Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.BÖLÜM- ÇAKIR İLE TAN DAVASI

@durutaskulakk_

Canlarım selam!

Ölümle Baş Başa'nın 3. bölümüyle birlikteyiz.

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Yıldıza basmayı ve yorumlarınızı bana sunmayı unutmayın.

 

3.BÖLÜM ÇAKIR İLE TAN DAVASI

 

18 Temmuz 2018

Bir ay geçmişti.

Tamı tamına bir ay.

Bir aydır yapmadıkları ne varsa şimdi yapmaya başlamışlardı.

İşkencelerin üçüncü günüydü.

Kaldığım yere sürekli birileri gelip bir şeyler yapıyorlardı. Bir şeylerden kastım odaya giren her kimse bir daha odadan çıkmıyordu. Odaya giren şimdiye kadar bir ay içinde sadece gözleri ile iletişim kurabildiğim kişi miydi? Bu konu hakkında bir fikrim yoktu.

Ya odaya giren aynı kişiydi ya da farklı kişiler.

Bulunduğum oda oldukça büyüktü, tavan ile zemin arası en az altı veya yedi metreden oluşan büyük bir odaydı.

Odanın en ortasında elleri kolları bağlı bir şekilde oturan kadın…

Ben, Armin Tan.

Bir ay içinde ara ara bayıldığım zamanlar olmuştu. Bu çok sık olmamıştı ama vücudum her ne kadar dayanıklı olsa dahi arada bayıldığım anlar da olmuştu.

O anlarda uyandığımda yerde yatar bir biçimde uyanıyor. Ellerim ayaklarım çözülmüş kolumda ise bir serum oluyordu.

Beni niye tutuyorlardı bir fikirim yoktu ancak, bu işin altındaki kişi veya kişiler her kimse iyi oynuyorlardı.

Ne ölmemi göze alıyorlardı ne de özgürce yaşamamı.

 

Nefes alışverişleri en sonunda normale dönmeye başlamıştı. “Bir anda üstüme atlayınca ben panikledim. Nerden bilebilirim ki böyle yapacağını,” soğuktan akan burnunu sertçe çekerek devam etti. “Ben bana vurduğu halde bile sakinleşmesi için elini tutmadım, onu durdurmaya çalışmadım. Evet doğru,” kafasını salladı. “Belki vurması canımı yakmadı ama söyledikleri beni paramparça etti. Bana,” elleriyle kendini gösterdi. İnanamıyormuş gibi devam etti. “Bana onunla sırf,” iki eliyle yüzünü sıvazladı. “Ben daha bunu sana anlatırken utanıyorum ama o bunları acımasızca yüzüme haykırdı.”

Gözlerini sıkıca kapatarak, “Bana onunla sırf birlikte olmak için beraber olduğumu, sırf o yüzden onu kullandığımı söyledi.” Dedi acıyla.

Söylediklerini hazmetmeye çalışırken aldığı kesik nefeslerle rağmen devam etmeye çabaladı. “Ben şimdiye kadar kimseye bunu anlatamadım komutanım. Anlatmaya nerden başlasam babası dövmüş dediğim an herkes beni yadırgar herkes beni suçlar oldu. Belki sizde inanmayacaksınız ama ben o gün bana vururken bile ne elini tuttum ne kolundan tutup itekledim. O gün bile, o bana kendi elleri ile vurduğu süreçte esnasında ben ona dokunmadım. Diyorum ya çok bakamazdım gözlerine sulanırlar diye. Bana bunu demesi çok kırdı beni. Paramparça oldum ben o gün. Bilmiyorum nerede hata yaptım ama ben çok temiz sevdiğimi düşünmüştüm komutanım.”

Yüzümdeki buruk gülümseme ile üçe vurulmuş kısa saçlarını okşadım. Dinlediklerimden sonra çok çıkmayan kısık sesimle yorumumu ona sundum. “Sen temiz sevmişsin, bunda utanılacak bir şey yok ki... Bırak bu söyledikleri de onun ayıbı olarak kalsın. Bak şöyle düşün,” onun anlattıklarından sonra kamburlaşan sırtımı düzeltip yerimde dikleştim. Yıldırımı da yaslandığı göğsümden kaldırıp dikleştirdikten sonra tekrar kollarımın arasına aldım. “Sen bu olayları daha iki gün önce tanıdığın bir kadın ile paylaşıp benim yorumumu merak ediyorsun öyle değil mi?” başı ile onaylamasından sonra devam ettim. “Sizin ilişkiniz ne kadar sürdü peki?”

Sorduğum soru ile karanlığın en koyu tonuyla harmanlanmış gözleri ileriye dalıp bir müddet düşündü.

“Benim asker olduğum senenin biraz başını hesaba katarsak, neredeyse bir buçuk seneyi aşkın bir ilişkiydi.”

Anladığıma dair kafamı salladıktan sonra bir süre cümlemi nasıl toparlayacağımı düşündüm. “Bak, kendi ağzınla söylüyorsun. Bir buçuk seneye aşkın bir süre, düşünsene ya bu kadar zaman içinde senin duygularını, hissettiklerini ve senin nasıl şeyler düşündüğünü doğru düzgün anlayamamış bir kadından bahsediyoruz. Buna inanmak sana zor gelebilir,” başını eğdiği noktadan kaldırıp gözlerime yapma dermişçesine haykırdı. Sanki bu haykırış bir aslanın o kadar koşuşu sonucu yakaladığı ceylanı elinden almışlarcasına bir haykırıştı. Yapma dedi, söyleme dedi. O gün o gözler çok şey anlattı.

“Eğer ki senin hislerini, duygularını ve düşüncelerini anlayabilseydi emin ol o gün sana öyle bir tepkiyle yaklaşmazdı. Demek ki anlayamamış, demek ki tam hissedememiş. Eğer ki senin değerini bilseydi emin ol sana o sözleri sarf etmezdi.”

Soğuktan kızaran yüzü ile çaresizce baktı elalarıma. “Sevmedi değil mi?”

Düzensiz aldığım nefesler ile sormak zorunda olduğum şeyi sordum. “Doğruyu yalanlardan mı seçmek istersin yoksa gerçeklerden mi?”

Çaresizce yüzüme baktı. Başını iki yana sallayarak “Artık yalanlarla kandırılmak istemiyorum. Siz bana doğruyu söyleyin komutanım.”

Kaşlarımı yukarı kaldırarak başımı iki yana salladım. “Bence, bence sevmemiş. Tabii ki Sanem’in duygularını veya hislerini ben bilemem ama, emin ol bak sadece şundan emin ol, eğer ki gerçekten senin neler düşünüp hissettiğini anlasaydı sana o kadar ağır cümleler kullanmazdı, seni o cümlelerin altında ezmezdi.”

Yüzümdeki buruk tebessüm ile karizmatik yüzünü izlemeye başladım. Yanaklarını iki avucumun içine alıp tam gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladım. “Sen daha anlatırken bile ona kıyamıyorsun ki Yıldırım. Gözlerinin içine bile çok bakamazdım diyorsun ya, onu derken bile sesin titriyor, gözbebeklerin büyüyor, ellerin hafiften titriyor. Sen çok saf ve temiz sevmişsin Yıldırım,”

En son söylediğim cümleyi kaç kez tekrarladığımı saymaksızın söylemeye devam ediyordum. Bu hikâyede adam kadına kör kütük âşıktı. Kadının ise adama olan duygularının bir tarifi yoktu. Belki aşktı? Belki hoşlantı? Belki gelip geçici bir beğenme? Kim bilir saplantıydı belki de? Ya da takıntı? Her şey olabilirdi.

Yıldırım’ın yüzünü bırakıp konuşmama kaldığım yerden devam ettirdim. “Ben bir kadın olarak söyleyeyim bunu, hiçbir kadın gerçekten sevdiği adamın bu şekilde düşüncelere sahip olduğunu düşünmez, daha doğrusu düşünmek istemez. Çünkü kadın adamın saçına âşık, kadın adamın yüzüne âşık, kadın adamın konuşma tarzına, üslubuna, jest ve mimiklerine, gülümsemesine, kadına karşı yaptığı bir inceliğe âşık. Kadın ne hissedip ne düşünüyorsa aynısını âşık olduğu adamdan bekler.”

Derin bir nefes aldım. “Aşk her zaman birlikte olmak demek değildir. Aşk saf duygular içeren, karşındakinin kendinde kusur gibi gördüğü güzelliğine âşık olmaktır. Sende erkeksin bak kendi ağzınla söylüyorsun. Aklımın ucundan bile geçmedi, o bana vurduğu halde onu durdurmak için elini bile tutmadım diyen de sensin. Diyeceğim şey şu ki, Sanem’in sana karşı olan hislerini ben tabii ki bilemem ama bana kalırsa,” dudağımın kenarını yavaşça kıvırıp başımı yana yatırdım. “Sevmemiş bence… Sevse sana bunları söyler miydi?” başımı hayır dercesine iki yana salladım. “Söylemezdi.”

Aramızdan geçen birkaç dakikalık sessizlikten sonra aklıma takılan şeyi söylemeye karar verdim. “Yalnızca şunu oluruna vardıramadım. Diyelim ki sevmedi, ki bu dedikleri bize bu sonuca çıkarıyor. Peki babasıyla neden kavga etti?”

Bilmem dermişçesine dudaklarını büküp geniş omuzlarını yukarı kaldırıp geri aşağıya indirdi. “Bir de ben bilsem komutanım. Aklıma gelmiyor ki hiçbir şey.”

Kaşlarım çatıldı. “Babası benden sonra nişanlamış dedin? Tanıyor musun adamı?”

Dudağını büzdüğünde umursamaz bir tavırla omuz silkti. “Hiç ögrenmek istememiştim bunu aslında.”

Dudaklarım büzüldüğünde, “Öğrenmek misin peki?” dedim merakla.

“Ortak birkaç arkadaşımız vardı, onlara sorabilirim. Bilen vardır belki.”

Omuz silktim. “Sana kalmış.”

Bir anda yaslandığı yerden hızlıca kalkıp, “Belki de o adama âşıktı. Benden kolayca ayrılmak için babasıyla kavga ettiğini ortaya atıp bunun üstüne oynadı?” dedi gözleri ileriye dalmış bir vaziyette düşünürken.

Şaşkınlık içinde Yıldırıma bakıp kafamı yana yatırdım. “Saçmalama istersen, sevmiyorsa niye oyalasın kendini o kadar?”

Ciddi bir tavırla ellerini belinin iki yanına koyduğunda, “Niye olmasın peki? O kadar şeyi söylerken iyiydi, bana bağırıp vururken iyiydi, saçma sapan şeyleri söylerken de iyiydi, oldu canım ya. Ben bunların hiçbirini hak etmedim tamam mı komutanım?” diyerek kaşlarını çattı.

Ciddiyetimi bozmadan, “Tamam.” Dememle gülmeye başlaması bir oldu.

Ağzının içerisinden kötü kötü sözler söyleyen adamın kafasına seri bir hamle ile kafasına vurdum. “Düzgün konuş kırmayım bir taraflarını.”

Çekingence, “Pardon komutanım.” Dedi.

Kenara bıraktığım kahve bardaklarına umutsuzca bakarak konuştum. “Kahveleri de buz gibi ettirdin, git yenisini getir bari!”

Ellerine yüzüme doğru kaldırıp ben suçsuzum bakışı attıktan sonra ayaklanarak üstünü çırptı. Eliyle üç işareti yaptı. “Sadece üç dakika komutanım hemen yenisini yapıp geliyorum.”

Topuklarını birbirine vurarak başıyla kısa bir selam verdi. Arkasını döndüğü gibi koşarak hızla gözden kayboldu.

Aslında bu kadar çabuk bir şekilde konuşup dertleşmeyi kesinlikle beklemiyordum. Timle ilk tanıştığım gün aralarından ilgimi çeken üç isim arasında Yıldırım da vardı. İlk gördüğüm gün ciddi duruşuna tezat bir o kadar güler yüzlü olan adam, ilgi odağım olmayı becermişti. Üçe vurulmuş saçları, iri yarı heybetli duran vücudu, konuşurken sürekli gülen yüzü ile çok karizmatik ve sempatikti. Kendimi bu kadar salmamın sebebi neydi? Veya kendimi Yıldırıma bu denli yakın hissetmemin sebebi? İlk gördüğümden günden beri beni ona iten bir şeyler vardı. Timdekilerden hiçbiriyle bu kadar yakın durmazken, konuşma esnasında ağzımdan iki kelime laf anca çıkarken Yıldırımla az önce yaptığım konuşma bana garip gelmişti. Her ne kadar bu kadar yakın durmak ya da uzun süslü cümleler kullanmaktan uzak kalırken beni ona iten şey neydi bilmiyordum. Belki de büyüme şeklimizdi? Yıldırım da çocuk esirgeme kurumunda büyümüştü, bende büyümüştüm işte, bir yerlerde bir şekilde…

İçimden bir ses onlara ihanet ettiğimi haykırıyordu. Her ne kadar yeni bir hayat kuracağıma dair kendimle yüz çeşit konuşma da yapsam gene de içim rahat etmiyordu. Olayın aslını öğrenemeden içimin rahat etmesini beklemek de boş bir beklentiydi. Olayın aslı gün yüzüne çıkana kadar kendi hayatıma en mantıklı şekilde devam etmeyi istiyordum. Yıldırıma her ne kadar tüm yüzümü göstermesem de az da olsa nasıl bir kişiliğim olduğunu anlamıştı. Beni ona iten bir şeyler vardı. Bu kesinlikle bir hoşlantı veya aşk değildi. Olamazdı zaten… Sadece karşımdaki kırılmış aynamın etrafa dağılan minik parçalarından kendimi görüyormuş hissi uyandırıyordu.

