Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.BÖLÜM- ÖZÜRLER VE SÖZLER

@durutaskulakk_

Yeni bölümümüzle geldim canlarım!

Okuyanlar zaten bu evreleri biliyor ama yeni gelenler için bölümlerin yeni halleriyle geldim...

Yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı unutmayın lütfen!

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Uzatmak istemiyorum, keyifli okumalar!

 

 

2.BÖLÜM ÖZÜRLER VE SÖZLER

 

17 Temmuz 2018

İşkenceler dün başlamıştı.

Bir ay içerisinde yaptıkları şey sadece psikolojik işkencelerdi, amaçları gayet açık ve netti.

Psikolojimi alt üst etmek.

Ben bir askerdim, güçlü bir Türk askeri. Özel kuvvetlerde çalışan bir bordo bereli. Namı tüm askerlerin kulağına ulaşmış, genç ve başarılı yüzü bilinmeyen Beyaz…

Başarmaları zor olacaktı. Zor değil imkansızdı ama deniyorlardı. Tamı tamına bir aydır deniyorlardı. İstediklerine ulaşamadıkları için dün itibariyle işkencelere başlamışlardı.

İçerisinde bulunduğum yer boş bir odaydı, odanın tam ortasında bulunan sandalyede ellerim kollarım bağlı bir şekilde oturuyordum.

Bir aydır yaptıkları şey psikolojimi bozmak yerine merak duygumu harmanlıyordu.

Merak, bazen iyi bazen de bir o kadar korkunç olabilen duygu.

Kaç kişilerdi bilmiyordum ama odaya gelen sadece biri vardı belki de farklı kişilerdi emin olamıyordum çünkü sadece gözlerini görebiliyordum.

Her zaman huzur bulduğum renk bana ölümün soğuk havasını yaşatmaya gelmiş gibiydi.

Mavi gözler.

KURTULUŞ

Sabah yataktan kalktığım gibi üstümü giyinip evden çıkmıştım.

Gene eskiyi hatırlatan bir rüya ile uyanmıştım, hepsinin gerçek olması canımı çok yakıyordu ama alışmıştım artık… eskisi kadarda etki etmiyordu bünyeme.

Düşünceler beni askeriyeye sürüklemişti. Kapıdaki erlere selam verdikten sonra aracımı içeri aldım. Bildiğim kadarı ile şu anlık görev yoktu o yüzde dosyalarla ilgilenebilirdim.

Tim için ayrılan odaya geldiğimde odada kimsenin olmadığını fark etmemle kaşlarım çatıldı. Arkamı dönüp koridordaki askerlerden birine seslendim.

“Asker!”

Bağırmam ile bana dönüp selama durması bir oldu.

“Emredin komutanım.”

“Dün kurulan timden gelen birilerini gördün mü hiç?” diyerek sorgulayan bakışlarımı karşımdaki askere yönelttim.

Başını olumsuzca iki yana sallayarak, “Yok komutanım ilk gelen sizsiniz.” Dedi.

Neredelerdi bu saate kadar? Başımı gergince sallayarak, “Tamam sağ ol.” Dedim memnuniyetsizce.

Nerede olduklarına dair bir fikrim yoktu.

Benim için ayrılan masaya oturup dosyaları karıştırmaya başladım, bir dosya iki dosya derken dosyaların birbirlerini devirdiği gibi akrep ve yelkovanda hızla birbirini devirdi.

Saate bakmak için telefonu açtığımda 06.34 olduğunu gördüm. Telefonu kapatarak masanın üstüne koyduğumda dışardan gelen seslere dikkat kesildim, kahkaha sesi duvarları dövüyordu.

Ayağa kalkacağım esnada odanın kapısının aniden açılması bir oldu. İçeri ilk giren Yıldırım ile göz göze geldik.

Gözlerini büyütüp, “Allah kahretmesin komutanım buradaymış.” Fısıldayarak söylemeye çalıştığı şeyi odada olan herkes duymuştu.

Kurduğum ilk göz temasımı Yıldırımdan ayırmayarak konuşmaya başladım.

Çatık kaşlarım ve sert sesimle araya girdim. “Hayırdır arkadaşlar daha ilk günden öğlene kadar gelmemeler falan neler oluyor? Asker olduğunuzun farkında mısınız siz?”

Sorduğum soruyu cevaplamak üzere ağzını aralayan Kalender’i içeri giren Ertuğrul susturmuş bulundu.

Ertuğrul, “Hayırdır beyler ne oluyor burada?” diyerek Yıldırım, Tekin ve Kalender üçlüsüne baktı cevap alamayınca bana döndü. “Üsteğmen’im ne yapıyor bunlar?”

Omuz silkerek dudak büzdüm. “Aynı soruyu size de sormak gerekir Teğmen’im. Saat kaç olmuş daha yeni geliyorsunuz bu ne sorumsuzluk böyle!” aslında gayet de normal bir saatte gelmişlerdi ama altı buçuk dedin mi içtima başlardı benim lügatimde. İlk gün olduğu için içtima hakkında pek plan yapmamıştım o yüzden pek sorun yoktu aslında ama yapımı da bilmeleri gerekiyordu.

Hafiften yükselttiğim sesim ile Yıldırım konuşmaya başladı. “Komutanım bir daha olmayacak söz vallahi, biz ilk gün olduğu için saati ayarlayamadık sadece.”

‘Aynen Armin Tan söz!’

Aklıma gelen şey ile yüzüm donuklaştı.

Déjà vu. Söz.

Sözünü tutmayanlar bir daha söz vermemeliydi, sözünü tutmayacaklar söz vermek için çaba sarf etmemelilerdi.

Gözlerim boydan boya cam olan odanın güzel manzarasına kilitlendi.

Daldığımı fark eden Ertuğrul, “Üsteğmen’im bir sorun mu var?” diyerek merakla sordu.

Sorusunu es geçip Yıldırım’a dönüp kafamı sallamak ile yetindim. Hızlı adımlar ile odanın dışına çıktığımda odaya doğru adımlayan Âhi ile karşılaştım. Kendisini görmezden gelerek bahçeye yöneldiğimde, gözüme ilk çarpan çardağa hızlıca ilerleyip oturdum.

Arayacak kimim vardı?

Ailem? Ölmüşler miydi? Yaşıyorlar mıydı?

En son onları ne zaman görmüştüm doğru düzgün hatırlamıyordum bile. Hatırlıyordum. Yalnızca salağa yatmak işime geliyordu o kadar. Hatırlamak istemiyordum o yapmacık halleri…

Küçüktüm, çok küçük.

Eskiler her zaman güldürmezdi. Benim eskilerim çok darmadağındı.

Huzur bulduğum tek şey mesleğimdi, hayatım boyunca isteklerim doğrultusunda yalnızca bir şeyi başarabilmiştim. Hayat şartları benim kendimi çözmeye başladığım zaman için çok acımasızdı.

Telefonu alıp Samet’i aramaya başladım. Aradan geçen yarım saniye sonucu kalın erkeksi sesi kulaklarımı doldurdu. “Efendim Armin.”

“Nasılsın Samet, neler yaptın?” karşıdan gelen iç çekme sesiyle bir şeyler olduğunu anladım.

“Büro ile alakalı birtakım sıkıntılar oldu halletmeye çalışıyoruz, sen ne yaptın?”

Sorun yaşaması canımı sıkmıştı çünkü benim için buraya gelmişti ve sorun yaşıyordu.

“Dün tim kuruldu bugünde askeriyeye gelip dosyalarla ilgilendim,” arkadan gelen ses dikkatimi çekmişti.

“Samet gel artık ne yapıyorsun orada?” telefondan gelen hışırtı sesi ile telefonu kulağından çektiğini anladım. “Geliyorum hemen, sadece iki dakika canım.”

Şaşırmıştım tam konuşacağım süre içerisinde Samet konuşmaya başladı, “Anladım Armin kendine iyi bak dönerim ben sana sonra.” Telefonun kapanma sesini duydum.

Şaşırmıştım ve üzülmüştüm.

Bir şey anlatmam lazımdı, paylaşmaya ihtiyacım vardı ama tek sığınağım bana sırtını mı dönmüştü? Tabi ki işi olabilirdi ama bana ayıracak beş dakikası bile yok muydu?

Artık birçok şeye şaşırmamaya başlamıştım eskiden olsa düşünür, arar kendimi yıpratırdım ama yapmadım. Bazen bazı şeylerin farkına geç olsa bile varıyorduk.

Oturduğum yerden kalkacağım sırada daha önce hiç görmediğim bir asker yanıma gelip konuşmaya başladı. “Komutanım! Acil gelmeniz lazım.” Sesindeki saf öfke ve endişe bana da merak hissi uyandırmıştı.

Askeriyenin bahçesinde oluşan kalabalığın olduğu yere doğru koştuğumuzda sesler artmaya başlamıştı.

“Sen ne biçim konuşuyorsun lan!”

“Yalan mı söylüyorum? Rütben ne ki karşıma geçip böyle konuşabiliyorsun?” Araya giren yumruk sesi ile ortalık dahada kızışmıştı.

“Senin rütben benden üst olsa ne olur langur lungur konuştuktan sonra?”

Önümde duran askerleri itekleyip bağırmaya başladım.

“Ayrılın hemen ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz!” bağırarak ortalarına daldığımda kalabalıktan önümü görmekte zorlanıyordum.

Kalabalığı yarıp kavga edenleri görünce karşımdaki sima tanıdık gelmeye başladı.

“Sen kimsin lan!” verdiğim tepkiden sonra gelen gülme sesleriyle kafamı kaldırıp susmalarımı sağlamam an meselesi olmuştu.

“Üstün.”

Üstüm?

Tanımıştım kendisini. Tanıştığımız gün garip hareketleri ile gözüme batan asker, Çağlar Ay.

İleride nöbette duran askeri gözüme kestirip seslendim. “Asker!”

“Emredin komutanım!”

Başımla Çağlar’ı ve tartıştığı askeri işaret edip, “Albayımın yanına götürelim, az bir sohbet etsinler.”

Selamını vererek tartışan ikiliyi sertçe kendine çektiğinde tugayın içerisine sürükledi.

“Dağılın!” Sinirle etrafıma bakındığımda birçoğunun olduğu yerde durduğunu gördüm. “Mesleğini seven derhal dağılsın!” hepsi saniyesinde ortadan kaybolduğunda askeriyenin içine geçtim, odaya geldiğimde tüm masaların üstü düzgündü. Ayrıyeten benim masamda dağınık kalan dosyaların hepsi toplanmış hizalı bir şekilde duruyordu.

Adımlarımı dinlenme odasına yönlendirdiğimde odanın kapısının açık olduğunu gördüm. Hepsi oradaydı, oturuyorlardı. Gözlerim Âhi’ye kaydığında elindeki bağlama ile uğraştığını gördüm. Kapının pervazına yaslanıp hareketlerini izlemeye başladım.

Elleri bağlamanın tellerine kaydı, elini kaldırıp vurması ile ses odaya yayılmaya başlamıştı. Çaldı, çaldı ve en sonunda söylemeye başladı. Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahım çalıyordu.

Bağlamının tellerine uzun bir süre vurarak sesin odanın içine yayılmasında yardımcı oldu.

Ne ağlarsın benim zülfü siyahım

Ne ağlarsın benim zülfü siyahım

‘Bu da gelir bu da geçer ağlama’ diye mırıldanarak söylemeye başlamıştı. Bağlama sesi ve kendi sesi birbirine karışıyordu.

Göklere erişti feryadım ahım

Bu da gelir bu da geçer ağlama

Bu da gelir bu da geçer ağlama

Susup bağlama sesinin araya yayılmasına yardımcı oldu. Birkaç saniyelik sessizliğinden sonra hızla kaldığı yerden devam etti.

Bu da gelir bu da geçer ağlama

Çalarken aklına bir şeyler geliyordu sanki yüz ifadesi normalken acı bir hâle dönüyordu. Bu da gelir bu da geçer ama sen yeter ki ağlama diye haykırıyordu resmen. Söylerken iki dudağının arsından çıkanlar yüzüne net bir şekilde yansıyordu. Yansımakla kalmıyor resmen bütün duygularını yüzünde bütünleştirip yaşıyordu.

