Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4.BÖLÜM- EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN

@durutaskulakk_

Canlarım selam, ÖBB'nin 4. Bölümü ile sizlerleyim.

Yıldıza basıp, satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Keyifli okumalar :)))

 

4.BÖLÜM EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN

 

19 Temmuz 2018

Buradayım.

İçeriye sürekli birileri gelip gidiyor.

Her şey aynı devam ediyor diyeceğimi düşünürken, bugün bir şey oldu. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum ama bir şey oldu.

Ben bir ses duydum. Bir kadın sesi…

Konuşmasından bile anlaşılan ciddi ve sert sesi, bana bir şeyler anlatıyordu. Anlatmaktan ziyade karşısında biri varmışçasına bağırıyor, sürekli aynı cümleyi tekrarlıyordu.

“Senin yüzünden!”

Ellerim ayaklarım bağlı, olduğum yerde otururken bir anda duyduğum sesin zihnimin bir oyunu olduğunu düşünmüştüm. Şu an bundan asla emin olamasam da ses zihnimde yankılanıyordu.

“Senin yüzünden!” dedi aynı ses tok bir sesle.

“Ne benim yüzümden! Ben hiçbir şey yapmadım! Yapmadım!” bağırdığım için geniş odanın içinde yankılanan sesim tekrardan bana dönmüştü.

Kapı hızla açıldı.

Bana doğru yürümeye başladı.

Her zamanki gibi, on altı adım. On altıncı adımda dibimdeydi.

Yüzüme doğru eğilip çenemi kavradı. Mavi gözleri gözlerimin en dibine girmek istercesine derince bana bakıyordu.

Yüzümden tuttuğu gibi hızla arkaya doğru itti. Sırt üstü yere düştüğümde sandalyemin arkasında bağlı olan ellerim bedenimin altında kaldı. Hafifçe inlediğimde yüzündeki acı çekmemden zevk aldığını belli eden sadist gülümsemesini bana sundu. “Kıyamam,” dudakları büzüldü. “Acıdı mı?” diyerek üzerime eğildi. Gözlerimi kapatıp onu görmezden geldim. “Her neyse,” dedi dik bir konuma gelerek dönüp kapıya ilerledi. “Bu arada,” parça parça konuşması beni sinir ettiği için inadına böyle konuşmaya devam ediyordu. “Beyaz,”

Hafifçe araladığım kısık gözlerle ona baktım.

“Hepsi senin yüzünden.” On altı adımda geldiği yeri on altı adımda terk etti.

Kapıdan çıktığı gibi duyduğum kadın sesi ile tekrardan baş başa kaldık.

“Senin yüzünden!”

 

KURTULUŞ

Sinirden titreyen sesi ile, “Çakır ve Tan davası tekrardan gündemde, davayı almaktan başka şansımız yok…”

Parmaklarım arasından kayıp giden sigaraya baka kaldığımda en sonunda tepki verdim. “Ne?” fısıltıyı andıran sesimi duyması ile hızla konuşmasına devam etti.

“Duydun, en son ki davayı kaybettikleri için tekrardan dava açmaya karar vermişler. Hatta bu seferki davada daha farklı deliller ve suç duyuruları ile geleceklerini tebligat da belirtmişler.” Dedi. Sert bir soluk alıp vererek devam etti. “Armin bak biliyorum, sinirlisin. Ama şu an gerçekten hiç sırası değil,” dediği an araya girerek susturdum. “Kendime yeni bir avukat bulurum gerek yok, sağ ol.”

Yalandı. Bulamazdım. Davayı en ince ayrıntılarına kadar bilen tek kişi Samet’ti. Yeni bir avukat bulup olayı baştan sona anlatana kadar mahkeme gününe hazırlanabilir miydik bilmiyordum. Reddetmeyeceğini bildiğim için öyle bir cümle kurmuştum. Her ne kadar davama da girecek olsa da bu bana yalan söylediği gerçeğini değiştirmiyordu.

Sert bir sesle araya girdi. “Saçmalamayı kes Armin! Tamam sinirlenmiş olabilirsin ama başka bir avukat ile bu dava hakkında konuşmanı istemiyorum. Ben gireceğim davana bu kadar.” Kendinden emin sesiyle konuşması hoşuma gitmişti. İşinde iyi adamlarla çalışmaktan zevk alıyordum. “Ve son olarak, dava hakkında telefonda konuşmayacağım. Müsait olduğun en kısa zamanda bana ulaş. Dava hakkında konuşmamız gereken unsurlar var. İşin ciddiyetini umarım anlatabilmişimdir Armin.”

Derin bir nefes alarak önümdeki sigara paketinden bir dal daha çıkardım. Kenara attığım çakmağı alıp dalı tutuşturduğumda çakmak sesini duyup konuşmaya başladı. “Gene mi içiyorsun sen? Çabuk söndür şunu! O zıkkımı içmeyeceksin demedim mi ben sana?” içime çektiğim nefesi dışa vurarak konuştum. “Bende sana tiryaki olmadığımı, keyfim ve kahyam istediği için içtiğimi söyledim. İkiletme!” Ofladı. En zorlandığı şeylerden birisi bana laf anlatmaktı.

“Bana ne ya? Zıkkım iç canım benim. Her neyse, ne zaman müsait olursun tahmini?” diyerek sorusuna cevap bekledi.

Derin bir nefes aldım. İçim bunalmıştı. “Şu anlık görev yok. Eğer ki gün içinde de görev gelmezse, akşam olur.”

Sakinleşen sesi ile karşıladı. “O zaman görev gelmezse çıkmadan yarım saat, bir saat önce haber verirsin. Ona göre gelirim bir yere gideriz.”

Yüzüm buruştu. Sigaramdan bir nefes daha alıp cevapladım. “Eve gel, canım o an için çıkmak istemezse boşa söz vermiş gibi olmayım.”

“Tamam. Bana fark etmez. Çıkmaya yakın ararsan o zaman söylersin nereye gitmek istediğini.”

Derin bir nefes aldım. “Tamam hadi görüşürüz.”

Hafifçe gülümsediğini çıkan titrek nefes sesinden anladım. “Allah’a emanet ol Beyaz’ım…” son söylediği kelimeyi fısıltıyla seslendirmişti. Kulağıma gelen kapanma sesi ile telefonumu kulağımdan uzaklaştırıp masaya attım ve sigaramın son nefeslerimi kendime çekerek içime hapsettim.

Aklıma masanın üstünde bekleyen dosyalar geldiğinde masanın üzerine attıklarımı ceplerime yerleştirip alana doğru yürümeye başladım. Odanın kapısını araladığımda Tekin hariç hepsinin odada dosyalara bakındığını gördüm. En baş köşede duran masama kurulduğumda dosyalardan birini açıp incelemeye başladım. Bugünkü dosyalarımın içeriği asker olmak üzere eğitimlere katılmış kişilerin bilgilerinin olduğu dosyalara bakıp, onay verdikten sonra Miralaya iletmekti. Önce yetkili timler ardından albaylar ve üst rütbelerin verdiği onay ile başvuruları onaylanıyordu. Elediğimiz kişilerin elenme sebeplerini de üstlere iletmemiz gerekiyordu. Açtığım ilk dosya “Çaylaarrrr!” diyerek odaya giren Tekin ile tüm dikkatim dağılmıştı. Koca cüssesine zıt elindeki minicik tepsiyle herkesin masasına çaylarını bırakıp yerine geçti.

Açtığım ilk dosyada gördüğüm isim ile kaşlarım çatıldı.

Çağlar Ay.

“Nasıl yani?” içimden kurduğum cümlenin dudaklarımın arasından firar etmesiyle herkesin bakışları bana döndü.

“Bir sorun mu var Üsteğmenim?” Ertuğrul’un sorusuna karşılık, “İlk günkü garip askeri hatırlıyorsunuz değil mi?”

“Çağlar mıydı? Çağla mıydı? öyle bir şeydi sanırım.” Dedi Yıldırım.

Başımı salladım. “Evet Çağlar Ay.” Güler gibi burnumdan sert bir nefes verdim. “Başvuru dosyası geldi önüme.”

Âhi’nin kaşları çatıldı. “Nasıl yani, daha başvurusu kabul olmadan içeriye nasıl girebiliyor ki? Bir yanlışlık olmasın?” alt dudağım öne doğru büküldü, başımı onaylamaz bir tavırla iki yana salladım. “Hayır Çavuşum, onu kast etmedim. Meslekten daha dün men edildi, şimdi nasıl olur da başvuru dosyası gelir? Alın sizde bakın.” Uzattığım dosyayı alıp birkaç dakika bakındı. “İlginç,” dedi değişik bir tonlama ile. Dosyayı geri uzattığında aldım. “Her neyse, yeni men edildi mesleğe girmesi imkânsız zaten.”

Dosyasını incelediğimde kabul etmememin sebebi açık ve net ortaya dökülüyordu. Eğitimler sırasında diğer eğitime gelen kişiler ile ettiği birçok kavgaydı. Sorunlu bir tipi kimse timinde görmek istemezdi. Dosyayı kabul etmediklerim için ayırdığım bölüme koydum.

Bir diğer dosyayı açtığımda başvuru Tuğgeneral postalığı içindi. Anlamlandıramadığım için yanımda duran masa üstü telefondan Erdemi aradım. “Kurtuluş?” diyerek açtı telefonu. Anladığım kadarıyla yeni tim ismini dediğim gibi resmiyete dökmüşlerdi.

“Benim aslanım, dosyalarla uğraşıyordum da bir şey gördüm sormam lazım.”

“Buyurun Komutanım.”

Çatık kaşlarım ve meraklı gözlerim dosyada gezinirken sordum. “Boz’un postası yok mu?”

“Var Komutanım?”

Kaşlarım çatıldı. “Eee?” Dedim sorarcasına.

“Muhtemelen posta olmak üzere başvuru yapan isimleri gördünüz. Durum şöyle Komutanım Boz’un postası şu anlık çalışmaya devam ediyor ancak, kısa bir süre içerisinde tayini çıktığı şehre gidecek. Yani gitmeden birinin bulunması gerek.”

Sanki görebilecek gibi başımı salladım. “Tamam Erdem sağ ol.”

“Rica ederim Komutanım, ne demek.”

Aklıma gelen şey ile hızla seslendim. “Erdem dur! Bugün bana onbaşı rütbeli bir asker odasının anahtarını vermişti kullanmam için, unutmadan gelsen de alsan anahtarı benden, olur mu?”

“Olur Komutanım. Zaten söylemişti anahtarın sizde olduğunu, almayı unutmuşum. Geliyorum birazdan.” Telefonu geri yerine bırakıp dosyasını incelemeye başladım.

Aslında olabilirdi, ancak bir Tuğgeneral postası için yeteri kadar başarılı değil gibi gelmişti gözüme. Albay postası için gelen bir başvuru olsa saniyesinde kabul ederdim ama şu an emin değildim. Gene de dosyayı elemeyip bir köşeye bıraktığımda başka bir dosya ile devam ettim.