“Komutanım!” sırtımda hissettiğim tekme ile kendime gelmem uzun sürmemişti.

“Ne vuruyorsun lan sen bana!” ani yükselişimi hiçbir şekilde takmadığını belli eden yüz ifadesiyle bana bakmaya devam etti.

“Üç dakika dedim. Gittim geldim en az üç dakikadır da size sesleniyorum komutanım.” gözlerini benden çekerek bardağı uzattığında elinden alarak oturduğum kayanın sert yüzeyinden aşağı kaydım. Kurumuş otlar üstlerine oturmamın etkisiyle kulaklarıma hışırtılar doldu.

Sinirle kaşlarımı çatarak omuz silktiğimde, “Olabilir, bir şey düşünüyordum duymadım.” Dedim peçemi alttan kaldırarak kahvemden bir yudum aldığım esnada.

Kahvesine dikkat ederek yanıma oturdu. “Anlatmak isterseniz dinlerim komutanım.”

“Yani seninle bir anda bu kadar samimi hissedip dertleşmek garip hissettirdi sadece onu düşünüyordum. Sanki gözlerinde kendimi görüyor gibiyim…” Aklımda olan şeyleri direkt söylediğim için yüzünde oluşan memnuniyetle başını salladı.

“O zaman uzun süredir birileriyle dertleşmemişiz?” dedi sorarcasına.

“Bunu bile isteye yapmışım gibi değil de dertleşecek kimse olmadığından aslında…” diyerek mırıldandım.

Elindeki sıcak olduğu havaya karışıp hızla yok olduğu halde yenileri eklenen buhardan anlaşılan kahvesini hızla yanına bırakıp ellerini birbirine çarptı. “Vaoov, baya iyi bir ikili olacağız desenize.”

Omzuyla hafifçe omzuma vurması ile elimle yüzümü sertçe sıvazlayıp susmasına dair bir bakış atarak kahvemden bir yudum aldığımda etrafa bakınmaya başladım. Esen rüzgâr, peçem sayesinde yüzüme çok işlemezken bedenim hafiften üşümeye başlamıştı.

İlk görevimizin bir saldırıya yetemeyen jandarmalarımıza destek olarak gelmek her ne kadar canımı sıksa da ortalık iyice durulana kadar mecburen buradaydık.

Düşüncelerim telsizden gelen ses ile bölünürken hızlıca oturduğum yerden doğruldum.

“Merkezden Arsen’e, tekrar ediyorum merkezden Arsen’e bizi duyuyor musunuz?”

Telsizin birkaç düğmesine dokunduktan sonra konuşmaya başladım. “Arsen’den merkeze sizi duyuyoruz komutanım.”

“Her şey yolunda mı Üsteğmenim?”

“Yolunda Albayım, geldiğimizden beri bir sorun çıkmadı. Çıkacağa da benzemiyor ama gene de bekliyoruz.”

“Jandarma ekiplerimizle de irtibata geçtik. Senin de dediğin gibi bu saatten sonra da bir sorun çıkmaz. Aracınızı gönderiyorum timi toparlanmaya başla.”

Başımı sallayarak, “Emredersiniz Komutanım!” dediğimde telsizden gelen cızırtıları göz ardı ettim.

Telsizi geri eski yerine yerleştirdikten sonra on dakika daha olduğum yere oturup dinlenmeyi bekledim. En sonunda sıkılınca Yıldırımı da kaldırarak ekiplerin olduğu yere doğru yürümeye başladım.

Bana yandan attığı bakışları hissederek adımlarımı yavaşlattığımda, “Aramızda değil mi?” diyerek sordu.

Sorduğu soruyla olduğum yerde durup yüzümü yüzüne çevirdim. “Aramızda,” dudaklarım aralanıp geri kapandı. “Ayrıca anlatmak istersen,” omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Buradayım, çekinme yani yargılamam seni.” Dedim.

Başını hafifçe eğdiğinde, “O zaman iki saat başınızı şişirdiğim için kısaca teşekkür ederim komutanım.” Dedi. Buruk bir tebessüm ile yüzüme bakıyordu.

Soğuktan hafifçe kızararak dolan gözlerimle baktım yüzüne. “Rica ederim, dediğim gibi seni yargılamam.”

Yıldırım’ın kızaran gözlerini gördüğümde yürüyerek kısaca sohbetimize devam ettik. Ekiplerin yanına geldiğimizde geldiğimizi ilk fark eden Kalender oldu. “Hoş geldiniz komutanım.”

“Hoş bulduk beyler.”

Bizden biraz daha uzakta olan Ertuğrul ve Âhi ikilisinin olduğu taraf bakarak sesimi yükselttim.

“Beyler! Yavaştan toparlanmaya başlıyoruz. Yirmi, yirmi beş dakikaya aracımız gelecek.”

Time gideceğimizi söyledikten sonra jandarmaların yanına oturup bana sorulan birkaç soruyu cevaplamaya başladım.

“Zor olmuyor mu Komutanım?”

“Mesleğimi kast ediyorsun?” başını aşağı yukarı sallayarak onaylaması ile devam ettim. “Tabii ki hayır, aynı soruyu ben sana sorsam ne derdin?”

“Olmuyor komutanım.”

“Bak işte, genelleme yapacak olursam, insanların çoğunluğu kadınların yaptığı işler hakkında böyle düşüncelere sahipler. Benim hayatımdaki en gözde başarılarımdan bir tanesidir mesleğim. Yaparken de keyif alırım, gece nöbetine kalmaktan da gocunmam. Herkes sevdiği işi yaptığı sürece yorulsa bile bu yorgunluk tatlı bir yorgunluk olur bence.” Konuşurken kayan peçemi yukarı çekerek düzelttiğimde dediklerime karşılık, “Haklısınız komutanım.” Dedi genç jandarma.

“Ooo Üsteğmenim, çok zorlandınız mı görev başı yapmakta?” az önceki konuşmadan sonra ciddiliği bozulmamış yüzümü aynı şekilde sesin kaynağına çevirdim.

Sorar gözlerle bakmayı sürdürüp “Hayırdır Teğmenim? Siz benden farklı bir şekilde taramalı falan mı taşıdınız? Nedir bu insanları bir yerinden vurayım isteği?” kaldırdığım kaşlarımla Ertuğrul’a bakmayı sürdürdüm. Tanıştığımız günden beri sinir bozucu bir derecede her konuya yorum yapıyor, gözlerimde aradığı her ne ise oldukça derin ve dikkatli bakıyordu. Evde geçen bir muhabbet esnasında sorduğum soruya karşılık ben nasıl sormadım şeklinde yargılaması gülünç bir durumdu aslında, aynı şekilde bu kadar jandarma ekibi varken bunu sürdürmesi de oldukça sinirimi bozmaya yetmişti. Hâlâ sorgulayan bakışlarım eşliğinde kahve gözlerine ciddiyetle bakmayı sürdürdüğümde en sonunda pes eder gibi bakıp konuyu değiştirdi.

“Gidiyormuşuz?” dedi sorarcasına.

“Evet gidiyoruz, az önce aynısını size söyledim zaten toparlansan iyi olur Teğmen Duman!” cümlenin sonunda kullandığım sert ses tonlamasıyla yüzü bir anlık bozulur gibi olsa da hızla toparlanıp inatlaşmasına kaldığı yerden devam etti.

“Bakıyorum da toparlanmamışsınız.” Dedi gıcık bakışları eşliğinde.

“Tugayda görüşeceğiz seninle bekle beni.” Çatık kaşlarım ve etrafa ateş saçan gözlerim ile gözlerine baktığımda sinirle soluyarak geri çekildi.

Ertuğrul’un saygısız tavırlarını şu anlık jandarmaların yanında olduğumuzdan göz ardı ettiğimde ortada dönen sohbete odaklanmaya çalıştım. Anladığım kadarıyla ilk geldiğimizde bizi karşılayan jandarmanın ismi Yalçınmış hatta Yalçın birkaç ay önce nişanlanmış ve yakın bir süre içerisinde de düğünü varmış.

“Komutanım.” Dedi Yalçın.

“Subayım?” diyerek karşılık verdim.

“Yakın zamanda düğünüm var, timiniz ile beraber sizleri de görmek isterim. Bu mutlu günümde bize eşlik etmek ister misiniz?”

“Tabii ki neden olmasın? Eğer ki görev başında olmazsak yüksek ihtimalle geliriz. Tugaya bir davetiye yolarsın artık.” Dedim sakince.

“Yollamaz olur muyum? Davetiyeleri bastırayım hemen sizin tugaya da yollayacağım komutanım.”

Anlayışla başımı salladım. “Bekliyorum Subayım.”

On, on beş dakikaya yakın sohbetimizi sürdürdüğümüzde etraftaki evlerin ışıkları sönmüş, dolaşan insanlar evlerine girmişti. En son Miralay ile iletişimimizin üstünden yarım saatten fazla geçmişti nerdeyse. Toplanmış bir vaziyette aracın gelmesini beklerken yolun başından gelen zırhlı araç ile jandarma ekiplerine dönüp vedalaştım. Tim jandarmalarla son kez konuşurken kenarda oturan Yalçının yanına gelmiştim.

“Yalçın.”

Başını hızla kaldırıp bana baktı. “Buyurun komutanım.”

“Şimdiden tebrik ederim. Dediğim gibi o tarihte görev başında olmazsak kesinlikle gelmeye çalışacağım. Teşekkür ederim davetin için.”

Gülen yüzüyle karşılık verdi. “Ne demek komutanım, asıl ben teşekkür ederim.”

Biraz daha konuştuktan sonra time bakındığımda hiçbiri ortada yoktu. Hızlı bir şekilde araca ilerleyip bende bindiğimde araç hareket etmeye başlamıştı. İçerdekilere göz gezdirdiğimde herkesin kendi halinde olduğunu gördüm.

Bir kişi hariç, Ertuğrul Duman.

Dik bakışlarını yüzümde gezdiriyor, dümdüz bakmayı sürdürüyordu. Ona istediğini vermeyip gözlerimi üzerinden çekip diğerleriyle ilgilenmeye başladım. Kalender ve Tekin gözlerinden uyku akmasını katmazsak her zamanki gibi hareketli ve enerjik duruyorlardı. Elalarımı Yıldırım’a çevirdiğimde dalgınca etrafa bakındığını gördüm. Her ne kadar pozitif dursa sürekli yüzü gülse de yaşadıkları ona ağır geliyordu belli ki. Herkesin yaşadığı kendine göre ağır gelirdi. Kimse kendi acısını başkasıyla kıyaslamamalıydı bana göre.

Belki benimde yaşadıklarım kolay değildi, ama bende yaşadıklarımla ayakta durmayı becermiştim. En azından şu anlık. Araya giren düşüncelerim ile gözlerim Yıldırım da kalmıştı. Nasılda temiz sevmişti Sanem’i, nasıl da naif ve güzel sevmişti… Belki Sanem Yıldırım’ın değerini bilememişti, belki de Yıldırım ile birlikte olduğu dönemde aklını kurcalayan şeyler olmuştu. Tek taraflı dinlediğiniz her olay için olayı size anlatan kişi size her zaman için haklı gelirdi. Ben olayı sadece Yıldırım’dan dinlememe rağmen içimdeki his bana Yıldırım’ın haklı olduğunu haykırıyordu. Son olarak gözlerimi Âhi’ye çevirdiğimde her zamanki gibi bulmuştum onu.

Dalgın ve düşünceli.

Ama Âhi de bu iki duygu dışında başka duygularda görüyordum.

Öfke ve kin.