Ellerini bağlamadan uzaklaştırdı, elaları önce yere daldı hemen ardından elalarım ile kesişti. “Hoş geldiniz komutanım.”

Hafifçe başımı eğdiğimde, “Hoş buldum, eline sağlık çok güzel çaldın.” Diyerek mırıldandım.

Kafasını belli belirsiz sallayıp bakışlarını yere indirdi.

Yıldırım araya girerek, “Ağzınıza sağlık komutanım.” Dediğinde Ahi’nin hafif bir ses ile teşekkür ettiğini duydum.

Kalender dudaklarını aralayıp, “Komutanım akşam topluca yemeğe mi çıksak acaba? Hem daha yakından tanışmış oluruz, sohbet muhabbet ederiz güzel olmaz mı sizce de?” dediğinde duyduklarım aklıma yatmış gibi başımı salladım.

“Akşama herkes müsaitse güzel olabilir aslında,” hepsinin üzerinde gözlerimi gezdirip, “Siz ne dersiniz beyler?” dedim merakla yüzlerine bakarken.

Hepsinden onaylayan mırıltılar çıkınca Kalender tekrardan konuşmaya başladı. “Bildiğim güzel bir mekân var konum atabilirim isterseniz.”

Herkes hızlı bir şekilde telefon numaralarını verip Kalenderin konum atmasını bekledi. Konum geldiğinde ayağa kalkıp, “Albay’dan izin alayım erkenden çıkalım, çok geçe kalmamış oluruz.”

Seri adımlarla odadan çıkıp Miralayın odasının önüne geldim. Üç kez kapıyı çaldığımda içeriden gelen gel emri ile kapıyı araladım. “Üsteğmen Armin Tan, Ankara emredin komutanım!”

Bana kısaca bakarak, “Rahat Üsteğmenim gel otur.” Dediğinde uzatmadan mevzuya girdim. “Komutanım timle beraber tanışmak için yemeğe gitmek istiyoruz, bugünlük erken çıkabilir miyiz?”

Yüzünde güzel bir tebessüm oluştu. “Elbette çıkabilirsiniz ondan önce konuşmak istediğim bir şey var,” dinliyorum dercesine kafamı salladım “İlk gün tanıştığınız Çağlar Ay’ın bugünkü kavga sebebi ne? Bir açıklama bekliyorum Üsteğmenim!” yüzü ciddiye dönmüştü.

Sakin bir nefes aldığımda olayı anlatmaya başladım. “Biraz önce hava almak için dışarı çıkmıştım. Yanıma gelen asker olaya müdahale etmem adına beni yanlarına çağırdığında gittim. Yanınıza gönderdiğim ikili, Çağlar’ın diğer askere laf atmasıyla kavga etmişler. Ben ufak bir müdahale de bulundum ama sizin yanınıza da yollamak istedim.” Diyerek olayı anlattığımda yüzü oldukça ciddi bir hale büründü.

“İkisinin de meslekten men işlemlerini yürürlülüğe koydum. Tugay içerisinde olduklarının farkında değiller galiba, kendilerine gelmeleri için illa men edilmeleri mi lazımdı? Her neyse sen time söyle erkenden çıkabilirsiniz.” Duyduklarım ile dudaklarımı birbirlerine bastırarak müsaade istediğimde odadan ayrıldım.

Timin oturduğu dinlenme odasına geldiğimde “İzin aldım erken çıkıyoruz,” kolumdaki saate baktığımda 16.54 olduğunu gördüm. “Herkese uyuyorsa yedi gibi Kalender’in attığı konumda buluşabiliriz.” Dedim.

Kimseden ses çıkmayınca Tekin araya girerek beni onayladı. “Olur komutanım.”

Hep birlikte dinlenme odasından çıkıp bizim özel tim için yapmış oldukları çalışma odamıza geçtik. Odaya geçtiğimde masamın üstüne bıraktığım anahtarımı ve şarj aletimi sırt çantama atıp toparlanmalarını bekledim. Hepsi toparlandıktan sonra sakince bahçeye indik. Kapıdaki askerlere selam vererek arabama ilerledim.

Askeriye ile ev arası çok uzak değildi o yüzden hazır zamanım varken markete de uğrayacaktım. Miralay her şeyi düşünüp eve getirtmişti ama gene de markete uğrayıp biraz gezmek istiyordum.

KURTULUŞ

Çok sürmeyen yolculuğum an itibariyle sona ermişti. Arabayı marketin önüne park ettiğimde inip kilitledim.

Marketin içine girdiğimde ilk olarak çikolata reyonuna gelmiştim. Raflara bakındığım sırada yanımda gelen ses ile kafamı çevirdim.

“Bende yemek istiyorum ne var bir kerede ben yesem?” fısıltıyla yarışan sesi ile ne tartıştıklarını anlamaya çalıştım.

“Ben sana her gittiğimiz yerde bir şeyler isteyip durma demedim mi?” duyduğum adamın sesi sinirli çıkar gibi olmasına rağmen hafif bir gülümseme harmanlıydı.

“Baba canım çekti ne var bir kere yesem.” Küçük kızın sesi bir ninniyi andırıyordu.

Adam net bir sesle, “Olmaz.” Dedi.

Minik kaşlarını kaldırarak merakla sordu. “Niye, niye?”

“Kızım ne demek niye, anlamıyor musun sen benim dediklerimi?”

“Ama baba canım çekti.” Dedi minik kız dudaklarını büzerek.

“Büzme hemen dudaklarını, yemeni bende istiyorum ama olmaz alerjin var bir tanem.” Küçük kızı kucağına alıp ilerlemeye başladı.

Bir anda bütün enerjim düşmüştü, benim bir şeye alerjim var mıydı acaba? Varsa bile bunu bilen var mıydı? Canım bir şey istediğinde bana bu şekilde karşılık verecek kim vardı yani?

Etrafım kalabalıktı ama bazen yalnızlık, kalabalıktan daha büyük bir ilaçtı.

Bacağımda hissettiğim el ile hızlıca arkamı dönüp savunma pozisyonuna geçtiğim sırada, “Asker ablacığım boyum yetmiyor, çikolatayı uzatabilir misin?” diyen tatlı bir ses duydum.

Asker kısmı dikkatimi çektiğinden çatık kaşlarımla üzerime baktım. Üniformam dikkat çekiyordu.

Her şeyi boş verip sesin kaynağına baktığımda baldırımı zor geçen tatlı şeyle göz göze gelince ister istemez gülümsedim. “Adın ne senin bakayım?”

“Mahir.” duyduğum isim ile yavaşça gülümsedim.

“Hangisini istiyorsun Mahir?”

“Şunu.” Gösterdiği çikolatayı alıp uzattığımda, “Sen tek mi geldin buraya?” diyerek merakla sordum.

“Evet.” Diyerek sorumu cevapladı.

“Tek mi yaşıyorsun sen Mahir? Var mı yanında paran?”

Çok tatlı bir çocuktu.

“Ailem nerede bilmiyorum, param yok ama canım çok çekti kasadaki ablalardan isteyecektim verirler belki diye.” Minik dudaklarını büzerek sevimli bir hale geldiğinde şen bir kahkaha atarak yere eğildim. Mahiri kucağıma aldığımda kasaya doğru konuşarak ilerledik. Konuşmamızın sonunda Mahirin aslında dedesi ile birlikte kaldığını, dedesi hasta olduğu için Mahirle pek ilgilenemediğini anlamış oldum. İhtiyacı olan ne varsa aldıktan sonra ücretini ödeyip dışarı çıkmıştık.

“Evin nerede Mahir?”

Eliyle ilerideki bir apartmanı gösterip “Şurası Amin abla.”

İsmimi söyleyememesine gülüp, “Tamam bebeğim gel gidelim hadi.” Dediğimde gösterdiği apartmana doğru ilerlemeye başladım.

Birkaç adımın ardından apartmanın önüne geldiğimizde Mahir dairenin numarasına bastı, duyulan tok ses ile kapıyı itekleyip apartmanın içine girdik. Mahirin tarif ettiği şekilde eve geldiğimizde kapının önünde beliren yaşlı adam bir bana bir de Mahire bakıp, “Nerelere kayboldun sen gene Mahir?” dedi telaşlı çıkan sesiyle.

“Canım çikolata çekti dede, Amin ablam çikolatamı alıp eve getirdi beni.” Bakışlarını geri bana çevirdiğinde dikkatli bir biçimde süzüp kollarını uzatıp Mahiri aldı. “Asker misin kızım?”

Başımı sallayarak onayladım. “Evet efendim.”

Boşta kalan elini öne uzatıp elini sıkmamı bekledi. Hızlı bir şekilde elimi uzatıp sıktım.

“Memnun oldum kızım, her şey için teşekkürler.”

Cüzdanımdan kâğıda yazmış oldum numaramı çıkarıp uzattığımda almasını bekledim “Allah’a emanet olun, tekrardan görüşmek üzere. Yardıma ihtiyacınız olursa çekinmeyin, arayın. Mahir ile iyi anlaştık. Değil mi ufaklık?” dedim saçlarını karıştırarak. Gülümseyerek başını salladı.

“Sende Allah’a emanet ol güzel kızım.” Yavaşça gülümsediğinde aynı şekilde karşılık verdim.

Hızlı adımlarla arabaya bindiğimde on dakika içerisinde eve varmıştım. Saat baktığımda bir saate yakın bir zaman dilimimin olduğunu gördüm, üzerindeki üniformayı düzgün bir şekilde çıkarıp dolabın içine astıktan sonra duştan sonra giyeceğim kıyafetleri yanıma alıp banyoya geçtim.

Duşakabinin içine girdiğimde başımdan aşağıya akan sıcak su ile bedenim gevşedi, ne zaman duşa girsem düşünmeye başlardım. Bu bilinçli bir davranış değildi ama ister istemez her daim bu halde buluyordum kendimi. Yavaş hareketlerle yere eğilip kollarımı bacaklarımın etrafına sardım.

Sorun yaşadıklarım değildi, sorun insanların bana karşı tutumu değildi, sorun bana yaşatılanlar değildi…

Bazen der ya insan; birine anlatmam lazım, biriyle paylaşmam lazım, derdime, sorunuma, her şeyime ortak çıkacak biri lazım diye. Bende diyordum, benim kimim vardı Samet mi? Miralay mı? Bana sözler verip açıklama bile yapmadan giden Ateş, Yavuz, Giray, Emir veya Barkın mı?

Emin olun hayatımda kimse yoktu. Belki de vardı lakin ben, hayatım da olan olmayan ayrımı bile yapamıyordum. Etrafım kalabalıktı bunu biliyordum ama bazen o kalabalığın içerisinden tek bir kişiyi arardı gözleriniz… tek gerçek dost, tek sırdaş…

İnsanlar sözlere sığınıyordu, söz vermek zor değildi ki ağzını aralayıp üç harfi yan yana sıralamak kadar kolay bir şey yoktu.

Hani neredeydi Ateş, Yavuz, Giray, Emir, Barkın?

Hiçbiri yoktu.

Onlar olmayınca bana açıklama yapacak kişi de kalmıyordu, Miralay ne kadarını biliyordu pek bir fikrim yoktu ama benden daha çok fikir sahibi olduğu açıktı. Ne olduğunu görmüş olabilirdim ama bazen sadece görmek yetmiyordu.

Kiminle tanışsam bana belirli bir süre sonra dediği şey stabildi. Çok büyütüyorsun Armin.

Hayır ya hayır, gerçekten büyütmüyorum. Sadece merak ediyorum ki bu benim en büyük hakkımdı ben bu kadar şeyi hak etmeyen bir insan mıyım? Belki normal bir hayatım yoktu, belki başımda durup beni şımartan bir ailem yoktu, belki de sahip olmam gerektiği halde olamadığım çok şey vardı ama eminim ki bu kadarı adil değildi.

Güçlü durmak insanların andığı kadar kolay değildi. Sen askersin güçlü durmak zorundasın?

Ben askerim, evet doğru. Ben bu vatan için canını saniyesinde vermeye hazır olan bir Türk askeriyim. Ama güçlü durmak zorunda değilim, güçlü görünmek zorunda da değilim.

Düşünmemeliyim dedikçe aklıma geliyordu, yaşanılanları kim unutabilirdi ki?

