Yeni Üyelik
23.
Bölüm

23.BÖLÜM- PSİKOLOG BEY

@durutaskulakk_

Canlar selam ben geldim!

Uzun süredir zihnimi işkal eden o asıl kurgunun bölüme aktarılmış haline hoş geldiniz!!!

10 Nisan 2023 tarihinden beri yazmayı beklediğim bir karakteri sonunda okuyacağız, bu yüzden çok heyecanlıyım...

İlerleyen bölümler ve yazdığım diğer kurgulardan haberdar olmak isteyenleriniz için sosyal medyada buluşalım.

Kitap hesabı: olumlebasbasaofficiall

Kendi hesabım: durukurtk

Yıldıza basarak satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmezseniz çok sevinirim.

Keyifli okumalar, bol şanslar!

 

Bölüm Şarkıları: (Herhangi bir sıraya gerek yok sıradan baştan sona dinleyebilirsiniz hepsini:)

Canozan- Sar Bu Şehri

Kolpa- Beni Aşka İnandır

Kaan Boşnak- Bırakma Kendini

Dolu Kadehi Ters Tut- Yapma N'olursun

Dolu Kadehi Ters Tut- Dilerim Ki

Dolu Kadehi Ters Tut- Hiç İyi Değilim

Mabel Matiz- Sarmaşık

Kenan Doğulu, İskender Paydas- Doktor

Sıla- Saki

 

23. BÖLÜM PSİKOLOG BEY

 

Dün gece Emekle beraber şarabı fazla kaçırmanın etkisiyle baya sersemlemiş, birbirimize içimiz dökmüş ve şu an asla hatırlayamadığım sebepler yüzünden ağlamıştık. Şiştiğini hissettiğim gözlerimin üzerine buz kesmiş ellerimi bastırdığımda, yarım saattir kulaklarıma vuran zil sesi ile sinirle soludum.

Üzerimdeki ince pikeyi kenara attığımda bedenimi saran iç çamaşırlarıma kısaca bakındım. Makyaj masasının üzerine fırlattığım ince gecelimin hırkasını üzerime geçirerek kuşağını bağladığımda kapı deliğine kısa bir bakış atarak gelen kişiye baktım.

Kapıyı açarak kenara kaydığımda, “Ne oluyor ya sabah sabah!” diyerek sinirle bağırdım.

Sinirli gözüken adam kaşlarını çatarak ben hariç her noktaya baktı. “Telefon desen açılmıyor, kapıya geliyor o da açılmıyor, oh ne ala! Önemli bir şey olsa öldük zaten, maşallah Armin.” Bana bir kez olsun bakmadan mutfağa girdiğinde sersemce etrafa bakındım. Gelen yüksek tok sesle irkildiğimde, “Boş boş etrafı seyretmeyi bırak da önce bir üzerini giyinip yüzünü yıka!” diye bir cümle duydum.

Bakışlarım üzerime kaydığında kuşağı tam bağlayamadığım için gecelik sol göğsümün üzeri kenara kaymış, bacaklarım ise tamamen açıkta olduğunu gördüm. Yüzümü sıvazlayarak tuvalete girdiğimde ılık suyu yüzüme çarptım. Su bedenimi iyice gevşettiğinde, “Oyalanma!” diye bir bağırış daha duydum. Olduğum yerde tepinircesine, “Bağırma be adam bağırma! Geliyorum şimdi ne bu celal!” dedim bağırışına karşılık verirken.

Tuvaletten çıkıp odama girdiğimde üzerimdekinden kurtularak bacaklarımı saran sıkı koyu bir kot giydim. Kotumun arkasına ise hızlıca beylik tabancamı yerleştirdim. Üzerime ise mürdüm rengi kısa bir kazak giydiğimde parfümümü sıkarak mutfağa geçtim.

Yandan kısa bir bakış atarak, “Günaydın.” Diyen Kalender’e aynı şekilde karşılık vererek masayı kurmasında yardımcı oldum. Her şeyi hazırladığını için masayı yerleştirmek pek de uzun sürmemişti. Sandalyeme oturduğumda çayımı doldurarak bana getiren adama, “Teşekkür ederim.” Diyerek mırıldandım.

Kendisine de çay doldurarak karşıma oturduğunda dün akşamdan kalan gevşeme başımdaki ağrıyı şiddetlendiriyordu.

Önümdeki yumurtayı dört parçaya ayırdığımda peynirimi de ortadan ikiye keserek bir dilimini ağzıma attım. Karnımın doymaya başladığını hissettiğim için bir tane ağrı kesiciyi yutarak tabağıma geri döndüm.

Kahvaltımız sessiz geçerken son lokmalarımda, “Hazır mısın?” diyerek kısık bir sesle sordu.

Son yumurta dilimimi ağzıma attığımda çayımdan bir yudum alarak başımı salladım. “Hazırım.”

Kalender arkasına yaslanarak kollarını göğsünde kavuşturduğunda, “Seni buna zorlamıyorum değil mi? Yani kendi isteğinle yapmadığın sürece pek faydası olmayacak çünkü… Senin istemen önemli.” Dedi tedirginlikle. Yorgunca tebessüm ederek koyu kahvelerine baktığımda, “Çok yoruldum Kalender, artık bende dinlenmek istiyorum.” Dedim.

Gerçekten yorulmuştum. Çok ama çok yorulmuştum. Dik durmaya çalıştıkça bileklerime savrulan çelmeler beni sarsmıştı. Her bir çelmede direnmekten artık fiziksel olarak da çok yıpranmıştım.

Kalender benim gibi yorgun bir tebessüm bıraktı masaya. Yorgundum. Yorgunduk. Belki bir gün bu yorgunluğumu ortadan kaldırabilecek bir yöntem bulabilirdim. En büyük tesellilerimden birisi buydu.

 

KURTULUŞ

“Hadi, hadi, hadi!” çığlık atarcasına deli gibi bağırırken kapıyı sinirle açıp bana bakan adamla göz göze geldim. Yumruk yaptığım elim tuvalet kapısının hizasında kalırken Kalender yumruklarıma bakıp eliyle ittirdi. “Tuvalette bile rahat yok, salsana be kadın!”

Yanımdan son hız geçtiğinde ayakkabılıktan ayakkabılarını alıp giymeye başladı. Ellerimi belime yerleştirerek, “Ne var? Bana hızlı ol deyip oyalanan birisi varsa o da sensin! Hızlı ol diyorum!” diyerek ciyakladım.

Bugün ikimizde hiç olmadığımız kadar çirkeftik. Psikolog randevuma bir saat kalmıştı ve biz hâlâ evdeydik. Kalender bana ben Kalender’e hızlı olmamız konusunda baskı uygularken ilk defa birbirimizi yiyecek raddeye gelmiştik.

“Bana diyene bak! Sen dikilmeye devam et canım ben çıkıyorum!” kapıyı çarpıp çıkan adamın arkasından sert bir sesle, “Buraya gel hemen!” diyerek bağırdığımda kulaklarıma koşma sesleri doldu. Birkaç saniyenin ardından zil çalmaya başladığında çattığım kaşlarım eşliğinde kapıyı açarak Kalender’e baktım.

Göğüs kafesimi saran nefes kesici korse hareketlerimi kısıtladığı için postallarım yerine rahat bir spor ayakkabı giyerek evden çıktım. Kalender benden izin bekler gibi baktığında gülerek başımı yana yatırdım. Merdivenlere yönelerek katları indiğimde dışarıdan esen soğuk hava bedenimi titretti.

Kalender’in arabasına yöneldiğimde vakit kaybetmeden binerek kemerimi bağladım. Radyodan sakince aracın içerisine yayılan müziğin ruhu, içimin bir nebze de olsa rahatlamasına neden olmuştu.

Telefonum elimde sosyal medyada gezerken yukarıdan ekranıma düşen mesajı açtım.

Emek Dağ: Her şey çok güzel olacak, başaracağına eminim hayatım. Seni seviyorum! (11.02)

Yüzümde geniş bir gülümseme oluştuğunda dün geceki son konuşmamız gözümde canlandı.

 

Gece yarısı, saat 01.16

Şarabımı yayıldığım yerden içmeye devam ederken, “Çok yoruldum.” Diyerek mırıldandım.

Emek dudaklarını yalayarak bana baktığında, “Bende, bende çok yoruldum ama nasıl geçecek bilmiyorum Armin.” Dedi sessizce.

Odadaki tek ses tekrar tekrar dolan şarabın kadehe dökülme sesi olurken yavaşça öksürdüm. “Destek almaya karar verdim.”

Emek duyduklarına karşılık şaşkın bir tavırla heveslendiğinde oturduğu koltuktan kalkarak yanıma geldi. Kadehini kadehime çarparak gevşek bir tavırla gülümsedi. “Bu harika bir haber bebeğim! Başaracağına eminim.” Yanağıma sert bir öpücük kondurduğunda sakince gülümsedim. “Dinlediğin ve fikir verdiğin için teşekkür ederim hayatım.”

Sıkı sıkıya sarılarak şişenin dibini gördüğümüzde kahkahalar odanın içerisinde yankılandı.

 

Emeğe uzun bir paragraf ağır duygusal içerik dolu mesajımı ilettiğimde telefonu kapatarak dirseğimi camın çıkıntısına yaslayarak avuç içimi alnıma bastırdım. Gözlerim kapalı bir vaziyette aracın sallantılarına ayak uydurduğumda şarkı sözleri ruhuma işlemeye devam ediyordu.

Sessizlik çok kısa sürmüştü. Aracın içerisine dolan Yıldırım’ın sesini işittim. “Komutanım günaydın, geciktiniz… bir sorun yok değil mi?”

Yıldırım mırın kırın ederek konuşmaya başladığında Tekin arkadan bağırdı. “Armin Komutanım nerede? Arıyorum ama açmadı.”

Telefonun ekranına baktığımda Tekin’in cevapsız çağrısı göz önüme düştü. “Buradayım Tekin. Bir sorun yok Yıldırım sadece biraz işimiz var gecikeceğiz. Dönüşte içtima var, kendinizi hazırlayın.”

Yıldırım tarafından uzun bir sessizlik oluştuğunda arkadan bağıran Ertuğrul, “Oğlum kapatsana ulan işleri varmış işte!” diyerek yükseldi.

Yıldırım isyan eder gibi güldüğünde, “O zaman görüşüz Komutanlarım siz acele etmeyin biz zaten buradayız.” Dedi.

Kalender oflayarak, “Tamam oğlum uzatma hadi.” Diyerek aramayı sonlandırdığında yola bakındım. Etraf çok kalabalık değildi.

Merkeze bağlanan yola çok uzun kalmadığından oturduğum yerde toparlanarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Daha önce yaşadıklarımı birçok kişiye anlatmıştım ama anlatılanlar üstün körü konuyu karşımdakine benimsetmek içindi. Tam anlamıyla ince detaylarına kadar geçmişimi kimse bilmiyordu. Her anlattığım kişiye yapbozun belirli parçalarını saklayarak anlatmayı tercih ediyordum. İlk defa bu denli bir adım atmak beni yeterince tedirgin etse de denemeden bilemezdim. Belki de yaralarımın nasıl sarılacağını öğrenebilirdim.

Belki de ilk kez kendi kendine değil, başkalarının sarmasına izin verirdi.

Kalender’in, “İnelim mi?” diyen sesini duyduğumda kendimi toparlayarak etrafa bakındım. Daha önce kendim ve Ertuğrul’u getirdiğim hastanenin tam karşısında duruyorduk. Başımı olumlu manada sallayarak, “İnelim.” Dedim. Kapıyı açarak temkinli hareketlerle dışarı çıktığımda yüzüme vuran soğukluk ve saçlarımın üzerine düşen beyazlıklar ile koşar adımlarla hastanenin kapısına ilerledim.

Arkamdan gür bir sesle bağıran Kalender, “Ne yapıyorsun Armin? Düşeceksin şimdi yavaş!” diyerek bana doğru koştu. Hastanenin çatısından çıkıntı kalan parçanın altında durarak bana koşan adama baktığımda, “Düşmedim işte bak.” Diyerek kollarımı iki yana açtım.

Kalender siniri bozulmuş gibi gülmeye başladığında, “Yürü Armin hadi, hadi.” Dedi sızlanırcasına.

Omuz silkerek hastaneye yöneldiğimde duvara montelenmiş krokilerden gideceğimiz bloğu aramaya başladım. Koluma değen el ile yavaşça yönlendirilmeye başladığımda sıklaşan nefeslerim beni germeye başlamıştı. Sakin olmalıydım. Sakin olmalı… İçimden sürekli tekrarladığım cümleyi uygulamaya çalışsam da ellerimin buz kestiğini hissediyordum.

Danışmadan psikoloğumun ne zaman boş olduğunu öğrenen Kalender kısa bir konuşma sonucu bana döndü. “Senden önceki hastası birazdan çıkacakmış.”

Titreyen bacaklarım ve buz kesen ellerim ürpermeme neden olmuştu. Kalender bir adımda yanımda bitip ellerini kollarımın iki yanına koyduğunda meraklı bir sesle, “İyi misin?” diyerek sordu.

Ellerim birbirine kenetli bir vaziyette derince nefes aldığımda, “Tedirginim sadece.” Dedim mırıldanarak. Mırıldanmamın altında bir tedirginliğin yattığı doğruydu, daha önce hiç böyle bir destek almadığım için garip hissediyordum.

Yanımdan gelen gülme sesleri ile bakışlarım hızlıca kapıya döndüğünde, “Umarım, daha iyi olacağını hissediyorum çok teşekkür ederim.” Diyerek dışarı adımlayan kadının yüzünde geniş bir gülümseme mevcuttu. Bir eli şişkin karnının üzerinde diğer eli ise belindeydi. Güler yüzünden gençliği belli olurken, gözlerindeki parlama onu rahat bir görünüme sokmuştu.