Etrafa olan bakışlarından bu ikili o kadar açık ara farkla belli oluyordu ki. Sanki birine kin besliyordu. Beslediği kin gün geçtikçe onu kendi içinde yakıyor, içinde beslediği lavlar sönüp sönüp tekrardan harmanlanıyordu. Biri olmalıydı. Kafasını bu denli kurcalayan, o kişiye bu denli öfke ve kin duymasını gerektiren bir kişi olmalıydı.

Çok ama çok yorulmuştum. Gözkapaklarım ile verdiğim savaşa yenik düşmeme ramak kalmıştı. Yaşadıklarıma rağmen dik durmaya çalışıyordum. Timle sohbet ederken dahi en ufak bir kelime beni geçmişe sürüklüyor, sürekli gözümde anılar canlanıyordu. Düşündükçe çok daha fazla olay aklımı kurcalıyordu. Bir anda gözümün önünde canlanan anı ile tüylerim ürperdi.

 

Hızla açılan kapı ve seri adım sesleri ile oturduğum yerden kalkıp odadan çıkmak için ayaklandım.

“Ohoo, siz daha kalkmadınız mı oğlum?” hızla açılan kapı sesi ile Barkının benim bebeleri haşladığını anlamam uzun sürmedi. “Kalksanıza lan artık!”

Sakince açtığım kapı ile tam karşımda duran salon ve salonla birleştirdiğimiz geniş antre gözüme çarpan ilk şey oldu. Kafamı yana çevirdiğimde Barkının; Ateş, Yavuz ve Giray üçlüsüyle atıştığını gördüm. Her sabahki klasik olayımız kalkma kavgasıydı.

Yalandan çattığım kaşlarım ile Barkına bakındım. “Ne bağırıyorsun be sen benim çocuklarıma?” alayla kurduğum cümlenin mutluluğu Barkının sinirli yüzünü görene kadar sürmüştü.

Sinirden kızarmış yüzüyle sakince gülümsedi. “Çocuk görmesek inanacağız. Git de uyandır şu davarları yoksa elimde kalacaklar.”

Ağzımı aralayıp tam Emir’i soracağım esnada Barkının arkasından aralanan kapı sayesinde Emirle göz göze geldim. “Niye bağrışıyorsunuz siz gene?”

Her zamanki gibi sakin ve boş bakan gözleri ile sorduğu soruya cevap verdim. “Sence?”

“Şu geri zekâlının yarasasına da başlayacağım kendisine de başlayacağım. Açıyor odaya salıyor yarasayı odaya da giremiyoruz. Evde yarasa mı beslenir ağzına sıçtığımın andavalı!” Barkın sinirle yumrukladığı kapıyı Emir’in araya girmesiyle bıraktı.

Emir Barkına bakarken, “İyi de üçü de uyanık. Girayın odasında oturuyorlardı en son…” diyerek mırıldandı anlamsızca.

Barkın çattığı kaşları ile hızla Ateşin odasının kapısı açtı. İçerisi boştu. Aynı hızla Yavuzun odasına girdiğinde onunda odasının boş olduğu gördük.

Barkın hızla Emire döndü. “Sen nerden biliyorsun? Normalde uyanmazlardı bu kadar erken…”

“Ben sabaha karşı tuvalete kalktığımda Giray’ın odasından konuşma sesleri geliyordu. Biraz dinleyince üçünün odada olduğunu anladım. Sanki bir şey hakkında tartışıyorlardı gibiydi. Girayla Yavuz, Ateşe bağırıyordu. Anlayamadım bir türlü.”

Barkın yavaş yavaş uzamaya başlayan sakallarını sertçe sıvazlayıp ofladı. “Son zamanlarda çok garipler.”

Kaşlarım çatıldı. “Bu da ne demek?” tahminim vardı ama doğru çıkması beni tedirgin ettiğinden salağa yatmak işime geliyordu.

Emir alayla gülerek bana baktı. “Sen ciddi misin Armin? Adamları görüyor musun? Günlerdir belki de aylardır bir şey hakkında tartışıyorlar ve biz gözümüzün önünde olan şeyleri yeni idrak ediyoruz. Kendine gel artık! Onlar senin bakıcılığını yaptığın çocukların değil.”

Barkın en son açtığı Giray’ın odasının kapısına sertçe vurup öfke dolu gözlerle bana baktı. “Şu siktiğimin evinde bir boklar dönüyor! Ve biz bunu daha yeni anlıyoruz. Hepsi senin yüzünden bunu farkındasın değil mi?”

“Ağabey abartamasan m-“ araya giren Emiri bağırarak susturdu. “Kes lan sesini! Elli gündür her sabah şu üç geri zekâlı embesili uyandırmak için mücadele veriyorum lan! Asker dediğin işine sürüklenerek mi götürülür?” ateş saçan gözleri bana döndü, bana doğru salladığı parmağına bakarak salondaki koltuklardan birine yavaşça oturup dinlemeye başladım. “Ama hep senin başının altından çıktı bunlar.”

Kaşlarım çatılırken, “Ne diyorsun be sen? Bir şey demeyim demeyin diyorum ama bokunu çıkarma Barkın! Neyi hazmedemiyorsun? Senden daha iyi mi olacaklar? Seni mi geçecekler? Derdin ne senin?” diyerek bağırdım.

Alay eder gibi yüzüme bakıp güldü. “Bu kadar siktir-i boktan olay dönerken sen götünü yayıp oturacak mısın? Lan görmüyor musun!”

Kaşlarım hızlıca çatıldı. “Neyi be neyi! Delirtme beni parçalarım şuracıkta şimdi seni! Ne diyeceksen açık açık konuş, sabrımı zorlama!”

Sinirle bağırdı. “Bunların götlerini sen kaldırdın bu kadar!”

Hayretler içinde yüzüne bakıp devam ettim. “Ben mi kaldırdım! Seni parçalarım lan ben!” hızla oturduğum yerden kalkıp dibinde bitmem bir oldu. Yakalarını kaldırdığım gibi yüzüne bakmayı sürdürdüm.

“Evet tam olarak sen kaldırdın!” yüzüme yaklaşa yaklaşa bağırıp başparmağını yüzüme sallamaya devam etti. “Niye bu kadar yüz verdin bunlara? Görmüyor musun bir haltlar karıştırıyorlar! Niye anlamak için o küçük beynini çalıştırmıyorsun?” elini ani bir hareketle ardımdaki kapıya çarpıp benden ayrıldığı gibi Giray’ın kapısına dayandı.

“Aç lan sende şu kapıyı! Bir taraflarına sokarım o yarasanı da seni de! Aç lan aç!” kapıyı yumruklayarak bağırmaya devam ettiği esnada kapı aniden açıldı. Kapıyı açan Ateş ile göz göze geldim.

“Abla,” hızlıca Barkını kenara ittiği gibi kollarıma koştu. Yüzünü avuçlarımın arasına aldığımda ağladığını gördüm. “Ağladın mı sen?” kafasını boynuma gömüp ağlamaya devam etti. Tam niye ağladığını soracağım esnada odadan çıkan Giray ve Yavuz ikilisine kaydı bakışlarım. İkisi de oldukça sinirli gözüküyorlardı.

Barkının sinirinden gelen fevriliği ile Giray’ın boğazına yapışması, Emirin ise Yavuzun ensesinden tuttuğu gibi yumruk atması bir oldu. Dördü de öfkeyle bağırıyor, hepsinin sesleri birbirine giriyordu. “Ne haltlar karıştırıyorsunuz lan siz!” aralarından seçebildiğim en öfkeli ses Barkının sesi oldu. “İn lan tepemden!” “Vurma yüzüme!” “Oğlum boğazımı bırak nefes alamıyorum!” “Umurumda mı sence gö-!” “Nefes alamı-“ aralarından biri bu gidişle ölecek gibiydi. “Lan bırak beni! Ben ne yaptım ağzına sı-“ “Kes lan sesini!” araya karışan yumruk ve bağırış sesleri ile patlamam bir oldu.

“Yeter! Yeter lan yeter! Derdiniz ne sizin? Oturun ulan şuraya hepiniz!” karşımdaki L koltuğu gösterip oturmalarını haykırdım. Hiçbiri birbirinden ayrılmadığı için hızla Ateşten ayrılıp yanlarına koştum.

Barkın ve Giray’ın yanına gittiğimde Giray’ın yüzünün her tarafı kan içindeydi, kaşından gözlerine doğru akan kanlar yüzünde ilerlemeye ant içmiş gibi boynuna ilerlemişti. Dudağı ve kaşı patlamış elmacık kemikleri şişmişti. Gözlerinin kapanmasına ramak kalmıştı neredeyse…

Barkına döndüğümde aynı şekilde Giray’ında boş kalmadığını anlamış oldum. Barkının tek kaşı ve dudağının hemen yanında küçük de olsa bir patlak vardı. İkisinin arasına girip hızla Giray’ı arkama doğru ittim. Barkını tutmak o kadar zordu ki, iri ve heybetli cüssesi onu bırakmam için adete savaş veriyordu. Tüm gücümle Barkını arkaya doğru ittiğimde yere düştü.

“Yeter lan! Sen beni duyuyor musun? Yeter diyorum yeter! Bir dur şurada ne olduğunu öğrenelim!” düştüğü yerden olabilecek en öfkeli hali ile bana bakmayı sürdürdü. Barkın ve Giray’ı bırakıp Yavuz ve Emiri ayırmak için yanlarına gittiğimde Ateş’in çoktan ikiliyi ayırmaya çalıştığını gördüm. Uzun uğraşlar sonucunda Emir’i kenarda zor da olsa tutabilmiş Barkından sonra kendisini de sakinleştirmiştim.

Beşini ardımda bırakıp hızla mutfağa gelmiştim. Bardakların olduğu dolabı açıp içinden altı tane bardak aldım. Tam dolabı kapatacağım esnada tezgâha düşen minik şişe ile dikkatimi oraya verdim. Şişeyi elime aldığımda üstünde hiçbir şeyin yazmadığını gördüm. Sanki bilgileri sökülmüş gibiydi, şişenin etrafında az da olsa yapışkanlık vardı. Her sabah kalkıp kahvaltımızı hazırlayan kişi çoğunlukla Yavuz olurdu. Her ne kadar Barkınla her sabah kavga da etseler hiç gocunmadan kalktığı gibi kahvaltı hazırlamaya başlardı.

Sonradan hatırladığım şeyle şişeyi geri dolaba bırakıp kapağını kapattım. Yavuzun kullandığı vitaminlerden biri olmalıydı.

Çıkardığım bardaklara teker teker arıtıcıdan sularını doldurup tepsiye koydum. Elimdeki tepsi ile birlikte içeriye geçtiğimde Yavuz ve Giray’ın yan yana oturduğunu, Barkın ve Emir’in ise ikilinin karşısında oturup birbirlerine öldürücü bakışlar attığını gördüm. Ateş ise tek başına ortada kalmış çocuk gibi bir Barkınların yaralarına bakıyor bir Girayların yaralarına bakıyor olduğunu gördüm. Adımlarımı hızlandırıp ortada duran masaya tepsiyi koydum. Hepsinin yanlarına gidip sularını verdiğimde biraz da olsun sakinlemişlerdi.

Sakin bir şekilde üçlüye bakarak, “Anlatın.” Dedim.

Aradan geçen beş dakika sonucu kimse ağzını açmayınca bağırarak devam ettim.

Elimde duran bardağı sehpaya doğru fırlattığıma cam bardak parçalara ayrılarak yere savruldu. “Anlatsanıza!”

“Neyi anlatacağız ki?” hiçbir şey olmamış gibi karşıma geçti.

Kapanmak üzere olan gözleriyle attığı boş bakışlarıyla sorduğum soruyu bana tekrarlayan Giray ile hızlıca yerimden kalkıp yüzüne sert bir yumruk geçirdim. Yakasından tutup kendime çektiğimde yüzlerimiz arasında çok az bir mesafe vardı. Gülümseyip sessizce fısıldadım, “Seni, parçalarım.” Yakasından tuttuğum gibi geriye doğru savurdum.

Yerime geçtiğimde sormaya devam ettim. “Ne haltlar karıştırıyorsunuz siz günlerdir?”

“Abla-“ araya giren Ateşin sözünü hızla keserek konuştum. “Başlatma lan ablana! Cevap verin bana cevap, ne boklar dönüyor bu evde anlatın hemen!”

Hiçbirinden cevap gelmeyince oturduğum yerden doğrulup önümdeki masaya tekme atmamla masa geriye düştü. Hızla odama doğru adımladığımda ardıma bakıp, “Siktirin gidin ne haliniz varsa görün!” diyerek bağırdım.