Dosya kıdem dosyasıydı. Katıldığı görevler o kadar fazlaydı ki, okurken mest olmuştum resmen. Timi ile çıktıkları her görevden başarı ile dönmüşlerdi. Mesleğe başladığından beri teröristlerin bulunduğu birçok kampı bombalamış, aralarına sızarak dağılmalarını sağlamıştı. Okudukça kendisine olan hayranlığım artıyordu. En son çıktıkları görevin süresinin üzerinden çok geçmemişti. Neredeyse buraya geldiğim günle birebir gibiydi. İki hafta önce çıktıkları görevde timi ile birlikte oldukça başarılı bir sonuç elde edip sağ salim dönmüşlerdi. Yazana göre son görevde teröristlerin gittikleri bölgedeki ele başlarını bulup gereken yere teslim etmişlerdi. Dosya da istenilen şey ise, tim komutanlarının kıdem atlamasıydı. 29 yaşında olan askerimiz, Üsteğmen rütbesi ile görevlerinin başında durmayı sürdürüyordu. Şaşırdığım ikici olay ise, yaşına ve çıktığı görevlerdeki başarısından bu rütbede olmasıydı. Kıdem değil rütbe atlaması taraftarı olduğum askerimizin başvuru belgesini onayladığım için alt tarafına onay için yazdıkları imza bölümüne imzamı attım.

“Teğmenim,” kafasını kaldırdı. “Onaylama taraftarı olduğum bir askerimiz kendisi, ikimiz içinde onay bölümü ayırmışlar sizde bakın lütfen.” Dosyayı elimden alıp incelemeye başladı. Dosyaların alt kısmında benim, Ertuğrul’un, Kalender’in ve Miralay’ın onay bölümü vardı. Hakkâri de ki tek özel tim olarak rütbesi yüksek olan üç kişi, Ertuğrul, Kalender ve bendim. Karar verirken Teğmenlerime de sormam gerekirdi. Ortak onayladığımız dosyaları Erdem aracılığıyla Miralaya iletip onun da onayı ile başvuru kabul işlemlerini resmiyete dökmeleri lazımdı.

Kapı çaldığında sert ve gür bir sesle “Gir!” dedim. Yavaşça aralanan kapıdan Erdemin vücudunu görmem ile içeri girmesini bekledim. İç cebime attığım anahtarı uzattığımda “Kime vereceğini biliyor musun? Ben bilmiyorum çünkü.” Kafasını onaylar bir biçimde aşağı yukarı salladı. “Biliyorum komutanım.” Anahtarı avuç içine bırakıp arkama yaslandım. “Teşekkür ederim Erdem, çıkabilirsin.”

Erdem’in çıkması ile gözlerimi Ertuğrul’un üzerine diktim. “Üsteğmenim,” dedi şaşkınlığını gizleme gayesinde bulunmadan. “Niye kıdem başvurusu yapmışlar ki? Rütbe deseler direkt ilk satırdan imzalardım ben bu dosyayı. Adam taramalı tüfek gibi maşallah.” Yüzündeki tebessümü silip eline aldığı dolma kalem ile kendi bölümüne imzasını atıp dosyayı geri uzattı. “Vallahi helal olsun. Okuduğum en iyi dosya bu olabilirdi.” Yüzündeki memnun ifade ile kendi önündeki dosyalara bakmaya devam etti.

Dosyayı onayladığımız için kenara ayıracakken gözüme çarpan bardak ile ofladım. Dosyalara basarken Tekin’in getirdiği çayı içmeyi unutmuştum. Buz gibi olan çay bardağını elime alıp odadan çıktım. Aynı katta olan dinlenme odamıza girdiğimde hızla çayımı alıp geri odaya döndüm.

Kalender’in sesi ile gözlerim üstüne kilitlendi. “Komutanım, arabanızın anahtarı sabah vermeyi unuttum yeni geldi aklıma kusura bakmayın.” Masamın üzerinde duran anahtar ile “Siz de miydi araba? Bende sabah geç kalacağım derdine hızlıca çıktım evden sorgulamamıştım.” Dedim Kalender’in gözlerine bakarak.

“Görev için haber geldiğinde sizin arabayla yola çıkınca Tekin’le benim arabam sizin evin önünde kaldı. Albayla konuşmanız da geç bitince Erdem getirip verdi anahtarları.” Diyerek durumu özetledi.

Anladım dercesine başımı salladım. Tekrardan dosyalara gömüldüğümde önümdeki dosya başvurulardan farklı olarak bir men dosyasıydı. Kaşlarım çatıldı.

Dosyayı hızla okumaya başladığımda olayın çok da büyük olmadığını gördüm. Tabii ki çok da göz ardı edilecek bir durum söz konusu olmasa da men etme taraftarı da değildim. Olay, çıktıkları görevde emir komutaya uyulmadığı için meslekten men edilmesi için önüme koyulan bir dosyaydı. Normalde kendi başıma gelse sinirlerimi tepeme çıkaracak bir olaydı ama dosyada askerimizin, timin hayatının kurtarılmasında büyük rol oynadığı da geçiyordu. Yani olayın aslı emir komutayı veren üst rütbedeki askerimizin dediğini yapsalar şu an bu dosya dahi önümde olamayacaktı. Bir nevi kendi bildiğini yaparak timinin hayatta kalmalarına yardım etmişti. Dosyanın altına dosyayı reddettiğime dair yorumumu ve imzamı atarak dosyayı kapattım.

Soğumamış çayımdan büyük bir yudum alıp telefonumun ekranını açtım. Saatin 15.25 olduğunu gördüm. Samet’le konuşmamdan sonra içeriye geçmemle yağmurun şiddetlenmesi bir olmuştu. İçerisinde bulunduğum odanın boydan boya cam olması dışarıyı net bir şekilde görmeme yardımcı oluyordu. Camlara vuran yağmur damlaları hızla aşağı kayıyor yenileri üstlerine düşüyordu. Hafif aralık camdan içeriye sızan toprak kokusu içimi huzur doldurmaya yarıyordu.

İlerleyen saatlerde baktığım dosyaları Ertuğrul’a, Ertuğrul ise bana vermişti. Kalender ise yarısını benim önüme yarısını Ertuğrul’un önüne koymuş, az da kendi önüne benim baktığım dosyaları almıştı. Aradan geçen birkaç dakika sonra, Ertuğrul yanıma gelerek dosyayı önüme koyup konuşmaya başladı.

“Bu başvuruyu neden kabul etmediniz Üsteğmenim? Eğitimlerde oldukça başarılıymış, iyi bir asker olacağının garantisini sağlam vermiş gibi duruyor, red yemesinin sebebi nedir? Öğrenmek istiyorum.” Ciddiyetinden ödün vermeyerek sorduğu soruda gerçekten niye reddettiğimi anlamamış olduğu için sorduğunu görebiliyordum. Sakince sorduğu soruyu cevapladım. “Reddetmemin sebebi şu Üsteğmenim, adli sicil dosyaları incelendiğinde birçok suçla yargılanması sonucu maalesef onun başvurusunu kabul edemem. En başını hırsızlık çekmek üzere birçok sicil dosyası bulunmakta. Her ne kadar eğitimlerde iyi iş çıkarmış olsa da sicili temiz değil,” başımı iki yana salladım. “Maalesef Üsteğmenim kabul edemem.” Diyerek anlattım.

Kalın kaşları çatıldı. “Sicil dosyalarını okumayı unuttum. Kusura bakmayın Üsteğmenim.” Anlayışla başımı salladım “Önemi yok, sonrakilerin sicil dosyalarına da göz atarsanız sevinirim Teğmenim ve son olarak imzanızı atmayı unutmayın bir tek benim reddetmem ile olmaz.”

“Bakacağım.” Dedi yerine geçtiği esnada.

Ertuğrul’un ilgilendiği dosyalara bakındığım esnada gözüme çarpan bir detay oldu. “Teğmenim,” kafasını kaldırdı. “Bu dosyayı neden kabul ettiniz?” az önce oturduğu yerden kalkarak tekrardan yanıma geldi. “Hangi dosya Üsteğmenim.” Üstüme eğilerek önümde açık olan dosyaya baktı.

Dudaklarımı aralayıp konuşmaya başladım. “Yapılan tüm eğitimlerde başarısız olmuş. Sadece bir eğitimden geçebilmiş. Bu bize yeterli imkanları sağlamaz, bu dosyayı da kabul edemeyiz Teğmenim.” Kaşlarını çatıp yüzüme dik dik bakmaya başladı. “Sicili temiz, neden olmasın?” aynı yüz ifadesiyle yüzüne dik dik baktım. “Neden sadece ikisinden birine bakıyorsunuz siz Teğmenim? Sicili temiz olacak, yapılan eğitimlerden geçecek, yaşı tutacak, vücudunda bir iz taşımayacak, boyu sınırın üzerinde olacak… Bunları da göz önünde bulundurursanız sevinirim. Reddetmeniz lazım bu dosyayı kabul edemeyiz.” Kendi şahsıma ait bölüme reddettiğime dair yazdığım notu ve imzamı atıp Ertuğrul’a uzattım.

Açtığım bir diğer dosya boştu. Ne reddedilmiş, ne de kabul edilmişti. “Bu neden boş peki?” sinirlerim yavaştan gerilmeye başlamıştı. Elimi hızla masaya vurup sert sesimle konuşmaya başladım. “Teğmenim! Ya adam akıllı okuyup imzalayın şu dosyaları, ya da okumayın hepsine ben bakayım. Siz bu dosyalara bakarken okuduğunuza emin misiniz Allah aşkına? Önümdeki dosya direkt reddedilmesi gereken bir dosya, neyi bekliyorsunuz ki imzalamak için?” kasılan yüzü ve boynundan çıkan damarları ile kendini zorladığını anladım. “Sesinizin tonuna dikkat ederseniz sevinirim Üsteğmenim. Dosyayı reddetmedim, kabul de etmedim. Adam men edilmiş ve tekrar başvurusunu yapmış mesleğe dönebilmek için-“ lafını hızla kesip araya girdim. “Eğer ki düzgün okusaydınız, men edilme sebebinin normal bir şey olmadığını görürdünüz. Adam görevde tim arkadaşını öldürmüş. Üstüne üstlük men edilmiş ve tekrardan mesleğe dönmek için başvuru yapmış. Adamın fotoğrafını görmedin mi? Yüzünden boynuna kadar kesik var. Men edilmese dahi izden dolayı zaten kabul edemeyiz. İzi görünmeyen bir yerinde olsa tamam gene bir nebze, ama izi yüzünde hadi bunu da yok sayalım izi on santimden fazla en az yirmi santim. Boynuna kadar gidiyor şuna bakın,” dedim fotoğrafını yüzüne doğru tutarak. “Kısacası reddetmekten başka seçenek dahi yok yani.” Dolma kalemimi elime alıp başvuruyu reddettiğime dair notumu ve imzamı atıp dosyayı kapattım.