Kadın kapıyı çekerek bize doğru döndüğünde hafifçe tebessüm ederek başını selamlarcasına eğdi. Ona bakarak istemsizce tebessüm ettiğinde paytak adımlarıyla koridorun ucuna yürümeye başladı.

Nasıl olurdu diye düşünmeden kendimi alamadım. O şişkin karnının üzerinde dolaşan eli, içinde hissettiği o minik sarsıntılar nasıl hissettirirdi insana? Ürperdiğimi hissettim. İki elim anlık refleksle kasıklarıma kapandığında kadın çoktan koridorun ucunu dönüp gözden kaybolmuştu.

“Sıra sende Armin,” Kalender avuç içini çeneme sardığında bakışlarımın gözlerine çevrilmesini sağladı. “İstemediğin bir şey olursa seni burada bekliyor olacağım, gözlerini gözlerimden çekmediğin sürece sessizce buradan ayrılabiliriz bunu unutma tamam mı?” Kısacası, konuşmak istemezsen yalnızca gözlerime bakarak konuş demeye çalışıyordu. Hafif bulanık görüş alanıma inat başımı salladığımda omuzuna birkaç kez vurarak tebessüm ettim.

Kapıya yöneldiğimde yavaşça çalarak kulpu aşağı indirdim. Görüş alanıma giren güneşlik ve cama kısaca bakarak içeri girdim. “Armin Hanım?” Duyduğum ses kalbimi tekletirken bakışlarım hızla psikoloğuma döndü. Ne diyeceğimi bilemez gibi donduğumda, “Benim.” Diyerek mırıldandım.

Karşımda duran adam, üzerindeki siyah gömleği, gömleğine uygun pantolonu ve kemeri ile oldukça uyumlu gözüküyordu. Gömleğinin kollarındaki düğmelerin birinde G diğerinde K yazıyordu. Bakışlarım hızla masanın üzerindeki isimliğe düştüğünde gördüğüm isim hafızama kazındı.

GÖKTUĞ KURT

Saçları vücut rengiyle inatlaşmış gibi koyu kumraldı. Hafif dalgalı tutumlar alnına dökülmüş, uzaktan pek seçmediğim renkli gözlerinin yeşil tonlarında olduğunu gördüm. Çene kemikleri çıkıntılı, elmacık kemikleri ise tam olması gerektiği gibi yüzüyle orantılıydı. Biçimli burnu keskin kaş hatları ile şu zamana kadar gördüğüm, tabirini yapamayacağım erkeklerdendi.

Adamın yüzünü incelemeye daldığımdan duyduğum ses kendime gelmemi sağladı. “Armin Hanım iyi misiniz?” yavaşça tebessüm ederek bana yaklaştığında elini uzatarak yüzüme baktı. Bakışlarım tebessümünde takılı kalırken kendime çeki düzen vererek ortaya onun gibi bir tebessüm bıraktım.

Başımı sallayarak elini sıktığımda, “İyiyim, siz?” diyerek sormaktan kendimi alıkoyamadım.

Adam ağır bir hareketle başını sallayarak, “Bende iyiyim teşekkür ederim.” Dedi. Hemen ardından eliyle masanın tam karşısındaki geniş koltuğu işaret ettiğinde, “Ayakta kalmayın buyurun lütfen. Bir şeyler içmek ister misiniz?” dedi elimi sakince bırakarak.

Koltuğa yönelerek, “Su olabilir.” Dedim mırıldanarak.

Başını sallayarak kendi koltuğuna oturduğunda, gömleğini geren kolu telefona uzandığında daha gömleği daha çok gerildi. Sanki her an patlayacak gibi görünen gömleğine bakarken, “Odama iki bardak su getirebilir misiniz lütfen.” Dedi tok bir sesle.

Adamın yüzünü sanki daha öncesinden görmüş gibi hissetmiştim. Ama bu hissin bir benzerlik olduğunu düşünmekten kendimi de alamıyordum. Bundan birkaç hafta önce dolabın içerisinde sallanan cansız bedenin genç haline benziyordu karşımdaki adam. Tan’ım, Beyefendi’m. Yüz hatları babamı andırırken renginde karar kılamadığım gözleri aynı babamın gözlerine benziyordu. Hiçbir zaman babamın göz rengine karar verememiştim. Her soracağım fırsatta araya giren başka konular sorumun havada kalmasını sağlamıştı.

Şu anda tam karşımda ellerini masasının üzerinde kenetlemiş dikkatle yüzümü izleyen adam, benim için babamı andırıyordu.

“Kendinizi tanıtmak ister misiniz?” diyerek öneride bulunan adama tedirgince baktım. Bakışlarımın anlamını biliyormuş gibi dudaklarında ufak bir tebessüm oluştu. “Tedirgin olmanızı ya da endişelenmenizi gerektiren bir durum yok burada dertleşmek için varız. Eğer kendinizi tanıtmak istemezseniz bugün neler yaptığınızı da anlatabilirsiniz.”

Bakışlarım bacaklarımın hizasında kenetlenmiş ellerime kaydığında başparmaklarım ile oynamaya başladım. “Armin ben,” diyerek başladım cümleme. Ne diyeceğimi bilemez gibi…

Bakışlarım gözlerine odaklandığında dolgun dudaklarının hareketlendiğini gördüm. “Barışçı ve özgürlükçü… aynı zamanda savaşçı asker manasını da taşıyor. Oldukça derin anlamlara sahip bir isim, ilk defa duyuyorum.”

İlk defa duymasına rağmen oldukça bilgili gözüküyordu.

Bakışlarımı üzerinden çekerek tekrardan ellerime indirdiğimde açılan kapı ile hızlıca ayaklanan adam kaşlarımın çatılmasına neden oldu. İçeri giren kadın elindeki tepsiyi uzattığında tepsiyi alarak kapıyı kapattı. Yanıma gelerek suyu bana uzattığında, “Teşekkür ederim.” Diyerek bardağı elinden aldım.

Bakışları parmağımı saran ikili yüzüğe düştüğünde hızlıca geriye çekilerek yerine oturdu. Ne kadar dalgın ve yoğun duygular içerisinde olsam da insanları gözlemlemekten kaçınmıyordum.

Sandalyesinin arkasındaki duvar boydan boya bir kitaplık halindeydi. En üst sırada duran kitap Nutuk’tu. Raflardaki kitaplar altlara indikçe çoğalmaya başlıyordu. Üçüncü ve dördüncü raf boydan boya daha önce duymadığım kitaplarla doluydu. Kitapların yazarının ismi el yazısını andıran bir yazıyla yanına yazılmıştı. Sayamadığım kadar çok kitabın yazarı ise tam karşımda oturuyordu.

“Devam etmek ister misiniz?” Merakla bana baktığında bakışlarım kitapların üzerinden sessizce ayrıldı. “Yirmi yedi yaşındayım. Genel olarak bu şekilde, ne söyleyebilirim başka?”

Su bardağını avuçlarının arasına alarak, “Mesleğinizden bahsedebilirsiniz, sevdiğiniz arkadaşlarınızdan, hobilerinizden, fobilerinizden… Ya da sormak istedikleriniz varsa bana yöneltebilirsiniz, size kalmış.” Dedi keskin bir sesle.

Suyumdan bir yudum alarak konuya en can alıcı noktamdan girdim. “Özel kuvvetlerde çalışıyorum. Şu hayatta severek yaptığım tek şey bu. Mesleğim benim için can noktam… Özel kurulan bir timde tim komutanı olarak çalışıyorum. Şu an pek kolay bir süreç geçirmediğim için mesleğim konusunda sıkıntılar yaşıyorum. Dediğim gibi mesleğim benim için çok önemli, bu yüzden bu tarz sorunlar yaşamak beni olumsuz etkiliyor.”

Mesleğimden bahsettiğimde gözlerinde oluşan ışıldamayı her ne kadar saklamak istese de pek becermemişti. Konuşmam biter bitmez, “Peki böylesine özel bir mesleğin içerisinde olmak sizin nasıl hissetmenize neden oluyor?” dedi merakla.

Yüzümde geldiğimden beri ilk kez içten bir gülümseme var olduğunda, “Çok mutlu hissediyorum. Gittiğim her görev, yaptırdığım her içtima hatta ne kadar sıkıcı desem bile okuduğum tüm dosyalar beni çok mutlu ediyor. Şu hayattaki tek amacım bu meslekti ve ben amacıma ulaştım.” Dedim mutlulukla.

Kaşları hafif çatılır gibi olduğunda, “Mesleğinizde sizi huzursuz eden bir durum yaşadınız mı? Az önce - pek kolay bir süreç geçirmediğim için sıkıntılar yaşıyorum- demiştiniz bu durumu paylaşmak ister misiniz?” diye sordu.

Belirli bir süre düşündüğümde, “Mesleğimi elime aldığım süre boyunca herhangi bir huzursuzluk yaşamamıştım. Ta ki bundan iki ay öncesine kadar…” dedim sonlara doğru kısılan sesimle. Hafiften dolan gözlerim beni savunmasız gösteriyordu ama şu an bu hiç umurumda değildi. “Mesleğe alındığım ilk sene komutan olarak bir time atandım. Zaten önceki hayatımda pek parlak anlar yaşamadığım için bu durum beni çok heyecanlandırmıştı. Beş adam. Koskoca beş adam. Kendimi hiçbir zaman yeni tanıştığım insanlara açan birisi olmamıştım, şu ana dek. O gün, onlarla ilk tanıştığımız gün, sessizce hepsini dinledim. Hepsi buruktu, hepsinin içi acı doluydu. Bunu da en iyi ben anlayabilirdim zaten… Tanıştık. Kısa bir süre sonra askeriyeye çok uzak kalmayalım diye evlerimizi birleştirdik. Günden güne, aradan geçen zamanlarda birbirimize daha sıkı bağlandık. O düğümün bir gün çözüleceğine ihtimal bile vermeden… aralarından birisi sırdaşım, diğeri çocuk yanım, bir diğeri ise hiç olmayan kardeşim olmuştu…” Ateş’i anmanın verdiği burukluk ile omuzlarım sarsıldı. Gözlerimden akan yaşları silmeye çalıştığımda hızlarına yetişemediğimi fark ettim.

Bardağımı kenara bıraktığımda gözümün önüne bir peçete kutusu geldi. Sakince içerisinden bir peçete aldığımda göz yaşlarımı sildim. “Bir arada tutamadığım, sevgi kırıntısı alamadığım ailemin yerine onları koymuştum. Her birinin kalbimdeki eksikliklerini tamamladığını, onlarla toparlanacağımı hissetmiştim. Şu an geçmişe bakınca ne kadar aptal olduğumu anlıyorum. Şimdiki aklım olsa eskiden olduğu gibi hiçbirine bu kadar bağlanmaz, bağlanmayı bırak güvenmezdim.” Burnumu çekerek peçeteyi gözaltlarıma yasladığımda bedenimdeki titremeyi hissettim.

Yakınımda hissettiğim hareketlilik ile masasının önünde karşılıklı duran iki sandalyeden birisini çekerek bana yaklaşan adama baktım ıslaklıklarımın ardından. “Ne yaptılar sizi bu kadar sarsacak?”

Bingo! İşte tam da beklediğim soru buydu. Gözyaşlarım da bu anı bekliyormuş gibi şiddetlendiğinde başımı öne eğdim. “Aradan aylar geçti. Artık tam anlamıyla bir aile olmuştuk. Birisi her sabah kalkıp çocuklarını besleyen anne gibi çeşit çeşit kahvaltılar hazırlar, bir diğeri küçük çocuğun haylaz halleriyle hem insanları çıldırtıp hem kahkahalara boğar, öteki çocuksu hallerini atamayıp ablası gibi gördüğü kadına sığınır… Hepsi birbirinden ayrı ve birbirinden özeldi. En azından sadece o anlar için… Bir gece yarısı görev emri geldi. Apar topar çıktık. Zaten hep hazırda beklettiğimiz çantalarımızı alıp görev yerine gittiğimizde istenileni yaparak geri dönmeye hazırlandığımız sürede beklemediğimiz bir olay gerçekleşti. Kolumdan vurulmuştum. Başımıza çok sık gelmeyen olay karşısında soğuk kanlılığımızı korumaya çalışsak da pek becerememiş ve paniklemiştik. Her şeyi toparlayarak askeriyeye döndüğümüzde gidene kadar oldukça halsizleştiğim için yaranın ciddiyetini anca anlayabilmiştik. Gereken müdahale yapılmıştı ama üstlerden gelen emirle birkaç günlük iznim vardı. Ben evde dinlenirken bir anda bir kavga sesi duydum. Sesler birbirine karışırken son zamanlarda dikkatimi çeken üçlü hararetli bir tartışma içerisindeydi. En nefret ettiğim şey, verilen sözlerin tutulmamasıdır.” Islanmış kirpiklerim bana ağır gelirken hafif aralık bacaklarının üzerine kollarını yaslamış, elleri ise kenetlenmiş vaziyetteydi. “Ne söz verdiler?” sorusu merak doluydu. Gözleri gözlerime anlat dercesine bakıyordu.

