olduğunu saklamama değil, diğer yetiştirdiği adamların onu sırtından bıçaklamasına ağladı. Ben anlatsam dahi o zaten anlamayacaktı. Hak veriyorum, o kadar haklı ki… son nefesime kadar savaşacağım mesleğimin başkalarının hayatına etki edeceğini bilseydim gelen teklifi hiç düşünmeden reddederdim. Benim canım, pardon canım değil vicdanım… vicdanım bas bas bağırırken, onun canının ne kadar acıdığını tahmin etmek bile istemiyorum. Zaman her şeyin ilacı derler…” bana bakarak yüzünü buruşturduğunda omuzları şiddetle sarsılmaya başladı. “Ama bizim o kadar zamanımız yok Kalender.”

 

Aklıma gelen konuşma ile omuzlarım sarsılmaya başladığında dizlerim kırılarak bedenimi yere itti. Daha konuşmaları gereken konular vardı… En azından Âhi’nin vicdanını rahatlaması gereken bir konu vardı… illa olacaksa bile bu şekilde olmamalıydı. Sıkı sıkıya kapattığım gözlerimi açarak üzerimdeki kanlı üniformaya baktığımda tüylerimin ürperdiğini hissettim.

Armin’i kurtarmak adına hızlanmamız gerekiyordu. “Hadi beyler hızlanın!” ellerimi birbirine çarparak ayaklandığımda gözlerimdeki yaşları sildim.

Yıldırım ve Ertuğ adına dediğim cümleyi kendim için tekrarlasam daha doğru olurdu. Ben düşüncelere daldığım sırada onlar hazırlanmış, beni beklemişlerdi.

Yüzümdeki maskeyi sıyırarak kenara fırlattığımda üniformayı eteklerinden tutarak hızla üzerimden ayırdım. Dolaptan çıkardığım temiz hâkî yeşili kısa kollu tişörtü üzerime geçirdiğimde uzun süre sonra temiz kıyafet giymenin verdiği değişik his ile yüzüm buruştu. Altımdaki kamuflaj pantolonu da bacaklarımdan sıyırdığımda hızla temiz pantolonumu çıkararak giyindim. Tişörtün üzerine geçirdiğim üniforma ile dolabın içindeki aynadan kendime baktığımda derin bir nefes verdim.

Beni bekleyen ikiliye kısaca bakarak odadan çıktığımda albayın odasına doğru ilerlemeye başladım. Odada bıraktığım ikili kısa bir süre bekleyebilirdi çünkü muhtemelen Armin hakkında duymam gereken bir şeyler vardı.

Albayın odasına gelerek kapıyı çaldığımda tekmil vererek dediği üzre masaya oturdum. Çok beklemeden konuşmaya başladı. “Armin ne kadar anlattı bilmiyorum ama Armin’in ailesi pek tekin insanlar değil. Çok detay vermeyeceğim, belki anlatmak istemeyebilir. Annesi ile çok normal bir ayrılıkları olmadığı için senelerdir aralarında garip bir bağ vardı. Benim şüphelendiğim kişi annesi. Senelerin birikmişliğini böyle bir anda karşılamak istemiş olabilir… şu an nerede olduğunu-“ cümlesini odanın içerisine yayılan siren sesi bozduğunda, yüzü bozguna uğradı. Telaşla ayaklanırken odanın ilerisine doğru koşarak bilgisayar kurulu masanın önünde bir şeyler ile oyalanmaya başladı.

Anlatırken değişik bir şekilde sık sık yutkunması gözümden kaçmamıştı. Sanki anlattığı şeyleri bir kâğıttan ezberlemiş, bana anlatacakken unutmuş gibi cümlelerini toparlamaya çalışmıştı. Bu adamda bir gariplik vardı ama çok çözememiştim.

“Allah kahretmesin!” arkamdan gelen endişeli ses ile oturduğum sandalyeyi geriye çevirdiğimde ne yapmaya çalıştığına baktım. “Albayım bir sorun mu var?” hızlıca bana döndüğünde, “Fransa, Paris.” Diyerek mırıldandı. Kaşlarım çatılırken oturduğum yerden kalkarak yanına yöneldim.

Bir elim çenemde çıkmaya başlayan sakallarımı okşarken merakla sordum. “Ne demek istediniz Albayım?”

Karşımdaki albay titrek bir nefes aldığında ortada dönen oyunun nasıl bir zelzele olduğunu idrak etmeye çalıştım. “Annesinin yanında. Paris’e götürmüşler, hemen yola çıkıyorsunuz!” karşımdaki adam hızlıca yüzünü sıvazlarken kapıya doğru koşarak Erdem’e seslendi.

Erdem odaya geldiğinde hiç vakit kaybetmeden konuşmaya başladı. “Akıllı kızım, üzerine takip cihazı yerleştirmiş. Sinyal Paris’ten aktif bir şekilde uyarı veriyor. Annesinin yanında, kesinlikle annesinin yanında. Sadece Kurtuluş’u yollarsak üçünü de kaybederiz. O yüzden Yiğitler, Komando ve yeni kurulan iki time haber ver hepsi hazırlansın çünkü Paris’e gidiyorlar!” Kolumdaki saate baktığımda gelmemizin üzerinden bir saate yakın bir süre geçtiğini gördüm. Erdem’e dönerek, “Yiğitler ve Komando Timi bende, sen yeni kurulan timle ile irtibata geç hızlıca hazırlanalım.” Dediğimde Albay’dan müsaade alarak teçhizat odasına koştum.

İçeride beni bekleyen ikiliye olayı hızlıca anlattığımda yeni dağıttığımız çantaların yenilerini hazırlamaya başlamışlardı.

Yiğitler timinin dinlenme odasına geldiğimde kapıyı tıklatarak içeri girdim. Yüzbaşı merak ve yorgunlukla bana bakarken son görevin etkisinde olduklarını hatırladım. “Üsteğmen Armin Tan çıktığımız son görevde teröristler tarafından hain bir saldıra uğramıştır. An itibariyle eriştiğimiz konum bilgileri sayesinde yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Göreve bizimle eşlik edeceksiniz Komutanım, hazırlanırsanız iyi olur birazdan çıkacağız. Gereken konuşmayı giderken yaparız.” Yüzbaşı dedikleri dikkatle dinlediğinde cümlemin bitmesini bile beklemeden bütün timi ayaklandırmış, gerekli ihtiyaç çantalarını hazırlamaları için odalara yönlendirmişti.

Odadan çıktığımda telefonunu daha önceki görevden kaydettiğim Komando timi komutan yardımcısı devremi aramaya koyuldum. Olayı kısa bir süre içerisinde anlattığımda zaten an itibariyle bizim time gelmeye çalıştıklarını öğrendim. Vakit kaybetmeden kendime ufak bir sırt çantası hazırladığımda Ertuğ ve Yıldırım’ı alarak dışarı çıktım.

 

 

KURTULUŞ

Uçaktaydık.

Görev için özel ayarlanan uçak oldukça kalabalıktı. Yanımda oturan Yıldırım’ın gözleri kan çanağına dönmüştü. Ertuğ yaşanılanlar karşısında hâlâ şok içerisindeydi, son görevden beri ağzından tek bir kelime çıktığını duymamıştım. Gözlerin altı morarmaya başlamış, bedeni yorgun düşmüştü.

Tam karşımızda oturan Komando Timinin Komutanı Emek Dağ, son görevin yorgunluğunu üzerinden atamamışken Armin’in kaçırıldığını duyunca iyice küplere binmişti. Sinirden ve üzüntüden ne yapacağını bilemez bir vaziyette bize yaka uydurmaya çalışıyordu.

Şu an için en aklı başında olan kişi, bizden yaşça büyük yeni kurulan timin başına atanan Binbaşıydı. Kadın uçağa bindiğinden beri ağzından tek bir kelime çıkarmazken, dominant bakışlarını üzerimizde gezdiriyordu.

Yolumuz çok uzundu. Hakkâri ve Paris arasındaki yol tamı tamına iki gündü. Biz oraya gidene kadar Armin’in başına bir şeyler gelir miydi bilmiyordum. Ben son bir haftadır düşünme kabiliyetimi kaybetmiş durumdaydım.

