Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6.BÖLÜM- ÖLÜMÜNE İÇTİMA

@durutaskulakk_

Selam canlar...

ÖBB'nin 6.Bölümü ile sizlerleyim.

Bölümü oylamayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen.

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabım: olumlebasbasaaoffciall

Keyifli okumalar:)))

6.BÖLÜM ÖLÜMÜNE İÇTİMA

 

21 Temmuz 2018

Yanımda hissettiğim hareketlilikle gözlerim aralandı.

Füsun Hanım, kolumdaki serumu çıkarmak için gelmiş olmalıydı. Kolumdaki iğneyi yavaşça çıkardığını hissettiğimde, hızla elinde beklettiği pamuğu koluma bastırdı. Sessiz olmaya çalışıyordu. Uyduğumu düşünerek…

Serumu almak için başını kaldırdığında göz göze geldik. “Hiii uyandırdım mı? Serumu çıkarmak için gelmiştim. Bir de tuvalete götürmek için tabii.”

Duvara asılı serumu eline aldığı esnada güzel yüzüne bakındım. O kadar güzel bir yüzü vardı ki.

“Acıyor mu yaraların kuzum.” Söylediği cümlenin zıddının olmasını medet umduğu gözleriyle.

Konuşmak gelmiyordu ki içimden. Yüzümdeki düz ifadeden, acıyıp acımadığını anlamamıştı elbette. Acıyordu, o kadar çok acıyordu ki. Sadece fiziksel değildi ki bu ağrı, hem psikolojik hem fizikseldi.

Yaşanılanlar bana anlamsız geliyordu, gelen adamları bir kere bile görmemiştim. Onlara ne yapmış olabilirim ki ben?

“Bari benimle konuş yavrum, ben senin kötülüğünü istemem ki. Bak her gece geliyorum sana bakmaya, böyle yapma konuş benimle.” Dedi üzgün bir sesle.

Ona güvenebilir miydim? Bu sorunun bir cevabı yoktu işte.

Sanki içimi okumuş gibi cevapladı beni. “Güvenebilirsin, benden sana zarar gelmez kızım.”

Dudaklarım öne doğru büzüldü, dokunsa ağlayabilecek durumdaydım. Yaşadıklarım değildi canımı acıtan, Füsun’un bana hitap şekilleriydi… Füsun o kadar içten söylüyordu ki bu kelimeleri, en son beni düşünüp, ilgilenen kim vardı?

Ellerini ovuşturdu. “Tamam kuzum, istediğin zaman benimle konuşabilirsin ben beklerim. Hadi yavaşça doğrul şimdi, bir tuvalete gidelim seninle.” Ellerini kollarımın altından geçirip, beni oturtur pozisyona getirdi. “Hadi gel bakalım.” Yavaşça ayağa kalktığımda ağırlığımı kendi üzerine alarak bana destek oldu.

Duvar görünümlü kapıyı açtığında artık banyonun içerisindeydik. İşlerimi görmemde yardımcı olduğunda, nedensizce utanmıştım. Hiçbirinden yardım alarak bu işleri yapmaya alışık değildim.

Musluğu açtığında ellerimi ellerinin arasına alarak güzelce köpürttü. Hemen ardından avucuna doldurduğu su ile yüzümü yıkadığında, alt dolaplardan çıkardığı havlu ile yüzümü kuruladı.

Banyodan çıkıp yatağa yeniden geldiğimizde, beni oturtarak banyoya tekrar ilerledi. İçeriye girip elinde pansuman çantası ile çıktığında, kapıyı tekrardan kilitleyerek yanıma ulaştı.

Üzerimdeki tişörtü dikkatli hareketler ile çıkardığında, bandajlarımın üzerine çıkardığı şişenin, tabiri caizse hepsini boşalttı. Bandajları çıkartırken canım yanmasın diye kolonya dökmüştü. Yaralarım, kolonya sayesinde yaram hafif sızlasa da içim ferahlamıştı resmen.

Boyun tarafımdaki bandajı söktüğünde gözleri yavaştan dolmaya başlamıştı. “Çok kötü gözüküyor.” Fısıltı ile söylemesine rağmen hemen dibinde olduğum için bende duymuştum.

Gözlerime baktığında kadın resmen çökmüş gibi olmuştu. Onun burada ne işi vardı bilmiyordum ama bana destek olması için de bir sebep yok gibi görünüyordu. Beni neden bu kadar önemiyordu ki?

Kendini toparlayıp çantadan tentürdiyot ve pamuk çıkardı. Yaramın üzerine yavaş yavaş sürerek, tekrar sargı bezi ile üstünü kapatmıştı.

Kollarımdaki çiziklere de aynı işlemi uyguladığında tüm yaralarımı güzelce sarmıştı.

Çantayı toparlayıp banyoya geri koydu. Geldiğinde; kapıya yakın bir yere giderek, elinde bir tepsi ile yatağın ucuna oturdu. “Sana yiyecek bir şeyler getirdim. Hep serumla olmaz, vücudun dayansın yavrum. Bunların seni bırakmaya niyeti yok, güçlü durman lazım.” Dedi elindeki tepsiyi kucağıma bırakarak.

Tepside üç farklı tabak yemek, ekmek ve meyve suyu vardı. Tabakların birinde börek, diğerinde tavuklu patates yemeği ve sonuncusunda fırında yapılmış sebzeler vardı.

Kaşığı elime alacağım esnada hızlıca kaşığı alıp patates yemeğine daldırdı. “Aç ağzını. Kızım açsana. Aa aa, ye kızım ye. Ben sana gene getireceğim yemekler hem bak zayıflamışsın azcık kilo al.” Konuşurken kaşla göz arasında yemeği ağzıma itmişti bile.

O kadar acıkmıştım ki…

Serumların içinde besin üretici ilaçlar olsa da yemek yemeden doymazdım ben.

Kaşıkları doldurup doldurup bana yedirmeye devam ediyordu. “Bak, gittim güzelce kendim yaptım hepsini. Dedim ki kendi kendime, şimdi gece yanına gideceğim hazır gitmişken yemek de yesin. Biraz zor oldu kapıdaki manyakları ikna etmek ama mırın kırın ede ede hallettim. Benim tavuklu patates yemeğim çok güzel olur. Tadı nasıl olmuş ama? Güzel değil mi?” başını salladı. “Güzel, güzel.” Dedi gülümseyerek.

Gerçekten de çok lezzetli olmuştu.

Soru soruyordu, ben cevaplamak istesem ağzıma tıkıp durduğu yemeklerden cevaplayamazdım ki.

En sonunda sade tepki vererek başımı olumlu bir şekilde salladım.

Elindeki kaşığı hızla yemeğin olduğu tabağa bıraktı. Yüzümü avuçlarının içine alarak gülen yüzüyle konuşmaya başladı. “Oyyyy yerim seni, kız sen benim yemeğimi mi beğendin sen? Oy, oy, oy nasılda güzel şunun güzelliğine bak hele. Dur az da yemek ye.” konuşmadan sadece kafamı sallamış olsa dahi o kadar mutlu olmuştu ki…

Eline aldığı kaşıkla tekrardan yemeği yedirmeye devam etti. Patates yemeği bittiğinde dilimlediği ekmekleri yemeğin suyuna bandırarak yedirdi.

“Şöyle bir sıyıralım güzelce. Aç ağzını bakayım.”

Yemeği yedirirken aynı zamanda taramalı tüfek gibi hiç susmadan konuşmaya devam ediyordu. Uzun zamandır kimseyle konuşma içerisinde olmadığımdan kadına nasıl davranmam gerektiğini unutmuştum resmen.

Ekmekle iyice sıyırdığı tabağı sebze tabağının altına koyarak sebzeleri çatala batırmaya başladı. “Bak böyle sebzeleri bir arada fırınlayınca çok güzel oluyor. Aç ağzını, tadına bak bir.” Çatalı dudaklarımın arasından yolladığında, sebzeleri çiğnemem ile ağzıma yayılan tat oldukça güzeldi.

Tepkimi ölçmek için yüzüme baktığında, ağzımın boş olmasını fırsat bilerek konuşmak için bir adım attım. “Çok güzel olmuş, ellerinize sağlık gerçekten.” Hafif tebessüm ile söylediklerim Füsun’un yüzünde kocaman bir gülümsemeye yol açmıştı.

Ellerini hızla birbirine çarptı. “Ay sen iste ben hep yaparım kuşum, heh ye bakayım hemen. Aç ağzını bakma öyle.” Verdiği tepkiler yüzümü şekilden şekle sokarken, hâlâ bana yemek yedirmeye devam ediyordu.

Sebze yemeğini bitirdiğimizde çatalı diğer tabaktaki böreğe sapladı. Meyve suyunu da önüme iteklediğinde hem yedirip hem içiriyordu.

Kısa bir zaman sonunda yemeğimi bitirdiğimde, peçeteyi dudaklarıma yaklaştırarak ağzımı temizledi.

“Ellerinize sağlık Füsun Hanım.” Dedim hafif bir tebessümle.

Kaşları hafiften çatıldı, yüzüme bakakaldı. “Aaaa Hanım diyor, kızım saçmalama. Anne de teyze de hala de nine de. Hanım ne Allah aşkına?”

Anne?

Sahiden nerelerdeydin ki?

Füsundan gördüğüm şefkatin gramını annemden görmüş müydüm acaba?

Füsun’a anne demek, ne kadar da güzel olurdu. Ama diyemezdim. Bana şefkat gösteren herkese güvenemezdim. Sonuçta o da burada çalışıyor, o adamların içinde duruyordu.

Dediklerine karşılık, hafif bir tebessüm etmek ile yetindim. Elindeki tepsiyi kenara bırakıp beni yatağa yatırdı. Üzerime örttüğü yorganı gördüğümde şaşırdım. Kadın olur olmadık yerlerden bir şeyler çıkartıp duruyordu. Bunun sonu yoktu herhalde.

Üstümü güzelce örttüğünde yatağın hizasına eğilerek boynuma sarıldı. “Ben seni çok sevdim be güzel kızım, keşke seni buradan çıkarmanın bir yolu olsa. Elimden geleni yapacağım tamam mı? Sen sıkma o güzel canını, bak geceleri de geliyorum yanına. Sohbet de ederiz istersen, oy minik kuşum benim.” Yanağıma bir öpücük kondurduğunda, çok hoşuma gitmişti.

Yanımdan ayrılarak eline aldığı eşyaları ile kapıya ilerleyip, yumruğunu art arda kapıya geçirdi.

Kapı tiz bir ses ile açıldığında Füsun dışarıya çıkmıştı.

Az bir süre dahi olsa içeriye sızan ışık, içeriyi aydınlatmıştı.

Kapı kapadığında ise etrafı karanlık esir almıştı.

KURTULUŞ

Gözlerimi sertçe açılan kapı ile araladığımda; içeriye giren adam, yattığım yerden hızla doğrulmamı sağladı.