Islanmış peçetemi avcumun içerisinde buruşturdum. “Birbirimizden hiçbir şey saklamayacaktık. Bana söz vermişlerdi!” çığlık atarcasına sarf ettiğim cümlenin beni ne kadar etkilediğini şu anda anlayabilmiştim. “Bir şeyler karıştırdıklarını biliyordum ama bu kadarını yapacaklarını hayal etmemiştim. O günden birkaç gün sonra görev emri geldi. Yaralı olduğum için ben hariç herkes göreve gidecekti. Her ne kadar gitmek istesem de beni yollamadılar. Timin tek istihbarat sorumlusu benken, beni göreve yollamadılar… Gittiler. Aradan saatler geçti hiçbirinden haber gelmedi. İçime düşen sıkıntı git gide artarken pusuya düştükleri haberini aldım. Böyle bir olaya karşılık yerimde durmam oldukça büyük bir şeydi… Zar zor öyle böyle derken gittikleri yeri albayın postasından öğrendim. Kendi imkanlarımla görev yerine gittiğimde her şey o kadar hızlı gelişmişti ki… Alana giden destek timleri çatışıyordu, benimkileri can havliyle gördüm. Hepsi birbirini korumaya çalışıyordu, yalandan. Tam yanlarına gideceğim sırada kulakları sağır edecek bir olay yaşandı. Görev alanı saniyeler içerisinde toz ve toprakla bütünleştiğinde göz gözü görmez oldu. Sonrası bende yok… sağdan soldan duyduklarıma göre de yarama saplanan bir parça ile kan kaybından bayılmışım. Destek timleri beni de alarak geri döndüklerinde daha da kötü bir olay yaşandı.” Hikâyenin devamını Hüseyin’den dinlemiştim. Dinlediğim gibi de anlatacaktım.

“Hastanedeydim. Gözlerimi açtığımda ise kapkaranlık bir odada… hastanede olduğum zaman içerisinde kaçırıldığımı, hapsolduğum o odadayken fark ettim.”

Gözlerim yüzünde gezindiğinde düz bir ifadeyle beni dinlediğini gördüm. “Kimin böyle bir olayı yapabilecek kapasite de olduğunu biliyor muydunuz? Bu denli bir düşman bunu yaparken neyi hedeflemiş olabilir?”

Sorusuna cevap vermeden, “Aylarca o odada hapis kaldım. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Dövüldüm, bıçaklandım, o karşımdaki pisliğin gözleriyle tacize uğradım… En ümidimi yitirdiğim yerde karşıma bir kadın çıktı?” dedim onca göz yaşının arasında dudaklarımda ufak bir tebessüm oluşturan olaya.

Adam gülümsememden beni hoşnut eden olayın varlığını hissetmiş gibiydi. Benim gibi hafifçe tebessüm ettiğinde başını çok hafif bir hamleyle omzuna eğdi. “Bu kadın sizin için önemli birisi olmalı.”

Sakince güldüğümde burnumu çekerek, “Öyle.” Diyerek mırıldandım. Hemen ardından, “O odada beni tek huzurlu hissettiren kişi Füsun’du.” Dedim bahsettiğim gibi huzurlu bir sesle.

Dudaklarını yalayarak, “Oradan nasıl kurtuldunuz? Ya da o yaşanılan olaylar hakkındaki görüşleriniz neler?” dedi sorularına devam ederken.

Üşüyen ellerimi birbirine sürttüğümde bacaklarımı birbirine bastırarak ellerimi bacaklarımın arasına yerleştirdim. “Oradan nasıl kurtulduğumu da öğreneli çok olmadı açıkçası. Kurtulma hikayemi de Füsun’um anlattı.” Keyifle gülümsedim. Bir anda yapbozun eksik kalan parçaları tamamlanırken dudaklarım şokla aralandı. Elalarım beyaz fayanslarda kilitlendiğinde Füsun’un anlattıkları teker teker gözümün önüne serildi.

“Armin Hanım iyi misiniz?” adam merakla yüzüme bakarken, “Buldum.” Diyerek fısıldadım. Bakışlarım şok anının verdiği açıklıktan bir milim azalmazken, “Ben onların o patlamada öldüğünü düşünürken, aradan geçen aylar sonunda artık bedenim işkencelere dayanamayarak iflas edici bir duruma gelmişti. O gün yerimizi bulan adam,” başımı inanamaz gibi iki yana salladığımda, Barkın diye geçirdim içimden. “İlk ailem sandığım adamlar arasındaki tek sırdaşımdı. Şaşkınlığımı mazur görün lütfen bende bu olayı tam şu anda hatırladım. Her şey üst üste geldiği için bazı olaylara yetişemiyorum artık.” Kendi halime gülmeye başladım.

“Oradan kurtulduktan sonra eski özgürlüğünüze kavuşabiliniz mi Armin Hanım?” masasının üzerindeki su bardağını alarak yavaşça içtiğinde hareketlenen âdem elmasına bakakaldım. Kendimi hızlıca toparlayarak başımı iki yana salladığımda, “Hayır tabii ki, aksine bu olayın üstüne daha da kötüsü yaşanmış.” Dedim içimi kaplayan kasvetle.

Adamın kaşları anlamamış gibi çatılırken merakla sordu. “Kendinizden üçüncü tekil şahıs gibi bahsediyorsunuz, olayları yaşayan sizken bu şekilde bahsetmenizi özel bir sebebi var mı?”

Var.

Çok haklı bir soruydu ama kendimden hiç beklemediğim bir hareket yaparak sorusuna karşılık şen bir kahkaha attım. Hatta kahkaham beni daha da keyiflendirmiş gibi sesimin şiddeti arttı.

Adam endişeli bir tavırla, “Yanlış bir şey mi sordum, neden böyle bir tepki verdiniz?” dedi.

Kahkahamı bastırmak adına elimi dudaklarımın üzerine kapattığımda kısa bir süre içerisinde sakinleştim. Başımı aşağı yukarı sallayarak, “Özel bir sebebi yok sorun da burada zaten. Benim hayatımı benden sakladılar. Ben hayatımın en önemli yerlerini hatırlamazken rasgele tanıştığım insanların hayatımı benden daha iyi bildiklerini öğrendim.” Dediğimde peçeteyi bacaklarımın üzerine bırakarak ellerimi hafifçe iki yana açtım. “Hani bir yapboz vardır, sizin için anlamı büyük olan… O yapboz tamamlandığında siz de tamamlanmış hissedersiniz ya, benim yapbozumun parçaları en başından beri tam basılmamış. Yapbozumun çeyreği varken yarısından fazlası direkt yokmuş. Ben aylarca, ayları bırak yıllarca o parçaları aradığım halde hepsi yapbozun hatalı olduğunu bilmesine rağmen o yapbozun başından hatalı basıldığını söylemedi. Benim hayatım, on binlik yapboz gibi tamamlanması insana fenalık geçirten cinstendi. Benim güvendiğim insan sayısı bir elin beş parmağını geçmezken, o içimdeki güven duygusunu tabiri caizse sikip attılar! Benim iyiliğimi düşünüyor sandığım insan o yapbozun eksikte olsa var olan kısımlarını kendisi parçaladı.” Bu yaşıma kadar birçok ihanet görmüştüm ama mesleğe girmemdeki en büyük üstadımdan aldığım bu darbe en çok canımı yakan olmuştu.

“Bu duygu sizde ne uyandırıyor?” Gözlerinde merak vardı. Dudakları sanki söylememem gereken bir şeyi söyleyecekmişim gibi gerilmişti. Keskin çene hattı, muhtemelen sıktığı dişleri yüzünden ilk ana nazaran daha keskin gözüküyordu.

Yorgunca yutkunduğumda tekrardan ağlamaya başladığımı gerdanıma süzülen ıslaklıktan anladım. “Benim içine sıçtıkları hayatımın aynısını onların üzerinde uygulamak istiyorum. Bana psikopatmışım gibi bakmayın-“ cümlemi tamamlamadan kaşlarını havalandırdığında, “Asla, aksine size hak veriyorum. Yaşadıklarınızın daha bir kısmımı duymama rağmen ben olsam ben de aynılarını üzerlerinde uygulamak isterdim. Kesinlikle haklısınız.” Duyduklarım gülümsememe neden olurken keyiflendim.

Bir şey hatırlamış gibi dudaklarından şaşırtıcı bir nida çıkardı. “Sonrasında, galiba sizi daha da şaşırtan bir şey olmuş…”

Dediklerini onaylayarak, “Bu olayın üzerine, kaldırıldığım hastanede ilk aylar pek bir sorun yokmuş. Yani sonrasında yaşanılanlara dayanarak bunu söylüyorum yoksa pek de iç açıcı değilmiş durum. Orada beni bulan asker dediğim gibi ilk timimden birisiyken merkezle irtibata geçerek destek timlerinin bölgeye gelmesi talebinde bulunuyor, daha sonrasında gelen timler hızlıca alanı tarayarak beni bulmuşlar. O gün, ben hayatımda etki bırakacak birisiyle daha tanışmışım aslında.” Aklıma gelen kanlı görüntü ile dudaklarım büzüldüğünde derin bir nefes almaya çalıştım. Boynuna saplanan bıçağa rağmen son ana kadar benden özür dileyen adamı asla unutmayacağım adım kadar emindim. “Beni gördüğü ilk an kucağına almış ve hastaneye varana kadar da asla bırakmamış… Her neyse,” gözyaşlarımı dindirmeye çalıştım ama yıkasam daha az ıslanacak olan ellerim bana pek de yardımcı olmadı.

Gözaltlarımdan yanaklarımın üzerine doğru yavaş bir baskı uygulandığında ıslak kirpiklerimin ardından karşımdaki adama baktım. “Ağlamayın lütfen, siz oldukça güçlü gözüküyorsunuz bu durum sizin gibi bir kadına yakışmıyor. Ama tabii ki içiniz rahatlayacaksa beraber devam edebiliriz.” Dedikleri ile gülmeye başladığında yüzünde bir gülümseye peydahlandı. Peçeteyi yavaşça alarak, “Sağ olun. Genel olarak çok doluyum o yüzden bu hallerimi yadırgamayın.” Dedim kendimi açıklamak istercesine.

Beni anlıyormuş gibi, “Bana kendinizi ispatlamak zorunda değilsiniz. Ben sizi anlıyor ve hak veriyorum.” Dedi beni rahatlatmak istercesine gülümserken.

Islak kirpiklerimin üzerine peçeteyi hafifçe bastırdığımda yavaşça yutkunarak devam ettim. “İlk zamanlar ne kadar iyi olabilirsem o kadar iyiymişim. Tabii bu süreç içerisinde bedenim tepkiler veriyor, ara ara krizler geçiriyormuşum. Aradan geçen zamanda bir gün içerisinde üçten fazla kriz geçirmem ile bedenim artık iflas edecek raddeye gelmiş. Sonrası ise koma…”

Sanki bunu beklemiyor gibi kaşları saniyelik hızlıca havalanarak eski haline geldi. “Peki bunu bir başkasından duymak size nasıl hissettirdi?”

Burukça güldüm. “O zamana kadar insanlardan o kadar çok şey duydum ki, bunu duymak beni yalnızca bir nebze sarstı. Duyduğum gece biraz kendimden geçtim. İşin garibi hiç bağırmadım biliyor musunuz?”

Bana en başında olduğu gibi merakla baktı. “Neden peki? Siz kendinizi rahatlatmak için ne gibi bir yöntem kullanıyorsunuz böyle anlarda?”

Sorularını kısa bir süreliğine es geçip, “Hani bir insan yıkıldığını anladığında şok geçirir ya… O şokun etkisinden ben aylardır çıkamadım. Tam çıktım dediğim her saniye hayatıma yeni giren bir adamdan bile bir senem olduğunu öğrendim.” Dedim. Akan burnumu çekerek, “Komada olduğum süre içerisinde bana o adam bakmış, hani beni bulduğunda hiç yanımdan ayrılmayan…” Dedim az önce anlattıklarımı hatırlamasını ümit ederken. Başını sallayarak beni dinlediğini hissettirdiğinde devam ettim. “O adam aylarca bana bakmış ve özel olarak ilgilenmiş ve ben bunu yalnızca bir buçuk, iki ay önce falan öğrendim. Artık günleri pek kestiremiyorum, her olay üstü üste geliyor malum…” Güldüm, kan ağlayan içime rağmen gülümsemeye devam ettim. “En acısı da bunu yapan insanın beni bir gram bile tanımaması… Tanısa zaten sevmezdi, ilgilenmezdi. İğrenç bir çocuk olduğum gibi bu iğrençliği bu yaşıma kadar da devam ettirmişim. Beni zaten bütün yaşadıklarımı dinledikten sonra hiçbir insan kabullenmez.”

Armin Tan kahrolmaya mahkûm olduğu gibi, sevgisizliğin başını çekenlerdendi. O sevgiyi gerçek anlamda tatsa bile pek de uzun sürmezdi.

Adam şaşkınlıkla bana baktığında neden böyle baktığına anlam veremedim. İki eli arasında az bir boşluk bırakarak, “Neden böyle düşünüyorsunuz? Her insan özeldir ve bu özellik en çok bireyin kendisi içindir.” Dedi. Ne dediğini anlamadığım için kararsız göz renklerine bakındım. Bakışlarıma yavaşça gülerek, “Yani şunu kast ediyorum, siz kendinizi yaşamak istemediğiniz ama yaşamak zorunda kaldığınız olaylara göre yönlendirirseniz, insanlar size bakarak kolaylıkla ‘zaten o yaşadıklarını bu şekilde kabullenmiş, bizim yorumlarımız onu yönlendiremez’ diye bir düşünceye kapılır. Kısacası, siz bu yaşadıklarınızı kabullenerek yeni hayatınızı elinizden gelenin en iyisi ile inşa etmelisiniz. Kabullenmek çok göreceli bir kavram, size kabullenin derken düşüncelerinizi arasında boğulmanızı önermiyorum. Yalnızca yaşadıklarınızı göz önünden geçirerek, evet ben bunları yaşadım! Bunları yaşadım ve bu şekilde ayakta kalmayı öğrendim. Diyelim ki ayakta kalmayı öğrenemediniz, sadece ayakta kalmak zorunda olduğunuzu insanlara ispatladınız… o zaman da bu olayı ispatlamak yerine faaliyete geçirmeye çalışın. Örnek vermem gerekirse, mesela dosya okumanın bile sizi mutlu ettiğini dile getirdiniz… dosyalarınızı okuduktan sonra ya da mola vermeniz gerektiğini size hissettiren duygularınızın arasında size zor gelen yaşanmışlıkları düşünün.” Tane tane konuşması ve her cümlesinin ardından gözlerime derince bakması kalbimi tekletti. O kadar naif ve mest edici bir üslubu vardı ki, insanın nasihat dinlemek isteyeceği cinstendi.