“Herkes kendine gelsin yoksa uçaktan iner inmez zihni bulanık herkesi havalimanında bırakırım!” Binbaşı sert sesiyle aklımdaki düşünceleri dağıtırken derin bir nefes aldım.

Bizi gerçekten de çok kötü günler bekliyordu.

Şehit haberimizi vermek için baba ocağına gitmemiz gerekiyordu. Haberi verdikten sonra şehidimizin kanını taşıyan bayrağa sarılı tabutu sırtlamamız, cenaze törenini yerine getirmemiz gerekiyordu. Tabii bu süre zarfında Tekin’in iyileşmesi lazımdı. Kim bilir belki Armin bile şu anda kötü durumdaydı.

Düşündükçe çıldıracak raddeye geliyordum ve düşünceler adına herhangi bir çıkış kapısına ulaşamıyordum.

Gözlerim haftanın acısıyla kapanırken başımı arkaya yasladım. Zihnimde tek bir cümle döndü.

Aralık ayı, sevdiklerinizde aranıza giren en büyük acıydı. Bütün acı kayıplar ve acı haberler bu ayda gelirdi. Aralık ayı, acı ayıydı.

 

KURTULUŞ

Aradan saatler, hatta günler geçmişti. Biz olumsuz hava koşullarına rağmen zar zor bir şekilde Paris’e ulaşmayı becermiş ve an itibariyle sinyalin geldiği alana varmıştık.

Binbaşının planları bitmek bilmezken bakışlarım şatafatlı uzun şato misali yapıya erişti. Adını bir türlü dilime getiremediğim, ezberleri bozan yapı oldukça ürkütücü gözüküyordu.

“Binbaşım kusura bakmayın ama vakit kaybediyoruz, ciddi bir durum varsa ve biz geç kaldıysak?” Emek Üsteğmen içeri girmek adına can atarken Binbaşı sert bakışları ile Emeği susturdu.

Şatafatlı yapının tam karşısında nefes bulan Eyfel kulesinin ışıkları etrafa saçılıyordu.

Kısa bir plandan sonra içeriye girecek kişiler Kurtuluş timinden geriye kalanlar ve Emek Üsteğmen’di.

Emek kendini toparlamaya çalışarak önden ilerlemeye başladığında tüfeğimi göz hizamda tutuyor, olası bir duruma karşılık tetikte bekliyordum. Şatafatlı şatonun metrelik kapısına ulaştığımızda Emek kapıyı büyük bir rahatlıkla tekmeledi. Tekmelenen kapıdan büyük bir ses etrafa yayıldığında koşar adımlarla bizi karşılayan merdiveni çıktık. “Çocuklar dikkatli oluyoruz ve her odaya giriyoruz.” Önümüze çıkan dört kapı ile Emeğin emrine uyum sağladığımızda en sağda duran geniş kapının önüne gelerek sırtımı kapının köşesine yasladım. Kulağımı kapıya denk getirdiğimde içeriden gelecek herhangi bir ses bekledim ama etraf oldukça sessizdi.

Büyük kapıya sert bir tekme attığımda kapı bu anı bekliyormuş gibi iki yana açıldı. Kendimden önce içeri soktuğum tüfeğim ile etrafı tarayacakken burnuma metalik ağır bir koku ilişti. Gözlerim hızla etrafta dolaştığında bakışlarım büyüdü. Tüfeğim ellerimin arasından kayarken boynuma asılı ip sayesinde önümde sallanmaya başladı.

Ayaklarımın altına dolan kanlar ve odanın dört bir köşesinde duran dolapların içerisindeki cesetler tüyler ürpertici gözüküyordu. Kan görmeye alışık bir insan dahi olsam gördüğüm görüntü ile nefesim kesilmişti. Gözlerim ayaklarımın altına dolan kandan ileriye doğru kaydığında görüş açıma bir beden düştü. Ellerimin titrediğini, zihnimin bulandığını hissettim.

Dudaklarımın arasından acı dolu bir inleme firar ettiğinde yerde yatan kadına doğru koşarak hızla yere çömeldim. “Sesimi duyuyor musun?” titrekçe sorduğum soruya karşılık herhangi bir cevap gelmezken titreyen ellerimi yüzündeki saçları çekerek yanağına hafifçe vururken buldum. Güzel ve her bakışta insanlara hayranlık uyandıran yüzü tanınmaz haldeydi. “Armin.” Diyerek fısıldadım.

Gözlerim dolmuştu. Yaşlar görüş açımı bulanıklaştırırken beni duyması adına birkaç soru yönelttim ama herhangi bir tepki gelmiyordu karşı taraftan… Saçlarını boynundan ve yüzünden iyice geriye attığımda, patlayan yüzü ile kalbim kasıldı. Yüzünü sıkıca kavradığımda, bize veda ettiğini düşünmek bile istemiyordum.

Bedeni kan revan içerisindeydi. Bakışlarım üzerinde gezindiğinde üniformasının yırtıldığını, karın tarafının mosmor olduğunu gördüm. Dudaklarım sertçe kapanırken ihtimal bile vermek istemedim… Çürümüş eti ve patlamış yüzü ile hiç olmadığı kadar kötü görünüyordu.

“Hayır.” Dedim kendi kendime. “Olamaz.” Başımı hızla iki yana salladım. “Olmaz Armin tepki ver kurbanın olayım!”

Asla tepki vermiyordu. Dışıma yansıttığım korku ona yansımıyordu bile… bacaklarının ve başının altından kollarımı sıkı sıkıya sardığımda hızla ayaklandım. “Dur.” Kısık ve kırık bir ses kulaklarıma doluşurken adımlarım saniyesinde kesildi. Dudaklarımın arasından titrek bir nefes çıktığında şükrettim. Dudaklarının arasından tek bir kelime çıktığı için şükrettim…

“Söyle, ne olur konuş benimle!” tabiri caizse yırtınır gibi sarf ettiğim cümleyle gözleri çok hafifçe aralandı. Sıkı sıkıya sardığım kolu yana doğru düştüğünde bana acıyla baktı. “Zarf ve elbiseyi al-“ aralanan dudaklarından daha fazla dayanamayacakmışçasına öksürükler havaya savrulurken bakışlarım donukça zemini taradı. Kan gölüne dönen zemini…

Yerde gördüğüm çiçekli elbise ve hafif sararmış zarf ile adımlarım hızla oraya döndüğünde kanların yere düşen nesnelerin etrafında kaldığını gördüm. Kan bulaşmamasına özen göstererek aldığım eşyaları sıkı sıkıya kavradım. Aynı Armin gibi…

Kollarımda titreyen kadına bakarak baskın bir sesle konuştum. “Sözüm olsun, sözüm olsun ki sana bu zarf ve elbiseyi kendi ellerimle geri vereceğim Armin. Kalender sözü.” Bana zor araladığı elalarının ardından baktı. Baktı ama bu bakış çok uzun sürmemişti. Başı yana devrildiğinde dudaklarımın arasından kısık bir küfür savurdum. İçimdeki hırsla odayı arkamda bırakmak için var gücümle koştum.

Zihnimde şimşekler çaktı. Gözlerimin önüne verdiğim kayıplar düştü. Bir kayıp daha vermemek adına tüm gücümü kullanarak koştum. Görüş açım bulanıklaşmaya başlamıştı, neden? Büyük bir umutla çıktığım merdivenleri büyük bir yıkım eşliğinde indim. Kendimi dışarı attığımda yüzüme çok soğuk olmayan ılık bir rüzgâr ilişti. Korkuyla etrafıma bakındım. Hiç olmadığı kadar korkuyordum kollarımdaki kadını da kaybedeceğim düşüncesi altında ezilirken. Koşuyordum ama hiçbir şey göremiyordum. Neredelerdi? Yoksa gitmişler miydi? neden tanıdığım hiç kimseyi göremiyordum? Kafayı yiyecek gibi hissetmem normal miydi?

“Bana bak oğlum! Lan Kalender kendine gel!” bedenimi sarsan kişiyle gözlerim ve dudaklarım eş zamanlı bir şekilde aralandı. Ertuğ bedenimi sarsıyordu. Bakışlarım kollarıma düştüğünde Armin’i göremedim. “Nerede?! Armin nerede gören var mı?!” Onu kaybedemezdim. Bana güvenmesi ve ona destek olacağıma dair sözler verdiğim kadına bu şekilde veda edemezdim. Tutmam gereken sözler vardı. Ona bunu yapamazdım. Dudaklarım titredi. Acıyla inledim. “Armin nerede!”