Kapının tam karşına belli bir aralık ile yerleştirdiği sandalyeye oturmamı sağladığında her zamanki gibi ellerim ve ayaklarım saniyesinde bağlanmıştı.

Uyku sersemi bir şekilde etrafa bakınmaya başladığımda, içeriye gelen adam çoktan çıkmıştı.

Fazla bekletmeden içeriye giren sadist, ruh hastası ile karşı kaşıya kaldım. Yüzünde bir gülümseme oluştu. Her zamanki gibi maskesini takıp yanıma gelmişti geri zekâlı.

Sırıtarak konuşmaya başladı. “Nasılmış bakalım benim güzel, yavru ceylanım.” Dedi. Sırıtarak yüzüme bakması ile sabır diledim.

Yanıma yaklaşarak gözlerini üzerimde dolaştırmaya başladı. “Yaraların nasıl oldu? Daha iyi misin? Çok kötü görünüyorlardı en son.”

Ciddi ciddi sorması ile yüzüne bakmaya başladım. Hem yapıyor hem de kendisi yapmamış gibi soruyordu. Dengesiz herif.

Cevap vermemiş olmama sinirlenmiş olacak ki, arkasındaki dolaba sertçe bir tekme savurdu.

“Ben sana kaç kere, sana soru sorduğumda bana cevap vereceksin diye söyleyeceğim lan!” hızlı adımlarla yanıma geldiğinde çenemi kavrayarak konuşmuştu. Korkutucu olduğunu, ondan korkacağımı sanıyordu ruh hastası.

Gene sorduğu soruya cevap vermediğimde yumruğunu sıkarak yüzüme sertçe bir yumruk geçirdi. “Bana cevap vereceksin! Bana cevap vereceksin lan! Sana sorduğum her soruya düzgünce cevap vereceksin!”

Deli gibi bağırıyor, yüzüme art arda yumruklarını geçirmeye devam ediyordu.

Metal dolapların yanına gittiğinde eline aldığı demir parçası ile kapıya vurdu. Kapı açıldığı sırada içeriye giren adamlarla, gene aynı şekilde Fransızca konuşmaya başladılar. Ruh hastası; adamlara elindeki demiri göstererek, ısıtmalarını söylediğinde içerinden bir adam demiri aldığı gibi gözden kayboldu.

Diğer adamlara da kelepçe ve zincirleri getirmesini söylediğinde, gelen tüm adamlar saniyesinde gözden kaybolmuştu. Kısa bir süre içerisinde malzemeleri hazırladıklarında, adamların getirdiği masaya malzemeleri koyarak tekrardan bana döndü.

“Sen misin lan bana cevap vermeyen?” elini karnıma doğru savurduğunda, etimle bütünleşen parça canımı oldukça yakmıştı.

Muşta.

Karnıma tüm gücü ile yumruklarını indirmeye başladığında derimin yavaştan morarmaya başladığına adım kadar emindim.

Uzun bir süre karnıma çalıştığında, muştasını kenara fırlattı. Eline aldığı zincirleri gördüğümde, gözlerimi sıkıca kapatarak yumdum. Kollarımdan ve bacaklarımdan zincirleyerek işkence etmeye devam edeceklerdi.

Bağırıp içeriye adamlarını topladığında hepsi bana yönelerek oturduğum yerden hızla kaldırdılar. Sağ kol bileğime bir zincir, sol kol bileğime bir zincir, ayaklarıma da aynı şekilde zincir vurduklarında, tavana çakılı olan demir halkalara zincirlerin uçlarını geçirdiler.

Artık tam anlamıyla havada asılmış bekliyordum.

Ellerim zincirleri sıkıca kavradığında derin nefesler eşliğinde aşağı bakındım.

Elindeki küçük çakıyı karnımda gezindirmeye başladığında, üzerimdeki tişört iki yana ayrılmaya başlamıştı. Üst üste çizikler atmaya devam ettiğinde üzerim yavaş yavaş kana bulanıyordu.

Çakıyı karnıma hızla sapladığında, gözlerim büyüdü. Kesik kesik nefesler almaya başladığımda, keyfi yerine gelmiş gibi sırıtmaya başladı.

Gözlerim buğulanmaya başlamıştı. Zaten zincirlerden dolayı gerilen kaslarımın üzerine karnımdaki çakıda eşlik etmişti.

Çakıyı karnımdan çekmemiş, içeride kalmasını sağlamıştı. Neden? Çünkü, işkencesine devam edecekti. Bıçağı çekerse, kan kaybı daha çabuk gerçekleşir ve şimdiye nazaran daha hızlı bayılırdım.

Tavanla yer arası her ne kadar çok yüksek de olsa, zincirleri uzun tutarak ruh hastasının bana işkence edebileceği bir konuma getirmişlerdi.

Isıtıcının üzerine bıraktıkları demiri almadan eline kalın bir eldiven giydi. Sonuçta onun değil benim yanmam lazımdı.

Demiri aldığında leğen kemiğimin üzerine sertçe bastırdı. Dişlerimi sıkmaktan çenem birbirine girecek durumdaydı. Kendimi sıkmamla boynumdaki damarlar gün yüzüne çıkmıştı. Alnımdan akan boncuk boncuk terler durumumun nasıl olduğunu ele veriyordu.

Derince alıp verdiğim nefesler, yanık için idare ederdi ama çakı yarası için can çekiştiriciydi.

Yaram her nefes alışımda daha da kötü hissettiriyordu. Kan kaybım git gide artıyordu. Kaybettiğim kanlar ise, bana geri dönüş olarak göz kararmalarına sebep oluyordu.

Demiri üzerimden çektiğinde kenarda duran kolonyayı üzerime boşalttı. Karnımdan aşağı sıktığı kolonya yerle buluşan kanlarımla birlikte bana veda ediyordu. Yaram sızlıyordu.

Gözyaşlarım süzülmediğinden, görevi kanım devralmış etrafa saçılarak benim için ağlıyordu.

 

Karşımda titremeye başlayan beş koca adama bakarak konuşmaya başladım. “Titremeyin lan! Su gayet sıcaktı ayrıca, abartmayın.” Dedim kendi dediğime ben bile inanmasam da…

Su çok soğuktu. Mert sağ olsun, dolaptaki suları getirmişti herhalde.

Hep bir ağızdan, “Emredersiniz Komutanım.” Diye bağırsalar da üşümüşlerdi ve hâlâ titremeye devam ediyorlardı.

Her ne kadar içeriye geçip dinlenmelerini istesem de olmazdı. Daha devam etmemiz gereken normal bir içtima vardı.

Arkamı dönerek bağırdım. “Mert, Ömer,” elimle arkalarındaki erleri gösterdim. “Ve siz. Hızlıca parkuru toplamaya başlayın. Koşunun yarısına geldiğimde parkuru görürsem, sizi de güzel bir eğitime alırım. Hep beraber güzelce eğleniriz.” Dememle parkura koşup toplamaya başlamaları bir oldu.

Gözlerimi Kurtuluş’a çevirdiğimde yüksek sesle, “Güzelce içtimamıza başlıyoruz. Altmış tur koşu, üç yüz şınav, üç yüz mekik, üç yüz elli barfiks. Devamına da bakarız sonra, hadi başlıyoruz. İkişerli sıra!”

En arkaya geçtiğimde yanımda Kalender, önümüzde Ertuğrul ve Tekin en başta ise Âhi ve Yıldırım vardı.

Koşmaya başladığımızda hafif tempodaydık, zaten yoruldukları için çok da sesimi çıkarmak istememiştim.

Normalde mesleğim adına verdiğim kararlarda tolerans gösteren bir insan değildim ama Kurtuluş bana eğitimde değil, dağlarda lazımdı. Bu yaptıklarım onların nerelerde eksikleri olduğunu görmek için yapılan eğitimlerdi.

Koşumuza devam ettiğimiz esnada erler parkurları topluyorlardı. Çamur havuzu; ormanlık alanın altına zamanında yapılan kazı sonucu yerleştirilmiş, bende fırsattan istifade, eğitim sırasında kullanmak istemiştim. Şu anda havuzun tahtalarını üzerine çekiyorlardı.

Koşunun temposu arttığında, neredeyse atmış turu yarılamış bulunuyorduk.

Tugayın bahçesine doğru geldiğimizde bir timin eğitime başladığını gördüm. Demek ki saat altı buçuğa gelmişti.

“Ay,” dedi Kalender.

“Akşamdan,” dedi Tekin.

“Işıktır,” diyerek tamamladı Yıldırım.

Topluca söylemeye başladıklarında bende bir noktadan sonra eşli etmeye başladım.

‘Ay akşamdan ışıktır’ dedi beşli hep bir ağızdan.
Hemen ardından ben tek devam ettim. ‘Yaylalar yaylalar’
‘Yaylalar yaylalar’ diyerek bana eşlik ettiler.

Söylene söylene koşumuzu tamamladığımızda, tugayın bahçesine geldik.

Hepsi karşıma dizildiğinde, sol tarafımda kalan bir başka timde aynı şekilde Komutanlarına bakıyordu. Komutanlarına döndüğümde adamın Yüzbaşı olduğunu gördüm. “Komutanım kolay gelsin.” Dedim selam vererek.

Başını çevirdiğinde beni ilk defa görür gibi baktı. Zaten ilk defa karşılaşmıştık ama bakışları komiğime gitmişti.

Kendini hızla toparlayıp, “Sağ olun Üsteğmenim size de kolay gelsin.” Dedi.

Kurtuluşa döndüğümde, “Kurtuluş üç yüz şınav, başla!” hepsi selamını verip biraz arkaya gerilediklerinde yere eğildiler. Şınav pozisyonu aldıklarında sırasıyla başlarına geçtim. En başta Âhi vardı. Yanına çömeldim. Elimi omzuna bastırıp hâl hatır sormaya karar verdiğimde, “Nasılsın Üstçavuşum?” dedim kaşlarımı kaldırarak.

“İyiyim Komutanım siz?” dedi aynı şekilde.

Başımı omzuma yatırdım. “Nasıl olayım işte, geçinip gidiyoruz.” Cümlemi tamamladığımda aklıma bir şey gelmiş gibi yüzüne yaklaştım. “Ha bu arada, kaç olmuştu aslanım.” Kıstığım gözler eşliğinde yüzüne bakındım.

Dudaklarında yamuk bir tebessüm oluştu. “Sıfır Komutanım.”

Aldığım cevapla memnun olmuş bir ifade ile ayaklandım. “O zaman bir bakalım ne kadar güçlüsünüz Beyefendi.” Dedim.

Başını öne eğerek beni yanıtladı. “Bakın bakalım, Hanımefendi.”

Duyduğum cümle anlık duraksamama neden oldu. Böyle bir karşılık beklemiyordum çünkü…

İlk eğitimde Tekin hariç, hepsinin sırtına yalnıza ayağımı bastırarak güç vermiştim. Şimdi tamamen üstlerine çıkarak, şınavlarını çekmelerinde yardımcı olacaktım. Ne yardımdı ama…

Âhi yere yaklaşıp durduğunda, önce bir ayağımı hemen ardından diğer ayağımı üzerine bastığımda ayaklandım. Birkaç şınav çekmesi ile dengemi korumayı becermiştim. Şınavını üç yüz ile tamamladığında, ben hâlâ dur demediğim için devam ediyordu.