Sanki dediklerini sindirmemi bekler gibi belli bir süre durakladığında dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek aynı naif ses tonuyla devam etti. “Evet benim çok benimsediğim bir timim vardı, bu tim bendeki birçok duygu eksikliğini kapatarak beni kamufle etti. Ama aradan geçen zamanda onların size bile değil daha geniş ve etkileyici bir hata yaptığını anladınız. Bakın en basitinden bana anlatırken bile bu hatanın farkına vararak anlattınız. Siz eğer ki onlar bir hata yapmadı bu hataya sürüklendiler diye bir düşünceye kapılsaydınız bu yalnızca kendinizi kandırmanıza neden olurdu. Aslında siz fark etmeden bile kendinizi bir kampa sokmuşsunuz Armin Hanım. Ben şahsen dertleşmek isteyen danışanlarıma bu olayı baştan anlatıyordum ama sizin bana karşı olan anlatma isteğinizi yarıda kesmek istemedim. Şimdi, ben dertleşmeyi bir kampa benzetiyorum. Kampta olduğunuz her gün doğayla iç içe nasıl yaşayacağınızı günden güne deneyimleyerek elde edersiniz. Bu günlerde belki yaş odunların yanmayacağını bilmediğiniz için ısınmayı ümit ederek odunların başına toplanırsınız. Ya da çadırınızın çivilerini yere sıkı bir şekilde çakmayı bilmiyorsanız, gece çıkan kasvetli bir rüzgâr sizi yerinizden edebilir.” Üzerindeki gömleğin yakalarını düzelterek yavaşça yutkundu. “Anlatmak istediğim her bir aşamayı deneyimleyerek öğrenmek. Sizinle de bunu uygulamamız gerekiyor, ilk aşamayı siz kendi içinizde tamamlamışsınız bile… İlk adımımız her zaman yaşadıklarımızı kabullenmek olmalı bunu tam olarak yapabildiğinizden emin değilim ama yüzde altmışlık bir dilimden eminim… Siz yaşadığınız bir olay düşünün, düşündüğünüz olay her ne kadar acı ve darbeler ağırlıklı olsa da o durumu kendi içinizde kabullenmeye çalışın. Kabullendiğiniz olay hakkında günün belirli dilimlerinde kendinizle yüzleşin. En azından bununla başlarsak devamını kolayca halledebiliriz.”

Sanki senelerdir bu sesi arıyormuş gibi hissediyordum. Naif ve temiz üslup beni geçmişe sürüklerken ilk defa bir insanı bu denli isteyerek dinlediğimi fark ettim. “Çok güzel.” İstemsizce fısıldadığım cümleye karşılık elimi hızla dudaklarımın üzerine kapattım.

Adam hareketime karşılık şen bir kahkaha attığında, “Anlattıklarım hakkında kafanıza takılan bir olay var mıdır Armin Hanım?” dedi mırıldanarak.

Utançla başımı iki yana salladığımda merak ettiğim bir soruyu dillendirdim. “Bu arada ben daha önce hiç böyle bir destek almadım. Yani, bu anlattıklarım aramızda kalacak değil mi?”

Beni rahatlatmak istercesine hafifçe tebessüm etti. Başını olumlu vaziyette sallayarak, “Tabii ki de aramızda kalacak Armin Hanım, dert ortaklarımın ağzından çıkan tek bir kelimeyi bile paylaşmam, bu kendi prensiplerime aykırı. Gönlünüz ferah olsun lütfen.” Diyerek cümlesini sonlandırdı.

Hastalarım demek yerine kullandığı dert ortaklarım cümlesi yüzümde geniş bir tebessüme yol açtı. “O zaman, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Daha önce kime anlatmaya çalışsam hep bunalıp, fenalaştıkları için pek hevesim kalmamıştı açıkçası. Bu dertleşme bana iyi geldi, dediklerinizi uygulamaya çalışacağım.”

Sakin bir tebessümle yüzüme baktı. İlk andan beri yaşandığı üzre… “Benimle paylaşmak istediğiniz başka bir olay var mı?”

Anlatılacak çok şey vardı, çok ama çok… şu an içimden sadece Yıkımı anlatmak gelmişti ve devam etmenin beni yoracağını düşünüyordum. O yüzden aklımdaki düşünceleri ona sunarak, “Anlatılacak çok şey var ama bu günlük bu kadar yetse olur mu?” dedim mırıldanarak.

Duydukları ile ayaklandığında kolunu hafifçe öne kırarak kol saatine bakındı. “Pekâlâ, bu günlük çok güzel bir başlangıç yaptık devamını da merakla bekliyor olacağım. Zaten süremiz dolmuş bir sonraki seansımızda görüşmek üzere, kendinize dikkat edin.”

Ayağa kalkarak altımdaki pantolonun belini düzelttiğimde adam masasına doğru yönelerek su yeşilini andıran güzel renkli bir deftere bir şeyler yazmaya başladı. “Bir sonraki görüşmemiz için ne zaman uygun olursunuz?”

Telefonumdan ayın tarihine baktığımda 2020’nin son gününde olduğumuzu gördüm. Kendi konuma dönerek, “Sizce seansları kaç gün arayla yapmamız gerekiyor?” dedim bilinmezlikle.

Eğildiği masasına dik bir konum aldığında, “Duruma göre farklılık gösteriyor ama size haftada bir veyahut iki seans yapabiliriz?” dedi.

Duyduklarım ile kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında karşı çıkmayarak, “O zaman bu hafta sonu tekrar görüşebiliriz, eğer sizin de randevularınız boşsa tabii.” Dedim naifçe.

Birkaç sayfa geri giderek kısa birkaç cümle okuduğunda, “O zaman bu pazar saat 12 diyelim?” diyerek sorarcasına yüzüme baktı. Başımı olumlu halde salladım. “Tamam benim için sorun yok, o zaman görüşmek üzere.”

Yavaşça gülümseyerek geri çekildiğimde elim kapı koluna uzandı. Tam kapıyı açacağım esnada kulağıma dolan gür ses ile geriledim. “Bekleyin lütfen.”

Çatık kaşlarım yüzünde bakındığımda hızlı adımlarla bana yaklaştı. “Kapıyı ben açayım müsaadenizle.”

Anlamsızca yüzüne baktığımda istemsizce, “Sebep?” derken buldum kendimi. Tepkime karşılık ne diyeceğini bilemez gibi duraksadı. “Yani ben açarsam daha iyi olur, istemsizce sesimi yükselttim kusura bakmayın lütfen.” Sesini yükseltmiş miydi? Bağırış dediği ses, benim uyku aralarımda mırıldandığım saçmalıklara benziyordu… Tugay içerisinde en basitinden bir sohbette bile sesim aslan kükremesiyle yarışıyordu resmen.

Başımı iki yana salladığımda, “Sorun değil.” Dercesine yüzüne baktım.

Önüme geçerek kapıyı yavaşça açtığında bakışları kapının önünde gezindi. İstediğine ulaşmış gibi kenara çekildiğinde, “Buyurun lütfen.” Diyerek elini kapı boşluğuna doğru uzattı. Başımı yavaşça öne eğerek yüzüne baktığımda, “Teşekkür ederim görüşmek üzere.” Diyerek mırıldandım.

Yüzüne yakışan bir gülümsemeyle bana baktığında, “Rica ederim.” Dedi.

Tam çıkacakken aklıma bir şey gelmiş gibi geriledim. Baştan sona üzerini süzdüğümde çekinerek, “Yanlış anlamazsanız bir şey sorabilir miyim?” dedim.

Kapıyı dikkatle kapatarak sırtını kapıya aldığında, “Ne yanlışı? Buyurun çekinmeyin lütfen.” Dedi sakince.

Derin bir nefes alarak, “Boyunuz kaç acaba?” diye sordum.

Sorum onu şaşırtmışa benzemiyordu. Gözlerini kısa bir süre kapatarak derin nefes aldığında, “2 metre 6 santim.” Dedi.

2 metre 6 santim?

Kaşlarım havalandığında yavaşça yutkundum. İstemsizce güldüğümde kapıya yönelerek gülercesine bir sesle, “Görüşmek üzere Psikolog Bey.” Dedim.

Psikolog Bey…

Aynı şekilde karşılık vererek kapıyı araladığında benden önce dışarıya bir bakış atarak köşeye çekildi. Üzerimi düzelterek koridora çıktığımda beni görür görmez ayaklanan adama gülümseyerek baktım. Kollarımı hızlıca boynuna doladığımda kaslı kollarının belime dolandığını hissettim. “Her şey için çok teşekkür ederim.” Geriye çekildiğimde yüzüme gelen saçlarımı kenara çekerek gözlerime baktı. “Eğer ki memnun kaldıysan hiçbir sorunumuz yok.” Omuzumu sıvazlayarak yürümem adına hareketlendiğinde yüzümdeki sakin tebessüm ile koridorun sonunu döndüm.

Geniş ve ferah koridorları geçerek çıkışa geldiğimizde aradan geçen sürede yerleri doldurmaya yetmiş olan kara kasvetle baktım. Koşar adımlarla arabanın yanına geldiğimde kapını kolunu çektim. Kilitli olan kapıyla sinirle Kalender’e baktığımda, “Ya açsana kapıyı!” diyerek bağırdım.

Bana inat sallanarak gelen adam, “Ne var az bekle, hem ben sana koşma dedikçe inadına mı yapıyorsun sen?” dedi meraklı bir sesle.

Yanıma yaklaşan Kalender’in omuzuna sinirle bir yumruk attığımda yüzü buruştu. Anahtarı tutan elini omzuna sardığında, “Vahşi misin?” dedi kendini tutamadan.

Sinirle ofladığımda lastiğe doğru yavaş bir tekme atarak, “Açsana kapıyı!” dedim bağırarak.

Kalender ağlarcasına bir ses çıkardığında kapıyı açarak hızlıca yanımdan ayrıldı. Koltuğa oturmadan hastanenin dışına baktığımda camdan göz göze geldiğim adama ile kasılan yüzüm gevşedi. Nazikçe tutmuş olduğu perdenin arasından aşağıyı izlediğini var sayarken göz göze gelmek değişik hissettirmişti. Bozuntuya vermeden hafifçe baş selamı verdiğimde karşılık beklemeden arabaya bindim.

Kalender arabaya binmemle hızlıca park alanından çıktığında yolumuz Tugay’dı.

Aklıma gelen sinsi planlar ile güldüğümde, “Aklımda çok güzel içtima fikirleri var Teğmenim.” Diyerek mırıldandım.

Kalender bakışlarını yoldan ayırmadan, “Hava oldukça soğuk, o havuzu açtırmayı düşünmüyorsun değil mi?” dedi. Şen bir kahkaha attığımda Kalender’in üzerimde hissettiğim şok bakışları beni daha da keyiflendirmişti.

‘Komutanları hakkında bilmedikleri bir şey vardı. Armin eğitimlerinde çamur havuzunu kullanmaya bayılırdı.’

 

KURTULUŞ

Birkaç ısrar sonunda amacıma ulaşmanın verdiği mutluluk ile Kalender’e baktım. Melül bakışlarım komiğine gitmiş gibi benden önce içeri geçtiğinde vakit kaybetmeden arkasından ilerledim. Çok önceden yapmak istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım şeyi birazdan yapacaktım.

“Hoş geldiniz buyurun.” Fotoğrafçının içerisi tam da olması gerektiği gibi çeşit çeşit fotoğraflarla donatılmıştı. Her bir karede gizlenmiş güzel anlara bakarak tebessüm ettiğimde Kalender’in adamla konuşmaya başladığını gördüm.

Aklımda dönüp dolaşan tilkilerin mimarı, bundan birkaç ay önce Kurtuluş ile çekindiğimiz fotoğrafları bastırmak istememden kaynaklıydı.

Telefonumu açarak nerdeyse boş galeride hızlı bir şekilde aradığım fotoğrafları buldum. Gördüğüm yüzler ve içten tebessümler içimi ısıtmaya yeterken kalbimdeki geçmek bilmeyen sızıyı derin bir şekilde hissettim.

Kalender yanıma gelerek yavaşça koluma dokunduğunda, “Armin hazırsan fotoğrafların boyutlarını seçelim, gel hadi.” Diyerek belime hafifçe yön vererek ilerlememi sağladı. Kalender’in konuşmamama rağmen beni bu kadar iyi anlaması ve sersem hallerime hiç tereddüt etmeden yardıma koşması ilk defa değerli bir insan gibi hissetmeme neden olmuştu.

Kalender’e ayak uydurarak adamla fotoğrafların boyutlarını kararlaştırdığımda, fotoğrafları sosyal mecra üzerinden adama yolladım. Adam bilgisayardan fotoğrafların son düzenlemeleri yaparken, fotoğrafların evin hangi köşelerine ait olduğuna kadar aklımdaydı.

Her bir karede apayrı bir güzellik vardı. Onlarla beraber seneler sonra gülmeyi öğrenmek benim için büyük bir adımdı. Nereden bilebilirdim ki hiç tanımadığım bir şehirde hiç tanımadığım insanları ailem belleyeceğimi…

Düşüncelerimin arasına kaynayan çıktı sesleri ile yaslandığım cam bankonun üzerine baktım. Fotoğraflar yan yana sıralanmaya başlanmıştı.