Odama girdiğimde kapıyı kapatıp yatağıma yüzüstü uzanıp düşünmeye başladım. Barkın haklı olabilir miydi? Ben bu kadar aptal ve kör olup yakın gördüklerimden şüphelenmeyi unutmuş olabilir miydim? Ne zamandır bu şekildelerdi? Karıştırdıkları şey her ne ise oldukça fena canım sıkılmıştı. Emir’in dediğine göre sabaha karşı hepsi Giray’ın odasında oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Ayriyeten Giray ve Yavuz ikilisi Ateş’e bağırıyor ve bir konu hakkında tartışıyorlardı. Ben ne zaman bu kadar kör olmuştum? Ben ne zaman kendimi bu kadar kaptırıp hemen herkese güvenebilmiştim? Kendimi bulduğum, meslek hayatımın başladığı tim, bu timdi. Yıkım timi. Bu beşliyle aylardır çalışıyordum. Yeri geliyordu kendi canımı onlara emanet ediyordum. Benden bir şeylerin gizlenmesi ne kadar adil ve doğruydu? Ya da sadece benden değil aynı zamanda Barkın ve Emirden gizlenmesi ne kadar doğruydu? Neler dönüyordu en ufak bir fikrim yoktu ama içimdeki ses canımın çok yanacağını haykırıyordu.

Sahiden, insanlar kaç kere yıkılırdı?

 

Çukurdan geçerken sallanan araba ile kendime geldiğimde, titrediğimi fark ettim. Sık sık aldığım nefesler ilgi odağı olmamı sağlamıştı. Tam nefesimi düzene sokacağım esnada yakalandığımı anladım. Tam karşımda oturan Yıldırım ayağımın dibine kadar gelmiş gözlerimin içine bakıyordu.

Aynı zamanda elimde hissettiğim el ile donuk bakışlarımı Yıldırıma çevirdim. “İyi misiniz komutanım?” elini gözümün önünde salladı. “Dalıp gittiniz yirmi dakikadır size sesleniyoruz.”

Keyfimi yerine getirmek için hafiften dalgaya vurarak konuşmayı kenara bırakıp sağımda oturan Kalendere kalkmasını rica edip yanıma geçti. Dostane bir biçimde omzuna dokunup diğerlerinin duymaması adına fısıldayarak konuştu. “Komutanım, neler oluyor iyi misiniz? Bir anda yüzünüz dondu kaldı, bir şey mi hatırladınız? Paylaşmak ister misiniz?”

Başımı hayır dercesine iki yana salladım. “Yok, hayır biraz düşünsem iyi olacak teşekkür ederim.” Anlayışla başını salladı “Senin de dediğin gibi, her ne olursa olsun benimle paylaşabilirsin. Unutma ki seni en son yargılayacak kişi benim.” Hafif bir tebessümle sarf ettiği sözler az kalsın yüzümü güldürecekken gülümsememi yutup sadece gözlerimle teşekkürümü ona sundum.

Neydi şimdi bu?

Bir anda hatırladığım anı olduğum yerde buz kesmeme neden olmuştu. Ara ara düşündükçe aklıma parça parça bilgiler geliyordu ama bu seferki beni oldukça şüphelendirmişti. Düşündükçe hatırlamaya başlıyordum. Hatırladığım olay son görevimizden önceki göreve gitmemize birkaç gün kala olmuştu. Son iki görev arası yaşadıklarım parça parçaydı, neredeyse yarısı silinmişti hafızamdan. Ara ara hatırladıklarım ise canımı çok yakıyordu. Tamamen her şeye hâkim olamamak, içimde o son kalan merak duygusunu bir türlü bastıramıyordum. O gün, Miralayın her şeye açıklık getirdiği gün, benim için muhtemel iki son olacaktı.

Yıkım.

Hiçbir şey olmamış gibi tim ile yeni bir hayat kurup, hayatımı onlara adamak…

İkincisinden çok emin olamasam da muhtemel sonum yıkım ile sonuçlanacaktı. Gerçekler beni yeterince sarsacak veya hiçbir tepki vermeksizin sadece dinleyip gidecektim. Bunu düşünmek için ne kadar erkendi veya ne kadar geçti? Şu anlık bir fikrim olmasa dahi kendimi düşünmekten alı koyamıyordum.

Araç yavaşlayıp durduğunda aracı kullanan asker, “Geldik Komutanım.” Dedi. Yalnızca kafa salladığım için Ertuğrul araya girip askere karşılık verdi. “Eyvallah aslanım.”

Arabacın kapısını açtığımda ilk inen kişi ben olmuştum. Ardımdan Yıldırım, Tekin, Kalender, Âhi ve son olarak Ertuğrul indi. Nöbete kalan asker bizi gördüğünde kapıyı açıp kenara çekildi. Kapıdan geçip biraz yürüdükten sonra bahçeye gelmiştik. Bahçede nöbete kalan birkaç asker, Miralay ve Erdem dışında kimse yoktu. Miralay çattığı kaşları ve yüzündeki hoşnutsuz ifadeyle Erdeme döndü. “Nerede kaldı bunlar?”

Erdem ciddi duruşunu bozmadan karşılık verdi. “Gelirler birazdan Komutanım. Serdar ile iletişime geçtiğimde yolu yarıladıklarını söylemişti en geç beş dakikaya burada olacaklarını varsayıyorum.” Bizi getiren askerin adını da Erdem sayesinde öğrenmiş oldum. Erdem konuşmasını bitirip kafasını yana çevirdiği esnada benimle göz göze geldi. “Geldik Albayım, geldik.”

Volta attığı yerde duraksayarak kaşlarını çattı. “Şükür yarabbi, nerede kaldınız? On dakika önce gelmiş olmanız lazımdı.”

Miralay ve hiç bitmeyen dakik olma sorunsalı.

“Yol anca bitti diyelim biz ona Albayım.” Diyerek karşılık verdim.

Bana attığı bakışlardan bana karşılık verme, seninle sonra görüşürüz bakışını yakaladığımda olduğum yerde durup konuşmasını bekledim.

“Her neyse, gidin toparlanın hızlıca toplantı odasında bekliyorum on dakikanız var.”

Hep bir ağızdan bağırdık. “Emredersiniz Komutanım.”

Miralay arkasını dönüp gittiğinde ardında kalan Erdem bir adım öne çıkarak, “Hoş geldiniz Komutanım.” Dediğinde başımı sallayarak karşılık verdim. “Hoş bulduk Erdem.”

Hızlı adımlarla önce teçhizat odasına girdik. Kendi dolabımın önüne geldiğimde dolabımı açıp içine o aceleyle hızlıca attığım kıyafetlerimi aldım. Odadan çıkmadan önce son bir kez daha time bakıp teçhizat odasının olduğu katta boş odalardan birine girip üzerimi değiştirdim. Odadan geri çıktığımda teçhizat odasının önüne geldim. Kapıyı tıklattığımda kapıyı açan kişi Yıldırım oldu. “Gelin Komutanım, herkes müsait.”

Odaya tekrar geldiğimde dolabıma ilerleyip görev için aldığım silahlardan birini dolabıma geri bıraktım. Yedek üniformamı da düzgün bir biçimde geri dolaba astığımda bakışlarım içeriye döndü. “Hazır mısınız?” sesim oldukça yorgun çıkıyordu. Hepsinden gelen onay mırıltıları ile dışarı çıkıp Toplantı odasının olduğu kata geldik. Kapıyı üç kez tıklattığımda içeriden gelen gür, ”Gir.” Sesi ile en başta ben olmak üzere rütbe sırasına göre içeriye girdik. “Oturun arkadaşlar.” Bende hiçbir kıpırdama olmadığı için haliyle kimse yerinden oynamamıştı. “Bir şeyi de ikiletmeyin de oturun şuraya!” gelen ikinci emir ile toplantı odasının uzun masasına rütbe sırasına göre oturduk. Benim karşım rütbeme denk veya üst kimse olmadığı için boştu. Yanımda oturan Kalenderin karşısında Ertuğrul, hemen yanlarında karşılıklı olarak Âhi ve Tekin, en sonda karşısı boş bir şekilde Yıldırım oturmuştu.

“Öncelikle hepiniz hoş geldiniz,” hepimizin ağzından aynı anda, aynı ses tonuyla “Hoş bulduk komutanım.” Kelimesi döküldü.

“Düşündüm, düşündüm sıkılmışsınızdır diye göreve sizi yollayayım dedim.” Hafif tebessümlü yüzü birden ciddiye döndü. Oturduğu sandalyeden hızla kalktı. Elini masaya sertçe vurup bağırmasıyla sesi odada yankılandı. “Ben sizi göreve yolladım göreve! Birbirinizle itişin kakışın diye mi yolladım? Adran!” Ertuğrul çatık kaşları ile önce bana sonra Miralay’a baktı.

“Emredin komutanım!” gir bir sesle karşı geldiğinde Miralay’ın gözleri kısıldı.

“Sen hayırdır, gözünü hırs mı bürüdü? Rütbe atlayamadığın için Armin’i suçlayamazsın. Farkındaysan yaşlarınız aynı olabilir ama rütbe olarak Armin senin üstün. Rütbeleriniz aynı olacakken yaptığın ihlal sonucu geri düştün bunu da unutma, gelip karşındaki komutanınla saygısızca konuşmaya hakkın yok, duyuyor musun beni!”

“Duyuyorum komutanım!” diyerek karşılık verdi Ertuğrul.

“Ben sizi özel seçtim lan özel! Birbiriniz ile uğraşın diye seçmedim. Bu da seni ilk ve son uyarışım olur Adran! Bir dahakine kendine sıradan bir tim arayışı içine girersin. Bunu sadece ikisi için değil genel olarak herkese söylüyorum. Hiçbirinizin arasında rütbe kavgası olmayacak! Siz ikiniz,” dedi Ertuğrul ve beni göstererek. “Ben emir komutayı kime verirsem görevin sorumlusu o kişidir. Ola ki emir komutayı alan kişiye bir şey olur o zaman diğeriniz müdahale edersiniz. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı komutanım!”

“Anlaşıldı Albayım!”

Memnun olmuş bir edayla başını salladı. “Güzel, bir daha bunun konuşmasını yapmayacağım. İşinize odaklanın benim canımı sıkmayın! Bu arada siz niye timinize isim koymadınız? Ben ne diye hitap edeceğim size? Tim buraya gel, tim şuraya git, tim içtima için hazırlan… şu an yorgunsunuz diye çok bir şey demeyeceğim ama yarın bana gelip timinizin ismini söyleyeceksiniz.” Eliyle yüzünü sıvazlayıp koltuğuna geri oturdu. “Anlaşılmayan bir şey olmadığına göre çıkabilirsiniz.” Dedi eliyle kapıyı göstererek. Tam ayaklandığım sırada gözleri beni buldu. “Sen hariç Üsteğmenim.” Tim odayı boşalttığında koltuğuma iyice yerleştim.

“Bir sorun mu var Üsteğmenim? Dalgın gördüm sizi.” Dedi resmiyetinden ödün vermeyerek.

“Aklımı kurcalayan birtakım olaylar oldu diyeyim Albayım. Görevle bir alakası yok.” Dedim aynı resmiyet ile karşılık vererek.

Burnundan sert bir nefes verdi. Başını iki elinin arasına alarak bana bakmaya devam etti. “Neler oluyor Armin.”

Dudaklarımdan samimiyetsiz bir gülüş kaçtı. Kollarımı önümde bağlayıp toplantı odasının rahat koltuklarına yayıldım. “Bilmem, sizce de bu soruyu benim size sormam gerekmiyor mu Albayım?” dudaklarımdan bir kahkaha firar etti. “Çünkü ben hiçbir şey bilmiyorum da, yardım falan etmek isterseniz hani buradayım.” Kaşları hızla çatıldı. Ellerini sardığı yüzünden çekip masaya vurdu. “Cıvıma Armin! Haddini bil, doğru düzgün konuş!”

Kafa sallamakla yetindim. “Haklısınız Albayım,” aklıma bir şey gelmiş gibi duraksayıp yüzümü şaşırmış bir ifadeye bürüdüm. “Ama sanki bana anlatacağınız şeyler vardı,” elimi dudağımın yanına getirip düşünür gibi durdum. “Heh hatırladım, size de hatırlatayım. Eski görev yeriniz olan Ankara da ki Ankara Komando Tugayında sadece adı ile ünlenmiş kimsenin yüzlerini tamı tamına bilemediği ‘Yıkım’ timinde 2017 yılının ortalarına doğru gittikleri bir görevde sadece emir komutanın kendisinde olduğu ‘Beyaz’ lakaplı askeriniz dönebilmişti. Timden geriye kalanların cenaze töreni ise olabildiğinden en ama en hızlı şeklide olup bitmişti sanırsam? Benim kafamda oturmayan çok şey ama en önemlisi tarih galiba, siz söyleyin isterseniz Albayım sene 2018 miydi? 2017 miydi? Neydi tam olarak?” yüzümü yüzüne doğru yaklaştırarak ekşitir gibi yaptım. “Bende silinmiş de biraz, hatırlatırsanız memnun olurum.”