“Âhi,” dedim yavaşça.

“Emredin Komutanım.” Demişti sakin çıkan ses tonuyla.

“Tamam, yeter bu kadar.”

Üzerinde indiğimde bana bakarak konuştu. “Güçlü müymüşüm Hanımefendi?” dedi güzel bir tınıyla.

Gözlerimin içi anlık da olsa gülmüştü. “Güçlüymüşsünüz Beyefendi.”

Karşılık vermem onu mutlu etmişe benziyordu. Gözlerini kaçırarak yere oturdu.

Hepsinin yanına giderek üstlerine tüm gücümü verdiğimde; bazıları yavaşlamış, bazılarının nefeslerinde kesintiler meydana gelmişti.

Parkurda hepsinin eksiklerini yazdığım küçük defteri iç cebimden çıkararak notlar almaya başladım.

 

Elli beş kilogram ağırlıklı şınav çalışması;

Âhi Alphan (Arman): Başarılı, nefes kontrolü iyi.

-Sırtında elli beş kilogram ağırlık ile, üç yüz şınavı zorlanmadan çekmiştir.

 

Yıldırım Kıran (Denge): Başarılı.

-Sırtında elli beş kilogram ağırlık ile, üç yüz şınavı zorlanmadan çekmiştir.

 

Kalender Çiler (Çevik): İdare eder, daha iyisi olabilir.

-Belli bir noktadan sonra, nefeste aksamalar var.

(Sırtta ağırlık ile şınav çalışması yapılacak.)

(Ağırlıklar üzerindeyken, nefesini kontrol etmeyi öğrenecek.)

 

Tekin Akar (Berkin): Başarılı.

-Ağırlıkları kolayca kaldırıp, üzerinde taşıyabiliyor.

-Sırtında elli beş kilogram ağırlık ile, üç yüz şınavı zorlanmadan çekmiştir.

(Ancak, cüssesinden kaynaklı hafif bir denge sorunu var. Eğitimler ile düzeltilecek.)

 

Ertuğrul Duman (Adran): İdare eder, daha iyisi olabilirdi.

-Ağırlık ile şınav çekmeye başladığı andan kısa bir süre sonra sol bacağı aksamaya başladı. (Kesinlikle kontrole gidecek. Kısa sürede randevu alınmalı.)

-Bacağındaki aksama dışında, iyi.

-Sırtında elli beş kilogram ağırlık ile, üç yüz şınavı hafif aksamalarla çekmiştir.

 

Elimdeki defteri iç cebime koyduğumda Kurtuluş mekik çekmeye başlamıştı bile.

Parkuru toplamış kenarda erler ile sohbet eden Mert’i gördüğümde seslenerek yanıma çağırdım.

“Mert! Aslanım bir gel yanıma.”

Koşar adımlarla yanıma geldi. “Emredin Komutanım!”

Elimle Tugayın büyük bahçesinin köşesine atılmış tuğlaları gösterdim. “Şu tuğlalardan bana yirmi tane getirin.”

Yanına aldığı erlerle beraber tuğlaları getirerek önüme serdiler. Elime aldığım dört tuğla ile Kalender’in yanına geldim. Karnının üzerine bıraktığım tuğlalar ile yüzüme bakakaldı.

Yüzümdeki boş ifade ile başımı salladım. “Ne var?”

Sert bir şekilde yutkundu. “Hiç, bir şey yok Komutanım.” Diye söylendi çekingen sesiyle.

“Olamaz zaten.” Diye mırıldandım.

Hepsinin karınlarına dört tane tuğla koyduğumda mekik çekmeye devam ediyorlardı. Kendimi yere attığımda sırt üstü yerde uzanır vaziyetteydim. Mertten bir kere daha tuğla istediğimde, getirdiği altı tuğlayı üzerime yığmıştı.

KURTULUŞ

Dört yüz ellinci mekiğimi çektiğimde, kendimi dümdüz yere sermiştim. Derin nefesler eşliğinde gözlerimi yanıma çevirdim. Ben galiba bir şeyi unutmuştum… Kurtuluş’a dur demeyi.

Üzerimdeki tuğlaları kenara fırlattığımda ayaklandım. “Kurtuluş! Rahat.”

Konuşmam ile mekik çekmeyi bıraktıklarında yanlarına gittim ve hepsinin üzerindeki tuğlaları alarak kenara attım.

Bir dakikalık bir süre için dinlenmelerine izin verdiğimde, konuşmaya başladım. “Kurtuluş, barfiks çubuklarının olduğu alana ilerle!”

Bağırdığımda, hepsi alana gitmiş beni bekliyorlardı. Soluğu yanlarında alarak, “Herkes barfiks çekmeye başlasın. Üç yüz elli barfiks çeken kendini yere bırakabilir, hepiniz bitirdiğinizde ikili barfiks çekeceğiz.” Dediğimde çoktan başlamışlardı bile.

On dört, on yedi dakikaya yakın bir sürede hepsi bitirdiğinde, tek bir şekilde barfiks çubuğuna tutundum. Gözlerim en solda duran Kalender ile çakıştığında gelmesi için işaret verdim. “Gel, seninle başlayalım.”

Kalender yanıma geline kadar on barfiks çekmiştim bile…

Emin olmak adına yüzüme bakındığında, “Ya gelsene oğlum işte, bir lafımı da ikiletmeyin bana!” diyerek bağırmamla bacaklarıma tutunması saliselik bir zaman diliminde gerçekleşti.

Bacaklarıma sıkı tutunmadığından olsa gerek aşağı kayıyordu. Çenem sinirle seğirirken, “Sıkıca sarılsana bacaklarıma Çevik!” diyerek sinirle konuştum. Bacaklarıma sıkıca sarıldığında kendimi yukarı çekmeye başlamıştım.

Nefes kontrolümü sağladığımda, pek de zorlanmadığımı anladım. Kalenderin boyuna bakarsak, kilosu seksenlerde bir şey olmalıydı. Yani en azından olması gereken kilo buydu. Seksen kilo taşımak beni çok da zorlamamıştı ama daha iri yarılarımızda vardı tabi. Âhi ve Tekin gibi…

Kalender ile birlikte yüz elli barfiks çektiğimizde yere atlamıştı.

Hepsi benim atlayacağımı düşünmüş olacak ki bana bakıyorlardı. Bakışlarını silmeleri adına, “Hepinizle tek çalışacağım. Bakmayın öyle, Teğmenim sizde gelin.” Dedim.

Sonuçta Kalender ile çalışmıştım. Geriye tek Teğmen o kalıyordu, anlardı herhalde.

Barfiks çekmeye devam ettiğim esnada alttan alttan bana bakıyordu. Başımı kısaca iki yana salladım, “Ne var?” dedim çatık kaşlarım eşliğinde.

Bana kısaca baktığında hareketi tekrarlayarak pozisyon aldı. Sırasıyla Ertuğrul ve Yıldırım ile barfiksimizi çektiğimizde, sırada beklediğim ikili vardı. Âhi ve Tekin.

Yüz elli barfiks çeken herkes kendini geri yere bırakıyordu. Bende diğeri gelene kadar kendi halimde takılmaya devam ediyordum.

Âhi ile göz göze geldiğimizde bacaklarımı işaret ettim. Tereddüt eder gibi bana baktı. Bütün tim burada olduğu için konuşmamıştı. Dudaklarını hareket ettirerek gözlerimin tam içerisine daldı.

“Komutanım.” Bana yapmamak için medet umarcasına bakarken, aynı şekilde sessizce dudaklarımı oynatarak karşılık verdim. “Gel buraya.”

İstemeye istemeye yanıma geldiğinde kollarını yukarı uzatarak belimi kavradı. Kendimi aşağı çektiğimde, kolaylıkla belime sarılmıştı. Kollarının sıkı olduğuna emin olduktan sonra kendimi yukarı çekmeye başladım. Bu biraz zordu. Nereden baksan doksan beş, yüz kilo bir adam ile kendi bedenini yukarı çekmek, biraz zordu evet.

Elliye yaklaştığımda belimden kayan kollara baktım. “Sıkı sarsana Âhi! Düşeceksin şimdi.”

Çatık kaşlarıma baktı.

Sıkıntılı bir ifade ile oflayarak, “Komutanım bu kadar yetmez mi?” sorusunu bana yöneltti.

Bir yandan konuşmaya devam ederken diğer yandan da barfiksimi çekiyordum. “Olmaz! Hepinizle yüz elli barfiks çekeceğim. Seni elli de mi bırakayım?” diye söylendim.

“Haklısınız Komutanım.” Diye mırıldandığında yüzüncü barfiksimi çekmiştim bile.

Kısa bir süre içerisinde Âhi ile barfiks çekmeyi bitirdiğimizde, bakışlarım Tekin’e yöneldi. “Gel buraya.” Dedim normal bir ses tonuyla.

Kaşları havalandı. Emin misiniz komutanım dercesine. Bakışlarına inat başımı olumlu bir şekilde salladım.

Birkaç adımda dibimde bittiğinde bacaklarımı aşağı saldım.

Kollarını belime sardığında ayakları hâlâ yere değiyordu. İçimdeki gülme isteğini sonraya saklayarak kendimi yukarı çekmeye denedim. En azından bir denemeydi yani…

İlk iki denemede kendimi yukarıya çekemesem de üçüncü deneyişimde demiri sertçe kavramıştım. Ani bir hareketle kendimi ve Tekin’i yukarı çektiğimde başardığımda yüzümde gurur dolu bir ifade oluştu. Ama bir sorun vardı. Âhi ile denerken Âhi bacaklarını kırmıştı ve zorlanmamıştık. Tekin put gibi durduğundan ayakları yere değiyordu.

Yere her inişimizde ayakları yerle çarpışıyordu. “Berkin! Topla şu ayaklarını!” sinirle soluduğumda kendini hızla toparladı. Şimdi daha iyiydi.

Öyle böyle derken yüz elli barfiksi sorunsuz bir şekilde bitirmeyi becermiştik. Tekin kendini yere attığında bende birkaç kez kendimi yukarı çekerek yere atladım. Derin derin aldığım nefesler ile göğsüm hızla inip kalkıyordu.

Hepsinin üzeri ıslak ve az da olsa çamurlu kaldığından, belden aşağı her yerim nemlenmişti. Altımdaki hâki yeşili pantolonum üzerime yapışmıştı. Aynı kurtuluş gibi…

Aklıma gelen planla içimdeki Armin şeytani bir gülüş belirtmişti. O kadar sıkı çalışmanın üzerine bir yakın dövüş güzel olabilirdi.