Bardakta kalan çayımı hızlıca içip bitirdim. Dosyaları incelemeye devam ettiğimde şu ana kadar bir sorun yoktu. Yağmur oldukça şiddetlenmişti. Yağmur damlaları hızla cama vurmaya devam ediyor, ara ara durulup tekrar hızlanıyordu. Önümdeki dosyaların tamamını bitirdiğimde arkama yaslanarak odadakileri izlemeye başladım. En uçta oturan Yıldırım, elinde tuttuğu kalemi çevirerek önündeki kağıtları okuyordu. Yanındaki Tekin ise biriyle mesajlaşıyor, oldukça sinirli ve ciddi bir şekilde telefon ekranıyla bakışıyordu. Sol çaprazıma denk düşen Âhi, önündeki kâğıda hararetli bir şekilde bir şeyler yazıp karalıyordu. Sabahtan beri yazıp karaladıktan sonra buruşturarak kenara fırlattığı bilmem kaçıncı kağıttı. En ortada ben vardım. Sağ çaprazımda oturan Ertuğrul, benim onay verip vermediğim dosyaları inceliyor, kenarlarına kendi düşüncesini yazıp imzalıyordu. Ertuğrul’un yanında kalan Kalender ise önündeki benden aldığı dosyalara kendi imzalarını atmış Ertuğrul’un bitirmesini beklerken arkasına yaslanmıştı. Herkes kendi halinde takılıyordu.

Aradan geçen yarım saate aşkın sürede bütün tim işlerini bitirmişti.

Buruşturduğum yüzüm ile, “Dinlenme odasına mı gitsek? Çok bunaldım burada durmaktan.” Dedim. Yüzümdeki memnuniyetsiz ifadeyi gördüklerinde hepsi onaylayıp ayaklandı. Dışarı çıktığımızda koridorda gördüğüm Erdem’e, “Erdem dosyaların hepsini inceledik Miralay’a götürebilirsin.” Diyerek yanından uzaklaştım. Dinlenme odasına geldiğimde kendimi hızla U harfine benzeyen koltuğa doğru atmamla, oturmaktan ağrımış olan belim sayesinde yüzüm buruşur gibi oldu. Yatar bir pozisyonda koltuğa yerleştiğimde, gözlerim kapalı olduğum yerde duruyordum. Yirmi dakikaya yakın olduğum yerde yattım. En sonunda dikleşip neler yaptıklarına baktım. Birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Telefonu elime aldığımda Samet’ten mesaj gelmesi aynı anda gerçekleşti.

Samet Öz: Görevin olmadığını var sayıyorum? (16.17)

Armin Tan: Yok. Hâlâ bir görev gelmedi, geleceğini de sanmıyorum. (16.17)

Samet Öz: Yorgun musun? Ona göre eve gelmek için yola çıkacağım birazdan. (16.18)

Armin Tan: Yorgunum ama eve değil dışarıya çıkarsak daha iyi olabilir, çok yoruldum yemek için uğraşamayacağım. (16.20)

Samet Öz: Tamam, bana hiç fark etmez. Sen saati söyle. (16.21)

Armin Tan: Tahmini bir saat sonraya çıkmış olurum. Eve gel, beraber geçeriz. (16.23)

Samet Öz: Çıkmaya yakın yaz bende çıkayım anca gelirim zaten. Ofisle senin ev arası uzak kalıyor. (16.27)

Armin Tan: Tamam, yazarım. (16.32)

Telefonumu yan tarafıma bırakıp sıkıntıdan hava doldurduğum yanaklarımı söndürdüm. Normalce sohbet muhabbet ediyorlardı. Aradan kulak misafiri olduğum cümle ile içimde istemsiz bir heyecan uyandıran şeye döndüm.

“Âhi.” dedi Ertuğrul.

Âhi başını Ertuğrul’a çevirerek ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ertuğrul dönmesini bekliyormuş gibi hevesle atıldı. “Bir şeyler mi çalsan? Dinlerdik güzelce.”

Onu yalnızca bir kere çalarken görmüştüm. Çalacağını duymak içimde sebepsiz bir heyecan uyandırmıştı. Heyecanımı yüzüme yansıtmayıp, oturduğum kenardan sakince olanları izledim. Aradan geçen birkaç dakikada, Ertuğrul kalkıp bağlamayı getirmişti. Âhi Ertuğrul’un elinden bağlamayı alıp telleriyle oynadı. Bir müddet yerle bakışıp sakince elini yukarı kaldırdı. Tellere dokunmasıyla saniyesinde odada yankılanan bağlama sesi eşsiz bir güzelliğe ev sahipliği yapıyordu. Hemen solumda kalan Âhi’nin yüzünü incelediğimde, büyük bir ciddiyetle tellerle uğraştığını gördüm. Çaldı, çaldı ve en sonunda söylemeye başladı.

‘Cahildim dünyanın rengine kandım’ diye mırıldandığında bağlamanın sesi ve kendi sesi bir bütün haline gelmişti. Yüzünü buruşturduğundan kaşları çatılırken, gözlerini sıkıca yumdu.

‘Hayale aldandım boşuna yandım’ boşuna derken sadece parçayı bozmamak için söylediği yüzünden anlaşılıyordu. Yandığı için pişman değildi. Bu yüzüne yansıyan burukluktan anlaşılıyordu.

‘Ölürüm sevdiğim zehirim sensin’ bu kısmı o kadar içten söylemişti ki, sert sesini iliklerimde hissetmiştim.

Evvelim sen oldun, ahirim sensin

Kendi sesi anlık kesildi, araya giren bağlama sesiyle bir müddet parçanın alt fonunu dinledim. Kısa bir zaman içinde bağlama sesine kendi sesi de eklenmişti.

 

Gönülüm inanmıyor ayrıldığına

Gözyaşım sen oldun, kahirim sensin

Evvelim sen oldun, ahirim sensin

Araya tekrardan bağlama sesi girmişti, kendi sesini bağlama sesinden uzaklaştırıp ustaca çalmaya devam etti.

Garibim can yıkıp gönül kırmadım

Senden ayrı ben bir mekân kurmadım

Daha bir gönüle ikrar vermedim

Bâtınım sen oldun, ahirim sensin

Evvelim sen oldun, ahirim sensin

Son bir söz kaldığında elalarını kaldırıp elalarım ile çakıştırdı; elalarımız bir bütün haline geldiğinde o son sözleri de söylemiş oldu.

‘Evvelim sen oldun, ahirim sensin’

 

Son sözleri gözlerimin en derinlerine gömmek ister gibi söylediğinde içim bir tuhaf olmuştu. Bağlamaya son kez vurduğunda ses odada hızla yankılanıp kayboldu. Bağlamayı kenara dikkatlice bırakıp arkasına yaslandı. Biçimli dudaklarından çıkan son sözler zihnimin derinlere kadar gidip sinyaller vermeye başladığında, içime oturan huzursuzluk bedenimi ele geçirmişti.

Aradan geçen bir saat sonunda eşyalarımı toplayıp tugaydan çıktığımda arabama doğru ilerledim. Arabaya bindiğimde çalıştırmadan hemen önce Samet’e mesaj atmak için telefonun kilidini açtım.

 

Armin Tan: Tugaydan çıktım. Yirmi dakikaya evde olurum, hazırlanmaya başla istersen. (17.44)

Samet Öz: Tamamdır geliyorum birazdan. (17.49)

Samet’e yazdığım gibi yirmi dakikaya yakın bir süre içerisinde eve gelmeye başarmıştım. Hızla odaya girdiğimde üzerimdeki üniformamdan kurtulup rahat bir şeyler giyindim. Üzerimde salaş, siyah gömlek, altımda ise bacaklarımı saran bir kot vardı. İçtimada üzerimde olan kirli kıyafetleri yıkanmaları için makineye atmıştım. Duş aldığım için hafif de olsa kabaran saçlarımı yaptığım sıkı topuzdan kurtarıp açarak omuzlarıma dökülmesinde yardımcı oldum. Saç diplerim saatlerdir bağlı olduğundan ağrımaya başlamıştı. Elimi saçlarıma götürüp diplerine masaj yaptığımda ağrısını az da olsa hafifletebilmiştim. Yanıma beylik tabancamı, askeri kimliğimi ve cüzdanımı aldığımda tamamen hazırdım. Hakkâri’nin soğuğu Ankara ile yarışabilecek derecedeydi. Her ne kadar Ankara’nın soğuğuna alışık da olsam, şu anlık soğuk beni zorluyordu. Üzerime dolaptan aldığım koyu renk paltoyu geçirdiğim esnada zilin sesi evin içini doldurmuştu.

Paltonun ipini bağlayarak kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığımda bakmaya alıştığım yüz ile karşı karşıya geldim. Üzerinde her zamanki gibi ona çok yakışan beyaz gömleği ve kumaş pantolonu vardı. İçeriye geçip ayakkabılarını çıkarmak için eğildi. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra hızlıca dikelip karşıma geçti. Ellerim paltonun cebindeyken bir süre ne yaptığını izledim. Tam karşımda durduğunda önce dikkatlice gözlerimin içine baktı. Hemen ardından dudaklarındaki buruk gülümseme ile kollarını iki yana açtı. Her ne kadar karşılık vermek istemesem de bu sarılmaya oldukça ihtiyacım vardı. Ellerimi paltonun cebinden çıkartıp hızla kollarımı iki yana açarak sarıldım. Sarıldığımı görmesiyle genişçe gülümseyip, beni sıkıca kolları arasına aldı.

Başını başımın üzerine doğru eğip küçük bir buse kondurdu. Burnundan sert bir nefes alarak, “Nasıl özlemişim ama…” diyerek çenesini başımın üzerine koydu. “Hım,” başımı sallayabildiğim kadarıyla salladığımda ortaya koyduğu nefes ile gülümsediğini anladım. “Hım mı? Şuna bak tam bebek,” kollarını hafif genişleterek yüzüme baktı. “Oyyy maşallah, maşallah.” Omzuna hafifçe bir yumruk attığımda yüzünü ekşitti. Acımış gibi yaparak kıstığı gözleriyle yüzüme baktı.

“Ayıp oluyor.” Dedi.

Omuz silkerek karşılık verdim. “Çok umurumdaydı çünkü.”

Aynı şekilde beni taklit ederek omuz silkti. “Beni sevdiğini biliyorum. Yok öyle umurumda değilsin falan.”

Dalga geçer gibi başımı salladığımda ayakkabılıktan spor ayakkabılarımı çıkartıp giyinmeye koyuldum. Samet de aynı şekilde birkaç dakika önce çıkardığı ayakkabılarını giydiğinde aşağı indik.