Ayağa kalkıp vücudumdaki izlere bakmaya başladım. Omzumun az yanında bir kurşun izi vardı, o günden kalan. Bacaklarım kesik izleri doluydu, göğsümün hemen alt tarafında derin bir bıçak izi vardı en derin bıçak izlerimden bir tanesi bu olabilirdi derim büzüşmüş ve garip duruyordu, belimin sağ tarafında bir kurşun izi daha vardı, köprücük kemiğimin az üstü yani boynumun bitiminden başlayıp omzum ile göğsümün yanında biten bir bıçak izi vardı ve çok belli olan izlerim arasında sonunculardan, hatırası en kötü olan, sol bacağımın en üstünden yani leğen kemiğimden diz kapağıma uzanan bir kesikti. Sağ bacağımda ise özel bölgeme yakın yerde başlayan ve çapraz bir şekilde giden derin bir kesik.

Çoğunluğu bıçak iziydi, yakın dövüşmek gibi güzel bir fantezim vardı ama konumuz bu değildi.

İzlerim, bedenimde taşıdığım tüm darbeler özeldi. Hepsinin anlamı, yeri, zamanı farklıydı.

Bütün darbelerimi güzelce yıkadım. İzlerime, yaşanmışlıklarıma bakmak arada az da güzel hissettiriyordu. Az.

Suyu kapatıp vücudumu havluya sardıktan sonra saçlarımı taramaya başladım. Saçlarımın tamamını taradığım telefona gelen bildirim ile telefonu bıraktığım yere yöneldim.

Art arda gelen bildirimler ile kaşlarım çatıldı.

EFSANELER ALTI KİŞİDEN OLUŞUR GRUBUNDAN +86 MESAJ

Yıldırım Kıran: Halinizi hatırınızı sorayım dedim. Nasılsınız can yoldaşlarım? (17.47)

Tekin Akar: İnanıyorum, sana üstlerinle nasıl konuşman gerektiğini öğreteceğim Yıldırım… (17.48)

Yıldırım Kıran: Görev başında değiliz diye bu şekilde konuşmuştum komutanım, özür dilerim. (17.48)

Kalender Çiler: Çokta absürt bir şey dememiş sanki Başçavuşum? (17.49)

Tekin Akar: Haklısınız Komutanım. (17.49)

Yıldırım Kıran: Evet Kalender komutanım! En sevdiğim komutanımın siz olduğundan bahsetmiş miydim acaba? (17.52)

Âhi Alphan: Hemen sat zaten. (17.57)

Kalender Çiler: Kıskandın diye yorumladım. (17.59)

Tam araya gireceğim saniyede Ertuğrul’un yazmaya başladığını gördüm.

Ertuğrul Duman: Uzatmayın tamam, yeter artık! (18.04)

Bu adamda bir garipti.

Yazılanların kısa bir bölümünü okuduğum zaman içerisinde saçlarımı kurutmuştum, hızlı bir şekilde üstüme pijamalarımı giyip banyoyu temizledim. Telefonu elime alıp yazmaya başladım.

Armin Tan: Zaman yaklaşmaya başladı hazırlansanız iyi edersiniz beyler. (18.10)

Yıldırım Kıran: Emir büyük yerden geldi, ben gidiyorum. (18.11)

Yıldırımın mesajı ile telefonu kapatıp dolabımın önüne geçtim. Ankara’dan ayrılmadan önce yaptığım alışverişten aldığım kıyafetler arasından en rahat gözükeni alıp giyinmeye başladım.

Üstümde siyah salaş bir gömlek, altımda ise bacaklarımı saran sıkı bir kot pantolon vardı. Baştan aşağıya simsiyah olmuştum. Saçlarımı sıkı bir şekilde topuz yapıp; telefonumu, cüzdanımı ve son olarak göz bebeğim olan beylik tabancamı alarak evden çıktım. Arabaya bindiğimde, Kalender’in yollamış olduğu konumu açıp yola koyuldum.

Yirmi dakika içerisinde mekâna geldiğimde arabamı park edip dışarı çıktım. İçeriye girdiğimde en köşede olan masaların birinde timin oturduğunu gördüm.

“Hoş geldiniz efendim.” Yanımdan gelen kadın sesi ile kafamı çevirdim. “Hoş bulduk.”

Kadına masayı bildiğime dair kısa bir bilgi vererek teşekkür ettiğimde oturdukları yere doğru yürümeye başladım. Masaya yaklaştığımda, “Herkese merhabalar.” Dedim sakince.

“Hoş geldiniz.” Dedi Kalender resmi bir şekilde.

Sağımdan gelen sandalye sesi ile bakmama fırsat kalmadan üstüme binen yük ile kalakaldım.

“Çok hoş geldiniz Komutanım.”

Çok hoş geldiniz?

Çok hoş bulduk.

Galiba Yıldırım bana sarılıyordu.

Gergince konuşmaya başladım. “Yıldırım, deseydin sakince sarılabilirdik sanki.”

Uzun zaman sonra biriyle sarılmanın verdiği gerginliği üzerimden atmaya çalışsam da pek başarılı olamamıştım. Samet benim en yakınlarımdandı ama Yıldırım ile tanışalı daha ne kadar olmuştu?

“Olsun komutanım fenamı oldu?” dahada sıkarak sarılmaya devam ediyordu ki Kalender’in yerinden kalkıp Yıldırımı sakin bir şekilde yerine oturtması ile ayrılmıştık.

“Sakin ol oğlum, ne konuştuk daha az önce?” Ertuğrul’un sorusu ile Yıldırım mahcup bakışlarını bana çevirip, “Özür dilerim komutanım, heyecanlanıyorum genelde ondan oluyor.” Diyerek mırıldandı kendi kendine.

Kalender ve Ertuğrul ikilisine bakış atıp konuşmaya başladım. “Yaptığı her harekete neden sert bir tepkiyle karşılık veriyorsunuz ki? Bir sorun olsa ben kendim uyarırım zaten ama gene de teşekkürler arkadaşlar.” Yıldırımın yanında duran boş sandalyeye oturdum.

Tamam gerilmiş olabilirdim ama Yıldırım’ın da heyecanlı olmasını bir nebze olsun anlıyordum. Çocuğun her hareketine bahane bulmaları hoşuma gitmiyordu. Özellikle Ertuğrul’un her olaya bir yorum yapması daha da sinirimi bozuyordu.

Gelen garsona yemeklerimizi söyleyip beklemeye koyulduk. Konuşmaya başlayan Tekin ile ilgim kendisine yoğunlaştı. “İlk konuştuğumuz gün çok da düzgün tanışamadık, kendini güzelce tanıtmak isteyen varsa başlasın bence, hatta ben başlayayım.”

Konuşmasını bölen gelen yemeklerimiz oldu, herkes yemeğini önüne çekip Tekin’e odaklanmıştı.

“Normalde annem ve babamla Tekirdağ’da yaşıyordum, aynı zamanda orada çalışıyordum. Teklif geldiğinde düşünmeden kabul ettim. Bu benim için büyük bir şanstı çünkü, evli değilim sevgilim veya nişanlımda yok, belki de bu sebeptendir bilinmez teklifi düşünmek için oyalanmadım. Mesleğim adına verdiğim kararlar hiçbir zaman beni düşündürmemişti ama,” yutkundu, yüzüne acı ve hüzün çöktü. Belki verdiği karardan çekinmemişti, vatanı için yanıp tutuşarak gelse de onda iz bırakan bir şey görmüştüm yüzünde.

“Annemle babam gideceğimi duyduğunda tabi ki üzüldü, gideceğim günün akşamı vedalaştık. Hakkâri’ye geldim aradan birkaç saat geçti geçmedi haber geldi. Babam ben gittikten sonra dayanamamış kalp krizi geçirmiş. Hastaneye gittiklerinde de annem beklerken fenalaşmış kriz geçirmiş, ikisini de o gün kaybettim. Bu acının tarifi zor, çok ama çok… Anlatırken bile boğazım düğümleniyor ama alışmaya çalışıyorum, tanıştığımız gün ben sizden sonra gelip tanışmıştım hepinizle, hatırlarsınız… cenazeden sonra anca toparlanabildim. Bu iş benim için çok büyük bir dönüm noktası, her şeyin güzel olmasını canı gönülden istiyorum.”

Ayağa kalkıp sandalyemi yanına çektikten sonra sessizce konuşmaya başladım. “Başın sağ olsun.”

“Dostlar sağ olsun.”

Yavaşça yutkundum. “Zor, hem de çok zor bunun farkındayım elbette, annen veya baban kadar olamasam da anlatmak istediğin bir şey veya zoruna giden herhangi bir olay olur… ara veya yanıma gel hiç fark etmez. Kötünün halinden kötü anlar Tekin.”

Sonda kurduğum cümle ile bana değişik bir sıfatla baktı. Gözlerinin tam içine baktığımda gülmeye başladı.

Yıldırım hemen olaya atlayıp “Bende gülmek istiyorum ağlayacağım şimdi bana da söyleyin.” Dedi heyecanlı çıkan sesiyle.

“Yıldırım sen sıkılma istersen buyur sen anlat.” Dedi Ertuğrul araya girerek.

“Ben,” Afalladı. Bir anda komiklik yapmaya çalışıp sürekli gülümseyen çocuk gitti yerini huzursuz bakışlar ile ellerini izleyen Yıldırım geldi. Anlam veremedim ama bakışlarım pür dikkat üzerinde gezindi.

Yıldırım’ı fark eden Âhi araya girip, “Anlatmak istemiyorsan kendini zorlama koçum be-“ dediğinde Yıldırım hızla konuşmaya başladı.

“Yetiştirme yurdunda büyüdüm ben, kendimi bildim bileli pek yakınım yok. Pek değil hiç. En büyük isteklerimden bir tanesi bu meslekti. Daha yaşım küçük olabilir, ki zaten bir çoğumuz bu yaşlarda pek sorun görmüyorum yani, ben hiçbir zaman suratı asık çevreme mutsuzluk yayan bir insan olmadım. Yaşadıklarımın aksine gülmeyi öğrendim, olaylara iyi bakmayı, pozitif olmayı öğrendim, beni ben büyüttüm. Canım ne isterse onu yaptım, insanlar bunu der, böyle bakar, yapmayım diye kendimi hiçbir zaman bozan biri de olmadım. Bir keresinde çok sevdim, ama öyle böyle değil kör kütük âşık oldum ben,” sol gözünden bir yaş düştü, hızlıca sildi ve gülümsemeye devam etti. “Gittim söyledim, söylediğim şey için bir kere bile tereddüt etmedim. Şimdi bakıyorum da söyleyip söylememe arasında kalıyorum, söylemesem onu tanımayacaktım belki ama söylediğim içinde… her neyse. Uzun bir süre konuştuk. Gözlerine bakarken kıyamadığım Sanem’imi babası elimden aldı komutanım,” Başını Ertuğrul’un omzuna dayayıp devam etti konuşmasına, gözleri sadece boydan boya cam olan mekânın güzel manzarasında takılı kaldı. “Askerliğimin başlarıydı daha yeni başlamıştım, iki ya da üç ay anca olmuştu. Sanem’e asker olacağımı söylediğimde çok mutlu olmuştu, benim güzelimde polis olmak istemiş boyu yetmemiş. İlk söylediği zaman çok komik gelmişti bize her seferinde güler yeni yeni meslekler aradık göz bebeğime. Bir gece geldi yanıma, bizim bir parkımız vardı ne zaman kötü hissetse söylerdi orada buluşurduk. Her neyse geldi işte. Ağlamış, ben onun gözlerine bakarken korkardım çok bakarsam sulanır diye, benim göz bebeğimi ağlatmışlar, o bile yetmemiş dövmüşler, o da yetmemiş yerlerde sürüklemişler. Ben o gün yandım, ben o gün bittim. Hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissettiğimi hatırlamıyorum Komutanlarım. Asıl en korkunç olanı ne biliyor musunuz?”

Gözleri kızarmıştı, anlatırken bazı yerlerde gülümseyip bazı yerlerde ağlıyordu, ağladığı zaman ise yüzünü hemen değiştirip hafif bir tebessüm ile anlatıyordu. Ta ki son ana kadar. Kendini suçlamaya başlayana kadar.

“Benim yüzümden olmuş hepsi, babası istememiş askerle birlikte olmasını… Ki ben buna inanamıyorum çünkü onun babası benim babam gibiydi. Beni kendi oğlu yerine koymuş, her daim de varlığını ardımda hissettirmişti… nasıl böyle bir şey der aklım almıyor.”