“Kurtuluş! Beş dakika dinlen, hemen geliyorum.” Diyerek söylendiğimde arkamı dönerek yanlarından uzaklaşmaya başladığımda duyduğum sesler kulaklarımı tırmalıyordu.

“O kadar şey yaptı bize dinlenin diyor, anlayamıyorum ki ben bu kadını.” Diyen kişi Ertuğrul’du.

Ertuğrul’un sesini takip eden Tekin, “Bünyesi alışıktır, bir şey olmaz.” Diyerek düşüncesinin zıddını söyledi.

“Tamam arkasından konuşup durmayın, susun.” Âhi’nin konuşması ile arkamda sessizlik oluşmuştu.

Tugayın içerisine girdiğimde Erdem ile karşılaştık.

“Komutanım günaydın, erkencisiniz bugün.” Dedi hafif tebessüm ve üzerimi süzen gözler eşliğinde. Üstüm başım çamurdu çünkü.

“Günaydın Erdem günaydın, görevden gelince gitmeyelim erken başlayalım dedik.” Derin bir nefes alarak devam ettim. “Aslında senden istediğim bir şey vardı,” dedim.

Başını anlayışla salladı. “Buyurun komutanım.”

Başımı yavaşça kaşıdım. “Bana göz bandı bulabilme gibi bir şansın var mı acaba? Göz bandı yoksa bir kumaş parçası da olur fark etmez.” Dedim.

Başını salladığı esnada dikkatle bana bakındı. “Kaç tane getireyim komutanım?”

“Beş, altı tane yeter. Ben bahçedeyim.” Bahçeyi işaret ettiğimde dışarıya çıktım. Hepsi yere serilmiş, yatıyordu.

Elinde çay tepsisiyle içeriye gitmeye hazırlanan eri gördüğümde yanıma çağırdım.

“Buyurun Komutanım.”

Elindeki tepsiyi işaret ederek, “Bize altı tane çay verme imkânın var mı aslanım?” dedim.

Başını sallayarak güldü. “Tabii ki komutanım, buyurun.”

Kurtuluş’un yanına yaklaştığımızda hepsi yattığı yerden toparlandı. Gözlerimle tepsiyi işaret ettim. “Çay alın şuradan.”

Bana belli etmemeye çalışsalar da üşümüşlerdi.

Az da olsa içleri ısınsın diyerek çayları almalarını söylediğimde, hepsi hızla tepsiden çaylarını alarak ellerini çay bardağının etrafına sardılar.

Kendime de bir çay aldığımda gelen ere teşekkür edip gitmesini söyledim.

Çayımdan büyük bir yudum aldığımda bardak yarılanmıştı. Bahçeye bakındığımda Mert, Ömer ve erlere dediğim gibi parkuru toplamışlardı. Parkuru bitirdikten normal içtimaya başladığımızda karşılaştığımız tim ise koşularına devam ediyorlardı.

Çaylarımız bittiğinde Erdem hâlâ gelememişti.

Kurtuluş’un bitirip yere koyduğu çay bardaklarını toparladığım esnada Yıldırım konuşmaya başladı. “Komutanım siz verin ben götürürüm.” Demesiyle gözlerimi üzerine çevirdim.

Kaşlarım hafif çatıldı. “Sen dur ben götürüm.”

İtiraz eder gibi yüzü değişik bir hâl aldı. “Komutanım siz durun ben götüreyim işte.”

Lafımı ikiletip durması ile kaşlarım çatılırken, sesim yükseldi. “Denge kes sesini! Bir kerede lafımı ikiletmeyin lan bana!” Arada yaptığım ani çıkışlar oluyordu, bu istemsiz bir şeydi ama dediğim şeyi elli kere tekrarlamayı sevmiyordum.

Çay bardaklarını mutfağa götürmek için tugaya girdiğimde omuzuma çarpan omuz ile başımı yanıma çevirdim. Ellerimdeki bardaklar yeri boylamak üzere sıkıca tutarak bu durumu engellemiştim.

“Komutanım özür dilerim geç kaldım diye koşuyordum.”

Erdem’in elindeki göz bantlarını gördüğümde içimden şükür diye söylendim.

“Tamam sorun yok. Sen bana bantları ver de şu bardakları mutfağın bulaşıkhanesine bırakıver sana zahmet.” Hızla elimdeki bardakları alıp, göz bantlarımı boşalan elime bıraktı.

Elimdeki göz bantları ile tugayın bahçesine geldiğimde, kendilerini yere atan koca beş ayıya seslendim. “Kurtuluş, toparlan!”

Hepsini toparlayıp büyük bahçenin boş kaldığının verdiği rahatlık ile bahçeye yayıldık.

Ellerimdeki göz bantlarını ellerine bıraktığımda, beş meraklı bakış yüzümde gezinmeye başladı.

Ellerimi birbirine çarpıp yana açtım. “Şimdi,” dedim son harfi uzatarak. “Teğmenimle aramızda geçen yakış dövüş sözünü tutmak için buradayız.” Kendimi haber açılışı yapan spikerler gibi hissetmiştim. “Güzel bir şekilde yakın dövüş yapalım istedim. En başta Teğmenim ile birlikte ben çıkıyorum. Sonrasında ise sırayla devam edeceğiz.”

Ringe çıkar gibi bahçenin en ortasına geldiğimizde, karşımda Kalender vardı. Elindeki göz bandını göstererek, “Komutanım ne yapacağız bununla?” dedi.

“Onu şimdilik Tekin’e ver. Sonra kullanacağız.” Diyerek karşılık verdim.

Elindeki bandı verdiğinde artık karşı karşıyaydık. Yumruklarımı ön plana çıkarak savunma pozisyonu aldım. Aynı şekilde karşılık verip gözlerimin içine baktı.

Karşıdan beklediğim atak gelmediği için yanına yaklaşarak yüzüne hafifçe bir yumruk attım. Yüzünde alaycı bir sırıtış belirdiğinde, tüm gücümü vererek yumruk attığımı düşünmüştü. Salak çocuğum benim. Yüzüme güzelce bir yumruk attığında, rahat hareketler ile az önce attığım yumruk gibi bir yumruk daha atmıştım.

Yüzündeki ifade neredeyse kahkaha atacak raddeye gelmişti.

Yüzüme okkalı bir yumruk daha salladığında, içimden beni dürten Armin ile atağa geçtim. Sağ kolumu hızla geriye açıp okkalı bir yumruğu tam göz hizasına geçirdiğimde dengesi bir güzel sarsılmıştı.

Son dakika topladığı dengesi ile üzerime gelerek yumruk atmak için sağ elini kaldırdı. Daha doğrusu kaldırıyormuş gibi yaptı. Ani bir refleks ile sol yumruğunu elimi arasına alarak sıktığımda dengesi git gide zayıflamaya başlamıştı.

Kendini toparlayarak üzerime atladı. Atladı derken gerçek anlamda atlamıştı. Şu anda Kalender üstte ben altta kalacak bir şekildeydik.

Dirseğimi kırıp sertçe karın boşluğuna geçirdiğimde, acıyla inleyip yediği darbe ile yana doğru düştü. Düşmesini fırsat bilerek üzerine atladığımda, yüzüne art arda atmaya başladığım yumrukların peşi kesilmiyordu.

Bana karşılık verene kadar devam edeceğimi anlamış olacak ki yüzüme sert bir yumruk attı. İkimizde ayaklandığımızda tekrardan karşı karşıya gelmiştik. Üzerime geldiğinde ayağımı kaldırıp diz kapağının arkasına bir tekme attım. Dengesini kaybederek yüz üstü yere düştüğünde kollarını sırtında birleştirerek ayağımı sırtına bastırdım.

Üzerine eğilerek bağırdım. “Düşman sana bu kadar kibar davranmaz Çevik! Karşılık vermeyi öğrenene kadar karşıma geçmeye kalkışma!” Bağırmam ile sesim Tugay’ın bahçesinde yankılanmıştı.

Alnımdan dökülen terler yüzüme inmeye başlamıştı. Elimin tersi ile yüzümü sildiğimde Kalender ayağa kalkarak Kurtuluş’un yanına geçti.

Kalenderin yanında dikilen Âhi ile göz göze geldim. “Geç karşıma.” Dedim gözlerim ile önümü işaret ederek.

Karşıma geçtiğinde hızla savunma pozisyonu aldı.

İlk atağı kendisi yaptığında karnıma bir yumruk yemiştim. Eğilmemeye çalışarak, dik duruşumu bozmadım. Sağ kolumu kaldırıp yüzüne yumruk atar gibi yaptığımda sol elim ile karın boşluğuna çoktan bir yumruk yemişti bile. Ani gelişen hareket ile bir adım gerilediğinde, bir sağ bir sol olmak üzere yüzüne yumruklarımı geçirmeye başladım.

Dizime doğru bir tekme attığında hafifçe öne eğildim.

Ensemi sıkıca kavrayarak, beni yere doğru itmesiyle dengem anlık sarsıldı. Yere düştüğümde ben toparlanana kadar üzerime yumruklarını geçirmeye başlamıştı bile. Sağ elimi boynuna sardığımda yavaşça sıkmaya başladım. Nefesi kesilmeye başladığında yumruklarının şiddeti azalmaya başlamıştı.

Öksürmeye başladığında, göğsüne yasladığım ellerim eşliğinde büyük vücudunu yana doğru ittim. Düştüğünde hızla doğruldu. Karşıma geçti ve ona doğru yürümeye başladığım esnada ayağımda hissettiğim ağırlık ile dengem sarsılır gibi oldu. İki elimi omuzlarına sıkıca sardığımda; ikimizde aynı anda, aynı şiddetle yere düştük.

Kendini yukarı doğru çektiğinde ellerim sıkılaştı. Aynı anda tekrardan karşı karşıya geldiğimizde karın boşluğuna attığım tekmeyle, “Ahh!” diyerek acıyla inledi.

Ellerini karnına sardığında öne eğilmiş vaziyetteydi. Arkasına geçip sırtından yere ittiğimde Kalender gibi yüz üstü yere düştü. Ayağımı sırtına bastırıp üzerine eğildiğimde, “Karşılık vermeyi öğrenin beyefendi.” Dedim kısık bir sesle. Bu dediklerimi yalnızca ikimiz duymuştuk.

Aynı şekilde karşılık verdi. “Güzel yüzünüz dağılmasın diyerek karşılık vermedim Hanımefendi.”

“Düşmanın güzeline vurulunca da aynısını mı diyeceksin paşam?” dedim sorar bir ifadeyle.

Dediğimi beklemiyor olacak ki yüzü bozguna uğradı. “O farklı bu farklı Komutanım.” Dedi kedi gibi mırıldanarak.

Gözümün önünde saçma bir manzara canlandığında yüzüm buruştu. “Tamam lan uzatma kalk yerden!”

Ayağımı sırtından çektiğimde ayağa kalktı.

Şimdi ise karşımda Ertuğrul vardı.

Bana karşı olan gıcıklığına ve gıcık tavırlarına inat, yumruklarımı güzel yüzüne indirmek için sabırsızlanıyordum.