Samet’in anlık duraksaması ile bende durarak ona baktım. “Benimkiyle mi gidelim seninkiyle mi?” diye sordu. Anlaşılan arabasını Ankara’dan getirtmeyi başarmıştı.

“Seninkiyle gidelim. Dönüşte bırakırsın herhalde.” Dedim umursamaz bir tavırla. Tavrıma gülmek istese dahi gülmeden ciddiyetle başını salladı. “Bırakırım.”

Arabaya bindiğimizde aramızda herhangi bir konuşma geçmemişti. Yarım saate yakın bir süre içerisinde araba bir restoranın önünde durduğunda aşağı inerek içeriye geçtik. Kapıda duran görevli oturacağımız yeri gösterdiğinde en köşede duran masaya ilerleyerek oturdum. Daha az önce yanımda olan Samet’e bakındığımda ortalıktan kaybolduğunu gördüm. Aradan geçen birkaç dakika içerisinde elinde evrak çantası ile mekâna giren Samet görüş açıma girmeyi başarmıştı. Beni görür görmez masaya ilerleyip karşıma oturdu. Elindeki evrak çantasını da masanın üzerine koyduktan sonra arkasına yaslandı. Gelen garsona siparişlerimizi verdikten sonra ilk konuşmaya başlayan kişi Samet oldu.

“Yeniden dava açmışlar.” Dedi ruhsuz bir ses ile.

Çattığım kaşlarım ile yüzüne bakındım. “Onu anladık. Gene ne için açmışlar davayı, iki dakika götlerinin üzerinde oturamıyorlar.” Diye söylendim sert çıkan sesimle.

“Ben sana dedim değil mi? Bu adam boş durmaz diye. Evet dedim!” dedi bir anda yükselerek.

Kaşlarım hızla çatıldı. “Eee tamam dedin. Ben demedin mi dedim geri zekâlı! Ne yapmam lazımdı? Ay dur Melih lütfen bana dava açma falan mı demem lazımdı adama? Boş boş konuşup benim canımı sıkma Samet!” yüzümdeki iğreti ifadeyle yüzüne baktığımda çenesi kasıldı. Yüzünü yana doğru çevirip soluklandı.

Tam konuşacağı sırada gelen yemekler ile diyeceği şeyi yutmak zorunda kalmıştı. Önüme konulan tavukları güzelce şişten ayırdığımda ağzıma atıp yavaşça çiğnemeye başladım. Yanına konulan pilav ve garnitürlerden sırasıyla yediğimde ne kadar acıkmış olduğumu yeni anlamıştım. Karşımda oturan Samet de bir süre daha konuşmayıp yemeğine gömüldüğünde onun da acıkmış olduğunu düşünerek sessizliğimi korudum.

“Bu sefer ellerinde deliller varmış,” kaşlarını havaya kaldırdı. “Öyle diyorlar yani.”

Dudaklarımda alaycı bir gülümseme oluştu. “Neymiş o deliller?”

“Bir video, bir ses kaydı ve üzerinde senin parmak izini taşıdığını öne sürdükleri bir cisim.” Dedi ona gelen delilleri bana da aktararak.

Kaşlarım havalandı. “Video, ses kaydı ve bir cisim öyle mi?” dedim.

Dudaklarımdaki alaycı gülümseme gerçek bir gülümsemeye dönmüştü. Sırıtarak Samet’e bakındığımda, “Ne videosuymuş bu? Video şu anda yanında mı?” diye sordum.

“Var, var. Bekle bir dakika.” Diyerek evrak çantasına yöneldiği esnada tavuklarımdan bir parça daha kopartıp ağzıma attım. Tavuğun üstüne aldığım bir çatal pilavı da çiğnediğimde Samet çoktan videoyu bulup açmıştı. Elindeki telefonu bana verdiğinde aynı zamanda sesini kısmıştı. Etraf her ne kadar kalabalık olmasa da içeridekilerin duymalarına lüzum yoktu.

Videoyu başlattığımda görüntüler gözlerimin önüne serildi. Bir odanın ortasında elleri ve ayakları bağlı bir şekilde oturan bir adam vardı. Videonun ilerleyen saniyelerinde odanın kapısı açılıyor, içeriye bir kadın giriyordu. Kadın ise haliyle ben oluyordum... Oda girdikten kısa bir süre içerisinde aramızda bir konuşma geçiyordu. Adamın söyledikleri canımı sıkmış olacak ki, attığım ilk yumrukta sandalyesi geriye düşmüştü. Aradan geçen zaman içerisinde adamı yerden kaldırıp art arda attığım yumruklar ile tekrardan geriye düşüyor ve bayılıyordu. Bayıldığı an itibariyle de video bitiyordu.

Evet ben bu anı hatırlıyordum. Görüntüleri de bizzat onaylıyor, odaya giren kadının kendim olduğunu da biliyordum.

“Ne var bu video da şimdi?” diye sordum Samet’e merakla.

Samet başını iki yana salladı. “Sorun şu ki, videonun tarihi bize açtıkları ikinci davadan birkaç hafta sonra ortaya çıkmış. Bu videoya erişme süreleri iki üç gün anca oluyor. Her neyse, video çok eski, yani senin göreve başladığın ikinci sene falan olması lazım. Belki de daha erken… Video da adamı dövdüğün zaten apaçık ortada. Özellikle videonun üçüncü dakika yirmi sekizinci dakikasında kafasına doğru attığın sert yumruk ile tekrar geriye düşüyor. Sen attığın her yumruk ile ölüme bir adım daha yakınlaştırmışsın adamı. Dövmen bittikten sonra sorgu odasından çıktığında, adam kriz geçiriyor olacak ki, polisler tarafından hastaneye götürülüyor. Bir saat gibi bir süre içerisinde beyin ölümü gerçekleşiyor. Adam sen döverken iç kanama geçirmiş. Hastaneye götür, muayene olsun, öyle böyle derken adam gitmiş. Beyin ölümünden birkaç gün sonra da vücudu iflas etmiş zaten.” Dedi.

İçeceğimden bir yudum alıp ağzıma tavuğumdan bir parça daha götürdüm. Lokmalarımı yuttuğumda merak ettiğim şeyleri sordum. “Eee her şey tamamda, davayı açan adam dövdüğüm adamın neyi? Yakınlıkları ne derecede? Bu dava bir kere açıldı tamam, hadi ikiyi açtılar tamam değil ama gene de tamam diyelim. Üçüncü dava neden açılıyor? Bu görüntülere nasıl erişmiş bunlar? Resmen çaldıkları görüntüleri mahkemeye veriyorlar.”

Beni dinlerken yemeğini yemeye devam etmişti. Son attığı lokmasını yutup sorularımı tek tek cevaplamaya başlamıştı. “Davayı açan adam Melih Çakır, bunu zaten biliyorsun. Videodaki adamı şu anlık bilmiyorum ama dövdüğün adam yüzde doksan dokuz Melih’in kardeşi. Kardeşi için bu kadar uğraşacak bir adam olduğunu düşünmüyordum aslında ama… üçüncü davayı açacaklarını ben zaten tahmin ediyordum. Hazmedemediklerini sende biliyorsun Armin. Kazanana kadar uğraşacaklarına adımın Samet olduğu kadar eminim.” Önündeki içeceğinden bir yudum aldı. Dilini dudaklarında gezdirip dudaklarını ıslattıktan sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Görüntülere nereden ulaştıkları konusuna gelirsek, polisten almışlar burası kesin zaten. Ama polisin direkt olarak avukata vermesi beni işkillendirdi. Çünkü olması gereken; görüntüleri, sesleri ve üzerinde parmak izini buldukları cisim her ne ise bunların hepsini hakimlere iletmeleri lazımdı. Bilmiyorum, bu görüntülere ya da delillere diyeyim daha doğru olur… Delillere ulaşmaları bu kadar kolay olmamalıydı.” Arkasına yaslandığında yüzündeki ifadeden bir şeyler düşündüğü belli oluyordu.

Tabağımda kalan son yemekleri de ağzıma koyduğumda güzelce çiğneyip yuttum. Dudaklarımı peçete yardımı ile sildiğimde arkama yaslanıp Samet’e baktım. “Bu davanın açılış amacı ne? Ben sadece görevimi yaptım. Hâkim bunu zaten biliyor ne diye kabul ediyorlar bu davayı sürekli?” dedim yavaş yavaş sinirlenmeye başladığımı yansıtan sesimle.

“Bir bilsem, bir de ben bilsem.” Büyük kemikli elini saçlarının arasından daldırıp hızla saçlarını karıştırdı. “Davanın ilk kabul olma sebebi, davanın cinayet davası olarak ileri sürülmesiydi. İlk davada Hâkim tüm detayları ile bizim davamızı incelediğinde davayı kazanmamız çok da zor olmamıştı. İkincide de aynısı oldu. Eminim üçüncü de de aynısı olacak ama hâlâ neyin ısrarındalar ben anlayamıyorum.”

Güldüm. “Sanki yolda yürürken beynini patlattık adamın.”

Gülmeme karşılık Samet de gülümsedi. “Kazanacağız zaten boşuna uğraşıyorlar. Sen Miralaya söyledin mi davayı?” diye sordu meraklı çıkan sesi ile.

Başımı olumlu anlamda salladım. “Tabii ki söyledim. Ben söylemesem zaten kendisi sistemden görecek ne fark eder” kollarımı göğsümde bağlayarak arkamı yaslandığım yüzüm buruştu. “Dava niye Ankara da ya? Kim gidecek on beş saatlik yolu şimdi?” dedim aheste aheste çıkan sesimle.

“Biz.” Dedi sırıtarak.

Omuz silkip “Üf Samet.” Dememle yüzündeki gıcık sırıtışı silip değişik değişik yüzüme bakmaya başladı. “Ne var ya? Ben mi dedim adamlara dava açın da Ankara’ya gelelim diye. İlk iki dava da Ankara da olduğu için üçüncüyü de Ankara adliyesinde yapacaklar. Benim keyfime göre değil yani Hanımefendi.” Dedi ciddi çıkan sesiyle.

Gözlerimi yumarak ofladığımda belli bir süre sakince oturdum. Samet bu sessizlikten hoşnut kalmamış gibi yerinde kıpırdanırken, çok geçmeden sesini duydum.

“Bu arada o gün aramıştın ya hani,” konuşmaya başlamasıyla araya girdim. “Bak Samet sana değer verdiğimi az çok bilirsin. Son zamanlarda yanımda kimse yokken gördüğüm yüz senin yüzündü. Seni onların yerine koydum. En azından Emir’in hatırı içindi.”

Evet. Samet Yıkım’dan Emir’in arkadaşıydı. Samet ile Emir sayesinde tanışmıştık.