Derin bir nefes alarak ilk cümlesinin ardını getirdi. “Babası askerle birlikte olmasını istememiş dediğim gibi… bu bana çok anlamsız geliyor ama bana bunu söylediği zaman ağlamalarının arasından cümlesini bile çok zor seçmiştim… neden istemedi ya da başka bir şey vardı da Sanem mi bana söylemedi bilmiyorum… Sanem ile bir daha beraber olamayacağımız için üzüldüm tabi ki ama babasının benim yüzümden dövmüş olmasını asla unutmayıp affedemeyeceğim galiba. Bu beni kahretti, kendimi affedemeyeceğim tek ve son konu bu olacak sanırım.”

Senin yüzünden.

Başını Ertuğrul’un omzundan kaldırdı. Duruşunu dikleştirdi, gözyaşlarını sildi. Yüzündeki acı ifade bir anda silindi. Yerine mutlu neşeli çocuk olan Yıldırım geldi.

“Benim yüzünden bunları çekmesini istemezdim ama olmuşla ölmüşe çare yok. Benden hemen sonra babası birini bulup Sanemi nişanlamış galiba. Ortak arkadaşlarımızdan bir tanesinden duymuştum ne kadar iyi ne kadar kötü bir hayatı var bilemem ama onun için iyisi ne ise o olsun.”

“Sen elinden gelenin en iyisini yapıp çok temiz sevmişsin zaten Yıldırım. O kendine yeni bir hayat kurmuş, belki de buna mecbur bırakılmış ama her ne olursa olsun anlatırken ki o sesinin titreyişinden, gözlerinin doluşundan senin nasıl sevdiğini herkes anlar. Elinden gelenin fazlasını yapmışsın. Bazen çok istediğimiz şeyler ne yaparsak yapalım oluruna varmaz. Sen kendi önüne bakıp senin için iyi olan ne varsa onu yapmaya çalış, bu süreç içerisinde bak bize,” eliyle timi gösterip devam etti. “Biz buradayız. Yeni bir timin var, her şey yeniden başladı. Verdiğin bütün kararlarda yanında olacağımızı da göz ardı etme.” Dedi Kalender.

Yıldırım ise yalnızca güzel bir tebessüm ile karşılık verdi.

Kalender konuşmaya devam etmek üzere dudaklarını araladığı an telefonumun çalması bir oldu. Elimi kaldırarak dişlerimi sıktığımda, “Kusura bakmayın.” Diyerek mırıldandım.

Arayan numaraya baktığımda Samet olduğunu görmem ile dudaklarımdan samimiyetsiz bir gülüş kaçtı. Telefonu açıp kulağıma yasladım.

“Merhaba Armin nasılsın?” dedi hızlı bir şekilde.

“Çok iyiyim, sen nasılsın?” ona zıt olarak gayet rahat ve ağır bir şekilde karşılık verdim.

“Bende iyiyim sağ ol, geçen aramışsın önemli bir şey yoktu muhtemelen ger-“ cümlesini tamamlamasına izin vermeden araya girip “Benim adıma konuşulmasını asla sevmediğimi bilirsin diye tahmin ediyorum, ayrıca önemli olsa dahi bundan sonra seni ilgilendiren bir durum söz konusu değil. Sen benim yüzüme telefon kapadığın an benimle olan bütün iletişimini kesmiş bulundun zaten. Aradan bu kadar saat geçtikten sonra aramanın anlamı da yok, gerçi işim vardı meşguldüm dersin sen şimdi,” histerik bir şekilde gülmeye başladım.

“Armin bak öyle değil gerçekt-“

“Ya bırak Allah aşkına Samet,” seri bir hamleyle masadan kalkıp dışarıya doğru yürümeye başladım. “Senin bana yalan söylemek için bir sebebin yoktu ki zaten, sen bana kız arkadaşım var onun için geldim senin bir alakan yok desen ben buna zaten bir şey demezdim bile. Durduk yere niye yalan söyledin ki şimdi?”

“Özür dilerim.”

Hani olur ya bir şeyleri yaparlar, ağzına gelen her lafı sayıp sıralayıp en son özür dilerler.

Gözlerimi devirerek sinirle soludum. “Her neyse kendime yeni bir avukat bulurum. Kendine iyi bak Allah’a emanetsin.”

Telefonu kapatıp içeri geri döndüğümde kasayı bulup hesabı ödedim. Fikri ben diretmiş gibi olduğum için ne olursa olsun ödemem gerekirdi. Hızlı bir şekilde masaya gelip “Tekrardan kusura bakmayın açmam gerekiyordu.”

Kalender başını önemli değil dercesine salladığında, “Sorun yok, sizi bekledim anlatmak için zaten.” Dedi sakince.

“Ay anlatın Kalender komutanım merak ettim.” Diye araya giren elbette ki Yıldırımdı.

Kalender Yıldırım’a bakarak güldüğünde konuşmaya başladı. “Ben zaten Hakkâriliyim annem, babam ve kız kardeşim var burada onlarla kalıyorum. Öyle büyük bir dönüm noktam olmadı şimdiye kadar. Olursa da hep beraber görürüz zaten.”

Kalender kısaca kendini anlattığında, “Hepiniz müsaitseniz evime buyur etmek isterim sizleri beyler. Yemekleri zaten dinlerken yedik, daha rahat olabiliriz sanki ne dersiniz?” diyerek araya girdim. Burada çok bunalmıştım bir an önce eve gitmek istiyordum ama timdekilerin nasıl bir hayatı olduğunu da ögrenmem lazımdı.

“Saat zaten çok geçmedi, şuna bakın sekiz olmuş.” Dedi Kalender.

“Herkes tamam diyorsa çıkabiliriz.” Dedim ayağa kalktığım anda.

Âhi başı ile kapıyı işaret edip, “Siz geçin ben hesaba bakıp geleyim hemen.” Dedi.

Göz göze geldiğimiz anda konuşmaya başladım. “Lütfen.”

Araya giren Kalender, “Ama komutanım olmaz öyle.” Dediğinde çoktan kaşlarını çatmıştı bile.

Gözlerimi irileştirdim. “Olur olur, ayrıca fikir benden çıktı sayılır size ödetecek halim yok ya.”

“Bu seferlik böyle olsun bir sonrakilere de taş kâğıt makas oynar öderiz.” Diyen Yıldırım ile Tekin’in kahkahası mekânı doldurdu. Yıldırımı omzundan itekleyip, “Yürü oğlum yürü.” Dedi boğuk bir sesle.

“Arabası olmayan benimle gelsin. En önden gidiyorum beni takip edersiniz.” Deyip kendi arabama yöneldim.

Tam gideceğim esnada sağ kapı açılınca içeri binen Yıldırım ile göz göze geldim. “Bende geleyim mi?”

O kadar masum gözüküyordu ki… “Gel Yıldırım gel.” Dedim yanımdaki koltuğu işaret ederek.

Başını hafifçe eğerek gülümsedi. “Sağ olun komutanım.”

“Görev başında olmadığımız müddetçe komutanım demene gerek yok Yıldırım, tabii ki mesafeni koruman iyi olabilir ama sivil halde insanlara duyurup dikkatleri üzerimize çekmeyi istemeyiz değil mi?”

Yanaklarını şişirip geri indirdi. “Tamam o zaman…”

Hepsi arabalara bindiğinde hızlı bir şekilde selektör yapıp yola koyuldum.

“Armin.” dedi zar zor çıkan sesi ile.

Yandan kısaca bakarak, “Yıldırım?” dedim sorarcasına.

“Çok canı yanmış mıdır? Ne kadar polis olmak istese dahi o dayanamazdı öyle şeylere, çok mu ağlamıştır? Bazen küçük çocuk gibi kalıyorum ortalıkta. Konu Sanem olduğu zaman mantıklı düşünemiyorum.”

Derin bir nefes aldım. Onun bir hatası olmadığını anlatmam lazımdı sanırım.

“Yıldırım, olayı sadece senin anlattığın kadarıyla biliyorum. Anladığım kadarıyla siz birbirinizi çok sevmişsiniz, Sanem de sana çok değer vermiş. Ama bazen olmasını çok istediğimiz şeyler olmaz. Olması için canımızı bile verebileceğimiz şeyler oluruna varmaz. Canı tabi ki yanmıştır, emin ol çok da ağlamıştır ama zorla veya kendi rızası ile her ne olursa olsun kendine bir hayat kurmuş. Aynı şeyi senden tabii ki bekleyemem. Artık yeni başlangıçlara yelken açtık, bak artık yeni bir timin var, beni ister yakının olarak gör ister sadece görev başındaki bir komutanın olarak… Ama ne olursa olsun yanında derdini anlatabileceğin kişiler var. Benden çekinirsen veya erkek erkeğe konuşmak istediğin bir şey olur git, söyle, anlat. Daha çok olmadı ama anladığım kadarıyla hepsi iyi insanlar, aralarında seni anlattıkların ile yargılayacak biri de yok. Sadece şunu unutmanı istemiyorum sen nasıl mutluysan, sen nerede ve hangi şartlar altında yaşamak istiyorsan onu bul ve öyle yaşa, kısacası mutlu ol Yıldırım, çünkü sana gülmek çok yakışıyor.”

Başımı çok kısa bir süre Yıldırıma doğru çevirdiğimde gözlerinin dolduğunu ve gülümsediğini gördüm. “Biriyle dertleşmeyi pek bilmiyorum, genelde dinleyenim olmazdı,” Güldü ama bu seferki buruk bir gülümsemeydi. “Beni üzen tüm mutluluğumu sömüren insanlar ile aynı ortamda çalışmayı asla sevmiyorum. Ben sadece mutlu olmak istiyorum. İstediğim şey çok mu zor Armin?”

Sinirden gözüm seğirmeye başlamıştı. Sol elimi sıkıca yumruk yapıp konuşmaya başladım. “Değil ya değil, en az senin kadar bende istiyorum ama hayat götüyle gülüyor herhalde. Olmasını istediğim her şeyin tam tersini yaşıyorum. Kim beddua ettiyse iyi etmiş.”

“Bizde işimizle mutlu oluruz be, kimseye ihtiyacımız yok şükürler olsun.” Dedi keyifle.

Başımı sallayarak onayladım. “Aynen öyle.”

“Kız azcık gül, geldiğimizden beri dümdüz bakıyorsun ya olmaz böyle sırıt az.” diyerek sitem etti.

“İyiyim ben böyle sağ ol.”

Omzumdan tutuğu gibi beni ittirmesi bir oldu. “Gül az.”

“Lan!” direksiyon elimden kayınca Yıldırım diğer elini atıp direksiyonu topladı. Bir eliyle omzumu diğer eliyle direksiyonu kavramıştı. Boynumdaki damarın seğirmesi hissederken sinirle Yıldırım’a döndüm. “Temas etme! Adam akıllı davran elimin tersindesin!” bana mahcup bir ifadeyle bakarken arkadan gelen korna sesiyle dörtlüleri yakıp arabayı durdurmam için baktı. Araba durur durmaz aşağı inip arkaya gitti. Kafamı camdan uzattığımda Âhi ile konuştuğunu gördüm.

“İki saniyede niye hemen korna çalıyorsun canım benim?” dedi sevimli bir ses tonuyla.

Âhi hafif yükselttiği ses tonuyla konuştu. “Oğlum düz yolda direksiyon hakimiyetini nasıl kaybediyorsun sen acaba?”

“Ben mi sürüyorum manyak.” Dedi Yıldırım çattığı kaşları ile.

“Madem sen sürmüyorsun ne artistlik yapıyorsun? Binsene oğlum arabaya!” Âhi sinirle Yıldırım’a bakarken çenesinin kasıldığını gördüm.

Yıldırım yanıma gelmek yerine Âhi’yi sinir etmeye devam ederken, “Tekin komutanımın arabası değil mi bu, sen niye sürüyorsun?” diyerek sordu merakla.

Âhi Yıldırım’ın gitmesi adına gür bir sesle bağırdı. “Yıldırım paşam gelip de sorsun diye! Bir laf var Yıldırım bilir misin?”

Yıldırım alık alık bakarak, “Neymiş o laf?” dediğinde Âhi sinirle bağırdı.