Vakit kaybetmeden öne atılarak tekmemi güzel yüzüne geçirmiştim. Arkaya açılıp attığım tekme biraz sert olmuşa benziyordu ki burnu kanamaya başlamıştı.

Hırsla üzerime atıldığında yüzüme yumruk atacakken yere eğildim. Sendeleyip yumruğu boşa çıktığında, ayak bileğini sertçe çekip yüz üstü yere düşmesini sağladım. Baya kötü düşmüştü. Yanağından akan kanı gördüğümde dudağımı ısırdım. Neyse artık, yapacak bir şeyimiz yoktu.

“Teğmenim biraz daha çalışsanız iyi edersiniz.” Dediğimde gözlerini sertçe yumdu. Kısa bir süre yerde yattığında, sersemleyerek ayağa kalktı.

Karşıma geçen Yıldırım ile içimdeki Armin pis pis sırıtmaya başlamıştı. Merak ediyordum. Acaba nasıl dövüşüyordu?

Az önce yaptığım hamleleri iyi izlemiş olacak ki hızla atağa geçerek karnıma sert bir tekme geçirdi. Dengem çok hafif sarsıldığında pozisyonumu hiç bozmadan yüzüne okkalı bir yumruk da ben geçirmiştim.

O bana, ben ona yumruk ata ata devam ediyorduk.

Sıkılmıştım ama…

Ayağımı kaldırıp diz kapağına doladığımda, bacağını öne doğru çekerek düşürdüm. Ayağımı sırtına bastırdığımda, “Atakların çok yavaş, atak yapmayı öğrenmeden çıkma karşıma.” Dedim sakin bir sesle.

Kurtuluş’un son üyesi Tekin karşıma geçtiğinde yüzümdeki terleri sildim.

Tekin’in üzerine gitmeye başladığımda savunma pozisyonu aldı. Yumruk atar gibi elimi kaldırdığımda kasıklarına doğru sert bir tekme attım. Öne doğru eğildiğinde, sırtına atlamam bir oldu.

Kollarını arkasına atıp beni belimden yakaladığında öne doğru atmak istemişti. Kollarımı sıkıca boğazına sardığımda ikimizde kitlenip kalmış vaziyetteydik.

Ne o bırakıyordu ne de ben sırtından iniyordum.

Günah benden gitmişti arkadaş!

Ağzımı kocaman bir şekilde açarak omzuna dişlerimi geçirdiğimde şiddetli bir şekilde bağırdı. “Ahhh! Hayvanlar bile daha iyi anlaşıyor!”

Yere indiğimde hızla kafasına geçirdim. “Sensin ulan hayvan! Komutanınım ben senin!” diye sinirle söylendim. Yüzüne açılarak bir yumruk attığımda sersemleyen ifadesiyle yere düştü.

Ellerimi iki yana açarak etrafımda döndüm. “Ben deniz, Armin Tan Arkadaşlar… Tanıştığımıza memnun oldum.”

Yüzümdeki pis ifade ile Kurtuluş’a döndüğümde hepsi yalancı bir sinirle yüzüme bakıyorlardı. Bitti mi sandınız canlar… Tabii ki bitmedi.

“Hayırdır? Ne bu bakışlar falan?”

Hepsi bir ağızdan, “Hiç” dediğinde gözlerimi devirerek yerlere attıkları göz bantlarını elime aldım.

İlk Kalender ile başladığımız için yeteri kadar dinlendiğini düşünüyordum. “Gel buraya, tak şu göz bandını.”

Eline bıraktığım göz bandını alarak taktığında, görmediğinden emin olup gözlerimi Kurtuluş’a çevirdim.

Gözlerim Yıldırıma kaydığında sessiz bir baş işaretiyle Kalenderin karşısına geçmesini söyledim.

“Çevik! Şimdi karşındakinin kim olduğunu bilmeye çalışacaksın, eğer bilemezsen kim olduğunu söylemeyeceğim ve birbirinizi tanıyana kadar yakın dövüşe devam edeceksiniz.”

Bunun amacı ola ki bir esir düşme durumu olursa, yanına gelen kişinin timden birimi yoksa terörist mi olduğunu anlamasında büyük bir kolaylık sağlardı.

Kalender yavaş ve temkinli adımlarla öne doğru ilerlemeye başladığında, Yıldırım ise çember şeklinde Kalenderin etrafında dönüyordu. Yıldırım, Kalender’in kafasına vurduğunda Kalender bağırdı, “Lan Tekin, sensin değil mi oğlum?”

Tekin kenardan izlediği ikiliye bakınarak mırıldandı. “He abi benim.”

Kalender ve Yıldırım bir süre daha dövüşmüştü. Dövüş bittiğinde ise Kalendere döndüm. “Çevik, var mı tahminin kim sence?”

“Denge Komutanım.” Dedi.

Başımı sanki görebilecek gibi salladım. “Doğru, tamam sen geç.”

Dövüş ilerlemeye başlayınca Kalender yukarıya doğru bir yumruk attığında, yumruğu boşa çıkınca anlamış olmuştu karşısındaki kişinin Tekin olmadığını. Çünkü karşısındaki kişi Tekin olamayacak kadar kısaydı.

Âhi’ye geçmesini işaret ettiğimde gözlerini bağlamıştı.

Gözlerim Ertuğrul’a kaydığında, Âhi’nin karşısına geçmesini işaret ettim. Ertuğrul yürümeye başladığında Âhi’nin omuzları çökmüştü.

“Ne oldu be?” diye sorarken buldum kendimi ister istemez.

“Ya Komutanım, Ertuğrul bu.” dedi.

Gözlerimi devirdiğim esnada Âhi göz bandını çıkarmıştı. “Nasıl anladın acaba paşam?” dedim merakla.

Gözleri ile Ertuğrul’un ayaklarını işaret etti Âhi. “Komutanım, Ertuğrul ayaklarını yere sürterek yürüyor. Çok kolaydı bunu anlaması ama…” diye hayıflandı.

Yanaklarıma hava doldurarak ofladım. “Of, tamam abi bırakın ya.” Dedim bıkkın bir ses tonuyla.

Hevesim kaçmaya başlamıştı ama bir yanım da keyifliydi. Birbirlerini yavaş yavaş tanımaya başlamaları hoşuma da gitmiyor değildi.

Bugün onları yormuştum biraz…

Kurtuluş’a baktığımda hepsi sıçan gibi duruyorlardı. Hava soğuk olduğu için üstleri de bir türlü kurumamıştı. “Neyse tamam, bugünlük bu kadar yeter sonra tekrar devam ederiz.” Dedim.

Ben önde olmak üzere, tüm Kurtuluş ekibi Tugaya giriyordu.

Bahçeden çıkmadan önce de görmüş olduğum şeyle keyfim yerine gelmişti. Tüm erler ve tugayda bulunan timler şaşkın bir ifadeyle bir bana bir geride kalan Kurtuluş üyelerine bakıyordu. Şaşırmışlardı doğal olarak, bu kadar ağır bir eğitimi tek bir günde yapmak ne kadar mantıklı olabilirdi ki?

Bizim için ayrılan dinlenme odasına geldiğimizde herkes ayakta dikilmiş bana bakıyorlardı.

“Gidin duş alın, üzerinize de temiz üniformalarınızı giyinin. Yarım saat, kırk beş dakika sonra burada buluşuruz.” Diyerek dinlenme odasından çıktığımda gene Erdemle karşılaştım.

Sanki aradığı şeyi bulmuş gibi sırıttı ve enerjik sesiyle konuşmaya başladı. “Ay şükür yarabbi; komutanım, Miralay bu anahtarı size vermemi istedi. Size ait olan dinlenme odasının anahtarı bu. İçerisinde duş, banyo ve uzanmak isterseniz diye tek kişilik bir yatak da var. Göreve giderken üzerinizi orada rahatlıkla değiştirebilirsiniz, buyurun.” Anahtarı elime bıraktığında odanın hangi katta olduğunu öğrendim. Teçhizat odasının olduğu kat, yani üçüncü kattaydı.

Odamın önüne geldiğimde önce teçhizat odasına gitmem gerektiğini fikrine vardım. Üniformam hep çamur olmuştu.

Parmağımı kapının yanındaki mekanizmaya uzattığımda kapı açılmıştı. Kendi dolabımın yanına geldiğimde dolabımdan temiz kıyafetlerimi ve telefonumu alarak odadan çıktım. Benim için ayrılan odaya geldiğimde vakit kaybetmeden kendimi duşa atmıştım. Akan sıcak su ile üşümeye yüz tutmuş bedenim gevşemeye başlamıştı. Kenarda duran şampuanlardan birini açarak avucuma döktüğümde, şampuanı saçlarım ile buluşturdum. Güzelce köpürtüp duruladığımda, kenarda duran paketi açılamamış life yöneldim. Lifi paketinden çıkararak duş jeli ve su ile köpürtüp bütün vücudumu güzelce yıkadım. Saçlarımı bir kez daha şampuanlayıp, köpükten arındırdığımda üzerimden çıkardığım çamura bulanmış üniformamı içeriye aldım.

Üniformayı ılık su ile ıslattığımda çamurlar gidere doğru akmaya başlamıştı. Üniformanın her yerini güzelce temizleyip, sıkıca sıktım.

Bedenimi kenarda duran büyük havluya sardığımda, saçlarımı da küçük bir havlu ile sarmıştım.

Vücudumun her yerini kurulayıp temiz iç çamaşırlarımı ve üniformamı üzerime giyindim. Yatağın yanında duran komidinin üzerinde tarak ve saç kurutma makinesi vardı. Saçlarımı güzelce taradığımda kenarda duran prize, makinenin fişini taktım. Sıcak hava üfleyen makinayı saçlarıma tutmaya başladığımda kısa bir sürede kurumuştu. Saçlarımı tarak yardımı ile düzgünce topladığımda hazırdım.

Üniformamı da kuruyabilecek bir yere astığımda odadan ayrıldım. Yavaş adımlarla Tugayın içerisinde turlamaya başladım.

Kolumdaki kol saatine baktığımda saatin 10.32 olduğunu gördüm. O kadar geçmiş miydi sahiden? Kaç saattir içtima yapıyorduk biz?

Kendi kendime söylene söylene dinlenme odamıza geldiğimizde, içeride tek başına oturan Tekin ile göz göze geldim.

Ayaklandığında, “Hoş geldiniz Komutanım.” Dedi.

Elimle oturmasını işaret ettim. “Rahat Berkin. Hoş bulduk.” Diyerek karşılık verdim.

Gözlerimi üzerinde gezdirdiğimde, açık kumral saçları banyo yaptığından dolayı ıslaktı. Üçe vurulmuş saçları mavi gözleri ile oldukça uyumlu duruyordu. İri yarı vücuduna yapışmış kısa kollu hâki yeşili tişörtü, devasa kaslarını günyüzüne çıkarmıştı. Altında ise kamuflaj pantolonu vardı.