Dudaklarımı ıslatarak bakışlarımı masaya düşürdüm. “Beni bu süre zarfında az çok tanımışsındır. Bana yalan söylenmesinden asla hoşlanmam. O gün benimle gelirken deseydin ki, Armin kız arkadaşım veya her neyse artık sevgili, nişanlı falan… onun için Hakkâri’ye geliyorum deseydin ben ne diyecektim ki? Yok Samet o kadın için gidemezsin benim için gel falan mı? O kadın için gittiğini düzgünce söyleseydin ben zaten bir şey demeyecektim. Niye durduk yere yalan söylemek gibi bir gaflete düştün ki? Çok mu lazımdı bu yalan şimdi? Sen söyle.”

Yüzündeki acı ifade ile gözlerime baktı. “Ne desen haklısın ama ne bileyim işte… sende Hakkâri’ye gidince beraber gidelim istedim. Zaten kafan allak bullaktı biraz olsun dağılır dedim. Özür dilerim ne diyebilirim ki?”

Başımı iki yana salladım. “Her neyse, düğün ne zaman?” ciddiyetle sorduğum soru Samet’i afallatmaya yetmişti.

“Ne düğünü?” dedi anlamadığını belli eden ses tonuyla.

“Senin düğün işte, ne zaman gidiyoruz istemeye falan.” Dediğimde yüzündeki ifade görülmeye değerdi.

“Ya of Armin abartma. Bir şey yok daha dur.”

Kaşlarım havalandı. Sandalyemi öne doğru iterek Samet’e yakınlaştım. “Ne demek yok bir şey? Birde bayıl istersen şuraya. Sen kalk ta Ankaralardan kız için Hakkâri’ye taşın sonra da dur dur aramızda bir şey yok de. Oldu paşam var mı başka? Tamam uzatma da söyle ne zamandır berabersiniz.”

Omuzları yukarı kalkıp geri aşağı düştü. “Bir, bir buçuk seneye yakın oldu işte.” diye söylendi hafif bir tebessüm ile.

Gözlerim büyüdü. “Oha!” verdiğim tepkiyle bizden uzak olmalarına rağmen benim sesimle bizim masaya dönen gözlere özür dileyip Samet’e geri döndüm. “Oğlum şaka mısınız siz? Kızın anası babası biliyor mu bari? Sen söyledin mi annelere?”

Başını salladığında ciddiyetle bana baktı. “Ben söyledim annemlere, o da söyledi. Çoğunluk biliyor yani.”

Dedikleriyle göz devirmem bir oldu. “Bir nişan falan yapaydınız bari, ne beklediniz bu kadar?”

Kıstığı gözleriyle yüzüme bakıp konuşmaya başladı. “O işler öyle olmuyor Armin Hanım. Her şeyin bir zamanı bir sırası var.”

Elimi ‘ohoo’ dermişçesine salladım. “Gelmişin otuz yaşına daha zaman diyorsun. Az daha beklersen zaten nikahta masanın üzerine yığılı kalırsın sen.” Dedim dalgaya vurarak.

Kaşları hayretle havaya kalktı. “Bir saniye, bir saniye. Ben miyim otuz yaşında olan? Kızım bana diyene kadar dön kendine bak be sen. Aramızda sadece bir yaş var.” Demesiyle hızla konuşmaya başladım. “Evet işte bir yaş var. Hatta ben daha yirmi yedi olmadım o yüzden iki yaş bile sayılabilir… Bak şöyle düşün sen otuz yaşındayken ben yirmi dokuz yaşımda oluyorum. Yani mantıken sen benden önce otuz yaşında olacağın için benden daha yaşlı sayılacaksın. Dediğim gibi az hızlanın yoksa masaya yığılı verirsin.” Aklıma bir şey gelmiş gibi masaya doğru eğilip yüzümü Samet’e yaklaştırdım. “Bak yığılınca tutmam ha.” Yaklaştırdığım yüzümü büyük eliyle yüzüme kapatarak beni geriye doğru itti. “Karım tutar zaten sana ne gerek var?” Ağzım açık bir şekilde yerime oturup sırtımı sandalyeye yasladığımda konuşmaya başladım. “Oho sen şimdiden hanımcı olmuşsun.” Dedim gülerek.

Kollarını önünde bağlayarak yüzüne ciddi bir ifade takındı. “Tabii kızım ne sandın? Bizde işler böyle yürüyor.” Dediği şey ile kahkaha atmam bir olmuştu. Her ne kadar uzun süreli bir ilişkiden şimdi haberim olsa dahi onun adına sevinmiştim. Samet şimdiye kadar karşında olan her kadına karşı oldukça kibar ve nazikti. Kız arkadaşı ile mutlu olduklarını düşünüyordum.

“Evlenme teklifi ettin mi?” diye sordum meraklı bakışlarım eşliğinde.

Dudakları büzüldü. “İkimiz içinde güzel hatırlayacağımız bir an olsun istiyorum. Ama şu ana dek aklıma değişik bir fikir gelmedi hiç.”

Kınarcasına dilimi damağıma vurdum. “Aaa sende ama artık, girin denizin altına aç yüzük kutusunu görüce bir şok olur herhalde? Görür görmez hemen takar zaten,” niye dermişçesine kafasını salladı Samet. “Ne demek niye? Denizin dibine mi gömülsün yüzük hemen takacak ki Samet Bey yüzüğü düşürmesin.” Ciddiyetle kurduğum cümleyi sonlara doğru gülmeye başlamamla bozmuştum. Gülmem kahkahaya döndüğünde Samet masanın üzerine bıraktığım sigara paketini üzerime attı.

“Ya iki dakika bir ciddi olur musun Armin? Allah aşkına ya.”

Yanaklarımı şişirip indirmemle dalgaya vurmadan konuşmaya başladım. “Ya git güzel bir yer bul, sonrada güzelce teklifini et işte. Zaten teklifi duyunca mutlu olacak, yok bana niye burada teklif ettin ben değişik bir şey istiyordum demez herhalde.” Dedim düşünceli bir ifade ile.

“Zaten öyle şeylere çok takılmaz ama olsun gene de güzel bir teklif olmasını istiyorum.” Dedi.

Derin bir nefes aldım. “Bak Samet, her ne kadar az önce dalga geçer gibi söylesem de yaşın ilerliyor, sadece senin değil benimde ama ben istisnayım kardeşim bırak beni. Yaşın olmuş yirmi sekiz evlendin ettin, gezdin tozdun derken otuz olacaksın. Daha bunu çocuğu var onu var bunu var, bu kadar beklemektense bir an önce teklifini et, aile büyükleri ile konuşun kızı da bir güzel de isteyin sonrası da Allah’a emanet artık. Bir şekilde devamı gelir diye düşünüyorum.” Diyerek fikrimi Samet’e sundum.

Bir süre düşündü. “Aslında doğru söylüyorsun. Ben zaten yüzüğünü aldım. Dur hatta yanımda bak sana da göstereyim. Nasıl yüzük sende söyle.” Evrak çantasının en ön küçük gözünde siyah kadife bir kutu çıkardığında kutuyu açıp bana uzattı. Tam elime alacağım sırada mekânın içinde kopan alkış tufanı ile neler olduğunu anlamak için başımı çevirdim. Mekân ne ara bu kadar dolmuştu böyle?

“Evet de kızım, evet de!” dedi bir teyze. Yan masadan yaşını almış bir beyefendi de alkışlayıp hemen ardından bağırmaya başladı. “Bu çocuğu kaçırma kızım bak eli yüzü de düzgün evet de evet de!”

Art arda bağıran teyzeler, amcalar ve bizimle yaşıt görünen gençler hem evet de diye bağırıyor hem de alkışlayıp ıslık çalmaya devam ediyordu. Tam yanlış anlaşılmayı düzetmek için dudaklarımı araladığımda başımızdan aşağı patlayan konfeti ile ne yapacağımı bilemez bir şekilde Samet’e döndüm. Samet de aynı şaşkın ifade ile bana bakıyordu. Genç garsonlardan bir tanesi önümüze güzel bir pasta koyduğunda Samet en sonunda konuşup yanlış anlaşılmayı düzeltmişti. Mekânın içerisi kısa bir süre içerisinde eskisi gibi olduğunda Samet’e dönüp elindeki yüzük kutusunu aldım.

Kutuyu tekrardan kendim araladığımda kutunun içerisindeki minik ışık yüzüğü aydınlatmaya başlamıştı. Yüzük, baget kesim bir yüzüktü. Bagetin ortasındaki büyük taş açık mavi tonlarındaydı. Mavi tonlarının etrafını saran küçük pırlantalar yüzüğün parıl parıl parlamasına neden oluyordu. Yüzüğü yerinden hafifçe çıkardığımda yüzüğün içerisinde italik bir yazı ile yan yana yazılmış iki isim görmüştüm.

Tuğba-Samet Öz

Zarif ve küçük bir tonlama ile yazılan isimleri gördüğümde dudaklarımda hafif bir tebessüm ortaya çıkmıştı. Yüzük gerçekten zarif, şık ve sade olmasına rağmen çok güzeldi. Yüzüğü tekrardan kutusuna yerleştirip yavaşça kapağını kapatarak Samet’e geri uzattım.

“Çok güzelmiş gerçekten. Zarif ve oldukça şık bir yüzük, ben beğendim şahsen Tuğba da beğenir bence.”

“Tuğba?” dedi kaşlarını kaldırarak sorar gibi bir edayla.

Alt dudağım öne doğru uzadı. “Yüzüğün içinde Tuğba yazıyor. Tuğba değil mi kızın adı?”

Yüzü bir an afallar gibi oldu. Verdiği bu tepkiye anlam veremesem de çok da üstünde durmadım. “Yok hayır adı Tuğba tabii ki. Sana adını söylememiştim ya, bir anda sende adını söyleyince bende dedim ben mi söyledim? Merakımdan sordum yani odan.”

Kurduğu cümlenin devrik olmasına mı, bir anda panikleyip cümleyi evirip çevirmesine mi şaşırsam bilemediğim için gözlerimi sakince yüzünden çektim. “Her neyse, öyle işte.”

Yemeklerimiz bittiğinden boş boş oturup duruyorduk. Aradan geçen beş dakika sonunda Samet’in sorduğu soruyla ağzım kulaklarıma vardı. “Türk kahvesi içer misin?”

“Ay, olur olur içeriz.”

Verdiğim tepkilere sevindiğinden olsa gerek, gözlerinin yanındaki kırışıklardan gülüşünün gerçekliği anlaşılıyordu. Garsonuna gelmesi için elini kaldırdığında iki tane orta şekerli Türk kahvesi söylemişti. Bence kahve az da olsa şekerli olmalıydı, hiç şekeri olmayan bir kahveyi içmek zift içmekten farksızdı benim için. Kahvelerimiz geldiğinde Samet’in konuşması ile ilgi odağım sempatik yüzü olmuştu.

“Bu tepkilerini özlemişim.” Dedi hafif bir tonlamayla.

Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. “Bende ben olmayı özlemişim be Samet. Robot gibi yaşamak benlik bir şey değil ki, beni tanıyan bilir zaten. Sürekli ağzı kulaklarına varan bir tip olduğumu, oynak bir müzik çalınca iki dakika yerimde oturamadığımı, bebeklere olan ilgimi, yakın arkadaşlarımla dışarda oturup kahve içmeyi… Daha sayılamayacak bir o kadar şey var. Mesleğim gereği beni hep sert bir tip sandılar, tamam zaten gevşek bir karakterim yok ama gene de ben robot değilim ki. Bende bir insanım, son yaşananlar beni her ne kadar yıpratsa bile ben çıkıp hayatıma devam etmek istiyorum. Olayın ne olduğunu bile bilmiyorum ki ben…” yavaş yavaş birine içimi dökmenin vermiş olduğu rahatlık ile gözlerim dolmaya başlamıştı. Gülümsememi dudaklarımdan ayırmayarak gözlerimi tavana diktim. Kahvemden küçük bir yudum alarak konuşmama kaldığım yerden devam ettim. “Bilmiyorum ya,”

Lafımın yarım kalmasının sebebi Samet’in araya girerek bana sorduğu soruydu. “Armin?” dedi sorarcasına.

“Efendim.” Dedim kısık bir ses ile.

“Şimdi sana bir şey soracağım, sadece içinden ne geçiyorsa bana onu söyle tamam mı?” dedi.

Başımı yavaşça sallayarak onu onayladım. “Hım.”

“Asker olmaktan, yani yaptığın meslekten memnun musun?” diye sordu en içten çıkan sesiyle.

Bir süre düşündüm. Elalarım önümdeki kahveye kaydığında bu sorunun cevabını hiç kimseye vermediğimi, bana bu soruyu soran kimsenin olmadığını hatırladım.

“Bu soruyu kimseden duymadığım için, verecek cevabım ne olurdu kestiremiyorum. Şahsen askeri yönelime ilk atılan kişi bendim. Beni yetiştiren ya da bana akıl hocalığı yapan kimse yoktu. Ben kendi iç güdülerime dayanarak bu mesleği seçtim. Şimdi bakıyorum da başka bir mesleğe ait göremiyorum kendimi. Sanki ben asker olarak doğmuşum, hep bu mesleğin bir parçasıymışım gibi hissediyorum. Belki askerliği seçmeden önce zihnime farklı meslekler dolsa ister istemez bocalardım ama tercihim gene aynı olurdu. Bu meslek için kendi canından fedakârlık eden onca yiğit varken, bu soruya olumsuz yanıt vermem onlara saygısızlık olur.”

Bir kadın için askerlik zordu, bunu canı gönülden söyleyebilirdim. Askerlikten kastım, bordo bereli bir asker olup rütbeni Üsteğmenliğe kadar taşımaktı. Bu rütbeyi kolay kazanmamıştım. Bırakmaya da bir yönelimim yoktu. Olamazdı. Beni bu meslekten ayıran tek şey ölüm olurdu. Şehitliği meslekten ayrılma olarak dillendiremezdim. Şehitlik bu mesleğin en gözde rütbesiydi. Tek sorunum ölüm olurdu. Ama tercih hakkım olsa şehitliği ölüme tercih eder, bir saniye olsun düşünmezdim.

Gözlerimi Samet’e çevirdim. “Şöyle bir düşündüm de nasıl oldu da Miralay ile yollarımız kesişti hâlâ anlam veremiyorum. Harp okulunda yapılan eğitimler sırasında o da başımızdaydı. Beni gördüğünde ekstra bir ilgisini çekmişim, öyle diyor güya… başımdan bir dakika ayrılmamıştı. Vazgeçmem için elinden geleni yapmış gibi ne var ne yoksa benim üstümde denemişti. Harp okulundan derece yapıp ayrılmamla o günden beri de peşimden ayrılmadı. Belki de ondan olsa gerek, annemle babamın yokluğunu hissedemedim. Yani tabii ki hissettim ama Miralayın bana kafayı takmasıyla hayatım üç yüz altmış derece döndü resmen. Yok harp okulunda derece yap, yok eğitimi tamamla derken annemleri aramaya fırsat olmadı desem yeridir herhalde. Ama şöyle de düşünüyorum, eğer ki bana ulaşmak isteselerdi çok kolay bulurlardı. Ben hatırlıyorum annemin de babamın da elleri kolları uzundu. Hep bir iş peşindelerdi, benimle ilgilendikleri vakit çok kısaydı. Aksi olsa, velev ki hep benimle ilgilenmiş olsalardı, geçmişim bu kadar parça parça olmazdı. Çoğu şeyi hatırlardım diye düşünüyorum.” Ara ara durup kahvemden yudumlar almayı unutmamıştım. Kahvemden bir yudum daha aldım. “Ama her şeyi bir kenara bırakıp; sakince mesleğimle ilgileneyim, güzelce yaşayım. Allah nasip ederse şehit olayım, bunlar bana yeter.” Dedim.

Kahvesinden bir yudum alıp gözlerini üzerime çevirdi. “Miralay ile arandaki bağı seni tanıyan herkes bilir zaten. Annen ve babana gelecek olursak, çocukluktan bir üst kademeye, ergenliğe geçtiğin dönemlerde, kendinin farkına varmaya başladığın zamanlarda bağınızın kopması bir nevi iyi bile olmuş olabilir. Bir mesleğin oldu, bu meslek senin tanınmanı, elinin kolunun uzamasında yardımcı oldu. Belki annenler ile büyüseydin bu mesleği eline bile alamayacaktın. Baş belanla tanışmayacaktın.” Son dediği şey ciddiyetimi bozmuş, gülmeme vesile olmuştu. Miralay ile çok geçinemiyorlardı. Sebebini bir türlü çözemediğimden, ne olduğunu da bilemiyordum. Baş belam da Miralay oluyordu.

Alt dudağım öne doğru çıktı. “Yani, iyiyim ben ya. Son yaşananlara bakarsak, bunların bir noktada olacağı zaten belliydi. Sadece yaşamak zor geldi, ama şu an iyiyim.” Dedim cümlelerimi toparlayarak.

Yüzünde inci gibi parıldayan dişlerini ortaya dökecek bir gülümseme yer aldı. “Anlat bakayım, tim ile nasıl gidiyor? Kimler varmış, kimler yokmuş bu timde? Nedir, ne değildir? Başla işte…”

Yüzümü sıvazlayıp ellerimi ayırmam ile ellerimin birbirine çarpıp kenetlenmesi bir oldu. “Ay, hızlı bir tanışma oldu ya. Ne biliyim işte, bu kadar çabuk kaynaşmayı düşünmemiştim ben.” Dedim gülümseyerek. Galiba time ısınamaya başlamıştım.

“Kaç kişisiniz?” dedi merakla.

Derin bir nefes aldım. “Benimle beraber altı kişiyiz.”

“Nasıl kurmaya karar vermişler bu timi? Bana biraz hızlı geldi olayların oluşması falan. Kimler var? İsimleri neler? Kafa dengi biri var mı aralarında?” art arda sorduğu sorular bir anlık beynimi allak bullak etmiş olsa dahi sırasıyla hepsine cevap vermiştim.

“Nasıl kurmaya karar vermişler? Güzel soru. Zaten böyle bir planları olduğunu az çok tahmin ediyordum. Özel ve güçlü bir tim kurmak istemeleri üzerine, eğitimlerde başarılarla alandan ayrılan askerlerin dosyalarını inceleyip time davet ettiler. Öyle böyle derken tim kuruldu. Ertuğrul Teğmenim, değişik bir adam. Ne biliyim yani, en ufak olayda laf sokma çabası içerisinde. Biraz garip sadece. Kalender var timdeki ikinci teğmenim. Eli yüzü düzgün, üslubu da gayet güzel, Ertuğrul Teğmene kıyasla daha beyefendi bence. Başçavuşum var Tekin. Kalender ile iyi anlaşacaklar gibi duruyor. Daha ilk günden boğuşmaya başladılar, iyi bir ikili olur onlardan. Tekin de iyi biri gibi… Şu an için hiçbirini tamı tamına tanıyamıyorum, sadece gözlem. Üstçavuşum var… Âhi Alphan, değişik birisi. Nasıl demem lazım yani, hâl ve hareketleri bir garip geliyor. Sanki gizemli bir kutu gibi. Bir şeyler biliyor gibi düşünceli, ne zaman kafamı çevirsem sürekli bir yerlere dalmış buluyorum onu. Ya da ne zaman göz göze gelsek çok derin, çok anlamlı bakıyor Samet. Ben anlam veremiyorum. Son olarak da çavuşum var, Yıldırım. Yıldırım kırılmış bir çocuk, kendi kendini büyütmüş. Tam kendini toparladığını düşündüğü dönemde tekrardan parçalara ayrılmış bir çocuk. Ne yalan söylesem, kanım en çok çavuşuma kaynadı. Ben galiba Yıldırım’ı kendime benzetiyorum. O büyüdüğü dönem, hayat şartları… Sanki karşımda küçük Armin var gibi…” kahvemin son yudumunu içtiğim esnada ağzıma gelen telve ile suratım buruştu. Telveyi zor zahmet yutup soluklandım.

“Benim gibi, onu da çok kırmışlar. Biliyor musun Samet?” aklıma gelen an ile yüzümdeki hafif tebessüm büyüdü.

“Hım.” Diyerek karşılık verdi Samet de.

“Bana uzun bir aradan sonra sıkıntılarını anlatan ilk kişi Yıldırım oldu. Sanki yıllardır onunla birlikteymişim gibi çok sıcak yaklaştı bana.” Yanaklarım şişip hızla geri söndü. “Ya ne bileyim ben, her şey o kadar hızlı oldu bitti ki… İlk timimi kaybettim. Tamam bak şu an yavaş yavaş alıştım. Mantıklı bir şekilde düşünebiliyorum. Zaten bir gün elbet şehit olacaktık, şehit oldular. Vatanı korumak için çıktıkları yolda şehit düştüler. Şimdi tekrar düşündüm. Zaten böyle olmalarını isterlerdi.”

Derin bir nefes aldım. “Samet,” dedim fısıltıyla.

Kollarını önüne bağlayarak dikkatle bana baktı. “Armin.” Dedi naif bir sesle.

Yüzümü ovuşturarak, “Ben galiba yokluklarına alışmaya başladım. Yani, yeni timde olayın içine girince, yeni bir düzene ihtiyacım olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Bir tarafım onlara ihanet ediyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor, bir tarafım ise yeni tim ile devam edip, hayatıma bakmamı söylüyor.” Ben konuşurken Samet garsondan bir kahve daha istemişti. Yeni kahveler geldiğinde çok bekletmeden kahvemden bir yudum aldım.

Ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. “Ben, galiba ikinci tarafımı dinleyeceğim. Çünkü hayat, yas tutup gençliğimi iyice çürütmeme neden olacak kadar kısa maalesef.” Derin bir nefes aldım, her zamanki gibi… Başımı kaldırıp Samet’in gözlerinin içine baktım. “Ben tekrardan hayatıma devam etmeye karar verdim. Yeni time bir şans vermeye, birlikte güzel başlangıçlar yapmaya karar verdim.” Dedim son nefesimi kullanana kadar.

Kahvesini benim kahvemin yanına doğru itti. Karşımda oturduğu sandalyeden kalkıp yanıma oturdu. Sonbaharı andıran açık kahve gözlerini yüzüme diktiğinde güzel gülümsemesini bana sundu. “Hakkında hayırlısı,” büyük ellerini ellerimin üzerine sardı. “Verdiğin bütün kararlarda… doğru veya yanlış fark etmez, her zaman yanındayım. Verdiğin bu karardaki fikrimi sorarsan eğer, bence verdiğin karar son derece doğru. Onlar şehit oldu diye yıllarca yas tutman gerekmiyor. He bu demek olmuyor ki, hiç üzülmeyeceksin. Elbette ki üzüleceksin ama bu üzülmenin ardında hayatına da devam edeceksin. Yeni bir timin var, anlattığına göre Yıldırım dikkatini çekmiş. Ben hissettim şahsen, iyi anlaşacaksınız gibi geliyor bana. Emin ol bunu canı gönülden söylüyorum Armin, artık mutlu olmanı senden çok ben istiyorum. Gülünce dudaklarının yanlarında çıkan minik kırışıklıkları görmek insana huzur veriyor. Gülmek sana çok yakışıyor Armin, mutlu olmana mâni olacak ne varsa uzaklaştır çevrenden. Sen en iyilerini hak ediyorsun.”

Konuşmaya başladığından beri yüzümden ayrılmayan tebessüm iyice büyüyerek sırıtmaya dönmüştü. Yüzümde birçok duygu oluştuğunu hissediyordum. Minnet, huzur ve verdiğim karar yüzünden içimde oluşan minik kıpırtılar…

Samet ile biraz daha havadan sudan sohbet ettiğimizde en sonunda kalkmak için hazırlanmıştık. Hesabı ödeyip arabaya geçtiğimizde aramızda herhangi bir konuşma geçmemişti. Evin önüne geldiğimizde önce döküp beni bıraktığı için teşekkür ettim. Hemen ardından, “Tuğbaya evlenme teklifi edeceğin zaman haber ver bari, belki tanışırız.” Dedim güler yüzümle.

Gülümseyerek başını yana yatırdı. “Olur haber veririm mutlaka, müsait bir zamanda da tanıştırırım ikinizi. Sever seni, o da senin gibi oldukça güler yüzlü zaten.” Son söyledikleri yüzümdeki gülümsemeyi daha çok arttırmıştı. Arabadan indiğimde apartmana doğru adımladım. Evin olduğu kata çıktığımda vakit kaybetmeden içeriye girdim.

Ayakkabılarımı ve paltomu çıkartıp kenara koyduğumda gözüm kolumdaki kol saatine kaymıştı.

20.46

Saatin daha erken olmasından faydalanarak mutfağa geçtiğimde dolaptan sütü çıkartıp cezveye koydum. Isınmasını beklediğim sırada üzerimdekilerden kurtulup daha rahat şeyler giymiştim. Isınan sütü uzun ve şık bardaklardan birine boşalttım. Kenarda duran baldan içine atıp karıştırdığımda bardağımı elime alarak salona geçtim.

Rahat koltuğa güzelce yayıldığımda sütümden bir yudum aldım. Evi geldiğimden beri ilk defa kullanıyordum resmen.

Balkonun camından dışarıya baktım. Yolda dört kişilik bir arkadaş grubu gülerek yürüyorlardı. Zihnim ister istemez maziye kayarken dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. Gençlik zamanlarında elbette ki edindiğim birçok arkadaşım vardı. En basitinden bir düğünde tanıştığım dörtlü gibi...

Kendi kendime gülerek telefonumdan sosyal medyaya girdiğimde, onları anmışım gibi önüme bir video düşmüştü Karşıma çıkan videoda bizim ekip vardı. Hüseyin, Çağrı, Burak, Hamza.

Ben bu ekiple bir düğünde tanışmıştım. Benim karşımda oynayan kimse olmayınca aralarından birileri sırayla karşıma geçip oynamaya başlamıştı. Düğün sonuna kadar sohbet muhabbet derken ortam iyice ısınmıştı. Ondan sonra ne zaman bir düğün olsa aramızdan birinin düğün sahibini tanıması bize yetiyordu, hep beraber gider iyice oynamadan geri dönmezdik. Uzun süredir bir düğün olmamıştı. Belki de olmuştu ama ben ortalıklarda yoktum tabii o sıralar… Videodan anlaşılan üzere de gene bir düğün vardı. Ellerindeki kaşıkları ustaca hareket ettiriyorlar, peş peşe dönüp bir süre sonra dağılarak karşı karşıya oynamaya başlıyorlardı. Etraftaki insanlara bakındığımda gene tanıdık bir yüz görememenin verdiği sırıtmayla ayak üstü tanıştıkları birinin düğünü olduğunu anlamış olmuştum.

Videoyu Hüseyin paylaşmıştı. Aralarından karşıma geçip ilk oynayan Hüseyin olunca karambole bir şekilde en iyi onunla anlaşır olmuştuk. Videoyu beğenip kaydırdığımda sütümden bir yudum aldım. Kendi profilime girdiğimde uzun bir zamandır bir şeyler paylaşmamış olduğumu gördüm. Bir süre eski gönderilerle bakıştığımda en sonunda sıkılıp kendi odama geçmiştim. Geldiğimden beri bir türlü düzeltemediğim dolabımı açtığımda her yer her yerdeydi.

Yazlıkları ve kışlıkları iki grup olmak üzere yatağın üzerine yığdığımda tuvalette bulduğum toz bezleri ile dolapların içlerini silmeye başlamıştım. Bütün her yeri güzelce sildiğimde yazlıkları dip tarafta kalan dolaba kaldırmıştım. Şu an giymeye uygun olan kıyafetleri ise diğer dolaba koyduğumda ortada kalan çift kapaklı dolap boş kalmıştı. Orta dolaba ise özel günlerde giymeyi çok sevdiğim takımlarımı yerleştirmeye başlamıştım. Ceketler ile takım olan pantolonları bir askıda birleştirerek dağılmalarını önledim. Geriye kalan birkaç elbiseyi de kalan yerlere astıktan sonra dolaplarla işim bitmişti. Ankara’dan getirdiğim cilt bakım ürünlerini geldiğim gün bir kutuya koymuştum. Kenarda duran kutudan çıkardığım kremler, maskeler, parfümler ve makyaj malzemelerini geldiğimden beri boş duran makyaj masasının üzerine koydum. Kutunun içerisinden daha önce Ankara’da da kullandığım küçük sepetleri de çıkardığımda kremleri ayrı makyaj malzemelerini ayrı ayrı sepetlere koymaya başladım. Tüm sepetlere sık kullandığım eşyaları özenle yerleştirdiğimde makyaj masanın üzerlerine tek tek dizmiştim. Banyodaki cilt bakım ürünlerim çok da dağınık olmadığından orayı pas geçmiştim.

Tam ne yapsam diye düşündüğüm esnada telefondan gelen bildirim sesiyle gözlerim kilit ekranına kaydı.

EFSANELER ALTI KİŞİDEN OLUŞUR GRUBUNDAN +6 MESAJ

Tekin Akar: Ne haber gençlik? (21.54)

Yıldırım Kıran: Oooo Komutanım, siz yaşıyor musunuz ya? (21.57)

Kalender Çiler: Yazdığına göre ölmüş Yıldırım :/ (21.58)

Yıldırım Kıran: Hahahhahaah çok komik… (22.00)

Kalender Çiler: Hiii! Komutanına ettiği laflara bak hele. (22.01)

Tekin Akar: Tamam, tamammm. Benim için kavga etmenize gerek yok arkadaşlar, sakin olun. (22.03)

Kalender Çiler: Senin için kavga eden kim? (22.04)

Tekin Akar: Beni sevdiğini biliyorum küçük bit :)) (22.04)

Kalender Çiler: Ne bit, ne bit? (22.05)

Tekin Akar: Küçük… (22.07)

Altı mesajdan destana dönen konuşmaya girme fırsatım olmadığından sadece okumakla yetiniyordum.

Âhi Alphan: Dolaylı yoldan sana yavşak dedi Kalender kardeşim… (22.09)

Ortamı karıştırıp giden yengeler gibi araya giren Âhi ile yüzümde pis bir sırıtış belirdi.

 

Armin Tan: Sen niye ortalığı karıştırmaya gelmiş yengeler gibi aralarını kızıştırıyorsun ya? Sussana bir. (22.10)

Âhi Alphan: Siz karışmayınız lütfen hanımefendi. Bu ciddi bir konu, sonuçta ortaya atılan bir, küçük bit=yavşak kelimesi var. (22.11)

Kalender Çiler: Yalnız Âhi’ciğim yavşak falan ayıp oluyor. (22.12)

Âhi Alphan: Üstüme iyilik sağlık Komutanım. Ben değil, Tekin Komutanım söyledi. (22.14)

Kalender Çiler: Öyle olsun Üstçavuşum. Yarın içtimada konuşuruz yeniden, bitmiş küçükmüş falan. (22.15)

Kalenderin son mesajı ile dudaklarımın arasından kaçan kahkaha ile gelen mesajları okumaya devam ettim.

 

Âhi Alphan- Gruptan ayrıldı

Âhi’nin Kalender’in mesajı ile saniyesinde gruptan çıkması ile kahkahalarımın ardı arkası kesilmiyordu. Arada geçen yarım saniyede Âhi tekrardan gruptaydı.

 

Kalender Çiler- Âhi Alphan kişisini ekledi

Tekin Akar: Kalender çorba içmeye gidelim mi? Karnım çok acıktı hadi ya. (22.18)

Kalender Çiler: Harbi mi? Oğlum kalk hemen gidelim, bir işkembe, kelle paça iyi gider şimdi… (22.19)

Tekin Akar: Var mı bildiğin bir yer? (22.19)

Kalender Çiler: Olmaz olur mu? Bekle bir dakika. (22.21)

 

Kalender Çiler- bir konum gönderdi.

Gruptan çok özel sohbete dönen mesajlaşmadan çıkacağım sıra gelen mesajla dudaklarımda pis bir sırıtış belirdi. Belli ki birilerini rahatsız etmiştik.