Başını iki yana salladı. “Şeytan gibisin.”

Alınmış gibi davranarak araya girdim. “Üstüme iyilik sağlık.”

Derin bir nefes alarak başladı. “Şu anlık sadece tarihlerini kafana oturtman için anlatıyorum. Devamını da başka zama-“ elimi kaldırdım. “Siz bir başlayın da önce, tarihi osu busu kalsın Albayım.”

“Yaralandığın görevi hatırlıyor musun?” Yüzüne alık alık baktım. “Bakma bana şöyle! Kolundakini diyorum sonlara doğru olan hani.” Anlamam ile kafamı salladım. “Güzel. O göreve çıkmadan bir ay öncesinde olması lazım,” tarihi hatırlamaya çalıştı. Birkaç dakikanın ardından hatırlayınca kafasını olumlu bir şekilde aşağı yukarı salladı. “Evet, evet doğru. O görevden bir ay öncesinde 2017 yılının ortalarına geliyordu. Aslına bakarsak sene bitmeye yakındı.”

Kaşlarım çatıldı. “Yoo değildi. Benim dört senem nerde o zaman?” dedim inadına yılı şişirerek.

Bana laf anlatmaktan can çekişir gibi bir hal almıştı yüzü. “Kızım sana kim dört sene dedi Allah aşkına ya?”

Omuz silktim. “Kusura bakmayın komutanım ben hatırlamıyorum da kesik kesik her şey.” Dedim umursamazca.

Oturduğu yerden masanın ayağına doğru hızla bir tekme geçirdi. Sakince hareketlerini izliyordum. “Lafımı kesme! Beni dinle beni!”

“Yalnız ses tonumuza dikkat edelim Albayım, ben gayet sakinim çünkü.” Biraz da sinirleriyle oynamam çok da canımızı sıkmazdı. Sonuçta konuşulacak bu kadar şey varken benim laflarım mı canını sıkardı?

“Dört sene falan değil. İki bilemedin iki buçuk seneye tekâmül ediyor. Senin vurulduğun görevde sene 2017 aylardan eylül ya da ekim olması lazım.” Başımı sallamakla yetindim. “Sen vurulduktan sonra göreve çıkamadığın için onlar göreve sensiz çıktılar.” Ellerimi hızla masaya vurup üstüne eğildim. “Ama ben gayet iyiydim, göreve çıkabilecek durumdaydım! Sırf dinleneyim yeniden yaralanmayım diye beni eve yolladın, onları ise istihbarat olmadan göreve yolladın! Ne haltlar karıştırıyorsunuz siz?! Anlatırken bile bin kere nasıl sallasam diye düşünüyorsunuz! Ben mal mıyım? Yalan söyleyip söylemediğini anlayamayacak bir potansiyelim mi var benim? Düzgünce anlatsanıza işte! Siktiğimin iki yılı mı üç yılımı onun ayrımını bile yapamayacak bir hafızam varken siz niye hâlâ benimle oynuyorsunuz?” tüm enerjim bitmiş gibi bir anda az önce hızla kalktığım koltuğa kendimi geri bıraktım. Tüm enerjim bitmiş, can çekişiyor gibi bir halim vardı.

“Armin-“

“Anlat, sana yalvarıyorum anlat bana neler olduğunu. Bak yemin ederim hatırlamıyorum.” Gözyaşlarım bir şelale misali hızla akmaya başladı. Kendimi çaresiz hissettiğim anlardan bir tanesi ile baş başaydım diyecekken bu sefer kendimi Miralayın yanında saldığımı hatırladım. İnsanların yanında ağladığım anlar sayılıydı. Ama bu bir ağlamadan ziyade yardım haykırışlarıydı, bu bir insanın ne yaşadığını bilmeden yaşadığı şeyler için ettiği isyandı.

Titreyen ellerimi ile masada duran ellerinin üstüne kapattım. “Gerçekten hatırlayamıyorum.” Dedim fısıltıdan farksız çıkan sesimle. “Ben kendi yaşadıklarımı bile parça parça en olmadık anlarda hatırlıyorum. Barça,” yüzündeki sarsılma anbean gün yüzüne çıkmıştı. Bu ona ismiyle hitap ettiğim ilk an olabilirdi. Şu an resmiyet kuş misali uçup gitmiş, ona bir kızın babasından küçük bir oyuncak bebek istediği gibi olayları anlatmasını istiyordum.

“Lütfen, lütfen bana yardım et ve sadece anlat. Bir şey yap beni gerçeklerle yüzleştir.” Büyük elleri onun eline kıyasla küçük kalan ellerimi kapladı. Titreyen parmaklarım aynı hızla titremeye devam ediyor, fısıltıyı andıran sesim bir an olsun yükselmiyordu.

“Onları göreve yolladığımda,” açık kahve gözleri acıyla sarsıldı. Gözlerimle gözleri kesişince azda olsa hatırlayabildiğim anı gözlerimin önüne serildi. “Sen zaten hastanedeydin. Ben bilerek çıkmanı istemedim. Sen her ne kadar iyiyim, iyiyim diye söylensen de test sonuçları aksini haykırıyordu. Bütün vitamin değerlerin düşmüş. Vitamini geç hormonlarında o dönem için bir sorun vardı. Doktor buna bir çeşit zehirlenme sonucu hormonlara etki etmiş olma ihtimali yüksek demişti. O dönem hatırlarsan yemeklerin özel geliyordu. Biz seni toparlayacak ne varsa onu yaptırıyorduk senin için. Kısa bir süre içerisinde tedavine evde devam etmeni uygun gördük. İşte göreve çıktıklarını ögrenince sen evden çıkmayı bırak bizden habersiz görev yerine git. Hâlâ bulamadım sana kimin görev yerini söylediğini.” Kaşları çatıldı.

Buruk bir tebessüm ile karşılık verdim. “Bulurum ben, içerde haberci kuşlarım var.” Yüzü alay eder gibi bir hâl aldı. “Allah, Allah bak sen. Sen görev yerini öğrenip yola çıktığın zaman aslında biz ondan yarım saat önce yardım çağrısı almıştık. Suikasta kurban gittiklerini son saniye Barkın zorla haber vermişti.” Adını duyunca az da olsa duran göz yaşlarım hızla akmaya başladı. “Ağlama, aranızda ne vardı bilmiyorum ama Barkın ağlamanı istemezdi.”

Aramızda ne vardı? Sıkı bir dostluk ve güçlü bir sırdaşlık.

“Yardım istedikleri an biz zaten başka bir timi bölgeye yönlendirmiştik. Sende en az onlar kadar hızlı olunca aynı anda varmışsınız bölgeye. Bana da yolladığımız timin Komutanı haber etmişti.”

Biz türlü anlam veremediğim o kalabalığın sebebini öğrenmiş olmuştum. “Bir türlü anlamlandıramamıştım. Gittiğimde çok kalabalık vardı, zaten iki dakika anca durabildim. O gelen kalabalık destek ekip miydi?”

Kabul eder gibi başını salladı. “Aynen öyle, yolladığımız tim oldukça kalabalık bir timdi zaten, o tim genelde destek amaçlı dağlara çıkan ekiplerimizden sadece bir tanesiydi. Her neyse, ekip gittiğinde merkeze ulaştıklarına dair mesaj aldık. Aradan yarım saniye geçti geçmedi ekipten bir erimiz ihbar yolladı.

Kaşlarım çatıldı. “Ne için ihbar yolladı?” yüzüme boş bir bakış attı. “Bir de ne görelim? Bir tane kadın. Kolu sargılı, gündelik kıyafetleri ile dağa çıkmış tim koruyacak. Ekip seni gördüğü gibi bize haber verdi zaten. Çok vaktimiz olmadığı için seni aldırmaya birini yollayamadık. Tam ekip yanına geleceği esnada karşı dağdan gelen patlama sesiyle büyük bir gürültü koptu. O sırada telsizler açıktı, biz her şeyi duyduk.”

Yüzüm yeniden acıyla kasıldı. “İşte buraya kadar var. Patlama, büyük bir gürültü kalabalığı, çığlıklar ve feryatlar. Sonrasını niye hatırlamıyorum ben?” dedim.

Soluklandı. “Çünkü gelen yardım timine göre, bölgeye daha yakın olduğun için yaralı olan koluna bir parça saplanmış. Yara tam kendine gelemediği için hızla kan kaybetmeye başlamışsın. Anlık gelen patlama ve yarana denk gelen cisimle bayılman uzun sürmemiş haliyle. Yardım timinden altı kişi, yanlış hatırlamıyorsam altıydı. Seni Ankara’ya askeriyeye geri getirdi. Muayenelerin yapıldıktan sonra uzun bir süre ilaçlarla uyuttular seni.” Kaşlarım çatıldı. Sorar bir ifade ile yüzüne bakmaya başladım. “Sen sormadan ben söyleyeyim. Neredeyse bir haftaya yakın bir süre uyutuldun. Aslında uyutuldun demek yanlış olur, vücudun çok yorgun düşmüştü. Yaran iyileşmeden hastaneden çıkmak ne Allah aşkına? Her neyse, sen kendine yavaş yavaş gelene kadar bütün törenler bitmişti zaten. Bir hafta içinde hallettik her şeyi.”

Ağzımı araladığım esnada lafı ağzıma tıkıp kendi devam etti. “Bu kadar.”

Kesinlikle bu kadar değildi.

“Niye bu kadar acele ettiniz peki? Hadi onu geç, bir hafta içinde hemen buldunuz mu ya cesetlerini?” gülümsedim. Acı bir gülümsemeydi bu. “Sonuçta o kadar büyük bir patlama oldu, beş koca adamı hemen dikip toprağın altına mı koydunuz?”

Yüzü hatları gerilmeye başlamıştı. “Ya ne yapacaktık Armin? Senin iyice kendine gelmeni bekleyip bir hafta daha morg da mı tutsaydık koca adamları? Sen dikecektin herhalde!” dedi sonlara doğru yükselen sesiyle.

Ellerimi ellerinin arasından çekip saçlarımı sıkıca topladığım lastikten kurtardım. Başım iyice ağrımaya başlamıştı. Yüzümü ellerimin arasına alıp dirseklerimi bacaklarıma yasladım. Bir anda gelen ağlama isteğiyle ağlamama kaldığım yerden devam ettim. Zaten yarısını biliyordum ama başkasının ağzından duymak çok can alıcıydı.

“Nasıl buldular parçalarını, çok mu parçalanmış vücutları? Emel teyzeye söylemeseydiniz Emir’in vücudu paramparçaydı diktiler diye. Kadının zaten rahatsızlıkları vardı. Çok kötü olmuştur o şimdi.” Emel teyze Emir’in annesiydi. Beni de severdi ama o günden sonra onu da hiç görememiştim.

Saçlarımı yüzümden çekip açık kahvelerine buğulu elalarımla baktım. Titreyen sesimle sormaya korktuğum soruları sorarken buldum kendimi. “Çok mu parçalanmıştı vücutları? Zor mu buldular parçalarını? Dikebildiler mi?”

Sakince ağlamam bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya dönünce kendi halime üzülüp daha fazla ağlamaya başlamıştım. Ağlamam gittikçe şiddetleniyor, dudaklarımdan dökülen kesik iniltiler arada bağırmaya dönüşüyordu.

“Ağlama artık, yapma bunu kendine Armin.” Yanıma gelip yavaşça çömeldi. Titreyen vücudumu kolları arasına alıp sıkıca sardı. “Yok çok parçalanmamış vücutları, sadece az yaralanmışlar. Biz çabuk bulduk onları zaten.” Söylediği her kelimeye karşılık hıçkırıklarım artıyordu. “Şşşt ağlama ama artık. Hem düşün bak şehit oldular. Bu ne demek sen biliyorsun değil mi? Bu bizim için çok gurur verici bir şey. Kendi açından düşün bak, timin şehit oldu. Senin de ne kadar istediğini hepimiz biliyoruz Armin. Az biraz gururlan. Tamam belki bu düşünce onları geri döndürmeye yetmeyecek ama onlar şu an bizi izliyorlar emin ol. Hiçbiri şehit olmanın verdiği gurura karşılık senin bu halde olmanı görmek istemezdi.” Ağlamam artık ağlama boyutunu geçmiş sadece bağırarak olduğum yerde çırpınıyordum. “Bak bana! Ne diyorum ben sana. Parçalanmamış vücutları, hepsinin cenaze törenini ortakça yaptık. Hepsi tabutlarındaydı, vücutları da birkaç yara dışında oldukça sağlamdı. Yok parçalanma falan, iyilerdi,”

Sıkıca sardığı kollarından kurtulmak için çırpınıyordum. Başka zaman olsa beni çok da zorlamayacak kuvvette olan kollar şimdi en kalınından bir zinciri her tarafımdan vurmuşlar gibi can çekişiyordum. Çırpınışlarımın ardından bağırmalarım devam ediyordu. “Yalan söylüyorsun! Yalan söylüyorsun sen bana! Yalan söyleme ben hatırlamıyorum ki!” ellerimi hızla başıma vurdum. “Yok, yok hatırlamıyorum ben! Yok burada bir şey!” ellerim hızla başıma çarpıyor Miralay bir koluyla vücudumu diğer koluyla başımı sarmaya çalışıyordu. “Yalan söylüyorsun sen bana! Doğruyu söyle tamam ağlamayacağım çok. Yalan söyleme! Paramparça olmuş onlar bulamamışlar hiçbir şey! Yalan söylüyorsun sen bana! Yalan, yalan, yalan!” ellerim sıkıca saçlarımı sardı. Bir yandan saçlarımı çekiştiriyor, diğer yandan ise var gücümle bağırarak bana yalan söylediğini haykırıyordum.