Bu soğukta kısa kollu?

Bakışlarımı üzerinden çekerek koltuğa oturduğumda kapı açıldı. İçeriye giren kadro ile Kurtuluş tamamlandığında şükür diye geçirdim içimden. Herkes yerine oturduğunda saat neredeyse on bire geliyordu.

Geldiğimizden beri yemekhaneye hiç çıkmamıştık biz, gidip güzelce bir yemek yesek fena olmazdı.

“Hadi kalkın yemek yemeye gidelim.” Dedim ortaya konuşarak.

Kalender konuşmaya başladı. “Komutanım saat daha erken değil mi? Dışarıda ne yapacağız?” diye sormasıyla boş bakışlarımı üzerine çevirdim.

Aramızda sözsüz bir bakışma geçti. “Oğlum yemekhane var ya hani. Allah’ım yarabbi ya sabır…” diye söylendim.

Dediklerim ile aydınlanmış gibi bana baktı. “Ne bileyim ben ya, kafa mı kaldı o kadar şeyden sonra.” Yıldırım’ı örnek alıyor olmalı ki, mırıldandığını düşündüğü halde sesi bana kadar gelmişti. Yüzüne sertçe bakmamla susması bir oldu.

“Tamam hadi kalkın,” fark ettiğim şeyle sinirle gözlerimi kapattım. “Saçlarını niye kurutmadınız acaba?” diye sitem ettim. Sanki hava çok sıcaktı da ıslak ıslak geziyorlardı.

“Komutanım kısa zaten saçlarımız, kurur birazdan.” Diyen kişi Yıldırımdan başkası değildi.

Ona ne vardı sanki, üçe vurulmuş saçların neyini kurutsun?

“Bekleyin beni burada.”

Hızlıca odadan çıktığımda, kendi odama gelip kurutma makinasını ve küçük saç havlusunu alarak odadan çıktım.

Merdivenleri indiğim esnada gelen seslerle bakışların o tarafa yoğunlaştı.

“Allahımmm şükürler olsun yarabbi,” elindeki baklava tepsileri ile bağıran çavuş ile göz göze geldiğimizde anlamsızca yüzüne baktım.

Yanındaki çavuş adamı susturmaya çalıştığında, adamın gözleri omuzuma kaydı.

Rütbemi gördüğünde büyüyen gözleri eşliğinde, elindeki iki tepsi baklavayı nereye koyacağını bilemez vaziyette tekmil vermeye çalıştı.

“Tamam oğlum bırak tekmili, ne yapıyorsun sen burada?” gözlerimle elindeki tepsileri işaret ettim. “İki tepsi baklavayla?” diyerek sordum.

Sorduğum soruyla saniyesinde ağzı kulaklarına varmıştı. “Ay Komutanım! Baba oluyorum ben; baba, baba. Çocuğum olacak!” dediği şeyle yüzümde hafif bir tebessüm oluştu.

Omzunu birkaç kez pat patlayıp, “Allah analı babalı büyütsün aslanım, sağ salim gelip, vatana millete hayırlı uğurlu bir evlat olsun inşallah.” Dedim.

“İnşallah Komutanım, inşallah.” Yanındaki çavuşa döndüğünde ellerindeki tabağı işaret etti. “Şuradan iki, üç tabak çıkarıver. Komutanımızla timine de baklava koyalım.” Dedi.

Neredeyse iki sıra baklavayı tek bir tabağa koyup elime tutuşturduklarında dinlenme odasının önüne geldim.

İçeriye geçtiğimde elimdeki gören Tekin sorgular gözlerle yüzüme bakındı. “Komutanım o elinizdekiler ne öyle?”

Sırtıma attığım havlu, elimdeki kurutma makinesi ve diğer elimdeki baklava tabağı ile oldukça uyumluydum gerçekten.

Baklavayı ortadaki masaya bıraktığımda, kurutma makinesini fişe taktım. Bana en yakın duran Kalender’i yanıma çağırdım.

“Otur önüme.” Anlamadım dermişçesine yüzüme baktığında devam ettim. “Oğlum otursana şuraya.” Dedim.

Önüme oturduğunda makinenin ısısını yükselttim.

Çok uzun olmayan kısa kıvırcık, esmer saçlarına elimi daldırarak, karıştırıp kurutmaya başladım. Kısa bir sürede kuruyan saçlarını rahat bıraktığımda, Âhi’yi de oturtmayı becermiştim.

Oturduğu yerden kıvranıp durduğunda omuzuna bastırdım. “Bir rahat dursana sen.”

Sağ elini kaldırarak rengini bir türlü çözemediğim; turuncu, kumral arası dalgalı saçlarını karıştırdığında, geçen gün görmüş olduğum yara izi tekrardan gözlerimin önüne serilmişti.

“Komutanım, kurur birazdan kendisi zaten. Siz zahmet etmeyin.” Demesiyle üzerinden eğilerek yüzünü görebileceğim bir vaziyete geldim.

“Sordum mu Âhi?” dedim çatık kaşlarım eşliğinde.

Gözlerini kaçırdı. “Haklısınız Komutanım.”

“Tabii haklıyım.” Diye mırıldandığımda omuzumdaki havluyu alarak saçlarını sertçe kurulamaya başladım.

Havluyla işim bittiğinde makineyle saçlarını kurutmuştum. Son olarak üniformasını az arkaya çekerek, sıcak havayı sırtıyla buluşturdum. Gelen sıcaklık ile irkilmişti.

Hepsinin saçlarını güzelce kurutup, üzerlerine sıcak hava tuttuğumda artık hazırdık.

Havluyu koltuğun üzerine sermiştim. Makinenin kablosunu da topladığımda, masanın üzerine bıraktığım baklavayı almak için eğildim. “Tamamdır. Hepimiz hazır olduğumuza göre artık gidebiliriz.” Dedim.

Tugayın içerisini az da olsa çözmüştüm artık. Zemin katta; spor salonu, Birinci kat yani girişte bizim için özel yapılan dinlenme odası, İkinci katta; Miralay’ın odası ve bizim için yaptıkları çalışma odamız, Üçüncü katta; Teçhizat odası ve benim tek kalabileceğim odam, Dördüncü katta; Boz’un yani Tuğgeneralin odası ve toplantı odaları, Beşinci yani en üst katta ise yemekhane vardı.

Etrafı inceleyerek yürüdüğümüzde yemekhaneye gelmiş durumdaydık.

İçeriye girdiğimizde gördüğüm şey hoşuma gitmişti. En baş köşede duran ve altı sandalyeye sahip olan geniş masanın üzerinde hoş bir yazıyla, KURTULUŞ TİMİ yazıyordu.

Herkes yerini aldığında Ertuğrul erlerden birisi ile konuşuyordu. Kısa bir süre içerisinde yemeklerimizi getiren ere teşekkür ederek birbirimize baktık. Daha doğrusu tüm Kurtuluş üyeleri yüzüme bakıyordu.

“Buyurun arkadaşlar, afiyet olsun.” Konuşmamın üzerine herkes kahvaltısını yapmaya başlamıştı.

Yumurta, açma, domates, salatalık, ekmek, bal, kaymak, çay… Baya bir şeyler vardı. Özel hazırlamış olmalılardı, göreve çıktığımızdan beri bir şeyler yemiyorduk çünkü.

Önümdeki tüm kahvaltılıkları bitirdiğimde, çayımın son yudumunu da almış bulunmuştum. Başımı kaldırdığımda hepsinin önündekileri bitirmiş olduğunu gördüm. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı.

“Türk kahvesi isteyeceğim, şekerli ya da orta içen var mı aranızda?”

Hepsinden aynı yanıtı duymuş oldum. “Orta komutanım.”

Başımı salladım. Bende Türk kahvesini orta içmeyi seviyordum.

Gözlerim yemekhanenin içerisinde dolandığında gözümün önüne düşen yüz ile gözlerim kısıldı. “Mert! Aslanım bak bakayım bir.”

Mert sesin nereden geldiğini anlamak ister gibi etrafa bakındığında benimle göz göze geldi.

Hızla yerinden fırlayıp yanımda bittiğinde, “Buyurun komutanım.” Dedi.

“Bize altı tane bol köpüklü, orta Türk kahvesi getirir misin?”

Başını olumlu bir şekilde salladı. “Tabii ki getiririm Komutanım.”

“Bizim dinlenme odasına getir ama,” arkasından bağırdığımda elini yukarıya kaldırıp tamam işareti yaptı.

Yemekhanede oturmak isterdim ama çok kalabalıklaşmaya başlamıştı. Baklava tabağını tekrardan elime aldığımda, ayaklandım. “Hadi, dinlenme odasına gidiyoruz.”

Hepsi annelerini takip eden yavru ördekler gibi peşime takıldığında tam anlamıyla fıtı fıtı yürümeye başladık.

Dinlenme odasına geldiğimizde elimdeki baklavayı bırakır bırakmaz kendimi köşeye doğru attım. Koltuk U gibiydi. Yastıkları da oldukça yumuşaktı, oturduğunda göçüyordun resmen.

Sağ elimi yüzüme düşürdüğümde, sol elim kasıklarımın üzerindeydi. Kısacası iki seksen uzanıyordum.

Ayak ucuma oturan Âhi ile göz göze geldiğimizde gözlerimi kaçırdım.

Kendimi biraz yukarı çekerek toparlandığımda Âhi konuşmaya başladı. “Komutanım siz rahatınıza bakın, iyiyim ben böyle.”

Kaşlarım havalanırken, “Önemli olan benim rahatım zaten paşam.” Diyerek mırıldandım.

Çalan kapı ile içeriye giren Mert’i gördüm. Kalender, Mert’in elindeki tepsiyi alarak teşekkür ettiğinde Kalender tepsiyi ortadaki masaya bıraktı.

Herkes kahvesini aldığında, odanın içerisinde ki mutfağın olduğu bölümde duran masaya gittim. Sandalyemi çekerek oturduğumda, üniformamın içerisine attığım küçük not defterimi çıkardım.

En başta yazan isim ile ileriye doğru seslendim. “Kalender! Kahveni de al yanıma gel.”

Kalender oturduğu yerden kalkarak yanıma geldiğinde, karşımdaki sandalyeyi çekerek oturdu.

Aklıma gelen baklava ile, “Ya şu baklavayı getirsenize bana, bende yiyeyim az.” Dedim.

Kalender gülerek yerinden kalktığında, baklavayı alarak geri geldi. Baklavayı ters çevirerek ağzıma yerleştirdiğimde, güzelce tadını çıkara çıkara yedim.

Kahvemden bir yudum alarak, Kalendere döndüm. “Şimdi, parkurda gözlemlediğim şeyleri seninle de paylaşacağım. Öncelikle, dikkatli ve temkinli hareket ediyorsun. Bu gerçekten güzel bir şey.” Önümdeki defterin sayfalarını çevirerek yazdıklarıma göz attım. “Parkur boyunca; çevrendeki sesleri dinleyip, uyguladığını fark ettim. Bunun için de seni ayrıca tebrik ederim.” Dedim.