“Fazla merak-“

Âhi’nin lafını bölen Tekin, “Tamam lan uzatmayın, Yıldırım git arabaya sende!” dediğinde Yıldırım omuz silkerek hızla yanıma geldi.

Son duyduğum ses arkadan gelen, “Ya rabbim sen sabır ver.” Diyen Âhi’nin sesi olmuştu.

Arabayı geri çalıştırıp Yıldırıma döndüm.

“Niye kaşınıyorsun oğlum sen, dursana yerinde düzgünce.” Kaşlarım çatık dik bir vaziyette yüzüne bakarken yavaşça tebessüm etti. “Kurt var bende kurt.”

Yandan bir bakış atıp sürmeye devam ettim. Toplamda yarım saate aşkın bir süre içinde eve gelebilmiştik. Apartmanın otoparkını çok kullanan yoktu o yüzden park sorunu yaşamamıştık.

“Buyurun beyler.” Dedim bir elimle binayı işaret ederken.

Hızlı bir şekilde kapıya vardığımda önce dış kapıyı ardından evin kapısını açtım. Aradaki lambayı yakıp içeri geçtim.

Herkes sırasıyla içeri girdiğinde salonu işaret ettim. “Siz geçin içeri geliyorum hemen.”

Mutfağa geçtiğimde çay ve kahve arasında kalmıştım. Suyu ısınmaya bıraktıktan sonra içeri gidip tam soracağım esnada gördüğüm manzara ile boş boş izlemek ile yetindim.

Kalender Tekin’i yere serip bacaklarını havaya doğru kaldırmış sallıyordu. Yıldırım ayağa kalkmış bir Kalendere bir Tekin’e laf atıyordu. Ara sıra Ertuğrul ile Âhi Yıldırımı yerine oturtuyor izlemeye kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

Âhi araya girip, “Kadının evinde yaptığınız şeylere bak, içtimada boğardınız zaten birbirinizi ne gerek vardı şimdi.” Diyerek göz devirdi.

Kalender Âhi’ye dönüp, “Sus ben senin üstünüm, istesem senide boğarım.” Dediğinde, Âhi öyle mi dercesine kaşlarını kaldırdı.

Kollarımı bağlayıp kapıya yaslandığım esnada Kalender ile göz göze geldim. Çekimser bir tavır ile “Komutanım.” Diyerek mırıldandı.

Kaşlarımı kaldırarak, “Teğmenim?” dedim sorarcasına.

Telaşla, “Biz,” diyerek Tekin’in bacaklarını hızla bıraktı.

“Oha, yavaş ol hayvan.” Dedi Tekin bağırarak.

Yıldırım gıcık yenge tiplemesiyle, “Bide bayılın isterseniz komutanım.” Diyerek araya girdi.

Tekin sıktığı dişleri arasından Yıldırıma bakarak hırsla konuştu. “Sana buradan bir uçarım, görürüsün bayılmayı.”

“Yeter!” dedim sinirle soluyarak. “Çay mı? Kahve mi?”

Hepsi bir anda susup aynı anda cevap verdiler.

“Kahve.”

“Kahve.”

“Kahve.”

“Süt.”

“Kahve.”

“Tamam,” tam mutfağa döneceğim esnada “Süt mü?” dedi havalanan kaşlarım ile. Şaşırmıştım sadece…

“Evet süt, ama yoksa su içebilirim sorun yok.”

Anlık afallamayla, “Var, neyse siz devam edin boğuşmaya ben geliyorum.” Dedim hızlıca odadan ayrılarak.

Mutfağa geçtiğimde suyun ısındığını gördüm. Dolaptan çıkardığım sütü cezveye koyup ısınmasını beklediğim esnada kupaları indirip kahveleri koydum. Süt ısındığında kupaya koyup çekmeceden çıkardığım baldan içine döktüm, diğer kupalara da kaynayan suları döküp elimdeki tepsi ile içeriye geçtim.

Az önceki boğuşmadan sonra ortadaki masa geri yerine konmuştu. Elimdeki tepsiyi ortaya bıraktıktan sonra kahvemi alıp yerime geçtim.

“Teşekkür ederim.”

Âhi ve elindeki süte baktıktan sonra gülme isteğimi geri yutup, “Rica ederim.” Dedim.

Uzun bir sessizlikten sonra sessizliği Ertuğrul’un sesi yayıldı. “Ben babamla birlikte yaşıyordum. Bizimkiler yıllar önce boşanmış, annemi görsem tanımazdım yani o derece… mesleğe ilk girdiğim yıllarda görev ihlali yaparak uzaklaştırma aldım. Geri dönene kadar çalışmam, performansım her şeyim değişmişti. Geri döndükten birkaç ay sonra askeriyeye bir kadın geldi, geldiği günü dün gibi hatırlarım. Herkes bir telaş içinde albay bile ayaklanmış her yeri didik didik incelemişti o gün. Her neyse işte aradan saatler geçti içeride bir ses bir kargaşa askerden önünü göremezsin o derece. Kadın gelmiş, o zamanlar timde çok iyi değildi üst rütbeden kimse yoktu. Arada sırada başımızda albay dururdu, o günden sonra kadın nereye biz oraya her göreve beraber çıktık. En son operasyonda tam çıktık alana gidiyoruz, bir anda biri üstüme atladı, sıkı sıkıya sarılarak. Meğerse ben ölmeyim diye atlamış önüme, ölmeden son kez gözlerime bakıp şunu söylemişti ‘ben yaşayacağımı yaşadım, görev başında ölmek de nasip oldu gözüm arkamda kalmadı. Ben seni sonradan bulsam da iyi yetiştirdim oğlum, vatan size emanet.’ Dedi.” Güldü, acıyla karışık bir ifadeye güldü yüzü. Dudaklarını araladı konuşmaya çalıştı söyleyeceklerini geri yuttu. En son devam etti.

“Ben anneme ilk ve son kez o gün görev başında orada sarılmışım. Hayat bazen çok acımasız oluyor, nerden bilebilirdim ki aylarca görev başı yaptığım kadının annem olacağını? Ama o mutluydu o gün gözlerinin içinin güldüğüne şahit oldum ben bir kere. Nur içinde yatsın mekânı cennet olsun.”

Herkes aynı anda kısık bir sesle, “Âmin inşallah.” Dedi.

Âhi ile aramızda geçen sözsüz anlaşmayla konuşmaya başladı. “Ben normalde ailem ile yaşıyordum ama en son gelen tim haberi ile Hakkâri’ye geldim. Aslında hem Hatay da ikamet ediyor hem de orada görev başı yapıyordum. Tim haberi gelmeden baya zaman önce bir görev geldi…”

Elaları yere daldı. Yaşadığı şey her neyse onu çok derinden etkilemiş gibiydi, askeriyede ne zaman dinlenme odasına geçsek hep düşünceli gözükür pek kimseyle konuşmazdı. Hepsi böyleydi aslında, bu mesleğin en zor yanlarından birisi yaşanılan onca şeye rağmen dik durman gerekirdi. Görevde kafanın farklı yerlere gitmemesi, vatan uğruna dökülen kanların için gözünün arkada kalmaması gerekirdi.

“Gittik, apar topar çıktık. Tutsak edilen bir askerimiz varmış…”

Konuşmakta o kadar güçlük çekiyordu ki dili resmen kilit olmuş açılmıyordu.

“Saha timi olarak çıktık dağa, tuttukları yer dışarıdan bir mağarayı andırsa da içerisi bildiğiniz bir ev gibiydi. İçerinin nasıl olduğunu çözmeye çalışırken bir kapının diğerlerinden farklı olduğunu gördük. Biz incelemeye devam ederken bir kadın ve adam askerimizin nerede olduğunu gösterdi. Odaya girdik, içerisi kan kokuyordu. Koku öyle bir işlemişti ki odanın her zerresine, biz on dakika bile dayanamadık. İçeride yatıyordu. Kolunda serum, üstü başı sargılı…” canı yanmış gibi gözlerini sımsıkı yumarak başını iki yana salladı. “Helikoptere geçtiğimizde inceledim, çok kötü görünüyordu. O kadar şeye rağmen yaşaması… Albay uzun bir süre aradığını söylemiş bizim erlerden birine, en son bulunduğu gün adamı hiç bu kadar mutlu görmemiştim. O kadar işkenceye rağmen yaşaması beni çok gururlandırmıştı şahsen, askeriyeye gelir gelmez muayene olması için götürdüler. O günden sonra çok aradım onu, en son albayım aracılığı ile buldum.” derin bir iç çekti.

“Sende bu kadar iz bırakacak neyi vardı?” diye söylendi Kalender.

Âhi kafasını hafifçe iki yana salladı, dudaklarının hemen yanında oluşan minik tebessüm onda ne kadar iz bırakan birinin olduğunu anlamaya yetiyordu.

“En son yeni tim için haber geldiğinde yeniden döndüm sahalara, artık her şey yolunda gitsin en azından tek temennim bu.” diyerek cümlesini sonlandırdığında, Kalenderin araya kaynattığı soruyu göz ardı etmişti.

Sıra bendeydi. Bende. Hayatının en önemli dönemini zar zor hatırlayan bende. Ailesinin nerede ne yaptığından bihaber bende. Nereden başlamam gerekirdi?

“Ben mesleğe erken başladım. Geçtiğim sınavlardan derece yapıp ayrıldım harp okulundan…” Ne demem gerekiyordu ki?

Cümlelerimi toplayamıyor, sık sık aldığım nefesler ile karşımdakilerin dikkatini üstüme çekiyordum. Yüz ifademi hızlı bir şekilde değiştirip olduğum yerde dikeldim.

“Timim vardı, uzun bir zaman önce yollarımız ayrıldı. Nerede ne yapıyorlar bir fikrim yok.”

Bir fikrin yok mu? Öldüler Armin! Kabullen artık.

Elimdeki buz gibi olmuş kahveden bir yudum alıp iç sesimi dinlemeyi es geçerek konuşmama kaldığım yerden devam ettim. “Hakkâri’den önceki görev yerim Ankara’ydı. Bazı özel sebeplerden dolayı mesleğe ara vermek zorunda kaldım. Geri dönüşümde yeni tim için oldu…”

“Yemekte telefon çaldığında sinirlendin. Önemli bir sorun yok değil mi?” dedi sorgulayan bakışları ile bakan Tekin.

Sorgulayan bakışları ile yüzüme bakması kaşlarımın çatılasına neden oldu. “Bir sorun yok. Benim hayattaki modum her zaman için şu; hayatımda bana bir katkısı olmayan, zor zamanlarımda yanımda olmayan hiç kimseyi yanımda tutacak gücüm yok, kendimi yorup yıpratmaya da mecalim yok. Benim zor anımda yanımda olacak, bu sefer kalkamam dediğim yerden çekip çıkarak kişilere ihtiyacım var. Ben çok düştüm, beni çok iteklediler. Hayattaki tek başarım mesleğimdi. Aynı zamanda tutunduğum tek dalımda buydu, beni can alıcı noktamdan vurdular. Mesleğimi elimden almaya çalıştılar ama bunu hiçbir zaman başaramadılar.”

Kahvemden kalan son yudumu da içip boğazımı temizledim. “Hepinizi anlattığınız kadarıyla tanıyorum. Normalde bu kadar konuşup kendimi açmazdım ama bir yerden başlamam ve bu hayatı yeniden yaşamam gerekiyor. Bunu sizinle yaşayacağım için mutluyum açıkçası, sizi dinleyince ördüğüm buzdan duvarlar yavaştan erimeye başladı. Yeni başlangıçların güzel olmasını istiyorum. Her şey çok güzel olacak.”

Elimdeki kahve bardağını önümdeki masaya bırakmak için hamle yaptığım sırada elimde hissettiğim sıcaklık ile başımı yana çevirdim. Yıldırım elimi iki avucunun arasına almış güler bir yüz ile bana bakıyordu. “Artık her şey güzel olsun be komutanım.”

“Armin.” Dedim kısık bir sesle.

Anlamadığına dair bir tepkide bulundu. “Ne?”

“Armin de işte,” Omuzlarımı yukarı kaldırıp geri indirdim. “Görev başında değiliz böyle söyleyince, her neyse devam et.”