Yanağımda sert bir darbe aldığımı hissettim. “Kendine gel hemen!” gözlerim şok etkisiyle açılırken bana sinirle bakan Ertuğ ile baş başa kaldım. “Sabahtan beri sana sesleniyoruz cevap vermiyorsun üstüne üstlük sinir krizi geçiriyorsun! Böyle mi kurtaracaksın Armin’i? Az daha bekle kurtarırsın!”

Yanımdan hızlı adımlarla ayrılırken bana dolu gözleriyle bakan Emeği gördüm. “Çok kötü gözüküyor.” Titreyen dudakları ile gözlerimi sıkıca yumdum.

Binbaşıyı gördüm. Hızlı adımlarla yanında bittiğimde kendimi toplamaya çalışarak sordum. “Komutanım nereye götürdüler Üsteğmenimi?”

Binbaşı bana döndü. İlk defa gözlerinde dominantlıktan başka iki duygu gördüm. Acı ve endişe.

“Ekibimden sağlıkçı arkadaşlar biraz toparlanması adına müdahale ediyorlar. Biraz olsun kendine gelirse uçuş için yol çıkacağız Teğmenim.” Anaç bir tavırla elini omzuma yasladığında gözlerindeki yaşanmışlıkları gördüm. “Kendine gelmen lazım. Söylemek istemiyorum ama zaten üç kişi kalmışsınız ve en rütbeli kişi sensin… sen kendinde olmazsan onun için savaşmanın ne anlamı kalır?” duyduklarım ile ürperdim. Gözlerimi doldurmamak için zor tutuyordum ama olmuyordu işte. “Komutanım ben patlayamadım… şehit verdik Armin kendine zor geldi onun yerine dik durdum. Armin’i kaçırdılar geriye kalan üç kişinin başında tek kaldım. Biri yaralandı tek sağlıkçı olarak müdahale etmek zorunda kaldım. Geri kalanlar verdiğimiz kayıp ve kaçırılma olayı ile şok içinde kalırken ben dik durmaya çalıştım. Komutanım ben çok bile dayandım…” omuzlarım düştüğünde bana burukça baktı. Omuzumu pat patlayarak gülümsediğinde, “Hadi git, senin de yardımın olur belki.” Arkamızda kalan aracı işaret ettiğinde sersem adımlar ile araca doğru ilerledim. İçeriye girdiğimde koltuğa yatırdıkları kadına serum verdiklerini ve pansuman yaptıklarını gördüm. Aracın zeminine oturarak dizlerimi kendime çektim. Bakışlarım yüzünde dolaştığında kendini gördüğünde vereceği tepkiyi düşündüm. Yüzüne aldığı darbeler kemiklerini kıracak kadar şiddetli olmalı ki yüzü dağılmıştı.

“Ya iç kanaması varsa?” mırıldanmam ile askerlerden birisinin bana döndüğünü gördüm.

“Karın bölgesine çok darbe almış, gerekli bulgulara baktık. Şu an için bir iç kanama durumu yok gibi gözüküyor ama kesin olarak iç kanama tehlikesinin olmadığını söyleyemem.” Adam bana belirsizlikle bakarken sinirle soludum.

Başımı dizlerimin arasına gömdüğümde gözlerimin yandığını hissettim. Bazen istediğimiz şeyler yolunda gitmiyordu. Ne kadar çabalarsak çabalayalım olması gereken olaylar olması gereken vakitte oluyordu ve biz bunu engelleyemiyorduk.

 

KURTULUŞ

Bedenim sızlıyordu. Aldığım sakinleştiricilere rağmen hâlâ sakinleşebilmiş değildim. Oturduğum yerden vuran soğuk bütün bedenimi uyuştururken sessiz hastane koridoru çıldırmama neden oluyordu.

Biz Paris’ten öyle böyle derken dönmüştük. Döner dönmez Armin’i hastaneye kaldırmışlardı kaldırmalarına ama durumu gelene kadar git gide kötüye gitmekle kalmamış bilinci tamamen kapanmıştı.

Kurtuluş timi kelimenin tam anlamıyla dağılmıştı.

Yıldırım’ı uyutuyorlardı. Armin’in durumu gördükçe sinir krizi geçiren adamı zor zapt edebilmiştik. Hastanede durmak bilmeyen adamı atmalarına rağmen soluğu burada alması ile hemşireler en dayanamamış Yıldırım’ı boş bir odaya alarak uyutmayı tercih etmişlerdi.

Ertuğ ortalığı sakinleştirmeye çalışıyordu. Ben görevimi ona devretmiş gibi bir şey olmuştum…

Âhi’nin annesi neredeyse ikinci aya girmemizin verdiği sessizlik ile git gide telaşlanmış, tugayın telefonlarını aşındırmıştı. Ertuğ her gelen telefonu usta bir yalanla geri çeviriyor kadını sakin tutmaya çalışıyordu ama bunlar da bir yere kadardı.

Tekin görevde aldığı yara ile daha kendine gelememişti ve doktorlar uyutulması taraftarı olduğu için aradan geçen zamanda Tekin’i uyandırmamışlardı.

Armin… Her zaman dik duran ama aslında içindeki o yıkımlardan nefes almaya bile vakti olmayan o kadın… Doktorlar Armin’i ilk gördüklerinde aynen şu cümleyi söylemişlerdi. “Ölür, çok fazla umutlanmayın nabzına ulaşmamız bile mucize…” O an duyduğum cümle ile elim ayağım boşalmıştı. Kendimi tutmuştum tutmasına ama bu krizleri önleyebildiğim anlamına gelmiyordu. Şu an kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum. Yalnız ve çaresiz.

“Ağabey.” Duyduğum ses ile irkildim. Gözlerim etrafı tararken gördüğüm kişiyle dudaklarımda buruk bir oynama oluştu. “Ağabeyim.” Yerimden zar zor kalktığımda kendimi kardeşimin kollarında buldum.

“Dik durman lazım, her zaman olduğu gibi…” Mine benim için en büyük yaşam kaynağımdı. Bir insan kardeşine ne denli âşık olabilirse ona o denli aşıktım. Daha doğrusu benim ona duyduğum o büyük sevgi aşktan bile öteydi. O benim her şeyimdi. “Yapamıyorum Mine, ben hayatı ömrümde bu kadar çaresiz kaldığımı hatırlamıyorum bir tanem olmuyor işte!” Kollarını bedenime sıkı sıkıya sardığını hissettim. Çenesini başımın üzerine bastırdığında susman için dudaklarından değişik bir ses çıkardı. “Şşt! O nasıl kelime öyle? Kendine geleceğini biliyorsun, o güçlü bir kadın.”

Bedenimi biraz geriye çektiğimde dolu gözlerimi güzel yüzünde gezdirdim. “Kurtuluş paramparça oldu Mine. Bir şehit, iki yaralı, geriye kalanlar desen kendinde değil. Ne yapacağımı, nasıl toparlanacağımı bilmiyorum.” Çene hizama gelen kadın bana şefkatle baktı. Elini yanağımda gezdirdiğinde, “Ona gerçekten âşık olmadığını biliyorum ama senin için değeri çok yüksek, neden?” diyerek mırıldandı.

Mineden bir şey saklamazdım. Aynı şekilde o da benden… Armin’e verdiğim söz doğrultusunda Mineye ilk defa yalan söylemiştim ve o hemen yalan söylediğimi anlamıştı. Fakat gerçeği sorgulamamıştı. Sorgulamasına da gerek yoktu, oldukça zeki bir kadındı çünkü.

Bedenimi yere bıraktığımda eski pozisyonumu geri aldım. Dizlerimi kendime çektiğimde kollarımı etrafına sardım. “Ona bir söz verdim. Hayatında ilk defa birine güvenmeyi tercih ederek kendi hayatı doğrultusunda büyük bir adım attı. Onun güvenini kıramam Mine. Belki de hayatının en can alıcı yerinde aldığı kararın baş sorumlularından birisiyim ben. Göz göre göre verdiğim sözleri çiğneyemem. Ona yardım edeceğim konusunda söz verdim, tutmazsam olmaz.”