Ertuğrul Duman: Lan oğlum sizi bana sayıyla mı gönderiyorlar? Gece gece elli tane bildirim geliyor. Gidip özelden mi yazışsanız acaba? Bir uyutmadınız! (22.27)

Beyefendi rahatsız olduğundan ne Tekin ne de Kalender bir daha yazmamıştı. En son mesaj Ertuğrul’dan gelirken bende sohbetten çıkıp yatağıma uzanmıştım. Normalde bu saatlerde yatmak pek bana göre değildi ama sabahın köründe kalkan biri için oldukça geç bir saatti. Sabahları kalkmak beni her ne kadar zorlasa da iş gereği kalkmam gerekiyordu. Mesleğin bana en zıt yanlarından birisi buydu. Erken kalkmak.

Uykuyu oldukça seven bir insan için sabah dört buçuk, beş gibi saatlerde uyanmak…

 

KURTULUŞ

Uyanamama vesile olan cep telefonumun alarm sesiyle gözlerim saniyesinde aralanmıştı. Gözlerim arayan kişiden önce saate kaydığında daha saatin on ikiye yeni geldiğini gördüm. Arayan kişiye baktığımda tamda tahmin ettiğim kişi olduğunu gördüm.

BARÇA AKSOY

Aramayı hızla yanıtladığımda ilk duyduğum ses Miralay’ın sert ve ciddi sesi oldu.

“Üsteğmenim.”

“Emredin Komutanım!” hızla yataktan doğrulup ayağa kalktığımda çoktan üniformam ve giyeceklerimi çıkartmıştım.

“Görev var, hızlıca timini topla ve tugaya gel. Detayları geldiğinizde Erdem size anlatacak, tugaya gelmek için sadece yirmi dakikanız var. Acele ederseniz iyi olur!”

Sert sesi rüzgâr gibi esip kulağımdan bütün vücuduma yayılmıştı adeta.

Hızlıca gruba girip görevin olduğuna dair bir mesaj attım. İki dakika içerisinde giyindiğimde yanıma beylik tabancamı, asker kimliğimi, künyemi ve birkaç eşyamı daha almıştım. Gruba girip mesajın okundu bilgilerine baktığımda hiçbirinin görmemiş olduğunun verdiği sinir ile postallarımı giydiğim esnada Ertuğrul’u aramaya başladım. Yarım saniyelik bir çaldırış sonucunda açtığında hattın diğer ucundan gelen uykulu ses ile hâlâ uyuduğunu anladım.

“Alo, kimsiniz? Eğer önemli değilse beni mükemmel uykumdan ettiğiniz için-“

Uykulu ve yarım yamalak çıkan sesini hızla kesip yüksek bir sesle bağırdım. “Teğmenim! Hemen hazırlansan iyi edersiniz, timden atılmak istemiyorsanız tabii.”

Telefonu kapatır kapatmaz dört kat merdiveni de inmiş bulunmuştum. Hızla Kalenderi aradığımda saniyesinde açtı.

“Armin?” dedi sorarcasına.

“Teğmenim görev var. On dakika içerisinde tugayda olsanız iyi edersiniz. Sen Tekin’i ara bende Âhi ve Yıldırım’ı arayacağım.” Nefes nefese kalmış ve üstüne hızlı konuşmaya çalışan birisi ne kadar iyi konuşuyorsa o kadar konuşup durumu özetlemeye çalışmıştım.

“Tamamdır Komutanım. Tekin ve Yıldırım yanımda zaten geliyoruz on dakikaya, siz Üstçavuşumu arayın.”

Aramayı sonlandırdığımda çoktan yola çıkmıştım. Âhi’yi çaldırmam ile açması o kadar hızlı oldu ki konuşmaya fırsatım olmamıştı.

“Alo, Armin iyi misin? Bir şey mi oldu? Geley-“

“Üstçavuşum görev var. On dakika içerisinde Tugayda olursanız iyi olur.”

Telefonu kapatıp yan koltuğa fırlattığımda çoktan ana yola dönüş yapmıştım. Arabayı döndürmem ile arabaların arasında kalmam bir olmuştu. Önümde o kadar çok araba vardı ki… Arabaları geçip tugaya varmam nerdeyse yarım saat sürerdi. İşimden olmak istemediğim için arabayı ormana doğru kırıp hızla sürmeye başladım. Ağaçların kalın gövdelerinden oldukça uzak durmaya çalışarak ana yol ile ormanın bitiminin çakıştığı noktaya doğru sürmeye devam ettim. Arabanın arkası hızla havaya kalkıp geri indiğinde kütüklerden birine takıldığını anlamam zor olmamıştı. Gazı köklediğimde araba ileriye doğru atıldı. Hızla direksiyonu toplamaya çalıştığımda biraz mücadele sonucunda kütükten kurtulması becermiştim. Ana yola çıkan patikaya doğru ilerlediğimde patikanın yanından geçen arabaların sakinlemesini bekledim. Patikadan çıkıp ana yola saptığımda önümün boş olmasının verdiği rahatlık ile tugaya doğru sürmeye başladım. Toplam on üç dakika sonunda tugayın önüne geldiğimde telefonumu fırlattığım yerden alıp arabanın anahtarını kapıdaki erlerden birine fırlattım.

“Aslanım arabayı içeriye al, anahtar kalsın dönüşte alırım.”

Tugayın büyük kapıları iki yandan açıldığında beni karşılayan büyük bir bahçe olmuştu. Oyalanmayıp teçhizat odasının önüne geldiğimde hızla kapıyı açtım. İçeride hazırlanan Tekin’i gördüğümde hızla sordum. “Kalender ve Yıldırım nerede? Kalender ile konuştuğumda hep beraber olduğunuzu söylemişti.”

Tekin yavaşça başını salladı. “Beraber geldik. Birazdan burada olurlar komutanım.”

Kendi silahlarımın olduğu bana ait dolabın önüne geldiğimde görevde kullanacağım ağır silahımı elime almıştım. Açılan kapı sesi ile içeriye sırasıyla Âhi, Kalender, Yıldırım ve Ertuğrul girdi. Hepsinin üzerlerinde üniformaları vardı. Herkes kendi dolabının yanına gidip görevde kullanacakları eşyaları aldıklarında Kalender ve Tekin sıhhiye çantasının eksiği olup olmadığına bakıyorlardı. Tekin ve Kalender’e baktığım sırada içeriye giren Erdem ile bakışlarım üzerine kaydı.

Benimle göz teması kurduğunda konuşmaya başladı. “Komutanım gideceğiniz yere kadar sizi bırakacak ekiplerimiz hazır. İsmini duydunuz mu bilemem ama Komando timimiz gittikleri görevde pusuya düşürmüşler. Merkeze destek ekip çağrısı yapmalarının üzerinden yirmi dakikaya yakın bir süre geçti. Teröristler ile aralarında geçen çatışma hâlâ devam ediyor. Tim içerisinde bir yaralımız var. Oldukça kan kaybetmiş, şu an bilinci açık ama baygın bir halde. Acil yardımınıza ihtiyaçları var çıksanız iyi edersiniz.” Tam arkasını dönüp kapı koluna elini attığı esnada aklına bir şey gelmiş gibi omuzunun üzerinden bana doğru baktı. “Armin Komutanım, emir komuta sizde. Allah’a emanet olun.”

Herkes kendi hazırlığını yaptığında hızlıca bahçeye indik. Kalkmak için hazır durumda olan helikopterin pervane sesi alanda yankılanıyordu. Miralay bahçenin orta yerinde durmuş elleri arkasında bağlı bir vaziyette bizi bekliyordu. Rütbe sırasına göre yan yana önünde dizildiğimizde dudaklarını araladı. “Önce Allah’a sonra birbirinize emanetsiniz. Timi kurtarıp geri dönün. Sizi bekliyor olacağım Kurtuluş!” sert ve gür sesi ile teker teker helikoptere bindik. Koltukta oturan pilota döndüğümde, “Kaptan, tahmini ne zamana varmış oluruz?” diyerek sorarken buldum kendimi.

Helikopterin yüksek sesinden kendi sesinin duyulabilmesi için bağırarak sorumu yanıtladı. “Bir aksilik çıkmazsa on dakika içerisinde orada oluruz Komutanım.”

İçimde bir heyecan vardı. Uzun zaman sonra göreve çıkacak olmanın verdiği bir heyecan.

Gözlerimi hemen dibimde oturan koca beş adama çevirdiğimde hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Yıldırım yüzüne ciddi ifadesini çoktan takınmıştı. Kalender yeteri kadar olgun birisi olarak nerede ne zaman gülünüp ne zaman susulacağını iyi bilenlerdendi. Tekin de ciddiydi. Gözlerimi çok fazla üzerinde gezdirmeyip kaçırdım. Başımı pencere doğru çevirip derin bir nefes aldığımda, içimde değişik bir his vardı. Ertuğrul ilk defa bana laf sokmadan sessizce hazırlanıp kabuğuna çekilmişti. Âhi ise her zamanki gibi boş bakışlar ve sessizlik ile etrafı inceliyordu.

“Sağlık çantasına baktınız mı? Eksiği ya da herhangi bir şey var mı?” diyerek sorumu sıhhiyecilere yöneltmiştim.

“Yok Komutanım.”

“Yok Komutanım. Çantada her şey fazlasıyla var.”

Pilotun sesi ile başımı ona doğru çevirdim. “Komutanım geldik sayılır hazır mısınız?”

Gözlerim hızlıca içeriyi taradığında herkesin hazır olduğundan bir kez daha emin oldum. “Hazırız.” aklıma gelen soru ile hızlıca devam ettim. “Görev bitince bizi kim almaya gelecek?”

“Muhtemelen ben geleceğim Komutanım. Gazanız mübarek olsun, dikkat edin.”

Helikopter yavaştan yere doğru yaklaşmaya başladığında Tekin yerdeki sıhhiye çantası bir eli ile sıkıca kavradı. Herkes silahlarını dayadıkları yerlerden alıp ellerinde tutmaya başlamıştı. Helikopterin yere indiğini hissettiğimizde pilotun sesi tekrardan duyuldu. “Komutanım geldik. Buradan beş yüz elli, altı yüz metre ileride Komando timini bulabilirsiniz. Dikkat edin birbirinize.”

Anladığıma dair kafamı sallayarak iki yana açılan kapıdan aşağıya atladım. Herkes sırasıyla aşağı indiğinde yan yana dizilmiştik.

Dudaklarımdan kısa bir fısıltı döküldü. “Gazamız mübarek olsun!”

 

Evet gençlik, gazamız mübarek olsun!

Tim ile diğer kaynaşma görevini saymazsak, ilk görevimize çıktık...

Yavaştan tim üyelerinin oturduğunu düşünüyorum :)

Armin?

Kalender?

Ertuğrul?

Tekin?

Âhi?

Yıldırım?

Avukatımız Samet?

Albay Miralay?

Görmek istediğiniz sahneler, veya merak ettikleriniz...

Yıldıza basmayı unutmayın!!!

 

08.09.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%