Büyük bir heyecanla en baştaki fotoğrafı elime aldığımda Tekin’in çekmiş olduğu bir öz çekim ile karşılaştım. Tekin’in hemen arkasında kalan üçlü soldan sağa olacak şekilde, Kalender ben ve Yıldırım’dı. İkisine de sıkı sıkıya sarılmıştım. Ortada deli gibi sırıtan yüz benim yüzümken, yanımdaki adamlar da hallerinden memnun gibi genişçe tebessüm etmişlerdi. Bizim hemen arkamızda kalan ikili ise Ertuğrul ve Âhi’ydi. Ertuğrul hafif bir tebessüm ile kameraya bakmış, Âhi ise dişlerini gösterecek bir şekilde tebessüm etmişti. Özlem hissini uyandıran adamın yüzünü hafifçe okşayarak fotoğrafın üzerine yeni çıkanlardan birisini koydum.

Fotoğrafın en önünde duran tek kadın bendim. Göz altlarıma kadar çektiğim hâkî yeşili boyunluğum ile çatık kaşlar eşliğinde kameraya bakıyordum. Silahım çapraz tutuştayken hepsi beni taklit etmiş gibiydi. Solumda Kalender, sağımda Ertuğrul vardı. İkilinin hemen arkasında ise Tekin ve Âhi duruyordu. Tam ortada benim hizada kalan boşluğu ise Yıldırım doldurmuştu. Hepimizin yüzünden ciddiyet akarken bir önceki fotoğraf ile aralarındaki fark kıkırdamama neden oldu.

Yeni fotoğrafı elime aldığımda ilk fotoğraf gibi dip dibe olup deliler gibi sırıttığımız biz poz gördüm. Yıldırım boyumun Tekin ile eşit olması için belimden sıkıca tutarak bedenimi havaya kaldırmış kafasını ise belimin hizasından kadraja sokarak saf bir mutluluk ile tebessüm etmişti. Ben sanki düşmemek için büyük bir çaba verir gibi ellerimi sıkı sıkıya Ertuğrul’un üniformasına sarmış, sıktığım dişlerim ile Yıldırım’a bakmıştım. Yıldırım ve Ertuğrul haricindekiler halime güler vaziyette bana bakmış, yüzlerindeki keyfi ifade ise kameradan okunmuştu.

Fotoğrafların ardı arkası kesilmezken, her bir karede ufak ayrıntılar yakalamıştım. En dikkatimi çeken ise Tekin’in kameranın az uzağından kadraja el hareketi çektiği fotoğraf olmuştu. Asıl komik olan ise bunu kimsenin fark etmeyip o an her ne yaşadıysa gür bir kahkaha patlamamızın kameraya yakalanmasıydı. Hepsi çok ama çok güzeldi. Gülmeyi onlarla öğrenmişken, en iyi bildiğim duyguyu, ağlamayı da onlarla tekrar tekrar yaşamıştım.

 

KURTULUŞ

Şu anda üzerime geçirdiğim üniformam ile tam çamur havuzunun önünde dikiliyordum. Bulamaç haline gelmiş çamurun üzerine su döken erlere baktığımda hepsinin ellerindeki bidonları çukura boşalttığını gördüm. Bakışlarım ileride çardakların önünde buz kesmiş betonda oturan adamlarıma kaydı. “Kurtuluş çardakta bekle!” gür bir sesle bağırdığımda, hepsi dalgın hallerinden kısa bir süreliğine ayrılarak çardağa oturdu.

“Komutanım havuzlar hazır başka bir isteğiniz var mı?” Mert elindeki boş damacanayla kan ter içinde kalmış bir halde bana bakıyordu. Omuzuna birkaç kez vurduğumda, “Alandaki işi olmayan herkesi içeri yemekhaneye götürür müsün aslanım sana zahmet. Yalnızca sen Ömer’le beraber girişin orada tetikte bekle yeter.” Dedim.

Mert bana bakarak başını salladığında, “Emredersiniz Komutanım.” Diyerek yanımdan ayrıldı. Kısa bir süre içerisinde, “Gözetleme kulübesindekiler hariç bütün herkes yemekhaneye, acele edin!” diyerek bağıran bir bağırış sesi duydum.

Alan oldukça kısa bir süre içerisinde boşaldığında bağırmama gerek kalmadan yanımda biten adamlara baktım. “Kadro say asker!” Bakışlarım Kalender ve Ertuğrul arasında gidip geldiğinde Ertuğrul bir adım öne çıktı. “Kurtuluş timi iki Teğmen, bir Başçavuş, bir Çavuş ile emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım!”

Buruk kalan içime rağmen dudaklarımı birbirine kenetlenerek kısa bir süre duraksadığımda, “Tekin ve Ertuğrul birinci havuza, Yıldırım ve Kalender ikinci havuza.” Diyerek havuzların olduğu yeri işaret ettim.

Ayırdığım ikililer sırayla havuzların başına yöneldiğinde oldukları yerde duraksayarak bana baktılar. Üzerimdeki bakışlara aldırış etmeden arkamda kalan banktan aldığım zincirler ile en yakınımda kalan Tekin ve Ertuğrul ikilisine yöneldim.

Zinciri yere atarak cebimden çıkardığım kumaşı ikisinin gözlerine bağladığımda, ikilinin arkasındaki havuzda kalanların da gözlerini bağladım. Hepsi gözleri bağlı bir vaziyette oldukları yerde dikilirken Tekin’in uzun bacak boyundan faydalanarak postalının çengelinden taktığım zinciri önce bir bacağına, sonra diğer bacağına bağlayarak ayaklandım. Ertuğrul’un boynundan sardığım zincir ile huzursuzlaşan adama, “Sakin kal dememe gerek var mı?” diye tehditvari bir sesle sordum. Başını hızla iki yana sallayarak düzensiz nefeslerini düzenlediğinde boynundan sarkıttığım zinciri beline bir tur sararak, Tekin’in bacaklarından artan fazla parça ile kilitledim. Kilitlediğim yerden bir kilit daha geçirdiğimde üst üste duran iki kilit ile yavaşça gülümsedim.

Aynı işlemi Kalender ve Yıldırım’a uyguladığımda bu sefer birkaç santim ile uzun olan Yıldırım’ın bacaklarını zincirlemiştim.

Erler havuzu hazırlarken otuzlu anahtarlığı çamur zemini kazarak derin bir bölüme yerleştirmişlerdi. Şimdi ise onlardan istediğim şey o anahtarlığı bularak canlarını emanet ettikleri tim arkadaşlarını kurtarmalarıydı.

Ellerimi arkamda bağlayarak ileri geri havuzların önünde yürümeye başladığımda, “Üzerlerinizde toplam iki kilit var, bu kilitlerin anahtarları ise havuzun içerisinde bulunan otuzlu anahtarlıkta duruyor. Bu arada baştan söyleyeyim, havuzun içerisinde de bir kilit var, üzerinizdekilerden kurtulduktan sonra o kilidi açmazsanız üzerinizin zincirli olup olmamasının pek de bir anlamı kalmaz. Yani toplam üç kilidiniz var.” Dedim. Hepsi dikkatle beni dinliyordu. Ufak bir yalanım vardı ve bu yalan hepsini oldukça panikletebilecek olsa da söylemek zorundaydım. “Havuza girebilirsiniz arkadaşlar.”

Hepsi dikkatle havuzun içerisinde girdiğinde derin havuz yüzünden ayaklarının yerden kesildiğini ellerini havuzun köşelerine saran adamlardan anlamıştım. Yalanıma ayak uyduran telaşlı bir sesle, “Yalnız bir sorunumuz var.” Diyerek başladım. “Parkuru hazırlatırken aldığım habere göre bir görevimiz var. Aslında pek görev sayılmaz ama oraya gitmeden önce sizin buradan çıkmanız lazım. Duyduklarıma göre Çiler ailesinin yaşadığı yerde bir bomba ihbar haberi almışlar. Paniklemenize gerek yok yalnızca haber vermek istedim. Eğer ki kilitlerinizi hızlıca çözerek kurtulursanız gidebiliriz.” Cümlemin sonlarına doğru kapıda hazır dikilen Mert ve Ömer’e gelmeleri için bir baş hamlesinde bulunmuştum.

“Ne!” Kalender ve Tekin’den aynı anda gelen bağırış ile kaşlarım çatıldı. İkisi de hareketlenmiş bir şekilde çıkmayı kolluyorlardı. “Yerinde dur asker bu bir emirdir!” gür bir sesle bağırdığımda Kalender, “Şu zincirleri çözer misiniz? Ne demek bomba ihbarı almışlar? Armin cevap versene!” diyerek üzerindeki zinciri çekiştirmeye başladı. “Teğmenim tek bir hamlenizi daha görürsem emre itaatsizliğinizden dolayı timimden atılmanız adına güzel bir yazı hazırlarım. Yerinizde durun bu sizi son uyarışım!” Bağırışımın ardından Mert ve Ömer’e baktığımda koşarak havuzların başında dikildiklerini gördüm. Havuzların ahşap kapağını yöneldiklerinde ikisi de ağzımdan çıkacak tek kelimeyi bekliyorlardı. “Kafanızı ve ellerinizi içeri sokun tahtayı kapatacaklar!”

Ömer ve Mert dediklerimin ardından tahtayı ağır bir hamle ile yana devirdiklerinde havuzun içerisindeki kilidi ahşap tahtanın yanındaki oyuğa yerleştirerek kilitlediler.

Mert ve Ömer eski yerlerine geçtiklerinde banka oturarak havuzların tahta zeminini izlemeye başladım.

KURTULUŞ

Ara ara havuzun içerisinden bir yerlere vurma veya bağırışa benzer iniltiler duyuyordum. Aradan neredeyse on beş dakikaya yakın bir süre geçmişti ama iki havuzda da herhangi bir hareketlenme yoktu.

Havuzun içerisindeki su tamamen çamur değildi. Neredeyse yüzde doksanlık kısmı sudan oluşuyordu. Ayrıyeten içerisindeki su, tahtalara kadar silme vaziyette değildi. Yani aradan geçen sürede elbette ki soluklanmak için başlarını kaldıracakları bir alan vardı.

Aklımda olan bir diğer olay için Erdem’i aradığımda telefon kısa bir sürede açıldı. “Komutanım eğitimde herhangi bir sorun yok değil mi?” meraklı sesine karşılık, “Hayır ondan aramadım. Benim kaldığım hastane odasında çiçeklerim kaldı. Onları gün içerisinde alıp bana getirebilir misin acaba?” dedim getirmesini ümit ederken.

Karşıdan sanki bunu bekliyormuş gibi değişik bir nida çıktığında, “Heh! O çiçekleri sabah odadan almıştık zaten Komutanım, biraz fazla oldukları için spor salonuna kaldırdık giderken oradan alabilirsiniz.” Dedi. Biraz fazla olan çiçeklerimin yerini de öğrendiğimde Erdem’e teşekkür ederek aramayı sonlandırdım.

Havuzlardan birisinin içerisinden gelen yumruk sesleri ile kaşlarım havalandı. Galiba birileri telaştan havuzun tahta kapağını yumrukluyordu.

Kar yağışı git gide şiddetlenmeye başladığında bu durumdan en huzursuz olan elbette ki bendim. Burada dikilmektense havuzda olmayı tercih ederdim.

Kalenderin olduğu havuza yönelerek şınav pozisyonu aldığımda, hafif aralık tahtanın boşluk kısmına gür bir sesle kükredim. “Yüksekova da az önce bir patlama meydana gelmiş Çiler! Ailen yanlış hatırlamıyorsam orada yaşıyordu…”

Kalender’in en başta gözüme takılan özelliklerinden birisi yalnızca nefes problemi olmasıydı. Herhangi bir bağırışta veya onun hayatını etkileyecek durumda paniklemiyor, kolay kolay dikkatini dağıtmıyordu. Şu anda da olduğu gibi herhangi bir panik belirtisini üzerinde görmemiştim. Havuzun içerisinden yükselen küfür sesleri hariç… gerçi bu ses Kalender’e ait değildi ama gene de…

“Hay ağzına sıçayım tahta gibi, açıl ulan!” Tekin’in kendini yırtarcasına çıkardığı ses ile hızlıca pozisyonumu bozduğumda üzerime doğru devrilmek üzere olan tahtaya baktım. Kim kimin ağzına edecekti birazdan izleyecek gibiydik…

İlk açılan havuz Tekin ve Ertuğrul’a aitken üzerleri başları çamur içerisinde dışarı çıkan ikiliyi gördüm. İkisi de gözlerini açmakta zorlanıyor gibi temkinli adımlarla ikinci havuzun olduğu yere yürümeye başlamışlardı. Tam havuzun tahtasını açmak için yöneleceklerken tahta ağır bir hamleyle yana devrildi. Kalender ve Yıldırım ikilisi bedenlerini yere yığılırcasına bıraktıklarında gülerek yere devrilen dörtlüye baktım.

“E hadi beyler kalkın gidelim!” hepsi sanki unuttukları bir şeyi hatırlamış gibi ayaklandıklarında önlerini görmemelerine rağmen koşmak için hamle yaptılar.

En önden koşmaya hazırlanan Tekin‘in ayak bileğine sağlam bir çelme taktığımda arkasında kalan Kalender ile sert bir şekilde çarpışarak yere düştüler. Yıldırım düşen ikiliyi fark etmeyerek üstlerine takıldığında o da en az ikilinin düştüğü sertlikte yere devrildi. Ertuğrul ise sakinliğini koruyarak gözlerini araladığında en önce bana sonrasında ise yerde üst üste yatan üçlüye bakarak kahkahayı bastı. Ertuğrul’un kahkahası ile bende gülmeye başladığımda hepsi gözlerini zar zor aralayarak bana baktı.