“Armin! Ben sana yalan söylemiyorum tamam mı? Cevap ver bana! Tamam mı?”

Başımı iki yana salladım. “Sen yalan söylüyorsun bana. Parçalanmış vücutları, paramparça olmuş benim biriciklerim…”

Kendimi kasmaktan kilitlenmiş vücudum bir anda gevşedi. Kendimi sakince olduğum yere bıraktığımda yere düşmüş olduğumu anlamam biraz zaman aldı. Gözlerimin önü kararıyordu. Gözlerimin arasına inen siyah perdeler ile kısa bir süre içinde kendimi tamamen boşluğa bırakmıştım. Son duyabildiğim seslerden biri Miralay’a aitti. Biriyle konuşur gibiydi. “Bu krizi geçirmesi hiç ama hiç iyi olmadı. Hem bünyesi hem de psikolojisi bunu kaldıramayabilir…”

KURTULUŞ

Gözlerimi araladığımda karşılaştığım ilk şey beyaz renkli tavan oldu. Başımı yavaşça yanıma çevirdiğimde odamda olduğumu gördüm. Başımdaki şiddetli ağrı ve halsiz vücudum kalkmama hiç de yardımcı olmuyordu. Komidinin üzerinde duran telefonumu elime alıp saate baktığımda saatin 05.42 olduğunu gördüm. En son Miralay ile konuşurken geçirdiğim normal bir krizi hatırlıyordum. Hatırladığıma göre odasında bitkin düşmüştüm ama beni birisi eve getirmişti. Şu an için aklıma gelen tek şey timden birisi olabilirdi. Çok vakit kaybetmek istemediğim için yataktan yavaşça kalktım. Temiz iç çamaşırlarımı ve üniformamı alıp banyoya ilerledim.

Banyoya girdiğimde duşakabinin kapağını aralayıp suyu sıcak tarafa çevirdim. Su ısınana kadar üstümdekileri çıkartmak için yola koyuldum. Üzerimde sadece iç çamaşırım kalacak şekilde soyunduğumda bornozumu ve saçlarımı kurutmak için kullanacağım havluyu duşakabinin yakınına bıraktım. Sıcak suyu az ılığa getirdikten sonra başımdan aşağı akmasına müsaade ettim. Başımdan aşağı akan ılık su ile bedenim anında gevşemişti. Dün konuşulan şeyler aklıma gelince, geçirdiğim krizin benim için en kadar riskli olduğunu hatırladım. Her ne kadar olayları normal karşılamam beklenmese de kriz geçirmem de bir o kadar olanaklıydı. Miralayın dediğine göre son görevden sonra bir haftaya yakın uyutulmuştum. Aslına bakarsak bir haftada ayağa kalkabilmem bile bir mucize olmalıydı.

Lifle vücudumu köpürtüyordum. Sıra bacaklarıma geldiğinde her duşa girişimde veya üstümü çıkarışımda gözümün ilk kaydığı yere yeniden bakakalmıştım. İki bacağımın iç kısımlarında sol bacağımda boydan boya bir kesik vardı. Sağ bacağımın iç kısmı değil de biraz daha yukarılarımda özel bölgeme çok yakın yerde başlayan bir oyuk vardı. Gene o günden kalan…

Her bir darbem benim için özel ve bir o kadar gurur verici hissettirirken bacaklarımdaki darbeler sadece hissizlik uyandırıyordu. Yeniden hatırlayıp yaşamış gibi olmak istemiyordum. Hızlıca bacaklarımı da temizlediğimde saçlarımı iki kez şampuanlayıp duruladım. Biraz daha suyun altında kaldıktan sonra suyla vedalaşıp dışarı çıktım. Bornozumu giydiğimde saçlarımı da küçük havlum ile sardım. Ankara’dan gelirken tabii ki de maskelerimi, cilt bakım ürünlerimi de yanıma almıştım. Sıkıldıkça bakım yapmayı seven bir insandım, az da olsa kafam dağılıyordu. Dolabın içine yerleştirdiğim maskelerden bir tanesini alıp ambalajını koparıp içindeki kâğıt maskeyi yüzüme yerleştirdim. Maskenin az yüzümde beklemesini istediğimden o sırada önce saçlarımdaki nemi alıp sonra taramaya başladım. Bütün saçımı taradığımda bornozumdan kurtulup ıslak iç çamaşırımı çıkartıp kenara koydum. Temiz yeni iç çamaşırlarımı giydiğimde altıma hızla asker yeşili bir eşofman giydim. Üstümde sadece göğüslerimi saran bir sütyen ile kaldığımda yüzümdeki maskeyi çıkartıp yüzüme dağılan nemi yavaşça yaydım. Yüzüm eskisinden bir tık daha toparlanmış hale geldiğinde üstümde içtimada rahat edebileceğim bir tişört giyip, güzelce banyoyu temizledim. Üstümden çıkardığım kıyafetleri çamaşır makine attığımda saç kurutma makinesini alıp odama geçtim. Omuzlarımın aşağısında biten saçlarımı bir süre aynadan izledim. Makineyi fişe taktığımda güzelce saçlarımı kurutmaya başladım. Tamamen kuruduğuna emin olduktan sonra saçlarımı bağlamak için tokamı çıkardım. Saçlarımı nemli bir şekilde bağladığımda başım inanılmaz bir derecede ağrımaya başlamıştı.

Saçlarımı da sıkı bir at kuyruğu yapıp yanıma, beylik tabancamı, askeri kimliğimi, künyemi ve telefonumu aldım. Mutfağa geçtiğimde gözlerim duvarda asılı olan saate kaydı saat, 06.06 idi. Elimden gelenin en hızlısı ile kahvaltımı yaptığımda saat çeyrek geçiyordu. On beş dakika içerisinde tugaya varabilirsem her şey çok güzel olacaktı. Mutfaktan hızla ayrılıp araya geldiğimde ayakkabılarımı ve üstüme alacağım paltoyu giyip anahtarımı aldım. Kapıyı kilitleyip aşağı indiğimde arabamı yerinde göremedim. Geç kaldığım için sorgulayacak vaktim yoktu. Hızla köşedeki taksi durağından bir taksi çağırıp gelmesini bekledim. Saniyeler içerisinde önümde duran taksi ile şükür edip araca bindim.

“Selamın aleyküm abi, Dağ ve Komada Tugayına en hızlısından sür lütfen.”

“Aleyküm selam kızım, baş üstüne.”

Üstüme aldığım paltonun iç cebinde unuttuğum saati hızlıca koluma takıp yolu izlemeye başladım.

Elinden gelenin en iyisiyle birkaç dakikanın sonunda Tugaya varabildiğimde hızla parayı uzatıp arabadan indim. Kapıdaki erler beni görür görmez kapıyı açtı. Hızla bahçeye doğru koştuğumda içtima alanında gördüğüm Kalender ve Tekin ikilisinin arkasındaki banklara oturup gelmelerini bekledim. Kolumdaki saate baktığımda son üç dakika kaldığını gördüm.

Buçukta içtima başlardı.

Önümde bağladığım kollarım ile etrafı izliyordum. Alana yaklaşan Âhi ve arkasından gelen Yıldırımı gördüğümde tekrardan saate baktım.

Son bir dakika on yedi saniye.

Ertuğrul’u n da koşarak bahçeye girdiğini görünce ayağa kalktım. Ayağa kalktığımı gören Yıldırım ötekilere haber verip sıraya geçmelerini sağladı. Tam önlerinde durduğumda, “Günaydın asker!” diyerek gür bir sesle bağırdım.

“Sağ ol!” hep bir ağızdan karşılık verdiklerinde yapacağımız şeyleri saymaya başladım. “Atmış tur koşu ile yavaştan ısınırsınız diye düşünüyorum. Atmış tur koşu, iki yüz şınav, iki yüz mekik, iki yüz barfiks,” aklıma gelen şey ile bakışlarımı yavaşça Kalendere çevirdim. “Ve teğmenime ithafen, yakın dövüş ile devam ederiz. Acil bir şey çıkmazsa kafamıza göre ilerleriz.”

Kalender’in yüzündeki hafif tebessüm olayın hoşuna gittiğini açıklıyordu. Evde çay istediğinde bağırdığı için kafasına vurmam ile, izin verdiğim için vurdun ikincisi olmaz diye karşılık vermişti. Ertuğrul’un içtimada tekrarlarsın lafı üzerine içtima’nın arasına yakın dövüşü de katmıştım. Fazla vakit kaybetmeden koşmaya başladığımızda etrafta içtima yapan başka timlerle de karşılaşmıştık. Tugay oldukça büyüktü. Bir turu tamamlamak her ne kadar hızlı koşsak da bu durum dakikalarımızı alıyordu. Tugayın çevrelerine donatılmış ağaçların aralarında koşmak insana huzur veriyordu. Dünden sonra az da olsa iyi gelmişti. Elli ikinci tura geldiğimiz esnada başımızdan aşağı atılan topraklar ve aynı anda atılan su ile ne olduğunu anlamamız uzun sürmedi. Boz ve Miralay’ın küçük bir testiydi. Kafamı kaldırdığımda gözlem kulesinde olan birkaç erin ellerinde topraklar ve sular vardı. Biz koştukça üstüme atmaya devam ediyorlardı. Hiçbirimiz bozuntuya vermeden koşmaya devam ettiğimizde en sonunda atmış turu bitirmiştik.

Koşmayı bırakıp yavaş adımlarla alana ilerlemeye başladık. Başladığımız yere geri döndüğümüzde üstümüze toprak ve su atılması dışında bir sorunumuz yoktu. Zaten tempolu koştuğumuz için hiçbirimizde bir yorulma durumu da yoktu. Üstümüz çamur olduğundan pek hoşnut olmasak da geçen birkaç dakikanın ardından şınav çekmeye başlamaları için söylendim. “Kalender’le Tekin, Âhi’yle Ertuğrul, Yıldırım da benimle çapraz mekik çekecek.” Çapraz şınavdan kastım karşımdaki partnerim ile ayaklarımızı birbirimize kilitleyip mekik çekmekti.

Üstümüz başımız yeteri kadar çamur olduğu için yere uzanmakta bir sakınca görmedim. Ayaklarımı Yıldırım’a doğru uzattığımda aynı hareket ile karşılık verdi. İkimizde aynı anda şınav çekmeye başladığımızda aynı performansı geride bıraktığım dörtlüde göremedim. “Teğmenim sizde başlamak isterseniz falan bakın alan boş.” Ertuğrul’un homurdandığını duyduğumda kulağımı onlardan ayırıp Yıldırıma odaklandım. Biz elliye geldiğimizde arkadaşlar yeni başlamıştı. Başımın üzerinden dökülen sular saçımı yeterince ıslattığından dolayı, sıkıca bağladığım saçlarımın dibi ağrımaya başlamıştı. Gelmeden duşa girdiğim için hasta olmam oldukça yüksek bir ihtimaldi.

Kısa bir süre içerisinde mekik çekmeyi bitirdiğimizde vakit kaybetmeden şınav pozisyonu almaya hazırlanıyordum ki, hepsinin şınav çekmeye başladığını gördüm. En başta duran Ertuğrul’u gördüğümde hızla yanına ilerledim. Yavaşça yere eğilip başının hizasına geldim. “Nasılsınız teğmenim? İyi misiniz?”