Yüzüme boş boş bakmaya başladı. Kafasını iki yana sallayıp “Vallahi ben komutan olsam sürekli söylesinler isterdim. Ne garipsiniz.” Sona doğru mırıldanması ile kaşlarımı yalandan çatıp, “Sensin garip be, ayrıca çok konuşma erkeğin az konuşanı makbuldür.” Diyerek sızlandım.

Ellerini havaya doğru kaldırarak araya giren Kalender, “Ayrımcılık sezdim.” Dedi mırıldanarak.

Kalendere kaşlarımı çatıp baktıktan sonra Yıldırıma geri döndüm. “Olsun.”

Anlamadığını belli eden bir ifade ile yüzüme baktı “Ne olsun?”

“Artık her şey güzel olsun demedin mi Yıldırım!” diye söylendim hafif yükselttiğim sesimle.

“Tamam be sakin ol. Sende kızmaya yer arıyorsun.” Dedi yalandan çattığı kaşları ile.

Omuz silktim. “Kızarım. Komutanın ben değil miyim sonuçta? Yetkimi kullanıyorum karışma.”

Alay ederek söylediklerim her zamanki gibi otuz iki diş sırıtmasına neden olmuştu. Yanımdan çekilip oturduğu koltuğa geri döndü.

Aradan geçen on dakika içerisinde Âhi ve Ertuğrul arabalar hakkında konuşmaya başlamışlardı. Tekin istikrarında yılmamış Kalender ile uğraşmaya devam ediyordu. Yıldırım ise arada Âhi ve Ertuğrul’a katılıyor, bazen de Kalenderi gazlayıp Tekin’le iyice itişmelerini sağlıyordu.

Tekin ile Kalendere kulak verip ne hakkında itiştiklerini anlamaya çalıştım.

“Ben senden uzunum bu arada,” hızla ayağa kalkıp etrafında döndü Kalender. Elleriyle baştan sona kendini gösterip, “Bak bana, bak bak.” Dedi etrafında döndüğü esnada.

Kalender ne kadar inkâr etse dahi Tekin Kalender’den uzundu. Hatta bırak Kalenderi timin en uzunu Tekin’di. İlk tanıştığımız gün Âhi en uzunları gibi gelse de sonradan gelen Tekin ile en uzunun kim olduğu anlaşılmıştı.

“Ne var yani iki üç santimin lafını mı yapacağız?”

Aralarında en kötüsünden on santim vardı.

Tekin cıvıyarak, “İki üç dediğin en az otuz santim abartma.” Dediğinde gözlerim alayla açıldı.

“Asıl sen abartma,” diye araya girdi Âhi. “Maksimim on santim anca var aranızda.” Dedi Tekin’e bakarak.

“Sende benden kısasın, en uzununuz benim kabul edin işte.” Diyerek Âhi’ye karşılık veren kişi Tekin’di.

Tekin’in etrafındakilere en uzun olduğunu kanıtlamaya çalışmasını izlerken, dudaklarımda hissettiğim şey ile gözlerimi dudaklarıma eğdim, gördüğüm manzara karşısında ne kadar gülümsemek istesem dahi gülümsememi geri yutup dudaklarımı araladım. Yıldırım yediği çikolatadan bana da uzatmıştı. Yaptığı şey karşısında gözlerimi gözlerine çevirip sessiz bir teşekkürden sonra Tekin’e bakayım derken işler baya büyümüş Ertuğrul ve Âhi da ikiliyi ayırmak ister gibi aralarına katılmış hepsi yere serilmiş değişik hareketler sergiliyordu.

Yavaştan büyümeye başlayan gözlerimle “Ne yapıyorsunuz siz? Kendine gel asker!” diye yükseldim.

Âhi ve Ertuğrul ne yaptıklarını fark eder gibi hızlıca toparlandı.

Kalender, “Komutanım çay var mı?” diyerek nazikçe sorduğunda kaşlarım havalandı.

“Şaka mısınız siz,” şaşkın bir ifade ile söylediğim şey karşısında Kalender dudaklarını oynatarak Çay demesiyle; “Yardım edersen var paşam, etmeyip boğuşacaksan yok.” Dedim.

Naif bir kafa sallamaya tezat ile ileriyi işaret ederek bağırdı. “Buyurun komutanım!”

Hızlı bir hareket ile kafasına vurmam ile afallaması bir oldu. “Bağırmasana!”

İki elini yana kaldırıp ben suçsuzum dermişçesine yüzüme bakmaya başladı. “Şimdide siz bağırdınız da neyse, ayrıca az önce izin verdiğim için kafama vurabildiniz, bir daha olmaz yani haberiniz olsun, üzülmeyin sonra.”

Kaşlarımı çatıp dik bir şekilde Kalender’e bakmaya başladım. Bakışlarımı gören Ertuğrul, “Dediklerinizin aynısını içtimada da söyleyin lütfen Teğmenim.” Kalender’e bakarak alayla gülümsemesi her ne kadar hoşuma gitse de ciddiliğimden ödün vermeyip hızla mutfağa ilerledim.

Çaydanlığı ağzına kadar doldurduktan sonra ocağa koyup altını yaktım. Demliğe çayın olduğu kavanozdan birkaç kaşık çay attıktan sonra kenara kaldırıp suyun kaynamasını bekledim. İçeriden gelen gülme sesleriyle salona adımlayıp kapının önünden ne konuştuklarını dinlemeye başladım.

Tekin’in değişik anılarını dinlemek istemediğim için tam salondan ayrılacağım esnada çalan telefonum ile içeri girmek zorunda kaldım. Telefonun çalmasıyla hepsinin susup bana bakması bir oldu. Hızlı bir şekilde telefonu alıp ellerimi iki yana kaldırarak, “Siz devam edin ben gidiyorum.” Dedim.

Kimin aradığına baktığımda Ferhat Çelik yazısını görmem ile kaşlarım çatıldı. Daha odadan çıkmadığım için yüzümü gören ilk kişi Yıldırım oldu hızla yanıma gelerek, “Komutanım ne oluyor?” dedi merakla. Bir ismimi söylüyor bir ciddiye bürünüyordu… zamanla alışacağını ümit ederek kendimi toparladım.

Telaşlanmıştı.

“Bir sorun yok. Beklemiyordum sadece, sen otur geliyorum birazdan.”

Telefon tam kapanmak üzereyken açtığımda konuşmaya başladı. “Az daha açmasaydınız kapatıyordum.”

Kaşlarım çatıldığında sorgular bir tavırda konuştum. “Bir sorun mu var? Normalde aramazdınız bu şekilde.”

“Aslında telaş yapmamızı gerektiren bir konu var mı bilmiyorum…” söyledikleriyle kaşlarım git gide çatılmaya başladı. “Bu da ne demek oluyor?”

“Hatırlıyorsunuzdur, benden önce gittiğiniz iyi bir kadın doğum uzmanı vardı.” Dedi ağzındaki baklayı çıkararak.

Başımı salladım sanki görebilecekmiş gibi. “Hatırlamaz olur muyum? Tabii ki hatırlıyorum.”

“Hakkâri’ye tayinini istemiş. Hazır sizde oradayken bir randevu alıp gitmenizi istiyorum. Sonuçlarını isterseniz bana da atarsınız, sizin için gelip gitmek zor olur, hazır Atalay da oradayken gidip bir muayene olabilirsiniz.”

Tayinini buraya istemesine çok sevinmiştim. Her ne kadar Ferhat da alanında iyi bir doktor olsa da ilk doktorum olan Atalay’ın bakması içimi dahada rahatlatacaktı.

Su kaynadığı için az daha taşacak olan çaydanlığın altını kısıp demliğe boşaltmaya başladım. Çayı demlediğim sürede, “Numarası silinmiş olabilir, siz bana tekrardan atarsanız müsait olduğum zamana randevuyu oluştururum.” Deyip çay bardaklarını hazırladım.

“Atıyorum birazdan, İyi bakın kendinize görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Çaydanlığın altını kısık şekilde bırakıp içeri geçtim. Bu sefer daha düzgün şeyler konuşuyorlardı. “Çayı ben demledim sende gidip dolduruyorsun şimdi, kalk çabuk.”

Sırıtarak mutfağa giden Kalender’in ardından Yıldırımın soru yağmuruyla tutuldum “Ne oldu? Kötü bir şey mi var? Eliniz yüzünüz bembeyaz oldu bir anda, iyi misin? Komutanım cevap verseniz?”

“Çavuşum bir susun!” konuşurken aynı anda ayağa kalkıp üstüme abanmış konuşurken verdiğim cevapla sustu. Omuzlarından geriye doğru iterek yerine oturmasını sağladım. “Önemli bir şey olmadı diyorum, sakin olun.”

“Merak etmiştim sadece.” Diyerek mırıldandı Yıldırım.

Verdiği cevap ile araya giren Âhi, “Bir laf vardır bilir misin Yıldırım?” dedi merakla Yıldırım’a baktığı sırada.

Yıldırım kafasını iki yana sallayarak bilmediğini belli etti. “Yok komutanım, neymiş o laf?”

Âhi kaşlarını havalandırdığında, “Ben söyleyeyim o zaman sana, fazla merak gö-“ diyecekken içeri giren Kalender cümlenin kesilmesine vesile oldu.

“Heyy! Arkadaşlar bir sakin olun! Ne bu şiddet bu celal, herkes niye bu kadar sinirli abi? Hepiniz oturun ve sakinleşin,” elindeki tepsiyi göstererek “Bakın çay getirdim size.” Dedi sırıtarak içeri giren Kalender.

Bu iki olmuştu ve üçüncüde Âhi Yıldırım’a kafa göz dalacak gibi bir his seziyordum.

Aklıma gelen soru ile sorumu ortaya yönelttim. “Her şeyi konuştuk en önemlisini unuttuk sanırım. Sahadaki görevleriniz neler?” her ne kadar az çok lakaplarından anlamış olsam da kendilerinden duymak istiyordum.

Sorduğum soruyla gözleri büyüyen Ertuğrul, “Bunu sormayı nasıl unuttum ben?” diyerek telaşla konuştu.

“Vallahi Teğmenim çok unutkansınız olmaz böyle,” çayımdan bir yudum alıp kınayan bakışlarımı Ertuğrul’a yönelttim. “Aklınızı başınıza alın bence Teğmenim, kafanız dağınık bu aralar herhalde.”

Huzursuz bir ifadeyle, “Bunu diyende sensin he.” Diyerek burun kıvırdı.

“Pardon?” dedim sorarcasına.

“Of yeter ama artık! Tamam arkadaşlar sakin olun. İkinizde komutanımızsınız, ikinizde üstümüzsünüz. İkinizi de seviyoruz yeter ki atışmayın.” Diye araya giren Tekin ile delici bakışlarımı ona yönelttim. Anında sustuğunda bozmadığım bakışlarımı çayıma indirdim.

Yıldırımın konuşmaya başlamasıyla çayımdan bir yudum daha alıp arkama yaslandım. “Sıhhiyecimiz kim ben onu merak ediyorum.” Diye sordu Yıldırım. Bu sorunun cevabını bildiğine o kadar emindim ki… sırf ortam neşelensin diye sorduğuna emindim.

“Benim.”

“Benim.”

Kalender ve Tekin’in aynı anda konuşmasıyla yan yana oturan ikiliye baktım.

“Siz görev başında da böyle boğuşursanız biz kenarda ölüp gideriz herhalde.” Âhi’nin dediklerinden sonra Kalender ve Tekin aynı anda savunmaya geçti. Üçlü kısa bir süre içerisinde birbirine girmeyi becerirken oturduğum yerde düz bakışlarım ile laf dalaşını izliyordum.

Üçlünün tartışmasını bozan Ertuğrul oldu. “Ben bomba imhacıyım.”

Ertuğrul’dan beklemediğim alan ile hafif bir şaşkınlık sonrası merak ettiğim soruyu ortaya yönelttim. “Keskin nişancımız kim?” elbette ki biliyordum ama sormuştum işte.

Yanımdan gelen kıkırdama ile başımı çevirip Yıldırımın gülen yüzüne baktım. “Benim tabii ki!” omzuyla omzuma çarpıp sırıtmaya devam etti.

Yıldırım’ın keskin nişancı olması beni daha da bir gururlandırmıştı. Keskin nişancılar gözümde her zaman bir sıfır daha önce oluyordu. Bunun sebebini anlayamasam da çok hoşuma giderdi her zaman için…

“Bende ağır silahlar uzmanıyım.” Zaten ya Ertuğrul’dan ya da Âhi’den bekliyordum.