Kalender en altta kalmanın verdiği ölme tehlikesi ile, “Yalan söyledin değil mi?” diyerek bana baktı acıyla. Dudaklarım gerildiğinde bakışlarımı koyu kahvelerinden kaçırarak havuzların üzerinde gezdirdim. Kalender ağlarcasına bir mırıltı çıkardığında, “Ulan Tekin kalksana üstümden, kaç kilosun oğlum sen!” dedi son ses bağırarak.

En üstte duran Yıldırım Ertuğrul’un desteğiyle kalktığında hepsi kısa bir süre sonunda karşımda dikilmişti. “O zaman size güzel bir sürprizim var!” hepsinin gözleri saniyelik bir şekilde parladığında son bakışımı Tekin’in üzerinde kenetleyerek gülümsedim. “Başçavuşum gelin böyle.” Tam karşımı işaret ettiğimde Tekin tam bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı. Kaşlarım ısrarcı bir tavırla gelmesini emrederken sözünü yutarak karşıma geçti.

İlk atağım saniyeler içerisinde gerçekleştiğinde yüzünün ortasına sert bir yumruk yiyen adamı sersemletmiştim.

Göğüs kafesimi saran korseyi her ne kadar çıkarmak istesem de bir süre daha benimle olacaktı. O yüzden göğüs kafesime dikkat ederek karşıdan gelecek hasarı minimuma indirmeliydim.

Tekin yana savrulan başını hızla bana çevirdiğinde üzerime doğru çevik bir atak gösterdi. Yavaşça eğilerek gelen yumruğundan kurtulduğumda kolumu sertçe açarak çene hizasına bir yumruk attım. Yumruklarım yüzüne okkalı bir şekilde inerken karşımda sersemleyen adamın karşılık vermesi pek de kolay olmamıştı. “Oğlum karşına terörist çıkınca kendini böyle mi savunacaksın lan!” sinirle karın boşluğuna doğru bir tekme savurdum. Tekin acıyla inleyerek öne büküldüğünde etrafı izleyen Yıldırım’a doğru koşarak yüzüne sert bir yumruk attım.

Kalender yaptığım hareket karşısında şok olmuş gibi bana bakarken Yıldırım’dan gelen sert çelme ile sağ dizim kapağından bükülmüştü. Sert bir nefes vererek Yıldırım’ın göğüs kafesine yumruğumu geçirdiğimde nefesi kesilen adam ile kenara çekildim. Düşman onlara narin davranmayacaktı. Düşman onlara el bebek gül bebek baskı yapmayacaktı. Düşman hiçbir zaman acıması olmayanlardı. Düşman acılarını ayıramayanlardı.

Kalender Yıldırım’ı kaldırmak için eğildiğinde Kalender’in kalçasına doğru sert bir tekme attım. Adam anlık gelen şokla acıyla inlediğinde yüz üstü yere düştü. Başını postalımın altında sıkıştırarak, “Siz gevşemişsiniz koçlar! Hayırdır ne oluyor?!” diyerek esip gürlediğimde Ertuğrul’dan, “Haklı.” Diye bir mırıldanma duydum.

Sinirle Ertuğrul’a döndüğümde gülerek Kalender ve Yıldırım ikilisine baktığını gördüm. Dişlerini göstererek gülen adamın tam dudaklarını hedefleyerek kolumu geriye doğru açtım. Her şey saniyeler içerisinde gerçekleşirken kulaklarıma dolan tok kemik sesi ile geriledim. Ertuğrul yere düşmüş bir vaziyette çenesinden dudaklarına kadar olan bölgeyi elleriyle sarmıştı. Acıyla inleyen adama kısa bir süre pişmanlıkla baktım. Bir salise kadar…

Bir anda dengem bozulduğunda sırtımın betonla sertle buluştuğunu hissettim. Boğazıma sarılan eller ile gözlerim irileştiğinde üzerime abanan Tekin’i görmemle gülmeye başladım. Gülmem nefesimin kesilmesine neden olurken Tekin yüzüme doğru sert bir yumruk attı. Yüzüm yana savulduğunda dudaklarım saniyesinde uyuşmuş, yanağıma doğru ılık bir sıvı firar etmişti.

Tekin’in sağ kolunu sol koluma, sol kolunu sağ koluma kenetlediğimde kollarını dirsek hizasından bükerek yana devirmeye çalıştım. İri adamın dengesi sarsıldığında dizimi büküp karnına sertçe geçirdim.

Son aldığı darbe ile bedeni yana devrilmişti. Az önce bana yaptığı gibi üzerine abandığımda dudaklarının hizasına sert bir yumruk attım. Patlayan dudağından akan kan çenesine süzüldüğünde arkamdan yaklaşan kişiye sert bir tekme savurdum. Ertuğrul acı içerisinde tekrarda yeri boyladığında Tekin’den ayrılarak Ertuğrul’a yöneldim.

Düşen adamın karın boşluğuna sert bir tekme daha attığımda birisinin yerde süründüğüne dair bir hışırtı sesi duydum. Dirseğimi boyun hizamdan geriye doğru savurduğumda kulaklarıma varan çarpışma sesi ile içim cızladı. “Ulan oğlum be!”

Kalender travma yaşamış gibi irileşen gözleri ile elini boynuna sarmış bir vaziyette bakışlarını betona kitlemişti. Kalender’e bakayım derken gözümün hizasından yediğim yumruk ile bedenim geriye savruldu. Dudaklarımın arasından kısık sesli bir küfür etrafa saçıldığında gözümün önünün kelimenin tam anlamıyla karardığını hissettim.

Hepsine ayak uydurarak kendimi yere attığımda üzerime düşen iğrenç beyaz taneler yüzümün buruşmasına neden oldu.

Bakışlarım askeriyenin camlarından orta kısımdaki kata kaydığında, Boz ve Miralay’ın yan yana durmuş pür dikkat bizi izlediklerini gördüm. Bozuntuya vermeyerek sakince ayaklandığımda, “Kurtuluş önce duşa sonrasında ise yemekhaneye bekleniyorsunuz acele edin aslanlar!” dedim bağırarak.

Tam tugayın içerisine girecekken bakışlarım yerde sersemce yatan Ertuğrul’a kaydı. Dikkatlice yere eğildiğimde yüzüne doğru yavaşça vurarak, “Lan Ertuğrul.” Diyerek fısıldadım. Karşıdan hiçbir tepki gelmezken yüzünü yavaşça sarsarak kendine gelmesini umdum. Ertuğrul’dan herhangi bir tepki gelmediği için avazım çıktığı kadar, “Erdem!” diyerek bağırdım.

Kalender düştüğü yerden kalkarak bana yaklaştığında, “Dur bir bakayım.” Diyerek beni kenara ittirdi. Diz kapaklarım itilmenin verdiği etkiyle yerle bütünleştiğinde sinirle Kalender’e baktım.

Kalender beni umursamazcasına Ertuğrul’un yüzüne bakarken hızla bana döndü. “Bütün gücünü adamın yüzüne kustun herhalde şuna bak az daha vursan çenesi yerinden çıkacakmış!” kinayeli bakışlarına karşılık omuz silkmekle yetindiğimde göz devirerek Ertuğrul’a döndü. “Ertuğ oğlum iyi misin?” Kalender Ertuğrul’un vereceği tepkiyi beklerken kulaklarıma dolan koşma sesleri ile gülümsedim.

“Komutanım neler oluyor?” Erdem son hız bana doğru koştuğunda hızlıca dizlerinin üzerine çömelerek Ertuğrul’un yüzüne baktı.

Erdem’in omuzuna birkaç posta vurarak, “Aslanım sen Ertuğrul’u hastaneye götür bir serum falan yesin ayılır belki…” dedim bakışlarım Ertuğrul’un üzerindeyken.

Ertuğrul bu anı bekliyormuş gibi hızlıca gözlerini açtığında, “Yok Komutanım ben gayet iyiyim.” Dedi ayaklanarak. Hızlıca ayağa kalktığından olsa gerek dengesi bozulduğunda Erdem’in üzerine doğru sendeledi. Erdem Ertuğrul’un omuzları sıkıca tuttuğunda araya girerek, “Sen Ertuğrul’u götür Erdem, kendine gelince yemekhaneye gelir.” Dedim.

Erdem başını sallayarak dediklerimi onayladığında, “Tamamdır Komutanım hallediyorum.” Diyerek Ertuğrul’u Tugayın içerisine doğru sürüklemeye başladı.

Ellerimi birbirine vurarak yerde yatan ikiliye baktığımda, “Hadi beyler oyalanmayın hadi!” diyerek bağırdım.

Yıldırım ve Tekin ikilisi ayaklanırken tugaya doğru yöneldim. Girişi kaplayan bayrak havanın etkisi ile dalgalanırken buruk bir tebessüm sunarak içeri geçtim.

Hareketlerimi hızlandırarak odamın önüne geldiğimde kulaklarıma dolan gür ve tok ses ile hızlıca hazır ola geçtim. “Üsteğmen Tan!” Tan demeye herkes alışmıştı gerçekten, içimden kendime Çiler diye hitap etmek gelmiyordu. En kısa sürede boşanma işlemleri hakkında konuşmamız gerekiyordu aslında. Sonuçta artık ortada dönen tehlike belirsiz değildi.

Bakışlarım bana doğru yaklaşan Boz’a çevrildiğinde gür bir sesle, “Üsteğmen Armin Tan Ankara emredin Komutanım!” diyerek tekmil vererek yüzüne bakındım.

Boz başıyla merdivenleri işaret ettiğinde arkasına takılarak hızlıca üst kattaki odasına geçtik. Boz koltuğuna otururken tam karşısında hazır ol da dikilmeye devam ettim. “İkiletme geç otur.” Çapraz sağında kalan koltuğu işaret ettiğinde hızlıca koltuğa kurularak yüzünü izlemeye başladım.

Boz kollarını göğsünde kavuşturarak, “O eğitim ne içindi tam olarak Üsteğmenim?” dedi meraklı çıkan sesi eşliğinde.

Yavaşça yutkunarak gözlerinin içerisine baktığımda, “Bir adamımı daha aldığı bıçak darbesi sonucu şehit vermeye hazır değilim Komutanım. Eğer şehit olmamaları için ağızlarını burunlarını kırmam gerekiyorsa bizzat kırarım. Dikkat hatalarına ve sorumsuz davranışlara tahammülüm yok, herkes olması gerektiği gibi davranmayı öğrenecek.” Diyerek çattığım kaşlarım eşliğinde boydan boya cam döşenen odadan Tugayın geniş bahçesine baktım.

 

Boz memnun olmuş gibi bir mırıltı ortaya koyduğunda ağzındaki baklayı çıkararak, “Tim için yerinize geçecek adamlar hakkında bir konuşma yapmadık. Aklında birileri var mı Üsteğmenim?” dedi elalarıma tehlikeyle bakarken.

Yavaşça gülümsediğimde, “Elbette var Komutanım.” Dedim mırıldanarak.

Boz ellerini masanın üzerinde kenetleyerek masaya abandığında, “Çok güzel,” dedi başını memnuniyetle sallarken. Masa takviminden ayın kaçında olduğumuza baktığımda senenin son günü olduğunu gördüm. Boz takvimden aldığı bakışları bana çevirdiğinde, “Yılbaşından iki gün sonra yani 2 Ocak Cumartesi günü genel bir tören düzenleyeceğiz. Gününü netleştirdik, senden de tim için isimleri netleştirip netleştirmediğini duymak istedim sadece. Aklında olan isimler kimler peki?” dedi merakla.

Dudaklarımda şen bir tebessüm meydana geldiğinde aklımda dönüp dolaşan iki ismi Boz’a aktardım. Duydukları hoşuna gitmiş gibi beni onayladığında, her ne kadar eski Kurtuluş’un tadını vermese de iyi işler becereceklerinden adım kadar emindim.

 

KURTULUŞ

Etrafta çatal kaşık seslerinden başka ses çıkmazken melül bakışlarımı kaşları ve dudakları patlamış, yaraların üzerine çekilmiş yara bantları ile sessizce yemek yiyen adamlara çevirdim.

Ertuğrul’un yüzü diğerlerine nazaran daha kötüydü. Sağ elmacık kemiği morarmış, dudağında derin bir yarık meydana gelmişti. Dudağına yapıştırılan minik bant yemek yemesine engel olmasa da o yemeyi reddediyor gibi bir haldeydi. Önündeki tabldot ile uzun bakışmalarını ağzıma attığım salatalığı çiğnerken bölmüş bulundum. “Ertuğrul yemeğini ye oğlum.”

Tabağımdaki bütün salatalıkları peş peşe keyifle yediğimde boşalan bölme ile üzgünce tabldota baktım. Biten çayım için yanımdan geçen ere bardağımı verdiğimde tekrardan önüme döndüm. Kalender ve Yıldırım’ın tabaklardaki bütün salatalıkları toplayarak benim tabağıma koydukların gördüğümde yavaşça gülümsedim. “Siz yiyin arkadaşlar doydum zaten.”

Gerçekten de ölümüne bir kahvaltı yapmıştım. Yan masada oturan erler tarafından üzerime dönen şaşkın bakışları çoğunlukla Kalender bazen de geriye kalan üçlüler bozmuştu. Esip gürleyen adamlarım yüzünden hepsinin mahcup bakışlarını görmek de bir ayrı can sıkıcı konuydu.

Geriye kalan tüm salatalıklarımı da bitirdiğimde son gelen çayım ile Ertuğrul’un kahvaltısını bitirmesini bekledim. “Komutanım kalkalım isterseniz.” Ertuğrul beni beklemeyin dercesine söylendiğinde başımı iki yana sallayarak çayımdan kısa bir yudum aldım. “Sen devam et iyi böyle.”