Derin bir nefes sesi ilişti kulaklarıma. Solumda hissettiğim hışırtı ile yanıma oturduğunu anladım. “Eğer ki Armin’e bir şey olursa bunun sorumlusu sen değilsin bunu unutma. Evet ona belki de hayatının seyrini değiştirebilecek derecede bir söz verdin biliyorum ama bazen bazı sözleri ne kadar çabalasan da yerine getiremezsin. O yüzden, en azından verdiğin söz için kendini toparlamaya çalış. Koridorlarda kendini süründürerek toparlanmayacaksın ya da senin burada saatlerde boş boş oturman gözlerinin açılmasına, hayata karşı derin bir nefes almasına sebep olmayacak. O yüzden bir an önce kendine gel. Hayatın acı gerçekleri olduğunu benden daha çok senin, mesleki açıdan anlaman lazım. Evet, bunlara alışmak çok iğrenç bir his ama yapacak bir şey yok. Bizim de elimizden bu kadar geliyor. Armin kendinde olsa ve sizi bu şekilde görseydi emin ol hepinizi evire çevire döverdi. Yani demem o ki, bir an önce kendine gel yoksa senin için pek de iyi olmayacak.” Yanımdan seri bir hareketle kalkarak dışarı doğru yürümeye başladığında neden gittiğine anlam veremedim.

Cidden o kadar mı kötü gözüküyordum?

Çalan telefonum ile irkildiğimde gördüğüm isim ile hızla telefonu açtım. “Neredesin sen!” albayın sert sesi ile oturduğum yerden ayaklandığımda, “Hastanedeyim Komutanım.” Diyerek sert bir nefes aldım.

“Yıldırım nerede peki?” sesi sinirli geliyordu. Galiba dört, beş gündür tugaya ara sıra uğramamız onu sinirlendirmeye başlamıştı. “Kriz geçirdi Komutanım boş odalardan birisinde yatıyor.”

Karşıdan derin bir nefes sesi duydum. “Mehlika Hanım Âhi ile konuşmak için ısrarcı, daha fazla oyalayamayız kendisini, derhal toparlanın şehit haberini vermeye Hatay’a gidiyorsunuz.” Duyduğum cümle günlerdir beklediğim bir şey olduğu için şaşırmadım. “Komutanım Armin ve Tekin ne olacak?” çekinerek sorduğum soruya, “Onlar zaten kaldıramaz, hele ki Armin bu haberi vermeye giderken fenalaşır o yüzden ikisi de kendine gelene kadar gidip hallederiz bir sorun çıkmaz umarım.” Diyerek cevap verdi.

Elimi saçlarımın arasına daldırarak sıkıntılı bir nefes verdiğimde, “Tamam Komutanım Yıldırım kendine gelir gelmez tugaya geçiyoruz.” Diyerek aramayı sonlandırdım.

Yüzümü sıvazlayarak Armin’i yatırdıkları odanın önüne geldiğimde kapalı perde ile baş başa kaldım. Paris’ten döneli dört gün olmuştu ve Armin dört gündür kalp atışları dışında herhangi bir yaşam belirtisi göstermiyordu. Ellerimi ve alnımı cama yasladığımda sağ elim yumruk haline geldi. “Uyan.”

“Kalender Teğmenim!” kulaklarıma bir kadın sesi geldiğinde hareket etmeden devam etmesini bekledim. “Tekim Başçavuş uyandı ama biraz fevri, yardımcı olur musunuz?” duyduklarım ile hızla camdan ayrılırken hemşireye doğru koşmaya başladım. Kadın bana ayak uydurarak Tekin’in odasına koşmaya başladığında hareketlerimiz seriydi.

Odaya yaklaştığımızda kulaklarıma varan bağırış sesleri ile kalbim tekledi. Hızla odaya girdiğimde, “Neredeler ulan birisi cevap versin!” diyerek bağıran ayaklanmak adına tetikte bekleyen adamı gördüm.

“Koç!” sertçe bağırdığımda gözleri hızla bana döndü. Bakışları büyüdüğünde derin bir nefes aldı. Doktorlar Tekin’in bedenini serbest bıraktığında, “Neredeler?” diyerek mırıldandığını duydum.

“Bize biraz müsaade eder misiniz?” diyerek doktordan ricada bulunduğumda kısa bir sürelik Tekin ile baş başa kalmıştık. “Armin’i kurtardık ama durumu kötüydü şu an uyuyor. Yıldırımda biraz halsiz düştü o yüzden onu da uyutuyorlar. Ertuğ ile ikimiz kaldık işte.” Kısaca olayı özetlediğimde bakışları acıyla doldu.

Gözlerim kasıklarına, yarasına doğru kaydığında hafif kanlı bir bandaj ile karşılaştım. “Pansumanını yenilet, kendini iyi hissedersen tugaya gel Âhi’nin şehit haberini baba ocağına vermeye gidiyoruz.”

Ayaklandığımda belirli bir noktaya donakalmış bir vaziyette bakarken başını belirsiz bir şekilde aşağı yukarı salladığını gördüm.

Odadan çıktığımda hemşireler ile aramda Tekin’e pansuman yapmaları adına kısa bir konuşma gerçekleşti. İşte asıl zorlu hikâye burada başlıyordu. Bir askerin, hele ki komutanına bir şey olduğu için bütün yetkinin üzerine geçtiği askerin, şehit haberini baba ocağına yetiştirmesi kadar acı bir durum yoktu.

 

KURTULUŞ

Günlerin geçmemesi adına yalvarıyorum ama o gün, bugündü. Zaman her zaman olduğu gibi en olmadık yerde su gibi akıp geçmişti.

 

Şehit haberini vermek için giydiğim üniformam sanki üzerimden çıkmak için yalvarıyormuş gibiydi. O yüzden pek içime sinmeyen üniformayı yanıma almayı tercih etmiştim. Yolculuk esnasında yeterince boğulacakken üniformanın içerisinde fenalık geçirmek istemiyordum.

Sağlık ekipleri bize Hatayda gittiğimizde katılacaklardı. Boz ve Miralay Hataya gidip şehit haberini ailelere verdiğimizde resmi olarak Kurtuluş Timinin şehit verdiğini askeri birliklere ileteceklerdi.

Ne olur ne olmaz diyerek yanıma ufak bir sırt çantası aldığımda bahçeye çıktım. Arabayla Hataya gitmeye kalkışsak en iyi ihtimalle on saate yakın sürerdi. O yüzden uçağımızı çoktan ayarlamıştık. Yüzüme vuran sert hava irkilmeme neden oluyordu. Montumun fermuarını çeneme kadar çektiğimde sertçe yutkundum.

“Komutanım!” Yıldırım’ın buruk sesini duyduğumda bakışlarım yerden ayrılarak ileriye düştü. “Geldim!” sesimin ulaşması adına bağırdığımda hepsinin elinde ufak bir sırt çantası olduğunu gördüm. Onlarda o üniformanın içinde boğulacak hissini tadacaklarını düşünmüş gibi sivil giyinmişlerdi. “Komutanım acele etmemiz lazım yoksa geç kalacağız.” Ertuğ’dan gelen yorum ile derin bir nefes aldım. Adımlarım geri geri gidiyordu, yapamıyordum işte.

Kendimi zorlayarak arabama doğru ilerlemeye başladığımda kulaklarıma gür bir ses ilişti. “Kurtuluş, Komutanınızı almadan nereye böyle?” duyduğum ses ile gözlerim büyürken hızla arkamı döndüm.

Gördüğüm manzara şok edici derecedeydi.

Dimdik karşımızda dikiliyordu, ilk zamanlardaki gibi…

 

 

Armin Tan

Ölecek gibi hissettim. Hayatımda birçok kez hissettiğim gibi, öleceğimi hissettim.

Gözlerim hızla açıldığında boğazımın kuruduğunu, her yerimin ağrıdığını hissettim. “Üsteğmenim?” baş ucumda duran hemşireye kısa bir bakış attığımda hızlıca yattığım yerden doğruldum. “Saat kaç, ayın kaçı?” hızlıca sorumu kendisine yönelttiğimde kadın böylesine ani bir uyanma beklemiyor olacak ki afallayarak telefonunu çıkardı.