Başını öne eğerek, kahvesinden bir yudum aldı. “Ne demek komutanım, görevim bu zaten.” Diyerek nazikçe karşılık verdi.

Bir müddet gözlerinin içerisine baktığımda devam ettim. “Şınava gelirsek; ben elli beş kiloyum Kalender. Açıkçası biraz daha iyisi olabilirdi. Göreve giderken kullandığımız çantaların, tüfeklerin ağırlıklarına bakarsak, elli beş kilo sana çok gelmez. Dengenin bozulmaması ve elli beş kilo gibi ağırlıklar ile şınav, mekik çekmeyi rahatlıkla yapman için her içtimada çalışacağız.” Dediğimde kahvemden bir yudum aldım.

“Yakın dövüşe gelirsek, dediğim gibi. Atakların her zaman için hızlı ve sert olmalı. Bir sonraki içtimada tekrardan deneyeceğiz, kendini geliştirmelisin.” Dediğimde diyeceklerim bitmişti.

Ayaklandığında gözlerini yüzümde gezdirdi. “Hatalarım konusunda beni uyardığınız için teşekkür ederim komutanım. Dediklerinize dikkat edeceğim, sağ olun.” Dedi kibarca.

Yüzümde hoş bir ifade oluştu. “Ne demek, lafı bile olmaz. Canımı emanet edeceğim adamların hatalarını söylemek boynumun borcu.” Dedim.

Kahvemden bir yudum aldığımda, önümdeki baklavadan bir ısırık aldım. Kalender gittiğinde ikinci yazdığım ismi çağırdım. “Ertuğrul! Yanıma gel.”

Elinde kahve fincanı ile gelerek karşıma oturdu. “Buyurun komutanım.” Dedi.

Kahvemden bir yudum daha aldığımda bitmişti. Üzgün gözler ile bardağa baktığımda Yıldırım’a seslendim. “Yıldırım, ısıtıcıya su koyuver sana zahmet. Nescafe içelim.” Dediğimde çoktan ayaklanmış, musluktan ısıtıcıya su dolduruyordu.

Gözlerimi Ertuğrul’un üzerine çevirdim. “Şimdi seninle parkurdaki eksiklerin hakkında konuşacağız. Öncelikle adaptasyon yani dikkat sorunun var, çevrendeki seslere dikkat veriyorsun bu güzel bir şey ama dikkatin çok çabuk bozuluyor.” Bir tane daha baklava alıp yediğimde devam ettim. “Ve ayrıyeten, sol diz kapağında bir sorun var gibi, koşu esnasında hafif tökezleme gördüm.” Önümdeki defterden aldığım notları okudum.

“Seninle kol kası çalışmamız lazım. Ekstra nefes derslerimizi de uygulayacağız. Şınava gelirsek; dediklerimin aynısı geçerli, diz kapağında aksama ve nefes kontrolu.” Diyerek diyeceklerimi tamamladım.

“Tamamdır komutanım yarın çalışmalarımıza başlarız size de uyarsa.”

Teklifi için benlik bir sorun yoktu; ölmediğim sürece hangi devremin nerede hatası, sorunu varsa kendisi düzeltmek istediği sürece yanıma gelebilirdi.

Yıldırım’ın önümüze koyduğu iki kupa kahveye bakarak konuştum. “Teşekkür ederim Yıldırım.”

“Afiyet olsun komutanım.” Diyerek yanımızdan ayrıldı.

Gözlerimi tekrardan Ertuğrul’un üzerine çevirdiğimde, “Bana hiç fark etmez istersen şimdi bile başlarız ama benim senden istediğim başka bir şey var aslında.” Dedim sorgular bakışlarım eşliğinde.

Kaşları yavaşça çatıldı. “Nedir komutanım?” diye sordu.

“Benim bildiğim iyi bir hastane var. Bacağındaki aksama ciddi bir sorun teşkil ediyor olabilir. Gidip baktırmakta fayda var, beraber gidelim.” Diyerek teklifimi ortaya sundum.

Başını olabilir dercesine salladı. “Tabii ki komutanım, gidebiliriz. Siz nasıl isterseniz.”

Duyduklarımda yüzümde belli olmasa da şaşkın bir ifade vardı.

Başına taş düşmüştü herhalde, dakika başı laf atan adam neredeydi acaba? İçtimada yüzüne çok vurmuştum, nöronları ölmüştü büyük ihtimal.

“Güzel. O zaman tüm ekiple görüşmelerim bitsin, sonra çıkarız.” Dedim kahvemden bir yudum alarak.

Sırada Tekin vardı. “Tekin! Yanıma.” Dedim hafif yüksek sesim ile.

Karşıma oturan Tekin elinde Türk kahvesi ile değil, Nescafe ile gelmişti.

Ellerimi kupanın önünde kenetledim. Bir yandan da yanımda açık bir şekilde duran defterime göz gezdiriyordum. “Oldukça iyisin, etraftaki seslere açıksın ve senin kulağına mantıklı gelen şeyler ile hareket ediyorsun. Aynı şekilde ağırlıklı şınavda da iyiydin, şu ana dek bir hatanı görmedim. Aynı şekilde devam etmelisin. Tebrik ediyorum seni Berkin.” Dediğimde gülümsedi.

“Asıl ben teşekkür ederim komutanım. Sizin gibi bir komutana sahip olduğumuz için çok şanslıyız gerçekten.” Dedi.

Gözlerimi yumarak dediklerine karşılık verdim. Tekin gittiğinde sıradakine seslendim.

“Âhi, yanıma gel!”

Karşıma oturduğunda elalarına bakındım. “Öncelikle; nefesini kullanış tarzına bayıldım. Nefes kontrolünde bir numarasın, kas gücün de oldukça iyiydi. Aslında diyebileceğim çok da bir şey yok. Gözüme takılan bir hatan da olmadı, aynı şekilde devam etmeni istiyorum. Tebrik ederim Arman. Lakabının hakkını vermeye başladın.”

Güvenimi kazanmaya başlamıştı. Lakabı gibi. Temiz insan; dürüst, güvenilir kimse.

Arman.

Kurtuluş’un son üyesini de yanıma çağırdım. “Yıldırım, sende gel.”

Karşıma oturduğunda soğumaya yüz tutmuş kahvemden bir yudum daha aldım. “Öncelikle; nişancılığına hayran kaldım desem yeridir, çok başarılı atışlar gerçekleştirdin. Kasların çok güzel gelişmiş, nefes kontrolun de oldukça başarılı.” Duraksadığımda derin bir nefes aldım. “Ağırlıklı şınavda ise oldukça iyiydin, şu anlık gözüme çarpan çok büyük bir hatan olmadı. Her sabah içtima yapmaya devam edeceğiz. Hataların veya eksiklerin olursa, hatalarını tamamlamak için elimden gelenin en iyisini yapacağıma emin olabilirsin.” Dediğimde yüzünde güzel bir gülümseme oluştu.

“Her şey için teşekkür ederim komutanım.” Dedi.

“Rica ederim, Denge lafı bile olmaz.” Diyerek karşılık verdim.

Masanın üzerinden bana doğru eğildiğinde, hafif bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Ve timi kabullenmeniz beni çok mutlu etti, her ne yaşadıysanız Kurtuluş sayesinde çözebileceğinize eminim. Ağlayacak bir omuz aradığınızda burada olduğumu da unutmayın, bir sorununuz olduğunda da çekinmeyin. Devamını da biliyorsunuz zaten.” Dediğinde gözlerimin içi gülmüştü resmen.

Kahve kupamı biraz havaya doğru kaldırdığımda, aynı şekilde karşılık verdi. Kurtuluş’u kabullenmemin şerefine…

Tüm ekip bitmişti. Şimdi Miralay’a haber vermem lazımdı.

Elimdeki kahveyi kafama diktiğimde koltuğun olduğu bölüme geldim. Ertuğrul ile göz göze geldiğimizde konuşmaya başladım. “Miralay’ın yanına uğrayıp geliyorum hemen.” Dedim.

Başını anlayışla salladı. “Tamam ben buradayım zaten.” Dedi.

Dinlenme odasından çıkıp üst kata doğru ilerlemeye başladım.

 

Barça Aksoy (Miralay)

Saatlerdir Kurtuluş Timinin görevden gelmesini beklemiştim. Neredeyse dört saate yakın bir süre sonunda geldiklerinde, hepsi sağ salim gelmişti.

Armin’in sözlü beyan ettiği raporu resmiyete dökerken kapı çalınmış ve benden bir ricada bulunmuştu. İçtima yaptırmak istediğini söylediğinde, bunu Tekin’in yaptığı görev ihlali yüzünden yaptırmak istediğini biliyordum.

Kurtuluş Timinin raporunu, dosyalara işlediğimde dışarıdan gelen sesler ile ayaklandım. Gene yapmıştı yapacağını. Er topluluğunu yanına çağırmış, parkur kurduruyordu. Her zamanki gibi atraksiyon seven tarafını konuşturmuş, çamur havuzları ile açılışını yapmıştı.

İçeriye giren Erdem ile bakışlarım üzerine çevrildi. “Komutanım, Boz sizi çağırıyor.” Demesiyle çıkması için bir baş işareti verdim.

Demek ki geliyordu.

Kurtuluşun bilgileri ile dolu olan kalın dosyayı elime aldığımda odadan çıkarak Boz’un katına çıktım. Odasının kapısını tıklatarak gel emirini vermesini bekledim.

İçeri girdiğimde odada olan üstler yüzünden tekmil vererek, “Albay Barça Aksoy; Muğla, emredin Komutanım.” Dediğimde gür sesim odada yayıldı.

Üstlerin hepsi rahat emiri verdiğinde benim için ayrılan sandalyeye oturdum. Kapı benim ardımdan tıklandığında içeriye Binbaşı girdi ve tekmil vererek masaya oturdu.

Boz konuşmaya başlamıştı. “Kurtuluş Timi, görevden döndü ve direkt içtimaya başlamışlar. Öğlene doğru gelebilirlerdi Albayım.” Dedi bana doğru konuşarak.

Çattığım kaşlarım ile konuşmaya başladım. “Aynısını bende dedim ama Armin Üsteğmen böyledir komutanım. Boş durmayı sevmez, hazır uykumuz açılmışken devam edelim diyerek ricada bulundu bende bir sorun olmadığını belirttim.”

Boz arkasındaki sürgülü perdeyi açtığında tüm Kurtuluş üyeleri ayaklarımızın altına serildi. “Biraz da biz izleyelim bakalım, neler yapacaklar?” dedi merakla.

Tabi bu masada oturan ben hariç, hiç kimse Armin’in yaptırdığı eğitimi izlememişlerdi.

Tepkilerini keyifle izleyecektim.

Ben Boz’un yanına gelene kadar parkuru kurmayı bitirmişlerdi.