Kalender sandalyesini bana yaklaştırarak kulağıma eğildiğine, “Akşam timle beraber toplu yemek mi yesek? Annemler Armin’i de al bize gel diyor ama pek gitme taraftarı değilim… Timi sende mi toplasak ne dersin?” dedi sessizce.

Ensemi kaşıyarak kararsızca Kalender’e baktığımda, “Baya saçma bir soru olacak ama sen tam olarak nerede kalıyorsun Kalender?” dedim merakla. En baştan sormam ve konuşmamız gereken konuyu şu an soruyor olmamın verdiği saçmalığı ile güldü. “Olası bir takip durumuna karşı ailemin evinde kalmıyorum mesleğe başladığımdan beri, sadece arada sırada Mine çok ısrar edince gidip birkaç saat oturuyorum o kadar. Kendime tuttuğum bir evim var, en baştan beri oradayım yani.”

İlk tanıştığımız zaman Kalender’in Mine ile konuşması gözümün önünde canlandı. Konuşmalarında beni bekleme geç geleceğim tarzında duyduğum cümle Kalender’in ailesi ile yaşadığını düşünmeme neden olmuştu. Hatta ve hatta Mine’nin doğum gününde bütün timi alıp doğum günü kutlamaya götürdüğünde bu düşüncem biraz daha yerine oturmuş, Kalender’i tam anlamıyla ailesi ile yaşıyor gibi düşünmüştüm.

Çayımdan bir yudum daha alarak, “Ailen tepki göstermesin? Yani ben genelde yılbaşı için özel bir program yapmıyorum, ailenle bu konuda neler yapıyorsunuz bilmiyorum pek…” dedim tedirgince.

Kalender kaşlarını kaldırıp indirdiğinde, “Yok hayır zaten eve çok sık uğramadığım için sorun olacağını düşünmüyorum. Mine’ye durumu anlatsam o bizi idare eder. Sen karar ver, timi çağırıp beraber yemek yiyebiliriz istersen.” Dedi tekrardan sessizce. Başımı sallayarak dediklerini onayladığımda Kalender sandalyesini geri eski yerine çekti.

Ertuğrul kahvaltısını bitirdiğinde yanında oturan Yıldırım Ertuğrul’un kulağına eğilerek, “Bunlarda da bir iş var ama hadi hayırlısı.” Diyerek mırıldandı. En başından bu yana asla düzeltemediği sessiz konuşma özelliği ile güldüm. “Oğlum sen sessizce konuşmayı bilmez misin? Bari bilmiyorsun yanımızda dedikodumuzu yapma.” Yıldırım dudaklarını birbirine bastırarak sırtını sandalyeye yasladığında yanında oturan Ertuğrul Yıldırım’ın kafasına sertçe vurdu.

Yıldırım kafasını tutarak sızlandığında, “Ne yapıyorsun ya?” dedi sitemli çıkan sesiyle.

Ertuğrul derin bir nefes alarak kollarını göğsünde topladı. “Komutanınım ben senin kes sesini de usluca otur yerinde.”

Ortalıkta yürüyüp duran erlerden birine el kol yaptığımda koşarak yanıma geldi. “Buyurun Komutanım.”

“Aslanım bizim dinlenme odasına beş tane orta şekerli Türk kahvesi getirir misin sana zahmet?” sanki bu anı bekliyormuş gibi hızlıca ortalıktan kaybolduğunda ayaklandım. “Hadi beyler dinlenme odasına geçelim.”

Tabldotumu alarak köşedeki bulaşıkların toplandığı alana bıraktığımda hepsi bana ayak uydurarak aynı hareketi tekrarladı. Yemekhaneden en önde ayrılarak merdivenlere yöneldiğimde dinlenme odasına ulaşarak içeri geçtim. U koltuğun köşe kısmına geçtiğimde koltuk beni aşağı doğru çekmişti. Oturduğum yerde iyice yayılarak başımı geriye attığımda gözlerimi kapatarak dinlenme ihtiyacımın ufak bir kısmını karşılamaya çalıştım.

Birkaç dakika odanın içerisi sessizlikle boğulurken çalan kapı ile gözlerim aralandı. Yanımda oturan Kalender’in elini tutarak kendimi ileri çektiğimde oturur bir vaziyete geldim. “Gel aslanım!”

Elindeki geniş tepside bulunan Türk kahveleri ile içeriye bakan erin imdadına kapıya en yakın oturan Tekin koştu. “Eyvallah aslanım.” Diyerek omuzuna iki kez vurduğunda er hafifçe başını eğerek kapıyı çekti.

Tekin elindeki tepsiyi nereye koyacağını bilemez gibi ortaya bakınırken Yıldırım kolonun arkasında kalan ufak masayı koltuğun tam ortasına çekti. Tekin tepsiyi yavaşça ortaya bıraktığında bana yakın olan ufak bardağı avcumun içerisine aldım. Dudaklarıma değdirdiğim minik kahve bardağından burnuma sert bir koku ilişti. Bu kokuyu seviyordum. Gözlerim yavaşça kapanırken gözlerimin önünden binlerce ihanet geçti. Her bir ihanetin dokularımı ne denli zedelediğini yeni anlıyordum. Elbette ki ihanet acı bir durumdu. Hem de acının en üst sıralamalarında yerini alanlardan… Karşınızda birsini hayal edin, iyi veya kötü, tanıdık veya tanıdık bir yabancı… Elindeki kör bıçakla kalbinizi hedef alıp, yüreğinize binlerce vurgun yaptığını düşünün… Sizce en acı olan şey, yüreğinize aldığınız vurgunlar mı yoksa gözlerinizin içine baka baka size olan nefretinizi üzerine kusan kişiyi görmek mi? Her ihanetin altında derin bir acı yatardı ama bu acının bir geçerliliği olması gerekmez miydi sahiden? Ben kendi ikizimi kendi ellerimle öldürecek kadar cani bir insan değildim. Evet bazılarına Afil Tan’a göre pek iyi bir karaktere sahip olmayabilirdim ama bu kadarını da yapacak cesareti kendimde bulamıyordum. Psikoloğumun dediği gibi; en önemli şey kabullenmekti. O, bunca olan olayı kabullenmediği gibi kendisi yüzünden yaşanan bu vukuatı da görmezden gelmeyi tercih ediyordu.

Aslında tedaviye ihtiyacı olan birisi varsa o kişi tam da Afil Tan’dı.

Bir keresinde psikiyatriste gerçek hastalar gitmez, gerçek hastaların hasta ettikleri kişiler gider diye bir cümle okumuştum ve gerçekten bu söz o kadar doğruydu ki…

Ben herkesi kendim gibi zannediyordum. Aslında en büyük sorunum kesinlikle buydu. Ben, bana güvenen, sırtını yaslayan birini ne pahasına olursa olsun ardımda bırakmazdım. Nedense insanlar birisinin yüzüne gülüp arkasından atıp tutmayı çok iyi beceriyorlardı. Bu oldukça yanlış bir davranış olmakla beraber insanların hayatlarında ne denli büyük yaralara sebebiyet verdiklerinin farkında değillerdi. Afil ise arkasından atıp tutanlardan olmayı değil direkt olarak yüzüne haykırmayı seçen kolpalardandı. Beni kendi kızı gibi görmediğini o rutubetten nefes almaya yer kalmayan iğrenç mahzende bıraktığı gecelerde anlamıştım. Her anne çocuğunu el bebek gül bebek büyütmüyordu ama bu denli nefretle büyüyen bir çocuğa şu yaşıma kadar hiç rastlamamıştım şahsen.

Küçüktüm. Aklımın henüz ermediği zamanlardı. Beni sevmemesinin sebebini kendi başıma tarasam bile kabaran saçlarımın kötü görüntüsüne, minik ellerime pek yakışmayan ama onun ellerinde harika gözüken küt tırnaklara, bir hanımefendi gibi gözükmemi gerektiren kısa şık elbiselerin boyumla uyuşmazlığına bağlamıştım. Zaman geçtikçe gerçek yüzüme bütün acımasızlığı ile saldırmış, beni hiçbir zaman sevmediği gibi kabullenmediğini anlamıştım. Aslında bunu anlamak için bu yaşıma gelmeme gerek yoktu. Dediğim gibi o mahzene kapatıldığım ilk geceyi asla unutamıyordum. Her gerçek o geceden sonra yüzüme tokat gibi çarpılmıştı. Benim sorunum çevremden aldığım ihanetin hançer darbeleri değil, bir annenin kızına bir nebze olsun göstermediği sevgi kırıntılarıydı.

Kahvenin sıcaklığı dilimin yanmasına neden olurken dilimin üst yüzeyinin uyuştuğunu hissettim. Kendimi toparlayarak, “Akşam bir planınız yoksa bizde toplanalım mı gençler?” dedim yanımda oturan Kalender’e kısaca bakarak.

Tekin bana fark etmez dercesine başını salladığında Ertuğrul’da Tekin’e ayak uydurdu. Yıldırım bana bakarak, “Olur Komutanım bizim işimiz yok.” Deyip hafifçe gülümsedi. Başımı sallayarak kahvemden bir yudum daha aldığımda kahveden geriye telveleri kalan bardağın içerisine baktım. “O zaman akşam yedi buçuk, sekiz gibi bulaşım.”

Hepsinden onaylayan mırıldanmalar yükseldiğinde aklıma gelen şeyle, “Bu arada iki gün sonra rütbe törenimiz var haberiniz olsun.” Dedim hevesle.

Bakışlarım karşımdaki üç adama kaydığında aralarında en sevinen kişinin tam da beklediğim gibi Ertuğrul olduğunu gördüm. “Süper!” Anlık tepkisi hepimizi güldürürken dişlerini göstererek gülümsedi. Başımı iki yana sallayarak güldüğümde bardağımı masaya bırakarak ardıma yaslandım. Seviyordum bu adamları.

KURTULUŞ

 

“Fırına bak yanmasın sakın!” Kulaklarıma geçirmeye çalıştığım küpeyle telaş içerisinde bağırdığımda kulaklarıma sert bir koşma sesi ilişti. “Baktın mı? Bak eğer yandılarsa seni de yakarım!”

En sonunda takmayı becerdiğim küpe ile olduğum yerde çocuk gibi zıpladığımda üzerimdeki saten hâkî yeşil gömleğin bel kısmını düzelttim. Kumaş hafif bol paça siyah pantolonumun içerisine sıkıştırdığım gömleğimin üç düğmesini açtığımda aynadan kendime baktım. Gayet güzel göründüğümü düşünüyordum.

Oyalanmadan odamdan çıktığımda mutfağa doğru koşar adımlarla geldim. Kalender fırını içerisindeki bonfilelerin pişip pişmediğini anlamak adına eğilmiş, çatık kaşları ile fırının içerisini izliyordu. Fırına yaklaşarak Kalender’i kenara ittirdiğimde, “Ben zaten bakıyordum.” Diyerek burun kıvırdı. Bir fırına bir Kalender’e bakarak dudaklarımı iğrenir gibi araladım. “Baktığından belli az daha dursa yanacaklarmış!”

Fırının derecesini ve fanlarını kapatarak kapağını açtığımda elime aldığım fırın eldivenini dikkatle tutarak tepsiyi çıkardım. Tepsiyi tezgâhın üzerine önceden bıraktığım tahtanın üzerine yavaşça bıraktım. Buharı üzerinde olan bonfileler oldukça leziz gözüküyorlardı. Tezgâhın sağ köşesinde yer alan garnitürlerimden iki tabak aldığımda Kalender’de aynı şekilde bana yardım etti.

Mutfaktan çıkarak birkaç adım sonra sağa yöneldiğimde salonumun kapı hizasının tam karşısında duran geniş yemek masasına baktım. Bütün tabak, bardak, çatal, bıçak gibi yemek için lazım malzemeler masadaydı. Sol elimdeki köz patlıcan salatasını karşılıklı duran tabakların ortasına bıraktığımda, sağ elimdeki yayvan kiremit rengi tabağın içerisindeki patates püresini garnitürlerden kalan boşluğa bıraktım. Aynı malzemelerden oluşan iki tabağı daha Kalender’den alarak bu sefer tam ters olacak vaziyette masaya yerleştirdim. Masanın solunda köz patlıcan salatası ve patates püresi, sağında ise aynı şekilde duran patates ve patlıcan tabakları vardı. Masanın tam ortasındaki geniş boşluğa gelecek olan bonfileleri sona saklamıştım çünkü mutfağın sıcaklığında duran bonfilelerimin burada durarak soğumasını istemiyordum.

“Enginarı unutmuşuz.” Kalender elindeki daire kâsenin içerisindeki zeytinyağlı enginarı bana göstererek uzattığında, “İki tabak vardı sanki, diğerini de getirir misin?” dedim sakince.

Masanın solunda dikildiğim için tam önündeki tabakların yanına enginar tabağını ekledim. Kalender diğer tabağı da getirdiğinde sağ köşeye yeni tabağı bıraktım.

Masam genel olarak gayet doyurucu gözüküyordu ama önemli olan koca danalarımın doymasıydı.