“22 Aralık gece on bir buçuk.” Tam bir hafta mı olmuştu yani?

Kolumdaki seruma baktığımda bitmesine yakın olduğunu gördüm. Kadından telefonu alarak hızlıca Erdem’in numarasını yazdığımda kayıtlı olduğunu görmemle kaşlarım çatıldı. Neler oluyordu? Telefon kısa bir süre çaldığında açıldı. Karşı taraftan olması gerektiği gibi hiçbir ses gelmezken, “Üsteğmen Armin Tan, Kurtuluş timi şehidi defnedildi mi Erdem?” hemen sorumu sorduğumda karşı tarafın şok olduğu hissedebiliyordum.

“Hayır Komutanım yarın sabaha doğru Kurtuluş timi haberi vermek için yola çıkacaklar da siz ne zaman uyandınız?” Erdem’in hem yorgun hem meraklı sesine karşılık, “Az önce uyandım, neyle gidiyorlar?” diye sordum.

Karşıdan kısa çaplı bir oflama sesi geldiğinde kaşlarım çatıldı. “Hemen yanıma geliyorsun Erdem!” telefonu kapatarak son arananlardan numarayı silip engelledim. Sonuçta yabancı bir telefondan albay postasını aramıştım. Bir sorun yaşanmasını istemezdim.

“Armin Hanım çok fazla hareket etmemeniz lazım kaburgalarınızda ciddi bir boyutta zedelenme var. Korsenizin kaymaması adına çok ani hareketlerde bulunmamanız gerekiyor. Yüzünüzde ise elmacık kemikleriniz ve burnunuzda çatlaklar var, vücudunuz açık söylemek gerekirse kötü bir durumda. Kendinize iyi bakmanız lazım. Geri yatın lütfen.” Hemşire beni yatırmaya çalışırken aramızda geçen dakikalar süren sözel tartışmayı açılan kapı bozdu.

Erdem kapıyı kapatarak tam karşıma geçtiğinde bana baktı. “Bizi yalnız bırakır mısınız hanım efendi?” Erdem hemşireyi kibarca kovarken bakışlarım ikisi arasında mekik dokudu.

Hemşire çıktığında hızlıca Erdem’e döndüm. “Neyle gidecekler Erdem?” tek kaşım inatla kalkarken dikkatle yüzüne baktım. “Uçakla Komutanım.” Başımı salladığımda sırtımı yatağa yasladım. “Bana da yer ayarla o zaman.”

Erdem -şaka mı yapıyorsun- dercesine yüzüme baktığında, “Oyalanma da yerimi ayarla.” Diyerek direttim. Eğer ki timimden bir şehit verdiysem, haberini de bizzat kendim gidip söyleme konusunda kararlıydım.

“Komutanım üstlerden izin geleceğini sanmıyorum.” Erdem başını hafifçe iki yana salladığında gözlerimi kapattım. “Gel buraya.”

Erdem tedirginlikle bana doğru yaklaştığında tutması için elimi uzattım. Bir yüzüme bir elime bakan adam ile kendisinden hayır gelmeyeceğini düşünerek elimi omuzuna yaslayıp bedenimi yattığım yerden doğrulttum.

Karnıma giren kramplar ile yüzüm acıyla kasıldığında ellerini hızla bedenimin iki yanına sardı. “İyi değilsiniz işte siz dinlenin onlar halleder.” Gözlerim acıyla kararırken başımı iki yana salladım. “Olmaz, artık bazı şeyleri içime ata ata boğulduğumu hissediyorum Erdem, bırak gideyim yüzleşmem lazım."

 

KURTULUŞ

Erdem’in yardımlarıyla hastaneden çıkış yaparak tugaya geçtiğimde önce Boz’a hemen ardından da Miralay’a haber vermiştim. Gitmem konusunda pek sıcak düşünmeseler de acımı biraz olsun rahatlatmak adına izin vermişlerdi.

Şu anda odamda, asla açmak istemediğim bir dolapla bakışıyordum.

Derin bir nefes alarak küçük sırt çantamı çıkarttığımda ihtiyacım olabilecek eşyaları çantaya yerleştirdim. Son olarak dolabı açtığımda beni, hiç giyilmemiş hiçbir acıya ortak olmamış o yeni üniforma karşıladı. Üniformayı kırışmamasına özen göstererek çantaya yerleştirdiğimde madalyalarımı da yaka kısmına taktım.

Üzerimde siyah bir gömlek altımda ise bol paça siyah bir pantolon vardı. Bakışlarım aynaya döndüğünde yüzümün haşat edilmiş olduğunu bildiğimden çok da büyük bir tepki vermedim. Yüzümdeki morlukları ve patlakları kapatıcı ve fondöten yardımıyla yok ettiğimde yüzüm en azından ilkine nazaran daha derli toplu gözüküyordu. Saçlarımı sıkıca bağlayarak topuz haline getirdiğimde bedenimde taşıdığım darbelerin ağırlığını bir kere daha hissetim.

Siyah paltomu üzerime geçirerek kuşağını bağladığımda kol saatime kısaca göz attım. Artık çıkmam gerekiyordu. Çantamı alarak odadan ayrıldığımda her attığım adıma karşılık bedenimin sızladığını hissettim ama önemli olan fiziksel değil psikolojik acıydı. Kalbim cayır cayır yanıyordu. Sadece kalbim değil içim yangın yeriydi. Dik durmaya çalışsam dahi belli bir nokta sonra bedenim iflas eşiğine geliyordu. Bahçeye doğru adımımı attığımda çardakların hizasında dikilen adamlarımı gördüm. Hepsi yıkık görünüyordu, en az benim kadar…

Hemşireyle çıkış işlemleri sırasında biraz sohbet etme şansı bulmuştum ve o birkaç günlük zaman diliminde neler yaşadıklarını az çok öğrenebilmiştim. Bana şunları demişti, “Kalender Teğmen çok kötüydü. En dik durmaya çalışan ve bütün yükü omuzlarında taşıyan o olduğu için patlama noktası çok şiddetliydi.” Kalender’in her zaman için beni anladığını ve duygularımızın çoğunu aynı şekilde yaşadığımızı biliyordum.

Yıldırım için, “Kalender Teğmenden de şiddetli sinir krizleri geçirdi. Galiba yakınlarını kaybetmekle ilgili bir travması var. Müdahale edemediğimiz raddeye gelince uyutmak zorunda kaldık…” demişti. Yıldırım’ın yeri bende çok farklıydı. Belki de onu Mihar’ın bir gölgesi gibi görüyor olabilirdim… bundan bende pek emin olamıyorum gerçi.

Tekin’in benden sonra yaralandığını duyduğumda hayata karşı tutunma çabası beni duygulandırmıştı. “Yaşıyor.”

Tek kelime, binlerce şükür sebebi.

Ertuğrul ise donuktu. Âhi’den beri olduğu gibi… beni alıp geri döndüklerinde bile işlerle ilgilenmeye devam ettiğini, bütün timin yerine tek çalışmaya çabaladığını öğrendiğimde içim kıpır kıpır olmuştu. Ertuğrul değişikti. Ne zaman patlardı bilmiyordum ama bu gidişle o da çok beklemeyecek gibiydi.

Düşüncelerim ile az daha kaçıracağım adamların ardından gür bir sesle bağırdım. “Kurtuluş, Komutanınızı almadan nereye böyle?”

Hepsi sesimi duyar duymaz bana döndüğünde, gözlerindeki şaşkınlık ve hevesi tattım.

Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştuğunda başım omzuma doğru düştü. Onlara doğru sersem adımlarla yaklaştığımda bana koşan ilk kişi Kalender olmuştu. Yaralarımı acıtmak istemez gibi bana hafifçe sarıldığında kırık sesini işittim. “Çok korktum. Hayatım boyunca hiç bu denli korktuğumu, kemiklerimin korkudan titrediğini hissetmemiştim Armin. Şükürler olsun.” Başımı boynuna doğru yaslayarak gülümsediğimde, “Asıl ayılıp bayılması gereken benim ulan, kendine gel!” diyerek omzuna doğru hafifçe vurdum.