“Zaten son olarak istihbarat kalıyor. Bende istihbarat üzerine çalışıyorum.” Dedim sakince.

Kalender’in çalan telefonu ile ortam bir anda sessizleşti. Başım ile içeri gidebileceğini belirterek arkama yaslanıp çayımın son kalan yudumunu içtim.

Kalender çekinmeden telefonu aramızda açıp konuşmaya başladı. Herkes kendi çapında sohbet ederken ben bir yandan Kalender’i dinliyordum. Ne kadar hoş olmasa dahi bu bir mesleki deformasyondu. Canımı emanet edeceğim kişileri tanımak benim diğer görevimdi.

“Efendim.” Kısa bir süreliğine karşıdan gelen sesi dinlemesiyle yüzünde küçük bir tebessüm oluştu.

“Biliyorsun yeni tim ile tanışmam gerekiyordu. Konuşmaya devam ediyoruz miniğim,” konuştuğu kişi her ne dediyse yüzünü güldürmeyi başarmıştı. “Evet, hâlâ benim gözümde küçüksün. Geç gelme ihtimalim var, bekleme beni,” kaşları çatıldı. “Hayır, olmaz. Geç gelebilirim diyorum, uyu sen.”

Tebessümü çoğaldı. “Bende seni seviyorum güzelim.”

Kız kardeşi ile konuşmuştu.

Anlattıkları kadarıyla hiçbirinin kız arkadaşı, nişanlısı veya eşi yoktu. Kalender kendi hayatından bahsederken; annesi, babası ve kız kardeşi ile yaşadığını belirtmişti. Konuştuğu kişide yüzde doksan ihtimalle kız kardeşiydi.

Birkaç dakika sonra Tekin ve Kalender’in canı tatlı çektiği için benden izin alıp mutfağa gitmişlerdi. Arada gelen bağırış seslerini duymazdan geliyor, Âhi, Ertuğrul ve Yıldırım ile sohbet ediyorduk.

“Şu an için tek veya yalnız yaşayan var mı aranızda?” merak ettiğim bir diğer soruyu da ortaya yöneltmiştim.

Yıldırım omuzlarını kaldırıp indirerek “Ben zaten anlattım biliyorsunuz ailem yok. Sizden önceki timimde de timden birkaç arkadaşla beraber kalıyorduk. Hakkâri’ye gelince de lojman ayarladım, şu an lojmanda kalıyorum.”

Ardından Âhi araya girerek, “Benim bir önceki görev yerim Hatay’dı. Ailemle beraber yaşıyordum. Görev gelince de onları Hatay da bırakıp Hakkâri’ye geldim. Şu anda kendime bir ev kiraladım orada tek yaşıyorum.” Dedi sakin çıkan ses tonuyla.

En son olarak da Ertuğrul devam ederek, “Anlattığım gibi görev ihlalinden sonra tekrar iş başı yapıp çıktığım ilk görevin aynı anda son görev olduğunu bilmiyordum. En azından o zaman için, annemi kaybettiğim görev beni en sarsan görevler arasında yer alıyordu. Kaybettikten sonra hiç kullanmadığım iznimin hepsini aynı dönemde kullandım. Ayrıyeten psikolojim yeni bir görev için hazır olmadığı için üstler tarafından yapılan bir toplantıda benim adıma uzun bir izin yazdılar. Aslında hâlâ kendime gelebilmiş değilim. Ama bazen içimizde olan binlerce savaşa rağmen devam etmemiz gerekir ya, tim için haber geldiği andan itibaren bir kez bile düşünmeden kabul ettim. Bunun bir sebebi var mı? Bilmiyorum, gelirken tek düşüncem babam olmuştu. Haber geldiği gibi babamda söyledim, babamla aramda hiç gizli saklı olmazdı. Söylediğim andan itibaren gitmem için o kadar diretti ki, bir o kadarda hızlı geldim Hakkâri’ye. Babam da asker zaten, ikisinin de izinden giderek bende asker oldum, iyi ki de olmuşum. Bazen her başlangıç güzel olmayabilir ama ben eminim ki her şey çok güzel olacak. Bende lojmana yerleştim.” Uzun konuşmasının ardından lojmanda yaşadığını öğrenmek anlamsızca kahkaha atma hissini uyandırsa da sakince oturmaya devam ettim.

Ertuğrul’un susması ve aynı hızla Âhi’nin cümleyi devam ettirmesi bir oldu. “Bazen yeni başlangıçlar yapmak zordur. Bir o kadar da imkânsız gelir olayları yaşayan kişiye, çırpınışlarını gören olmaz, haykırışlarını duyan olmaz. Hani olur ya, içine atarsın atarsın en sonunda patlarsın. O patlayışını bile gören olmaz. Görüp de görmemiş gibi yaparlar,” saçlarını sert bir şekilde karıştırıp dirseklerini bacaklarına yaslayıp öne eğilerek boğuk bir sesle konuşmasına devam etti.

“En zor olanı da yaşayıp da yaşamamış gibi yapmak. Kim istemez ki hayatının içine sıçan herkesi hayatından çıkarıp defolup gitmeyi, ardında bıraktıklarını önemsemeyip kendine en baştan bir hayat kurmayı. Kim istemez ya kim istemez? Bir de şey diyenler var,” başını kaldırıp gevşek bir şekilde güldü. “En fazla ne yaşamış olabilirsin? Bunu sormaya tenezzül eden insanlar var ya! Şaka gibi… Ben hatırlamak istemiyorum. Ben sadece düzgünce yaşamak istiyorum. Yeni bir başlangıç yapmaya bile gücüm yok. O kadar yoruldum ki, fiziksel olarak, psikolojik olarak. Arada durup soruyorum kendime ‘ne yapmam gerekiyor?’ yeni başlangıç mı? Al sana yeni başlangıç. Yeni bir tim, beş farklı yüz. Şimdi benim önceki hayatımı unutup devam mı etmem gerekiyor?” o kadar bunalmış ve yılmış gözüküyordu ki.

“Sana her şeyin çok güzel olacağına dair bir söz veremem. Tutamayacağım sözleri zaten vermem. Şu an çok yılmış ve bunalmışsın, bunun için ne yapman gerekiyor? Valla bir laf var kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş diye. Bundan sonrası için birbirimizin yanında olursak sorunlarımızı çözebiliriz belki, bir umut diyorum yani siz anlayın beyler.” Diyerek Âhi’ye karşılık verdim.

Konuşmamın ardından Âhi’nin gözleri yüzümde dolaşmaya başladı. Ne zaman göz göze gelsek bir burukluk ile izliyordu yüzümü. Buna şu an için bir anlam yükleyemesem de tepkisiz bir şekilde izliyordum.

Telefonumdan gelen bildirim sesiyle gelen mesaja baktım. Âhi’nin gözleri hâlâ yüzümde dolaşıyor, mesajın gelmesiyle de kaşları çatılmış bir şekilde bir bana bir telefonun ekranına bakıyordu.

Dr. Ferhat Çelik yazısını görmem ile hızlıca mesaja girdim.

Jinekolog Hekim Atalay Ateş.

Atalay’ın telefon numarasını ve şu an Hakkâri de çalıştığı hastanenin konumu vardı. Konuma girdiğimde evim ile hastanenin arasında biraz zaman olduğunu gördüm. Hastane özel hastaneydi. Evim merkeze uzak tugaya yakın olduğu için hastaneye gitmek için biraz yol çekmem gerekiyordu.

“Tekin de lojmanda kalıyormuş.” Dedi yanımda oturan Yıldırım.

Nerden biliyorsun der gibi baktığımda cevapladı. “Biraz konuşmaya vaktimiz olmuştu, o ara söyledi.” Dedi.

Mutfaktan gelen bağırış sesleri artınca Ertuğrul bakmaya gitti.

Ertuğrul’un gidip bir türlü geri dönememesiyle hep beraber mutfağa geçtik. Anladığım kadarıyla puding yapmaya çalışmışlardı. Tezgâhın üstü çok dağınık değildi. Dağınık olsa bile gene ikisine toplattıracağım için çok bir sorun olmazdı.

En sonunda dayanamayıp konuşmaya başladım. “Ya Allah aşkına bir saattir bunumu yapıyorsunuz siz?”

Kalender baştan aşağıya beni süzüp “Çok biliyorsanız kendiniz yapsaydınız komutanım.” Dedi iğneleyici bakışları eşliğinde. Kaşlarım havalandığında, “Ne dedin pardon?” diyerek sinirle sordum.

“Tamam uzatmayın da getirin yiyelim şunları.” Diyerek araya giren Âhi boş bakışlarını ikili üzerinde gezdirip içeriye geçti. Kısa bir tartışma sonucu Kalender yaptıkları tatlıları kaplara döküp içeriye getirmişti. Herkes kendi yerinde oturup tatlılarını aldı.

Sabahtan beri arabalar hakkında konuşuyorlardı. En son bende aralarına katılmaya karar verip öylesine bir soru sordum. “Arabanız var mı? Tugaya nasıl gelip gidiyorsunuz?”

Bir tek Tekin’in arabası olduğunu bildiğimden merak etmiştim açıkçası.

“Benim, Tekin’in ve senin var sanırım.” Diyerek arabası olanların adına genelleme yaptı Ertuğrul.

Kafa sallayarak “Kendi arabam evet.” Dedim.

“Benimde var,” Yıldırımın konuşmasıyla yüzüne bakmaya başladım.

Heyecanlı ve mutlu görünüyordu.

“Yani aslında yeni aldım. Birkaç gün içinde gelecek.” diyen Yıldırım ile “Ne aldın?” diye merakla sordu Tekin.

Hepsinin araba meraklısı olduğu kesindi.

Yıldırım duymadığım marka bir araba söylediğinde Tekin gülümseyerek, “Maşallah kardeşim, güle güle kullan.” Dedi içten bir sesle.

Yıldırım da sakince teşekkür ettiğinde tatlımdan bir kaşık alıp ağzıma attığım sırada çalan telefonum ile arayan kişiye baktım.

Miralay arıyordu.

Yerimde dikleşip boğazımı temizlediğimde telefonu açtım.

“Üsteğmen Armin Tan, Ankara emredin komutanım!”

“Üsteğmenim tim yanında mı?”

Karşımdaki iri yarı beş adama bakıp, “Yanımda komutanım, hoparlöre veriyorum.” Dediğimde hoparlörü açıp telefonu ortaya koydum.

“Tim, Keşke timinize bir isim koysaydınız da onunla hitap etseydik! Neyse bunu sonra konuşacağız. Hepiniz beni dinleyin şimdi, Ağaçdibi köyünde on iki dakika önce gerçekleşen saldırı sonucu yaralılarımız var jandarma eksiğimiz olduğu için merkezden yardım çağrısı geldi. Derhal hazırlanıp tugaya geliyorsunuz. Buradan yollayacağım sizi, hazırlanırken detayları anlatırım. Çabuk burada olun, yirmi dakikanız var.”

Yüzümüze kapatılan telefon ile hızlıca evden çıkıp arabaların önüne geldik.

Hepsi birbirinin yüzüne bakıyordu. “Geri zekâlı mısınız?” diye sordum açık kalan ağzım eşliğinde.

Boş boş yüzüme bakmalarıyla sinirlenip “Binin lan şu arabaya! Görende ilk defa göreve çıkıyorlar sanacak. Hele bir gidelim dönüşte görüşeceğim hepinizle. Çabuk binin!”

Hepsi aynı anda kapıları açıp hızla geri kapattılar. Yarım saniye sonunda hepsi benim arabama binmiş hazır bekliyorlardı.

Hızlı hareketlerle arabaya binip yola çıktım. Yollar çok kalabalık değildi.

“Oğlum insene kucağımdan!”

“Geri zekâlı embesil oturacak yer varda ben mi oturmadım?”

“Üf tamam kes sesini, çok abanma üstüme bari hayvan herif.”

“Kes lan sesi-“

“Ulan!” sinirden direksiyona vurup bağırarak devam ettim. “Şu arabadan bir ineyim, bak bir ineyim ikinizi kendi ellerimle boğacağım! Bir tek kelime sesiniz daha çıksın parçalarım sizi!”