Aklıma gelen şeyle koşarak odama girdiğimde yatağımın üzerini dolduran çiçek buketleri hatta ve hatta kocaman üç çelenk ile bakıştım. Çelenklerden birisi Hüseyinlere aitken diğeri ise Tugay adına yollanmış bir çelenkti, sonuncusuysa Yiğitler timi adına topluca yollanmıştı. Nereye koyacağım bilmediğim için hepsini odamın duvar köşelerine yasladığım gibi öylece bırakmıştım. Yatağımın üzerini kaplayan içeklerin çoğu Kalender’in her gelişinde aldıkları çiçeklerken; geri kalanlar ise, Yıldırım, Tekin, Ertuğrul, Emek, Samet ve Füsun gibi kişilere ait çiçeklerdi…

Çiçeklerden en naif gözüken birkaç buketi kollarımın arasına yerleştirdim. Salona geçerek yemek masasının arkasında kalan geniş ve amaçsız duran vitrinin içerisini açtım. Cam vitrinin içi ilk yerleştirildiği gibi bomboş dururken aldığım çiçekleri sırayla yerleştirmeye başladım. Kalender arkamdan yeni getirdiği çiçekleri bana uzattığında, “Boş durmasından iyidir.” Diyerek mırıldandı. Bence de boş durmasından ziyade bu şekilde dolu ve güzel bir görüntüye ev sahipliği yapması daha iyiydi. Sırasıyla bütün çiçekleri vitrine yerleştirdiğimde beş raflık vitrinin boş kalan köşesi kalmamıştı.

Odama giderek makyaj masamın üzerine bıraktığım çerçeveleri elime aldım. Özenle içlerine yerleştirdiğim fotoğrafların bendeki yeri çok büyüktü. Salona geçerek televizyon ünitesinin boş kalan yerlerinden birine en baştaki çerçeveyi özenle bıraktım. Bu çerçevedeki fotoğraf Kalender ve Yıldırım’a sarılarak deli gibi sırıttığım fotoğraftı. Fotoğrafa bakarak gülümsediğimde geri kalanları yemek masasının diğer tarafında kalan aynalı uzun komidinin üzerine yerleştirdim.

Evimin her bir köşesine doluşan güzel anılar içimdeki burukluğu daha iyi hissetmeme neden oluyordu.

Kalender mutfağı toparlamaya gitmiş olacak ki ev oldukça sessizdi. Yardım edilecek bir şey var mı diye merakla mutfağa girdiğimde bulaşıkları mutfağa dizmiş adamın makineyi kapatarak dikeldiğini gördüm.

Saatler sonunda ilk kez inceleme fırsatını bulduğum adama kısa bir göz attım. Üzerindeki kırık beyaz keten gömleği ve altındaki açık kahve krem arası karışık renkli kumaş pantolonu ile oldukça uyumlu ve şık gözüküyordu. “Çok şıksınız Teğmenim.” Diyerek mırıldandığımda kısık sesli bir kahkaha atarak başını salladı. “Siz de çok harikulade gözüküyorsunuz Komutanım.” Gülerek, “Yalaka.” Diye mırıldandığımda şen bir kahkaha attı.

Çalan kapı ile yüzümdeki gülümsemeyi daha da artırarak kapıya yöneldim. Kapıyı açarak gelen adamlara geniş bir gülümseme sunduğumda en önde duran Yıldırım’ın elinde tıpa hizası fileyle sarılmış bir kırmızı şarap olduğunu gördüm. Kalender arkamdaki yerinden az öne adımlayarak şarabı Yıldırım’dan aldığında hevesle, “Hoş geldiniz!” diye şakıdım.

Yıldırım botlarını çıkararak içeri koyduğunda bana yaklaşarak kollarını sıkıca boynuma sardı. Sırtını sıvazlayarak sanki yılladır görüşmemişiz gibi mırıldandım. “Hoş geldin ciğerim!” Yıldırım geri çekilerek gerçekten mi dercesine yüzüme baktığında sevimlice sırıttım. “Sevgi sözcüğü.”

Yıldırım Kalender’e yönelirken içeriye geçen ikinci kişi Ertuğrul olmuştu. Elindeki kuruyemiş poşetlerini mutfağın sol kısmında bulunan çıkıntıya montelenmiş vestiyerin üzerine bıraktı. Kollarımı sıkıca boynuna sardığım adama gülerek, “Sende hoş geldin yavru ceylanım!” dedim.

Ertuğrul yavaşça geri çekilerek karizmatik bir şekilde güldüğünde, “Bugünde ceylan olduk iyi mi?” diyerek mırıldandı. Gülerek omzuna vurduğumda karşımdaki Kalender ile selamlaştıklarını gördüm.

Tekin de elindeki market poşetlerini Ertuğrul gibi vestiyere bıraktığında Kalender ve bana imalı imalı bakarak burnu havada bir giriş yaptı. Tam içeri geçecekken kolundan tutarak kendime çektiğim adam, “Tamam hadi sarılalım sonra üzülüyorsunuz.” diyerek bana bakmadan kollarını bana sardı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında bozuntuya vermeden sırtını sıvazladım. Yavaşça geri çekildiğimde kollarını tutarak, “Hayırdır ne oluyoruz, pardon?” dedim merakla.

Yüzümdeki şaşkın gülümsemeye bakarak kulağıma doğru eğildi. “Hayır yani herkes anladı zaten daha niye evlisiniz anlamadım gitti.” Gülmeye başladığımda Kalender Tekin’e yaklaşarak, “Kardeşim ne çok yorum yaptın geç içeri hadi ya!” diye sızlandı. Tekin Kalender’i takmayarak omuz silktiğinde trip atar gibi salona geçti. Şen bir kahkaha atarak Kalender’e baktığımda başını iki yana sallayarak salona geçtiğini gördüm.

Vestiyerin üzerindeki poşetlerin çokluğuna bakarak salona doğru bağırdım. “Bu kadar şeye ne gerek vardı?!”

Karşı taraftan gelen biz yeriz onları nidaları ile gülerek poşetleri mutfağa taşıdım. Tezgâhın üzerindeki bonfile tepsisinin yanında dolaptan çıkardığım sunum tabağını koyduğumda tepsinin içindeki bütün etleri sırayla tabağa yerleştirdim. Tabağı alarak içeriye geçtiğimde koltuklarda oturan adamlara kısaca bakarak masayı işaret ettim. “Hadi gelin başlayalım isterseniz.”

Hepsi bu anı bekliyormuş gibi masaya yöneldiğinde bonfileleri ortada kalan geniş boşluğa bırakarak en sona kalan boş yere oturdum. “Pilav var isteyen olursa verebilirim.” Garnitürler fazla olduğu için pilav koyabileceğim bir yer kalmamıştı.

“Ben alabilirim aslında.” Tekin tabağını bana doğru uzattığında Yıldırım’da tekin gibi tabağını uzattı. “Ya da siz durun ben tencereyi getireyim.” Ayaklanarak mutfağa girdiğimde ocağın üzerinde duran pilav tenceresini aldım. İçeriye geçtiğimde Kalender sehpalardan birini yanıma çekmiş üzerine ise tencerenin altı sıcak olduğu için tahta koymuştu.

Tencereyi bırakarak isteyen herkese yeteri kadar pilav koydum. Yerime geçerek bonfileden ve garnitürlerden bana yetecek kadarını tabağıma aldığımda tam yemeğe başlayacakken Yıldırım’ın, “Müsaade varsa şarap getirmiştim aslında Komutanım.” Dediğini duydum.

Bakışlarım Kalender’e çevrildiğinde, “Nereye kaldırdın göremedim.” Diyerek mırıldandım.

Kalender ayaklanarak, “Alıp geleyim.” Dediğinde arkasından bağırdım. “Tirbuşon kaşıkların olduğu çekmecenin en dibinde dikkatli bak!”

Yıldırım’ın bir anda ciddiye bağlayarak izin istemesinin tek sebebi olası bir göreve karşılık az miktar içme izinlerinin olup olmadığını merak etmesinden dolayıydı.

Kalender şarap ve tirbuşonla masaya geldiğinde mantar tıpaya sapladığı aleti dikkatlice çevirmeye başladı. Kalender şarabı açmaya çalışırken masaya koymadığım kadehler için mutfağa gittim. Beş kadehin bacaklarından tutarak dikkatlice salona geçtim. Her birinin önüne bir kadeh bıraktığımda Kalender açtığı şarabı yarım kadehi geçmeyecek şekilde yavaşça paylaştırdı.

Herkes tabaklarına istedikleri garnitürlerden almış bana bakıyordu. Yavaşça tebessüm ederek masayı işaret ettiğimde, “Afiyet olsun beyler.” Diyerek mırıldandım.

En sevdiğim şeyin kalabalıkça yemek yemek olduğunu yeni fark etmek biraz üzücü olsa da daha zamanımız çoktu. Birlikte geçireceğimiz yeni anların buruk tebessümler değil, şen tebessümler olmasını ümit ediyordum.

Yeni yıldan tek beklentim bu adamları asla kaybetmemekti…

KURTULUŞ

Kadehimde kalan son şarabı içerek kadehimi kenara kaldırdığımda, hep beraber Yıldırım’ın yeni yıldan beklentilerini canlı bir şekilde bize anlatmasını izliyorduk. Kadehini kafasına dikerek, “Bakın şimdi karşınızda bir keskin nişancı var!” deyip kendini gösterdiğinde yirmi dakikadır tek yaptığı şey olan kendini övmesini izlemeye devam ettik.

Tekin yirmi dakikadır durdurmadığı kahkahasının arasından, “Oğlum sadece beklentilerini sorduk kendini övmeni istemedik!” diyerek kesik kesik konuştuğunda konuşması komiğine gitmiş gibi karnını tutarak gülmeye devam etti.

Ertuğrul saf bir tebessümle Yıldırım’ı izlerken Kalender ise bundan bir yol olmaz der gibi bakıyordu.

Hepsinin kınayıcı bakışlarına inat ayağa kalkarak Yıldırım’ın yanına geçtiğimde üçü de yapma dercesine bana baktı. Kendimi işaret ederek, “Evet canlarım ciğerlerim, yeni yıldan beklentim her zaman için Komutanınız olmak ve çok güzel içtimalar yapmak! Ayrıyeten şaka bir yana hep beraber olmak istiyorum.” Melül bakışlarım hepsinin üzerinde gezindiğimde Yıldırım kol saatine bakarak, “Kalkın son saniyeler!” diye bağırdı.

Hepsi ayaklanarak yanımıza geldiğinde bir çember haline gelmiştik.

Kalender, “5!”

Yıldırım, “4!”

Tekin, “3!”

Ertuğrul, ”2!”

Son saniyeye hep beraber eşlik ederek, “1!” diyerek bağırdığımızda aralarından soyutlanan en gür ses benim sesim olmuştu. “Mutlu gel 2021!” kahkaha atarak kollarımı iki yana açtığımda hepsiyle aynı anda sarılmayı umdum. Hepsi birbirinin sırtına kollarını atarak birbirleriyle kenetlendiğinde eksik olmamızın verdiği burukluğu her ne kadar iliklerime kadar hissetsem de burukça gülümsedim.

Solumdaki Ertuğrul ve sağımdaki Yıldırım’ın ellerini sıkıca tuttuğumda karşımda kalan Kalender ve Tekin’e de bakarak, “Hep beraber, yeni başarılarla anılacağımız günler istiyorum arkadaşlar. Ne olursa olsun, aramıza kim girmeye çalışırsa çalışsın, kopsak bile aradan geçen zaman inat burada buluşalım olur mu?” dedim aylardır onlarla kurmaya çalıştığım bağı güçlendirme adına.

Hepsinin gözlerine uzun uzun baktığımda her bir renkte ayrı bir burukluk ve hüzün olduğunu gördüm. Dolan gözlerim görüş açımı kapatsa da hepsinden tek bir kelime duydum.

“Söz.”

Bu yaşıma kadar pek çok söz duymuştum ama hiçbiri yerine getirilmemek adına söylenmiş basit bir kelimeye dönüşmüştü. Onlara güveniyordum, herkese en başta beslediğim o duygu gibi… belki sonum gene ihanetle kavrulacaktı ama son tutunacağım dalımı da onlara sunmak istemiştim.

Ne olursa olsun, ayrılsak da kopsak da aradan geçen zaman inat gene bu çatı altında toplanacaktık.

Bu sıcak yuva onlarla ısınmış, onlarla mutluluklara ev sahipliği yapmıştı. Bu evin soğuması en son düşüneceğim şey bile olamazdı. O yüzden her şeye inat, “Söz.” Diyerek mırıldandım renkler elden ele geçerken. Tekin’in açık mavilerinde intikam duygusunun hararetlendiğini, Yıldırım’ın ve Kalender’in koyu kahvelerindeki burukluğun zedelendiğini, Ertuğrul’un açık bal rengine çalan kahvelerinde ise ne olursa olsun savaş duygusunun doruklara çıktığını gördüm.

Başımı bir kere daha sallayarak kendi kendime, “Söz.” Diyerek mırıldandım.

Verilen sözler tutulurdu, tutulmayan sözler baştan verilmemeliydi.

 

Evet, bitirdik!

Kalender ve Armin çirkefliği? (Kkadfjogotfgğeto çok garip bir şekilde sevdim bu çirkefliği)

Emek ve Armin?

Emek'in Armin'e olan sonsuz desteği?

Kalender'in ne olursa olsun Armin'in yanında durması ve desteği?

Ve evet...

Göktuğ Kurt?

Psikoloğumuz?

Armin'in anlattıkları?

Psikolog beyin boyu? (Biraz fazla olabilir ama gerçekten de genetik diye bir faktör var, zaten boy meselesini daha sonra okuyacağız...)

Fotoğraflar ve yaşanmışlıklar... (Bu fotoğrafları unutmayın olur mu? Daha sonra anımsarız belki...)

Havuz sahnesi, Armin'in bitmek bilmeyen eğitimleri?

Armin'in bütün timi elden geçirmesi?

Kurtuluş üyeleri ve Armin'in yılbaşı yemeği?

Verilen sözler sizce tutulacak mı?

Kurtuluş üyeleri hakkınca genel görüşünüz?

Bölümün duygularını hissedebildiniz mi ya da şöyle şöyle olsaydı daha iyi olurdu dediğiniz bir sahne var mı?

Yıldıza basalım mı canlar?

24.Bölümde görüşmek üzere...

 

13.09.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%