Amacım onun dikkatini dağıtmaktı. Aksi taktirde üzüntüsüne üzüntü katarak kendini daha da içine kapatacaktı.

Kollarımı gevşeterek gerilediğimde yüzüne bakındım. Gerçekten de Kalender’i gördüğüm günden bu yana ilk kez bu kadar kırık ve üzgündü. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. “Kendine gel, ben zaten zor duruyorum senin kendinde olman lazım.” Kısık çıkan sesimi büyük bir ilgiyle dinlediğinde hafifçe tebessüm ederek geriye çekildi.

Kaburgalarım birbirine giriyormuş gibi içim kasıp kavruluyordu. Korse kaburgalarımı desteklemesine rağmen acım dinmiyordu. Bedenime dikkatle sarılan kollar ile seri bir hamleyle karşılık verdim. Burnuma dolan keskin erkeksi kokunun sahibini çok iyi biliyordum. Tekin yarasına rağmen dimdik durmayı becermişti. Kollarımı sırtına sıkı sıkıya sardığımda, “Dik dur Tekin, ben duramıyorum siz durun.” Diyerek mırıldandım.

Kulağıma derin bir nefes sesi doldu. “Her şey üst üste geldi Armin, ne yapacağız bilmiyorum.” Geriye çekilerek yüzüne baktım. Tekin de Kalender gibiydi. Kırık ve üzgün…

Geride kalan iki adama baktığımda; birinin günler önce bıraktığım gibi donuk, diğerinin ise ağladı ağlayacak bir ifadeyle yere baktığını gördüm. “Yıldırım.” Sesim kısıktı. Yere düşen başını kaldırarak bana baktığında gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm. Sakinleştiricilerle ayakta durduğunu biliyordum. “Gel buraya.” Kollarımı iki yana açtığımda yüzüm buruştu. Onları bu halde görmeyi sevmemiştim. Zaten alışık değildim, hepsini bir anda yıkılmış vaziyette bulmak beni çok zorluyordu. Yıldırım bana yaklaşarak sıkıca sarıldığında başımı hızla omuzuna doğru bastırdım. “Çok özür dilerim. Sizi koruyamadığım, destek çıkamayıp iğrenç anlar yaşamanıza vesile olduğunuz için özür dilerim.” Kırık sesim git gide alçalıyor, ne dediğimi ben bile zor anlıyordum.

Başını iki yana salladığını hissettim. “Öyle söyleme, kendini suçlaman bir şey ifade etmiyor. Evet hepsi üst üste geldi ama halledeceğiz, tekrardan toparlanacağız.”

Yıldırım gitti Ertuğrul geldi. Sesini duymadım, zaten konuşmak ister gibi de gözükmüyordu. Sırtını sertçe sıvazlayarak kendimden ayırdığım bedene acı ve hüzünle baktım. “Hadi beyler, biraz daha oyalanırsak geç kalacağız.”

Sırtım bir anda hafiflerken bakışlarım omuzumdan çekilen çantaya kaydı. Kalender çantamı kendi omuzuna atarken koluna girerek yürümek adına destek aldım. Acı bir gerçek vardı. O acı gerçek ise, Kurtuluş Timinden şehidimizin olmasıydı.

 

KURTULUŞ

Sızlayan kemiklerim yüzünden vurulduğum bilmem kaçıncı iğne ile derin bir nefes aldım. Kalender iğneyi kapatarak çöpe fırlattığında bana saatler boyu yapmış olduğu o bakış işkencesini uygulamaya devam etti. “Şöyle bakmayı kes artık! Haberi veremeyecek kadar dağılmış gözüktüğünün farkında mısın bilmiyorum ama bana bu şekilde baktıkça daha çok ayar olmaya başladım. İyiyim diyorum anlıyor musun?” sinirle çattığım kaşlarım yüzümü gererken Kalender’e bakamaya devam ettim.

“Armin zorlamasan mı artık? Ayakta duramıyorsun bir kere… uçağa binmemizden bu yana vurduğum dördüncü iğne bu, kabul et artık iyi değilsin!” bana yalnızca iyi olmadığımı ona iletmemi istiyordu ama ben gayet iyiydim. Yalnızca bedenime aldığım darbeler ayağa kalkmamı engelliyordu bu kadar.

“Ah yeter be! Kaldır beni millet beni bekliyor.” Elimi eline sararak kendi kendime destek aldığımda ayaklandım. Kalender bana artık durmamı söyleyen bakışlar atarken ileride bizi bekleyen Tekin’in yanına gittim. Tekin çevik bir hareketle yanımda bittiğinde kolunu belime sararak dik durmamda yardımcı oldu. Uçuş esnasında hazırlanmıştık hazırlanmasına ama üzerimizdeki kıyafetlerin bu denli ağır geleceğini hiç tahmin edememiştik.

Sağlık ekipleri hazır bir şekilde kapıda beklerken tek yapmamız gereken şey, kapıyı çalıp haberi iletmekti. Arkamda bana destek olan Tekinden fırsat bilerek yüzümü sertçe sıvazladım. Makyajım gelene kadar biraz yüzümün halini ortaya çıkarmıştı ama pek de umurumda değildi açıkçası.

Sağlık ekiplerine döndüğümde bana bakarak başlarını salladılar. “Ertuğrul ve Kalender acele edin!” Yıldırım zaten kapının yanındaki duvara sırtını yaslamış yere bakıyordu. Geriye kalan iki adam da yanımda olursa kendimi bir nebze daha iyi hissedebilirdim.

İkisi de sesimi duyarak yanıma koştuklarında titreyen elimi yumruk yaptım. Artık yapmam gerekiyordu. Yumruğumu açarak zile bastığımda gözlerim sıkıca kapandı. Derin bir nefes alarak kapının açılmasını beklerken bakışlarım gergince etraftaki kişilerde dolaştı.

Kulaklarıma sakin adım sesleri dolarken kalbim korkuyla tekledi.

Kapı birkaç saniyenin ardından yavaşça açıldığında daha önce telefonda konuştuğum kıvırcık saçlı, genç kadının bakışlarını üzerimde buldum. Mehlika Hanım tedirginlikle etrafa bakındığında anladığı olayı yok etmek istermişçesine başını hızla iki yana salladı. “Ah hayır.” Dudaklarının arasından fısıltıyı taklit eden kısık bir cümle çıktığında yavaşça yutkundum. “Armin hayır kızım.” Bana bakarak başını acıyla iki yana salladığında dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. “Kıdemli Üstçavuş Âhi Alphan ulaşabileceği en üst mertebe olan şehitlik mertebesine ulaşarak bizlere veda etmiş, sizlere ise başınızın dik olmasını iletmemizi istemiştir.”

Mehlika Hanım anında kızaran gözleriyle bana baktığında ellerini başının etrafına sardı. Yavaşça yere doğru çöktüğünde acı bir inleme sesi kulaklarımı doldurdu. “Oğlum!” kulakları sağır edecek çığlık sesi ile yüzüm buruştuğunda dudaklarım titredi. Başımı hızla arkamda kalan Tekin’in göğsüne gömdüğümde başımın arkasında hissettiğim el ile gözyaşlarım eş zamanlı yanaklarıma süzüldü.

Kaburgalarımın sızısı ağlamanın verdiği hisle git gide ağrımaya başladığında arkamdan gelen çığlık sesleri ile omuzlarım sarsıldı. Tekinden uzaklaşarak yere düşen Mehlika Hanıma döndüğümde elimden geldiğince eğilerek yanında durmaya çalıştım. “Mehlika Hanım yapmayın böyle lütfen.” Kollarımı sıkıca yere düşen kadına sardım.

Bana haykırışlarının arasından titrek ve acı dolu sesiyle ulaştı. “Armin günlerdir ondan haber bekliyorum, her seferinde sizinle konuşacak diyerek beni geçiştirmelerini dinledim. Onun sesini en son seninleyken duydum ben! Ah benim oğlum, olamaz Armin. Nasıl gider böyle?” ağlamaktan git gide kısılan sesi ile gözlerimin yandığını hissettim.