Yandan attığı alaycı bakış ile karşılık verdi, “İyilik Üsteğmenim sizde başlamak isterseniz falan bakın alan boş.” Dedi. Az önce kendisine kullandığım cümlenin aynısını bana geri iletmişti. İddialı bakışlarımı yüzüne çevirdim. Ayağa kalktığımda bir ayağımı sırtına bastırarak ağırlığımı sırtına verdim. Bir müddet sesi çıkmadı. En sonunda zorlanmaya başladığını verdiği sert nefeslerden anladım. Buna rağmen inatçı bir kişiliği olduğunu düşündüğümden bir an olsun sesini çıkarmadan iki yüze kadar şınavını çekmeye devam etti. En sonunda bitirdiğinde ayağımı sırtından çekip yüzümdeki olumlu ifade ile gözlerine baktım. Vakit kaybetmeden diğerlerinin yanına gittiğimde yanda Âhi vardı. Aynı şekilde ağrılığımı vererek üstüne abandığımda çok rahat bir şekilde şınavını çekmeye devam etti. Âhi’nin başından ayrılıp Tekin’e geçtiğimde aynısını ona uyguladım. Yüzlere yaklaştığında çok zorlanmadığı o kadar belliydi ki kolayca şınavını çekiyordu. “Komutanım direkt sırtıma çıkmayı dener misiniz?” iddialı yanıtı ile kaşlarım havalandı. Yavaşladığında iki ayağımı da sırtına basmıştım. Birkaç denemeden sonra dengemi koruduğumda Tekin’in nefeslerini dinlemeye başladım. Oldukça düzenli ve normaldi. Aralarındaki en kalıplı ilk kişi olduğunu var sayarsak benim sırtında olmam onu pek de etkilemezdi. Kalenderin yanına geldiğimde evdeki imasını yüzüne vurup sırtına iyice abanmıştım. Tekin kadar kolay şınav çekemese de gene de oldukça iyiydi. Yıldırım’a geçtiğimde bugün içerisinde ilk kez gözlerine derinlemesine baktım. Bana bakarken gözlerinde bir duygu gördüm.

Merak.

Dünden sonra bir şeylerin olduğunu elbette ki hepsi anlamıştı ama gözlerime merakla bakan, en azından merakını saklamayan ilk kişi Yıldırım’dı. Gözlerini daha fazla açmayan Yıldırım hızla şınav pozisyonunu aldı. Sırtına abandığımda ilk başta yavaşça başladığı şınava ardından hızını ekleyerek devam etti. Yıldırımı bıraktıktan sonra kendim şınav pozisyonu aldım. Tam başladığım esnada sırtımda hissettiğim ağırlık ile başımı biraz yana çevirdim. Ertuğrul tek ayağı ile sırtıma tüm gücünü uyguluyordu. Her ne kadar ağırlığı ilk başta fazlada gelse bunu ona belli etmeyip düzenli çıkan nefeslerimi bozmadım. Sert hamlelerle çektiğim şınavı iki yüze gelince bırakmayıp çekmeye devam ettim. Neredeyse üç yüze yaklaştığımda sırtımdaki baskı hafifledi ve bir müddet daha sonra tamamen kayboldu. Olduğum yerden yavaşça ayağa kalktığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Kolumda hissettiğim el ile başımı çevirdim. “Yakın dövüşü de başka bir zamana mı ertelesek Üsteğmenim?” her ne kadar Kalender ile yakın dövüşmek istesem dahi Ertuğrul’un dediği kafama yatmıştı. “Normalde sadece yağmur yağsa devam ettirirdim ama bu sefer koşarken de ıslandığımız ve her yerimizin çamur olduğunu var sayarsak, sonraya erteleyebiliriz.”

Bu sadece benim onları çok zorlamayacağımı düşünmeleri için yaptığım bir kibarlıktı.

Bu yaptıklarımıza eğitim değil, e denirdi.

Az daha devam edersek hasta olacaktık. Üstümüze yapışan çamur lekeleri kurumaya yüz tutmuştu. Şınava başladığımızda yağmur da eş zamanlı başlamıştı. Yavaş yavaş kuruyan çamur lekeleri yağmur tarafından yok oluyordu. Fazla vakit kaybetmeden bahçeden ayrıldığımızda bizim için ayrılan küçük dinlenme odasına geldik. Hepimizin üstlerine bakındığımda huysuz bir biçimde konuşmaya başladım. “Hepiniz gidin bir duş alın bence, her tarafımız çamur oldu zaten.” Dinlenme odasının koltuklarından kalkıp kapıya ilerlediğim esnada Yıldırım’ın sesini duydum. “Siz?” omzumun üzerinden ona doğru baktım. “Ne siz?” omuzlarını kaldırıp geri indirdi. “Bize diyorsunuz da kendiniz alırsınız umarım.” Gözlerimi kısıp koyu kahvelerine baktım. Birkaç saniyelik bakışmadan sonra odadan çıkıp uzun koridorda yürümeye başladım. Önce eşyalarımızı koyduğumuz odadan temiz üniformamı ve giymem gereken birkaç kıyafeti daha alıp tekrardan koridora geldim.

Koridorda gördüğüm askerlerden birini durdurup, “Kullanılmayan boş bir oda var mı aslanım?” üstümdeki kıyafetlere gelişi güzel bakıp, “Üstünüzü mü değiştireceksiniz komutanım?” başımı iki yana salladım. “Duşa girmem lazım boş bir oda bulursan sevinirim.” Anlayışla başını sallayıp ileriyi işaret etti. “Buyurun komutanım.” Koridorun sonuna geldiğimizde sol taraftan bir odayı anahtarı ile açıp girmemi bekledi. İçeriye girdiğimde klasik bir oda olduğunu gördüm. Gece nöbetine kalan erlerin kullandıkları odalardan biriydi. “Komutanım, içeride duşakabin var. Keyfinize bakın anahtarı size vereyim içerden kilitlersiniz.” Elime bıraktığı anahtar ile konuşmaya devam etti. “İşiniz bitince anahtarı yanınızda taşırsanız ben almaya gelirim zaten.” Diyerek cümlesini tamamladı.

“Teşekkür ederim Onbaşım.” Hafif bir tebessüm ile karşılık verdi “Rica ederim komutanım.” Dedi.

Konuşmamız sonlandığında kapıyı kapatıp elimde olan anahtar ile kilitledim. Banyonun olduğu kapının önüne geldiğimde kapıyı açıp içeriye geçtim. Elimdeki kıyafetleri tuvaletin üzerine bıraktığımda, duşakabini açıp suyu sıcak bölüme getirdim. Su ısınana kadar üzerimdeki kıyafetlerin hepsini çıkarmıştım. Banyo oldukça temiz görünüyordu aynanın olduğu yerde bir dolap vardı. Dolabın içerisinde temiz havlular ve onlarca şampuan duruyordu. Bazı askerler oldukça yoğun çalıştığı için evi yerine tugayda yatıp kalkıyorlardı. Bu yüzden odalar oldukça titiz ve eksiksiz bir şekilde her şey olması gerektiğinden katbekat daha iyiydi. Dolaptan bir havlu çıkartıp temiz kıyafetlerimin yanına koydum. Duşakabinin içerisine girdiğimde camı çekip kendimi içeri kapattım. Camlar sıcak sudan dolayı buhar olmuş musluğun olduğu yerden doğru etrafa sıcaklık püskürüyordu. Sıcak suyu biraz ılıtıp hızla başımdan aşağıya dökülmesini sağladım. Saniyesinde ıslanan saçlarım ve vücudum suyun etkisi ile gevşemişti. Çok fazla durmak istemediğimden saçlarımı hızla köpürtüp saçımdan akan fazla köpükler ile vücudumu temizledim. Vücudumun her tarafını köpüklerden arındığı gördüğümde birkaç kez daha ılık suyu üstüme tutup en sonunda su ile vedalaştım. Duşakabinden çıkıp kenara bıraktığım havlu ile önce vücudumu kuruladım. Vücudumdan ayırdığım havluyu başıma sarıp kıyafetlerimi giyinmeye başladım. Üniformam tertemiz bir biçimde üzerime oturduğunda memnun bir ifadeyle havlu ile saçlarımın nemini almaya başladım. Nemli kalan saçlarımı havludan ayırıp sırtıma doğru bıraktım. Dolabın raflarında yan yana duran küçük tarak ve fön makinesini alıp önce saçımı tarayıp ardından hızlıca kuruttum. Hafiften kabaran saçlarıma yapacak bir şeyim olmadığından sıkıca bir topuz yapıp banyoyu toparladım.

Odadan çıktığımda kapıyı kilitleyip anahtarı cebime attım. Dolaplarımızın bulunduğu odaya geldiğimde üzerimden çıkardığım kıyafetleri katlayıp bir poşete koydum. Poşeti de gelişi güzel dolaba fırlattığımda odaya bakındım. Bizim için ayırdıkları üç oda vardı. Dinlenme odası, pek büyük olmasa da koltukları ve rahat oturma alanları ile işimizi epey görüyordu. Ayrıyeten içeriye yaptıkları küçük mutfak tarzı yer ile çay, kahve gibi pratik içecekler hazırlamamız mümkündü. Çalışma odası, şu an içinde bulunduğum odaydı. İçeride altı tane masa vardı. Hepsinin üzerinde sabah koyduklarını düşündüğüm tonla dosya vardı. Dosya işlerini burada halletmemiz lazımdı. Ekstradan dolaplarımız da vardı. İçleri geniş baya eşya alabilecek dolaplar ile konforlu bir odaydı. Son oda ise teçhizat odasıydı. Sadece timin kullandığı silahlar ve askeri malzemeler vardı. O odada da bizim için ayrılan dolaplar vardı. Görevden önce telefon veya benzeri araçları dolaba bırakmamız lazımdı. Tugay oldukça büyük olduğu için bize oda ayırmaları çok da büyük bir sorun yaratmamalıydı bence.

Odadan çıktığımda dinlenme odasına geçtim. Tam içeriye girdiğim esnada aniden ceplerimi yokladım. Telefonum yoktu. En son taksiden inip geldiğimde banka oturmuştum. Birkaç dakika sonra da içtimaya başladığımızı varsayarsak telefonu alanda düşürmüş olabilirdim. Tam telefonu nerde bıraktığımı hatırlamaya çalıştığım esnada timin de içeride oturduğunu gördüm. Bir şey tartışıyor gibi bir halleri vardı. Yavaşça kapının arasından süzülüp küçük mutfağın yanına geldim. Çıkardığım altı fincanı yan yana dizip kenarda duran kahveyi bardaklara teker teker boşalttım.

Biri hariç.

Kenarda duran mini buz dolabının içerisinden çıkardığım sütü cezveye boşaltıp ısınmasını bekledim. Şeker ve tatlandırıcıların olduğu rafta minik paketler halinde üst üste dizilmiş balları gördüğümde dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. Ballardan birinin paketini açıp fincana boşalttım. Isınan sütü de balın üzerine döktüğümde karıştırıp kenara koydum. Kahvelerin üzerine de kaynamış sıcak sudan döküp hepsini karıştırdım. Kahveye şeker atan olur mu bilmediğimden şeker kutusunu da kahvelerin arasına koydum.

Bir elimde tepsi diğer elimde tepside yer kalmadığından süt fincanı ile yanlarına yaklaştığımda Kalender hızla kalkıp elimden tepsiyi almaya çalıştı. “Komutanım siz verin bana ne yapıyorsunuz?” hızla sırtımı dönüp oturmasını sağladım. Ortada duran küçük masaya tepsiyi bırakıp diğer elimde duran süt fincanını Âhi'ye uzattığımda gözlerindeki afallamayı kısa süreliğine de olsa görmüştüm. Bunu beklemiyor olacak ki, bir an ne yapacağını bilemez gibi olup toparlandı. “Teşekkür ederim.” Dedi hiç bozmadığı düz sesi ile. Onunkinin aynısı olacak ses tonuyla cevap verdim. “Ne demek Üstçavuşum, afiyet olsun.” Hepsi sırasıyla teşekkür ettiğinde en son sıkılmış olmamdan kaynaklanan sert sesimle karşılık vermem susmalarına yol açmıştı. Telefonu düşünmeyi bırakıp kahveleri yaptığımı hatırlayınca ceplerimi tekrar yokladım. Yanımdan gelen boğaz temizleme sesiyle başımı çevirdim. Âhi telefonumu bana doğru uzatıyordu. “İçtimaya başlamadan önce oturduğunuz bankta unutmuşsunuz,” diyerek durumu özetledi. “Erlerden biri getirdi.” Gözlerine bakarak ettiğim sessiz teşekküre aynı şekilde karşılık verdi. Telefonu elinden aldığım esnada avuç içinde gördüğüm yara ile gözlerim ve hareketlerim donuklaştı. Rahatsız olmasını istemediğimden çok fazla bakmadan elindeki telefonu alıp bakışlarımı kahveme indirdim. Sağ avuç içinde bir iz vardı. Eline kalın bir demir girip çıkmışa benzeyen bu iz bana oldukça derin bir anlamı varmış gibi hissettirmişti. Görünce için bir hoş olması normal miydi?