Yıldırım ve Tekin ikilisinin sesi saniyesinde kesilirken yola odaklandım.

Hızlı sürdüğümden dolayı on dakikanın sonunda tugaya geldiğimizde hızlıca arabadan inip kapıdaki askere kimliklerimizi göstererek içeriye geçtik. Teçhizat odasının tam önüne geldiğimizde Miralay’ın postası Erdem ile karşılaştık. Kollarını önünde bağlayıp kapıya yaslanmış bir vaziyette bizi bekliyordu.

Geldiğimizi gördüğü esnada hızlıca toparlanıp kapıyı açtı. İçeri geçtiğimizde herkes kendi dolabına yönelmişti.

Dolapların üstünde hangi silahların nerede olduğuna dair bilgiler yazıyordu. Hızlı bir şekilde özel tim için ayrılan bölüme ilerleyip kendi adıma olan dolabı açtım. Dolabın içinde şimdiye kadar tüm çıktığım görevlerde kullandığım silahlar duruyordu. Görev için uygun silahımı bulup kurduğum esnada Erdem çoktan konuşmaya başlamıştı.

“Ağaçdibi köyünde saat dokuz itibariyle meydana gelen saldırı sonucu Jandarma eksiğimiz yüzünden destek amaçlı sahaya ineceksiniz. Saldırının amacını sivilleri ele geçirip askerleri meydana çekmek olduğunu düşünüyoruz. Bombalı saldırı durumuna karşılık gece nöbeti sizde, eğer saldırı daha da büyürse gerekli destek ekipler çabucak olay yerine intikal edecek. Albayım ve Tuğgeneralim özel tim yavaştan başlasın diyerek sizi görevlendirdi. Merkezle sürekli olarak istihbarat halinde olun. Armin komutanım emir komuta sizde, ben şimdiden söyleyeyim. Bahçeye indiğinizde Miralay albayım gereken konuşmayı size yapar. Birbirinize emanetsiniz dikkat edin.” Aslında olayın özel kuvvetlerle değil jandarmayla ilgisi vardı ama Miralay’ın birbirimize alışmamız için görevi bize devrettiğini anlamıştım.

Erdem konuşurken hem dinlemiş hem de hazırlığımı yapmıştım. Asıl üniformam evde kalmıştı ama yedek üniformamı dolabıma bıraktıkları için hızlıca alıp dışarıya çıktım. Boş bulduğum odaların birinde hızlıca üstümü değiştirip odaya geri girdim. Geldiğimde hepsi tam teşekküllüydü. Çenemin altındaki peçeyi gözlerimin altına kadar çekerek yüzümü gizlediğimde hepsi bana uydurarak aynı hareketi tekrarladılar.

Dolaba yasladığım silahımı aldığımda hızlı adımlarla bahçeye indik. Bahçede nöbete kalan askerler ve Miralay dışında kimse yoktu.

Miralayın karşında hazır ola geçip sırayla tekmil verdik.

Miralay rahatta dinlememiz adına emir verdiğinde hızla devam etti. “Erdem zaten olanı biteni size aktardı. Ekstra söyleyeceğim bir şey yok. Birbirinize dikkat edin.” başını bana çevirip, “Üsteğmenim emir komuta sende, önemli bir durum olursa merkezle istihbarat haline olun yeter.” Dedi sakince.

Görev yerine ulaşmamız için gelen zırhlı araca bindiğimizde kendi aralarında konuşmaya başlayan adamlara kulak verdim.

“Buradaki köylerde hep saldırı mı düzenlenir?” Yıldırım’ın sorduğu soruyla Kalender cevap verdi.

“Yani…” dedi Kalender mırıldanarak. “Arada oluyor böyle, varlıklarını hissettirmek için yapıyorlar.”

“Teğmenim.” başını bana döndüren iki adamdan birine, Kalender’e odaklanarak, “Hakkâri’den önce bir görev yerin var mıydı?”

Kafasını olumlu bir şekilde salladı. “Tabii ki vardı. Senelerdir burada değilim elbette, sadece burada doğdum. Eğitim için başka bir şehre gittim. İlk görev yerim de Ardahan’dı.”

Son sorduğum soru üzerine bir daha ses çıkmadığında yarım saati aşkın bir süre sonunda araç durdu. Araçtan indiğimizde görülen iki şey vardı. Jandarma araçlarının ışıkları ve ortalıkta dolanan insanlar…

Jandarmalardan bir tanesi yanımıza gelip konuşmaya başladı.

“Hoş geldiniz komutanım.”

“Hoş bulduk bayım,” hem gelen jandarma ile konuşuyor hem de etraftaki kalabalığa bakıyordum. Peçenin ardından dışarıya vuran sesi normal ses tonumdan daha kalın çıkarken çatık kaşlarımın ardından sordum. “Duyduğumuz üzre bir saldırı düzenlenmiş, detayları alabilir miyiz?”

Genç adam, “Normal devriye attığımız esnada duyduğumuz silah sesleri ile geldik. Muhtarla konuşurken köyün ilerisine atılan sis bombaları ile çıkan çatışma sonucu ekiplerimizin yetersizliği ile destek istedik. Şu anlık bir sorun yok ama tetikteyiz komutanım.” Diyerek sakince olayları bize aktardı.

Biraz daha konuştuktan sonra ben hariç timin hepsi benden onay alarak ileride bekleyen jandarmaların yanına ilerleyip oturdular.

Köyün engebeli yolunda sağlam adımlar atarken gözlerim etrafı tarıyordu. Olası bir duruma karşı tetikte beklerken etrafı öğrenmenin de faydası vardı elbette.

Dakikalar saatleri devirirken yürümekten hissedemediğim bacaklarım durmam gerektiğini haykırıyordu. Geldiğim yolun tersine yürümeye başladığımda bana doğru elinde iki bardakla gelen Yıldırım’a kısık gözler eşliğinde baktım.

Adımlarını sıklaştırarak yanımda bittiğinde “Biraz konuşabilir miyiz komutanım? Zaten pek bir olay çıkacağa benzemiyor.” Kopkoyu kahve gözlerine bakarak başımı sallamakla yetindim. Yıldırım çoktan ileriye doğru adımlamaya başlamıştı. Adımlarımızı bizi köyün meydanına getirdiğinde kenarda oturan timim ve jandarma topluluğunun arasından Kalender’i bularak omuzuna dokundum. Bana ne oldu dercesine baktığında başımla ileriyi işaret ederek gideceğimi belirttim. En azından timden birinin haberi olması gerekirdi. Bu konuda Kalender bana daha sıcak gelmişti. Ertuğrul’a nazaran…

Yıldırım’ın nereye gittiğinden bihaber ileriye doğru yürümeye başladım. Beş dakikaya aşkın bir süre sonunda Yıldırım’ı tek başına kurumuş otların üzerinde otururken buldum. Sessiz bir biçimde yanına oturup konuşmasını bekledim.

Aradan geçen birkaç dakika sonunda boğazını temizleyip konuşmaya başladı. “Nasılsın?”

Konuşmadan hemen önce elinden aldığım kahveden bir yudum aldım. “Sence nasıl duruyorum?”

Omuz silkti “Bilmem…”

Nasıldım sahiden?

“Sence,” boğazını temizledi ve ardından devam etti. “Sence mutlu mudur? Seviyor mudur o adamı?”

Mutlu muydu? Mutlu musun Sanem?

“Bu sorunun birçok cevabı olabilir.” Diyerek kahvemden sakince bir yudum aldım.

Şaşkınlıkla, “Nasıl yani?” diye sordu.

“Şöyle ki,” derin bir nefes aldım. Hâlâ seven bir adama bunu açıklamak ne kadar doğru veya kolaydı?

“Seviyor olabilir,” dediğimde yüzü acı bir hâl aldı. “Sevmek zorunda kalmış olabilir, başka bir yolu olmadığı için ona bağlanmış olabilir, kendini onunla mutlu olmaya zorlamış olabilir. Açıkçası Yıldırım ben her ne kadar seviyor, sevmiyor veya o adamla mutlu ya da değil desem de bunu Sanem’e sormadan bilemeyiz.”

Ağzını aralayıp bir şey söyleyeceği sırada elimi kaldırarak susması gerektiğini belirttim. “Eğer ki sen Sanem’in seninle birlikte olduğu dönem içerisinde seni gerçekten sevdiğine inandıysan,” yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. “Bence Sanem seni sevmiştir ve emin ol hâlâ seviyordur. Düşünsene,” yüzümü tamamen Yıldırıma dönüp içtenlikle konuşmaya devam ettim. “Bazen sadece yaşadıklarımızla ya da yaşamak zorunda kaldıklarımız ile mutlu olmaya çalışırız.”

“Ben mi çok abarttım sizce komutanım?”

Kaşlarımı çatarak koyu kahvelerinde bir cevap aradım. “Nasıl yani?”

“Yanisi şu, sizce ben mi çok dip dibe olmak istedim? Sürekli sarılayım mı istedim?” devam edeceği esnada araya girerek konuşmaya başladım. “Ben bunu bilemem Yıldırım.”

Gözleri dolar gibi oldu. Omuzlarını düşürerek elindeki kahveyi kenara bırakıp parmakları ile oynamaya başladı.

“Hani dedim ya, ben onun gözlerinin içine bakarken korkardım çok bakarsam sulanır diye. O gün o parka geldiğinde ağlamıştı. Ben onu teselli etmeye çalıştım. Bunu yaparken bile bir kere temas dahi etmedim ben Sanem’e. En son ağlaması durulup babasıyla olanları anlattıktan sonra,” cümlesi yarım kaldığında nefes alamadığını hissettim sanki bir anda bir seksen beşlik koca adam gidip onun yerine o yetiştirme yurdun köşelerinde büyüyen Yıldırım gelmişti.

“Sakin olur musun?” dedim kendine gelmesi adına. “Ne söyledi sana? Hadi paylaş benimle, seni yargılayacak en son insan benim şu anda.”

Oturduğu yerden biraz kayarak gerilediğinde burukça yüzüme baktı. “Ama gerçekten yapmadım öyle bir şey.”

Hızlıca kafamı sallayarak onayladım onu. “Yapmamışsındır tabii ki, yapmadım diyorsan elbette yapmamışsındır. Hadi söyle şimdi bana, ne dedi sana?”

İç cebimde duran minik suyu açtığımda Yıldırım’a doğru uzatarak içmesini bekledim.

Aradan geçen beş dakika sonunda kendini azda olsa toparlayabilmişti. Hafifçe öksürerek kısık bir sesle konuşmaya başladı. “Tam kırk yedi dakika sonunda durdu ağlaması, tam kırk yedi dakika komutanım. Düşünün ya düşünün ben onun akan gözyaşlarını sayarken o gözyaşlarının bitimine kadar dakika tutarken,” buruk bir biçimde gülümsedi başını iki yana salladığında hızla devam etti. “Her neyse işte, en sonunda ağlaması durdu bir anda üstüme atladı vücuduma vurmaya başladı. Onun vurmasından ne olur komutanım? Kuş kadar canı var zaten, mini minnacık boyuyla bana sataşmasından ne olur? ben ilk başta morali düzeliyor sataşmak istedi sanmıştım,” yüzü acıyla kasıldığında başını iki yana salladı öfkeyle karışık üzüntüyle.

Bazen insanların hızlıca söyleyip kestirip attığı şeyler çok ağır darbelere yol açabiliyordu. Her ne kadar karşı taraf acımasızca söylediği kestirip atsa da arkasında bıraktığı enkaz çok ağır olabiliyordu.

 

Bir eskiyi daha yâd ettik...

Adet yerini bulsun diyerek sorularımı sorayım gençler.

Timin kaynaşması?

Armin'in adamlara karşı duruşu?

Tim üyeleri,

Armin Tan?

Kalender Çiler?

Ertuğrul Duman?

Tamam kabul, Ertuğrul baş bölümlerde biraz sinir bozucu olabilir ama sonra seveceksiniz ;)

Tekin Akar?

Âhi Alphan?

Yıldırım Kıran?

Ve bir de Samet avukatımız...

Aşağıdaki boş yıldızı boyamayı unutmayın lütfen, renksiz ve soluk kötü gözüküyor ;)

 

 

 

08.09.2024

 

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

 

 

Loading...
0%