Başımı iki yana salladığımda elimi çenesinin altına koyarak bana bakmasını sağladım. “Onu koruyamadığım için özür dilerim. Bu şekilde olmaması gerekiyordu ama siz bir asker annesisiniz, lütfen dik durun. Sizden rica ediyorum, bana o dolu gözlerinizle acı acı bakmayın.” Gözlerimden akan yaşlar dudaklarımı nemlendirirken tuzlu yaşları tattım.

Arkamdan bir bağırış sesi duyduğumda başım hızla geriye çevrildi. “Oğlum nerede? Yaralandığını için geldiğiniz değil mi? Biri bir şey söylesin oğlum nerede!” genç adam telaşla etrafındaki ekiplere sorularını yöneltirken kendimi yere, Mehlika Hanımın yanına bıraktım.

Mehlika Hanım başını omuzuma düşürdüğünde kolumu sırtına doğru sardım. Elimi yüzüme kapattığımda içimden çığlıklar atmak, ortalığı birbirine katmak geçti.

Birisi beni çekiştirirken gözlerimi hızlıca açıp etrafıma baktım. Sağlık ekipleri Mehlika Hanım ve daha önce görmediğim, Âhi’nin babası olduğu net bir şekilde belli olan adama sakinleştirici iğne yaptıklarını gördüm.

Kadın ve adam içeriye taşındığında beni tutan adam gene Tekin olmuştu. Gözlerine acıyla baktığımda yüzünü buruşturdu. “Çok kötü bir his bu.” döktüğüm her göz yaşı bana bin kat acı olarak dönerken kemiklerimin parçalara ayrıldığını hissettim.

Evin içinden yükselen çığlık sesleri ile ellerimi serçe başıma geçirdiğimde dudaklarımın arasından gür bir çığlık firar etti. Ellerim yaşanmışlıkların verdiği yoğun hislerle zangır zangır titrerken ikisini de yüzüme kapatarak çığlıklarımı gizlemeye çalıştım.

“Sakinleş, buraya onları iyice kendilerinden geçirmek için gelmedik.” Kalender bana bir şeyler söylüyordu ama içimdeki yangın bütün her yeri esir aldığı için algı kapasitem kapanmış durumdaydı.

Böyleydi işte. Hayat zorlu bir serüvendi. Zordan kasıt kişiden kişiye göre değişse de benim için en zor kısım buydu. Belirli bir süreden sonra canından bir parça olarak gördüğün insanları göz göre göre kaybedeceğini bildiğin halde durmadan devam etmekti.

Ve evet, bir kere daha anlamıştım.

 

Aralık ayı, ölüm ayıydı.

Aralık ayı, canların yarısını toprakla bütünleştirme ayıydı.

Aralık ayı, beyazlığın üzerini kaplayan bordonun ayıydı.

Kısacası en büyük acılar Aralıktaydı.

KURTULUŞ

Kulaklarıma bir sela sesi doluyordu. İnsanların konuşma seslerinden ziyade, ağlama ve haykırışlar kulaklarımdan bir an olsun silinmek bilmiyordu. Ortada bir tabut vardı. Tabutun üzerini kaplayan şehitlerimizin kanından oluşan o al yıldızlı bayrak, asil bir parça olarak göze çarpıyordu.

Burnumu sertçe çektiğimde hocanın sorduğu soru içimi titretti. “Haklarınızı helal ediyor musunuz?”

Üç kere, tamı tamına üç kere.

Hoca sordu, biz bıkmadan cevap verdik. Göğsümüzü kabarta kabarta, omuzlarımız dik bir vaziyette şehidimizi uğurlamaya hazırlandık.

Kalender, Tekin, Ertuğrul, Yıldırım, Barkın ve Emir. Tabutun başında üzerlerindeki özel üniformalarıyla dimdik dikilirlerken bedenim kasıldı.

Altı dev adam tabutun içerisindeki şehidimi taşımakta zorluk çekerken bütün güçlerini onu taşımaya adadılar. Başımı geriye atarak gözlerimi kapattığımda hem ağlama ve haykırış hem de tok adım sesleri kulaklarıma ilişti.

Dudaklarımın arasından bir inleme koptuğunda cenazeye katılanların bir grup halinde beklediği alandan ayrılarak tabutun yanına doğru koştum. En azından denemiştim… Sürüklenircesine soluk aldığım yerde bir tabut beni karşıladı. Tabutu kazdıkları yerin yanında bir mermer yüzeye bırakmışlardı. “Âhi.” Sesim acıydı, acı ve kasvetliydi.

Tabutun üzerindeki bayrağı elden ele döndürerek katladıklarında Yıldırım bayrağı göğsünün önündeki cebe koydu. Titreyen ellerimin arasında kalan mermiyi usulca havaya kaldırdığımda Kalender ile göz göze geldim. Bana bakarak akan burnunu sertçe çektiğinde, gözlerini kasvetli havaya çevirdi. Tabutun üzerine bıraktığım mermide takılı kaldı gözlerim. Bu merminin anlamı, elbet bir gün tabuta zor sığdırdığımız şehidin intikamını almaktı.

Burumu sertçe çekip olayları iki adım geriden izlemekle yetinirken tabutu yavaşça kaldırdılar. Genişçe kazılan toprağın arasına yavaşça bir tabut konuldu.

Gözlerim ağrıdan ve acıdan kayarken derin nefesler almaya devam ettim. “Hayır, hayır.” Başımı hızla iki yana salladığımda kalbim acıyla kasıldı. “Hayır!” dudaklarımın arasından gür bir çığlık firar ettiğinde tabutu bıraktıkları toprağa doğru eğilmeye çalıştım. “Hayır olmaz, hayır!” deli gibi titreyen ellerimi yüzüme kapatmaya çalıştım ama ellerim toprağa doğru kaydı. Yağmurlardan dolayı nemlenen toprak avcuma bulaşmıştı. “Gitme.” Başımı umutsuzca salladım. Tabutun üzerine atılan toprak ile bir kez daha çığlığım firar ettiğinde birisinin bedenimi geri çektiğini hissettim.

“Özür dilerim, ben çok özür dilerim Âhi!” mezara doğru bağırdım ama sesim ona ulaşmıyor muydu? Normalde konuşmam için gözlerime bakan adam dediklerime neden karşılık vermiyordu ki? “Bak bana özür diliyorum, bir şeyler söylesene!”

“Sakinleş.” Daha önce duymadığıma emin olduğum kadın sesi kulaklarımı esir aldığında gözyaşlarımın ardından yüzünü seçmeye çalıştım. “Kimsin sen?” yüzü tanıdık geliyordu ama bu kadın da kimdi böyle?

“Mine ben Armin, hatırla.” Gözlerim kapandığında dudaklarımdan boş bir nefes çıktı. “Mine.” Buruk çıkan sesim ile yüzümü göğsüne gömdüğümde o da bu anı bekliyormuş gibi hızla bedenimi sardı.

Gelen toprak atma sesleri ile bacaklarım titredi. “Gidemez Mine, daha çok erken gidemez!” dudaklarım üzerindeki montun kalınlığı yüzünden sesimi dışarı ulaştıramazken hızla geriye çekildim. “Daha çok erken gidemez!” toprak atan adamlar sırayla değişirken en yakınımda kalan Yıldırım’ın kolunu kavradım sıkıca. “Yıldırım gidemez çok erken!” bana dönen adamla göz göze geldiğimde onunda ağlamaktan gözlerinin şiştiğini gördüm. “Gitmemeli.” Sesim bir fısıltıya dönerek ikimiz arasında kalmıştı. Yıldırım dediğimi tekrarlamak ister gibi başını salladı. “Bence de gitmemeliydi.” Yüzüm hüzünle buruştu. Görüş açımı azaltan yaşları ilk defa sevmiştim sanırım. Mezarı bulanıklaştırarak atılan toprağı çok silik görmeme neden olmuştu.

“Ay ben demiştim gencecik oğlansın gel vazgeç şu sevdadan diye.”

“Ne yaparsın işte kaderi böyleymiş.”

“Yazık ettiler gül gibi çocuğa.”

Duyduğum sesler birbirine karışarak beynimde büyük bir uğultu ve çınlamaya yol açarken çenem sinirle kasıldı. Hırsla arkamı döndüğümde sesin kaynağını aradım. Konuşmaya devam eden kadınların yanına doğru yaklaştığında sinirle, “Ne diyorsunuz be siz!” diyerek bağırdım.