Yıldırım’ın her zamanki gibi heyecanlı çıkan sesi ile bakışlarım kahvemden ayrıldı. “Komutanım telefonun çaldı birkaç kez, bir de mesaj geldi.” Yıldırım’ın yanında oturan Kalender Yıldırım’ın karın boşluğuna dirseğini geçirip susmasını gerektiren bakış atarak onu susturdu. “Ahhh! Ne yapıyorsunuz komutanım kahve var elimde!” Kalender çattığı kaşları ile Yıldırım’a baktı. “Sesini kes boş boğazlık etme! Kendisi bakar zaten değil mi Çavuşum?” Kalender’in son söylediği ile Yıldırım başını eğip kahvesinden bir yudum alarak sustu.

Çattığım kaşlarım ile aralarına girdim. “Ne oluyor ya? Ne söylemeye çalıştınız Çavuşum açın biraz.” Çatık kaşlarımı görmesiyle yüzü ciddiye döndü. “Komutanım mesaj gelmişt-“ Yıldırım’ın konuşmasını yarıda kesen Ertuğrul’un sesi oldu. “Bir şey yok Üsteğmenim. Telefon geldiğinde masanın üstünde duruyordu birkaç kez çaldı bizde açmadık haliyle. Üstüne mesaj gelince Yıldırım Bey meraklanıp bakarken Âhi aldı zaten.” Hâlâ çatık duran kaşlarımı Yıldırıma diktim. “Neyi ima ettiğini anladım Çavuşum ama sen gene de gelen her mesaj sesine atlama olur mu?” ciddi duran yüzü bozulmamış kafasını sallamakla yetinmişti. Hiçbirini tam olarak tanımıyordum ama anladığım kadarıyla Yıldırım ciddi olduğu zamanlar çok konuşmuyor, konuşsa dahi cıvımadan sakince fikrini ortaya atıyordu. İma ettiği şey ise sevgilimin olup olmamasıydı. Muhtemelen arayan bir erkekti. İşimden dolayı telefonumda çok fazla kayıtlı kadın yoktu.

Yavaş yavaş içtiğim kahvenin yarısına gelmiştim. Kahve kokusunu çok seviyordum. Konuşurken ağzımdan gelen kahve kokusu oldukça hoşuma gidiyordu. Biraz değişik bir fantezi de olsa bana göre çok güzeldi.

“Üsteğmenim,” dedi Ertuğrul.

Gözlerimi kahvemden ayırıp kendisine çevirdim. “Teğmenim?” aynı şekilde hitap etmem hoşuna gitmişçesine yamukça gülümseyip konuşmasına devam etti. “Tim için bir isim düşündünüz mü?” diyerek Miralayın dün söylediği şeyi aklıma getirdi.

“Doğruyu söylemek gerekirse düşünmedim. Ortak konuşmamız gereken bir konu bu, eğer ki aklında bir fikir olan varsa söylesin lütfen.” Diye düşüncemi ortaya sürdüm.

“Göktürk?” dedi Kalender sorar gibi.

Başımı iki yana salladım, “Çok sıradan.” Dedim.

“Kurt.” Dedi Yıldırım.

Başımı omuzuma yatırıp boş gözlerle yüzüne baktım. “Yok yılan, niye klişelere koşuyorsunuz?” Yıldırım omuzlarını yukarı kaldırıp geri aşağı indirdi. “Aklıma geldi söyledim işte.”

Dudaklarım büzüldü, “Başka.”

“Ahen.” Dedi Tekin odaya geldiğimden beri ilk defa ağzını açmıştı.

Demir gibi sert.

Ahen güzel bir isim olabilirdi ama emin değildim. Lakabıma çok yakındı.

Belirsizlikle başımı Tekin’e çevirdim. “Yani, bilemedim.” Dedim arada kaldığımı onlara da belli ederek.

“Alasay.” Dedi Ertuğrul.

Kişiliği ile çevresinde saygı uyandıran. Bu da oldukça iyiydi şahsen.

“Şu anlık ikisi de iyi olur gibi, başka aklına bir şey gelen var mı?”

Aklıma gelen isim ile söyleyip söylememe arasında kaldım. Sadece bir fikirdi zaten, herkes kendi fikrini söylüyordu. En sonunda toplu karar verirdik.

Dudaklarım aralandı.

“Kurtuluş.” Dedim tek nefeste fısıldayarak.

“Özgür.” Dedi eş zamanlı fısıldayarak.

Elalarım elaları ile kesişti. Elalarım elalarında saniyelik asılı kaldı. Hemen ardından koltuğun üzerindeki sağ avuç içine takıldı gözlerim.

Bu bir darbeydi. Büyük bir darbe. Onda iz bırakacak kadar büyük bir darbe.

“Artık özgür…” dedi erkeksi sesi ile.

“Geldiniz mi? Bitti mi artık?” dedi göz yaşları içerisinde acıdan kıvranmaya bile gücü kalmamış haldeki…

“Özgürsün, kurtuluşun olmaya geldim.” Dedi.

Zihnimde dönen fısıltılar bir an için tüylerimi diken yapmaya yetmişti.

Bu da neydi?

Gözlerimi hızla üzerinden çekip kahvemi kafama diktim. Biten kahvemi masanın üzerine bıraktığımda arkama yaslanıp kollarımı önüme bağladım.

“Göktürk, Kurt, Ahen, Alasay, Kurtuluş, Özgür…” dedi Yıldırım. “Sizce.” Dedi Kalender.

“Ya Kurtuluş ya Özgür.” Dedi ensesini kaşıyan Ertuğrul.

Herkes bir süre sessizliğe gömülerek seçeneklere odaklandı.

Âhi dudaklarını araladı. “Yaşanılan her şey adına bu tim ile Kurtuluşunuzu bulmaya hazır mısınız?”

Yıldırımın dudaklarından samimiyetsiz bir gülüş kaçtı. “Hazırız diyelim belki gerçekten bir mucize olur da kurtuluruz.”

Omuzlarım bir anda düştü. İçimdeki derin hisler ve karışık duygu patlamalarım bir anda ortaya çıkacak gibi hissettim. Başım ağrımaya başlamıştı. “Hem fikir miyiz?” diye sordum hepsine. Tek başıma verebileceğim bir karar değildi bu.

“Olsun.” Dedi Kalender.

“Olsun be Komutanım, bir de böyle deneyelim.” Dedi Tekin de.

Yıldırım da ikiliye katılarak, “Mucizelere de inanmam ama,” alay ederek burun kıvırdı. “Denemekten de zarar gelmez herhalde.” Dedi tebessümle.

“Benim hoşuma gitti şahsen, olabilir neden olmasın?” dedi Ertuğrul.

Gözlerimi ona çevirdiğimde sadece gözlerine bakarak neyi istediğini anlamıştım.

Yeni başlangıçlar, yeni kurtuluşlar…

Oturduğum yerden kalktım. Üstüme çevrilen bakışlara ithafen, “Miralayın yanına çıkıyorum. Dün haber verin demişti gidip timin adını ileteceğim. Resmiyete döksünler.” Hepsi anlayışla kafalarını salladığında hızla odadan çıktım. Miralayın odasının olduğu kata geldiğimde kapıyı tıklatıp içeriden gelen gel sesi ile kapıyı araladım. İçeri girdiğimde önünde durup tekmilimi verdim. Çok uzatmadan otur demesi ile oturup hızla lafa girdim. Kendisiyle çok konuşmak istemiyordum. En azından bir sürelik.

“Tim için isme karar verdik.” Dedim. Kaşları havalandı. “Ne düşünüyorsunuz isim olarak?” derin bir nefes ile tek kelimeyle, “Kurtuluş.” Havalanan kaşları yavaşça aşağı inerek çatıldı. “Kurtuluş,” dedi fısıltıyı uyandıran sesiyle. “Emin misiniz?” sert bakan gözlerimi kendisine çevirdim.

“Eminiz komutanım resmiyete de dökerseniz seviniriz, şimdi müsaadenizle ben kalkayım.” Ayaklanıp arkamı döndüğüm esnada bana seslendi. “Armin.” Sakince gözlerimi ona çevirdim. “Buyurun Albayım?” dedim sorar gözlerle. “Dün-“ hızla lafını kestim. “Dün hakkında konuşmak istemiyorum, özel meseleler işe karışmamalı neticede.” dedim çatık kaşlarımla. “Armin bak-“ dedi ayaklanarak. “Kusura bakmayın Albayım. Eğer ki bir gün her şeyi tam teçhizat anlatırsınız işte o gün tamamen konuşur ve yüzleşiriz. Yarım yamalak anlatılan bir konu hakkında konuşmamayı tercih ediyorum. Şimdi müsaadenizle çıkayım.” Dedim ikinci kez. Sert bir nefes verdi. Benimle iddialaşmak istemediğinden olsa gerek başı ile kapıyı işaret etti. Odadan hızla çıkıp bahçeye indim. En köşede, binadan birilerinin camdan baktığında göremeyeceği bir çardak bulduğumda hızla oturdum. Temiz hava hem başımın ağrısına hem de vücuduma iyi gelmişti. Yağmur hâlâ hafifçe çiseliyordu.

Üniformanın iç cebinde duran sigara paketini çıkardığımda içinde duran çakmağı ve bir dal sigarayı elime aldım. İşaret parmağım ve orta parmağımın arasında duran ince dalı dudaklarıma götürdüm. İki dudağımın arasında duran sigarayı başımı hafif sola yatırarak sol elimle siperlediğim ateşi sigara ile buruşturdum. Anında yanan tütünün kokusu etrafa yayılmıştı. İnce dalın ucu turuncu bir ateş ile yanıyor, etrafa koku yayıyordu.

Sigaramdan içime çektiğim birkaç derin nefesten sonra telefonumu elime aldım. Ekranı açtığımda ard arda ekrana düşen bildirimleri görmem ile duraksadım. Bakmayı unutmuştum.

Samet Öz kişisinden +6 mesaj

Samet Öz: Armin! Müsait misin? Seninle acil konuşmamız gereken bir konu var. (12.52)

Samet Öz: Önemli diyorum… (12.58)

Samet Öz: Tamam. Hatalıyım biliyorum ama şu an gerçekten önemli olan bir konu var konuşmamız lazım. (13.04)

Samet Öz: Allah kahretmesin Armin! Önemli diyorum! (13.07)

Samet Öz: Arıyorum, aç. (13.08)

Samet Öz kişisinden 4 cevapsız çağrı

Samet Öz: Aç şu telefonu be kızım. (13.11)

Gelen son mesaj neredeyse yirmi dakika önceydi. Sigaramın son nefeslerini içime çekip zehri vücuduma yaydım. Sigarayı çardağın bankına basarak söndürüp ilerdeki çöp kutusuna fırlattım. Bir sigara daha yaktığımda içime dolu dolu bir nefes çektim. Sigarayı sağ elimin işaret ve orta parmağı arasına alıp sol elimle telefon rehberini açtım. Son aramalarda en üstte duran isim olan Samet’i aradığımda üçüncü çaldırışımda açtı.

“Allah seni kahretmesin Armin! İki saattir seni arıyorum önemli diyorum açsana şu telefonu be kızım ya!” sert ve sinirli çıkan sesine karşılık, “Bağırmayı kes! ses tonuna dikkat et, ilk ve son uyarışım. Ne söyleyeceksen çabuk söyle işlerim var uğraşamam.” Sigaramdan aldığım nefesi dışarıya vurarak Samet’i dinlemeye başladım. “Çakır,” Dedi nefes nefese. “Çakır tekrardan bir dava açmış. İki saat önce elime tebligat ulaştı. Bu sefer daha farklı deliller sunulduğu ve davayı kesin alacaklarını konusunda çok iddialılar. Yakın bir zamanda mahkeme olacak, Ankara’ya gidiyoruz. Bir an önce buluşmamız lazım, dava hakkında tekrardan savunma yazacağız.” Dediklerini dinledikten sonra parmaklarımın ucunda tuttuğum ince dal parçası hızla yere düştü.

Sinirden titreyen sesi ile, “Çakır ve Tan davası tekrardan gündemde, davayı almaktan başka şansımız yok…”

 

Evet bitirdik.

Uzun zaman sonra onların ilk hallerini okumak çok farklı bir his...

Adet yerini bulsun soralım sorularımızı.

Armin?

Kalender?

Ertuğrul?

Tekin?

Âhi?

Yıldırım?

Avukatımız Samet?

Eski timdekiler,

Barkın?

Emir?

Yavuz?

Giray?

Ateş?

Yıldızımıza basmayı ve yorumlarınızı ihmal etmeyin, bolca kalp :)

 

 

08.09.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

 

 

 

 

Loading...
0%