Kadınlar benden gelecek tepkiyi hiç beklemiyor olacaklar ki oldukları yerde sıçrayarak geriye doğru adımladılar. “Anlamadım kızım ne diyorsun?” boynundaki inci kolyesi, gözlerini kapatan siyah gözlüğü ve üzerindeki gereksiz abartılı siyah elbisesi ile bana bakıyordu.

Gözümün önünde farklı bir kadın canlanmaya başladığında kadın tekrardan sordu. “Niye öyle bakıyorsun, bir sorun mu var?”

“Hepsi senin yüzünden Mihri, hepsi senin yüzünden!”

“Seni hiçbir zaman sevmedim Mihri. Benim için öylesine bir parçaydın, sen başından beri asla olmaması gereken bir çocuktun.”

“Öylesine bir parçaydın!”

“Ne bakıyor be bu?”

“Ay delirdi herhalde!”

“Şu üstüne başına bakın kesin bunun yüzünden ölmüştür benim yeğenim.”

Üç kadının görüntüsü birbirine girmeye başladığında başımın döndüğünü hissettim. Kulaklarıma Afil’in “Senin yüzünden!” diye haykıran sesi dolduğunda ağrımın git gide arttığını, bacaklarımın artık bana daha fazla dayanamayacağını hissettim.

“Senin yüzünden kaybettim Mihar’ımı!”

“Her şey senin yüzündendi Mihri! Senin yüzünden!”

“Sus! Sus artık sus!” ellerim saçlarımı sıkı sıkıya kavradığında düştüğüm yerden susmaları adına çığlık attım. “Susun, sus, kesin o iğrenç sesinizi yeter!” saçlarımı kökünden çekiştirmeye devam ettiğimde boğulacağım sandım. Ellerimden birisini göğüs kafesimin üzerine kapaklanırken nefes almaya çalıştım ama olmamıştı. Nefes alamıyordum. “İmdat!” Etrafımdaki görüntüler kanlar firar eden dolapları andırırken düştüğüm yerden kendimi geriye doğru çekmeye çalıştım. “Kan, kan var.” Başımı iki yana salladığımda dudaklarımdan inlemeler etrafa sıçramaya devam etti ve etraftaki sesler kesildi.

“Bak hadi, bana bak!” birisi bir şeyler diyordu ama kanlar ayaklarımın dibine kadar gelmişti. Ayaklarımı yere sürttüğümde kanlar bana ulaşmasın istedim. Benden uzakta kalsınlar, bedenim daha da kana bulanmasın istedim.

Damarlarımızdaki asil kan bazen travmalara yol açabiliyordu.

Hayat, acı ve yıkım demekti.

 

 

Evet acı ve yıkım...

19 ve 20.Bölümden sonra her şey çok değişti. Bazı şeyler için geç kalındığı gerçeği yüzlere vuruldu, acı kayıplar yaşandı... Bu yüzden her birine bir kaç paragraf ayırmak istedim ;)

ÖBB'den öğrendiğim bir şey varsa o da, vedaların can yaktığı ama gerçekleşmesi gerektiği...

Her birinin apayrı özelliklerine hayranım. Her birinin bendeki yeri çok ayrı ve özel... İlk yazışıma rağmen yazdığım her bir karakteri çok benimsedim. Belki onların yaşadığı duyguları kendi duygularımı dile dökemediğimden satırlara aktarmışımdır...

Armin benim için tek kelime ile karmaşaydı. Onu yazarken birden fazla duyguyu aynı anda yaşayabildiğimi fark ettim. Armin gibi bir yakınım olsa gözlerimdeki tek duygu hayranlık olurdu. Ona duyguyum bu derin hissi asla unutmayacağım.

İyi sen Armin'im!

Ertuğrul'u ilk yazdığım zamanlar bende çok garip duygular uyandıran bir karakter olmuştu. Ani çıkışlar ve insanların bu ne yapıyor dercesine baktığı adamı en çok kendime benzetiyorum. (Kader ortağımsın Ertuğ!) Onu yazarken ani çıkışların nasıl kamufle edilebileceğini öğrendim.

İyi ki sen Ertuğ'um!

Kalender'i ilk satıra döktüğümde asla böyle bir beyefendiyi kalemimden çıkaracağımı düşünmezdim... Kalender'in, Beyefendi'm... Kadınlarla nasıl konuşulacağını, nasıl yaklaşılacağını en iyi bilen adamım! İyi ki senin gibi bir beyefendiyi yazmışım...

İyi ki sen Kalender'im!

Tekin, Alptekin... İsmini 10 bölüm yazdıktan sonra değiştirmek beni zorlasa da sen benim zihnimde hep Alptekin olarak kalacaksın... Sessiz sakin ama bir o kadar da içinde yaşadığın eğlenceli karakterini hiç unutmayacağım...

İyi ki sen Tekin'im!

Yıldırım ilk zihnime düştüğünde çok eğlenceli bir karakter olacağından adım kadar emindim. Kurguma tam anlamıyla başladığım gün, tam olarak yazmak istediğim karaktere ulaştığımı fark ettim. Bir insan hem neşeli hem sert hem sakin nasıl olabilir sorusuna parmakla göstereceğim adamsın Yıldırım'ım! Senin sayende acıların arasından az da olsa yüzümüz güldü adamım!

İyi ki Yıldırım'ım!

Âhi'm... belki de bu satırları yazarken en zorlandığım kişi sensin... hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir karakterdin. Bunu itiraf etmek ne kadar zor olsa da gerçek bu. Aklımdaki kişi sessiz sakin oturmasını kalkmasını bilen biriydi... evet sen de tam anlamıyla öyle birisin ama bahsettiğim olay farklı. Armin'imin hayatındaki yerin kendi adıma konuşmamam gerekirse hiç beklemediğim ve planda olmayan bir yerdi. Yazdıkça fark ettim ki yapbozun eksik parçası seninle tamamlanıyormuş bir tanem. Ballı süte olan sevgim seninle güçlendi, sessizliği sakinliği seninle öğrendim. Belki de bu kitap boyunca en üzüldüğüm veda ve kayıp seninki olacak... şundan eminim ki, her zaman zihnimde yaşayacaksın. Seni başka bir verende güzel anlarla yazmak istiyorum. Âhi değil, Alphan olarak... umarım bu hayalim gerçekleşir ve seni yazacak gücü kendimde bulurum. Kitap boyunca sessizliğinden güç alacağımı bilemezdim. Her ne kadar seni pek benimsemeyip yan karakter olarak gören bir kitle de olsa benim için en büyük başrol sendin... çok uzatmak istemiyorum, iyi ki yazmışım Alphan'ım...

İyi ki sen Âhi'm!

Biraz veda eder gibi oldu ama hayır. Geçen sene ÖBB'yi tam bu bölümde final verme kararı aldığım için bu satırları da o zaman yazmıştım. İçimde kalan bir kaç bir şeyi buraya yazmak istedim sadece. Asıl hikaye yeni başlıyor...

O zaman bölüm analizi!

Görünmez ile artık kesin olarak tanıştık.

Armin ve Görünmez ilişkisi?

Buzdolapları?

Görünmez'in Armin'e karşı bu kadar öfke dolu olması?

Ölenler?

Şehidimiz...

Kalender'in timi toplama çabası?

Tekini'in vurulması?

Ertuğrul'un kendinden geçmesi?

Mine'nin Kalender'e olan desteği?

Armin'in hali olmamasına rağmen dimdik durmayı becererek şehit haberini vermeye gitmesi?

Şehit cenazesinde yaşanılan olaylar?

Ve evet! Tabutun üzerine bıraktığımız merminin hesabını bir gün hep beraber okuyacağız...

Benim için yazması, okuması, düzenlemesi en zor bölümdü. Sizce genel olarak bölüm ve gidişat nasıl?

Buraya kadar okumuş biri olarak kitap hakkındaki genel görüşünüz nedir, benimle paylaşır mısınız?

21.Bölümde görüşmek üzere canlar, unutmayın ki asıl hikaye şimdi başlıyor.

Yıldıza basalım, seviliyorsunuz!

 

 

13.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%