Arkasına topladığı erlere dönüp bir şeyler dediğinde hepsi anlayışla başlarını salladılar. Konuşmaya başladı, “Adran, Çevik siz ikiniz başlıyorsunuz. En fazla on dakika içerisinde bu parkur bitmiş olacak. Anlaşıldı mı!” diyerek bağırdığında sesi Tugayın bahçesinde yankılanmıştı.

Kurtuluş Timinin iki Teğmeni aynı anda koşarak parkurun başına geçtiklerinde hazırlardı.

Kısa bir süre içerisinde başladıklarında; Armin de onlarla beraber koşuyor, dikkatle üzerlerini inceliyordu. Erler arkadan parkurdaki ikili adına kötü yorumlarda bulunuyor, dikkatlerini dağıtmaya çalışıyorlardı.

Ertuğrul ve Kalender sürünme engeli için eğildiklerinde, Komutanları hakkında bilmedikleri bir şey vardı. Armin eğitimlerinde çamur havuzunu kullanmaya bayılırdı.

İkili saniyeler içerisinde gözden kaybolduğunda, Boz ve Binbaşı aynı anda konuştular.

“Nereye kayboldu bunlar?”

Boz’un kaşları çatılmış merakla aşağı bakıyordu.

İkili kafa kafaya havuzdan çıktıklarında her tarafları çamur içerisindeydi. Bir ıslık sesi odayı doldurduğunda Binbaşının verdiği anlık tepkiye gülesim gelmişti. Sen Binbaşısın kendine gel!

“Pardon komutanım, şaşırdım bir anlık.” Diyerek üstlere bakındı.

İki Teğmen, parkuru bitirdiğinde Armin yanlarına giderek yüzlerini yıkadı.

Sıra Âhi ve Tekin’e geldiğinde, ikisi de çok hızlı ve profesyonel bir şekilde parkuru bitirmişlerdi. Armin aynı şekilde yanlarına gidip yüzlerini yıkadığında, Âhi ile aralarında bir konuşma geçmişti.

Eski yerine gelip erlere bir şeyler anlattığında, erler parkuru değiştiremeye başladılar. Armin kenardaki banka oturmuş bir deftere hızlı hızlı bir şeyler yazıyordu. On dakikaya yakın bir süre parkurun kurulmasını beklediğimizde parkurun başına tek bir şekilde Yıldırım çıkmıştı.

Parkurun sonuna geldiğinde, kaşlarım çatık bir şekilde yerde duran bozuk silaha baktım. Ne değişik bir içtima anlayışı vardı bu kızın…

Yıldırım yerdeki tüfeğini hızlıca kurduğunda gözden kayboldu. İçeriden gelen koşma sesleriyle, Yıldırımı Tugayın içerisine yolladığını anladım. Yarım saniyeyi aşkın bir süre içerisinde gelen atış sesiyle, anlık bir şekilde ayaklandık. Gözlerimi bahçede gezdirdiğimde devrilmeye başlayan hedeflerle rahat bir şekilde yerime geri yayılmıştım.

Parkur ile işi bittiğinde gene erlerden bir şey isteyip bankına kuruldu ve notlarını almaya devam etti.

Gelen erler ile ellerindeki su bidonlarını alıp timinin karşısına geçti. En başta olan Ertuğrul’un yanına gidip suyu üzerine dökmeye başladığında sırasıyla tüm timin üzerine bidonları boşalttı.

Boz’un, “Hasta edecek çocukları.” Diyerek mırıldandığını duydum.

Hiçbir şey olmazdı. Başlarında Armin olduğu sürece onlara bir şey olmazdı. Gerekirse kendi elleri ile bile beslerdi onları Armin.

Normal içtimaya başladıklarında sırasıyla; koşu, şınav ve mekik çektiler. Normalden kastım, Armin’in hepsinin üzerine çıkıp ölümüne şınav çektirmesini saymazsak olurdu. Mekik de ise dört tuğlayı karınlarına koyup nasıl çektiklerini izlemişti.

Sıra barfikse geldiğinde hepsinin belli bir süre çekmesini izlemiş sonrasında hepsini yere indirmişti. Çubuğa atlayıp kendini salladığında yüz ifadem oldukça normaldi. Sonrasında Kalender, Ertuğrul, Yıldırım, Âhi ve Tekin’inin kollarını beline sardırarak onların ağırlıkları ile çekmeye başlamıştı.

İlk üçlü tamamdı. Ama Âhi ve Tekin… İkisi de timin en iri yarı adamıydı. Onları nasıl taşımayı düşünüyordu bu manyak?

İlk Âhi başlamak istediğinde Âhi’ye bakarak işaret etti. Âhi onaylamaz bir şekilde başını büktüğünde dudaklarını oynatarak konuşmaya başladı. Armin de karşılık verdiğinde, kısa bir bakışmanın ardından başladılar.

Armin kolaylıkla Âhi ile birlikte barfiksini çektiğinde sırada Tekin vardı. Tüm üstler kaşlarını çatmış dikkatli ve şoke olmuş gözlerle Armin’i izliyorlardı. Tekin kollarını Armin’in beline sardığında, Armin kendini yukarı çekmeye çalıştı. Ama sadece çalıştı. Çünkü kendini yukarı çekmeyi becerememişti.

İki deneme sonra kendini sertçe yukarı çektiğinde başarmıştı.

Ellerim yumruk oldu. İşte benim kızım.

Sonrasında gözden kaybolmuş kısa bir süre sonra çaylar ile dönmüştü. Çaylardan sonra timine yakın dövüş yaptırmıştı. Ve beklenildiği gibi hepsini yere sermişti aslan kızım.

Yaptığı eğitimin ardı arkası kesilmediğinden, bütün üstler şaşkınlık içerisinde aşağıyı izliyordu.

Gözlerini bağlayarak yakın dövüşe başladıklarında, kısa bir süre sonra bağırarak durmalarını söylemişti. Bir şeye sinirlenmişti gene. Kısa bir süre sonra bütün timi arkasına toplayarak Tugaya girdi.

Eğitim bittiğinde Boz bir süre boşalan bahçeyle bakışmıştı. Böyle bir eğitimi Armin’den beklemiyordu tabii…

Sandalyesine oturduğunda konuşmaya başladı, “Bu timi seçmekle çok güzel bir adım atmışız. Açıkçası ben bu kadar beklemiyordum. Tim Komutanı olarak Tan’ı seçmemiz çok iyi olmuş. Çok dişli, tuttuğunu koparacak bir kadın.” Dedi yüzündeki olayın hoşuna gittiğini belli eden ifadesiyle.

“Tan’ın bir rakibi olduğunu unutmamışsındır umarım Boz.” Dedi ara sıra toplantılarda gördüğüm Tümgeneral.

“Tabii ki de unutmadım komutanım ama timdeki tek kadının Tan olduğunu göz önünde bulundurursak, rakibi Tan için bir sorun teşkil etmeyecektir.” dedi

Tümgeneral kaşlarını çattı. “Olabilir ama geldiği zaman timin içerisinde bir karmaşıklık olma ihtimali var.” Dedi olabilecek etkenleri masaya serdiğinde.

Olaya el atmam gerektiğini fark ettiğimde konuşmaya başladım. “Emin olabilirsiniz Armin bunu önemsemeyecektir. O kadar yaşanmışlığının ardından rakibini büyük bir etken olarak görmez.”

Dediklerimin üzerine Boz’un kaşları çatılmıştı. “Çok emin konuştun, nerden geliyor bu netlik?”

Ellerimi masanın üzerine koyarak kenetledim. “Onu neredeyse ben büyüttüm sayılır komutanım. Vereceği tepkileri az çok tahmin edebiliyorum.”

Boz ve üstlerim düşünür gibiydi.

Binbaşı, “Ne zaman geliyor?” diye sordu.

Kısa bir düşünme seansından sonra Boz konuşmaya başladı. “Ben konuştum, yakın bir zaman diliminde aramızda olacak.” Duyduklarımla yüzümde yamuk bir tebessüm oluştu.

Demek geliyordu…

KURTULUŞ

Armin Tan

Miralay’ın odasına geldiğimde içeri girerek tekmilimi verdim ve olduğum yerden konuşmaya başladım. “Komutanım izniniz olursa kısa bir süreliğine Adran ile dışarıya gitmemiz gerekiyor.”

Kaşları çatılır gibi oldu. “Sebep?” dedi sorarcasına.

“Bugün yaptığım eğitimde dikkatimi çeken bir şey oldu. Kontrol için Adran’ı muayeneye götüreceğim.” Dedim durumu kısaca belirterek.

Başını sallayarak, “Tamam, çıkabilirsiniz. Çok geç kalmayın.” Diyerek uyarısında da bulunmuştu.

Odadan çıktığımda Erdem’e selam vererek hızlı adımlarla dinlenme odasına geldim. Ertuğrul ile göz göze geldiğimizde ayaklanarak yanıma geldi. Kurtuluş üyelerine döndüğümde, “Biz çıkıyoruz, geliriz çok geçmeden.” Dedim.

Âhi çatık kaşları ile yüzüme bakındı.

Benden ve Ertuğrul’dan sonra en rütbeli kalan Kalenderdi. Beklediğim üzere Kalender konuşmaya başladı. “Nereye Komutanım?” dedi.

“Hastaneye, önemli bir şey yok. Geliriz bir, iki saate zaten. Tim sana emanet.” dediğimde Yıldırım yerinden fırlayarak yanıma geldi.

“İyi misiniz? Bir şey mi oldu?” diye sordu meraklı bakışları eşliğinde.

“Bir şeyim yok iyiyim ben. İşimiz var sadece geliriz gecikmeden.” Dedim tekrardan. Kısa bir sürede odadan çıktığımızda, nöbetteki erlere baktım. “Aslanım! Gel bakayım bir.”

Bağırmamla arkasını dönüp bana baktı. “Buyurun Komutanım.”

“Ben arabanın anahtarını sana vermiştim galiba, getiriver sana zahmet.” Dedim üzerini süzerek.

Kısa bir süre sonra arabam Tugayın büyük bahçesine geldiğinde, arabaya binerek kapıya sürdüm. İki yana açılan kapıdan çıktığımda, ere teşekkür etmediğim aklıma gelince küçük bir korna çalarak ormanlık alandan yola doğru çıktım.

On dakikaya yakın bir süre sonunda ağzını ilk açan Ertuğrul olmuştu. “Armin.”

“Efendim Ertuğrul?” dedim aynı sakinlikle.

“Ben senden özür dilerim.” Dedi.

Kaşlarım çatıldı. “Ne için?” dedim anlamadığımdan dolayı.

Dudaklarını büzerek başını yana yatırdı. “Yani ne bileyim, ilk geldiğimden beri yaptığım hâl ve hareketler için. Biraz saçmaladım, tekrardan özür dilerim.” Dedi ilk defa duyduğum kibar sesi ile.

Şaşırmıştım ama iyi de olmuştu. Hâl ve hareketleri bu şekilde devam etseydi kendisiyle bir konuşma yapmam gerekebilirdi, sorunu kendi fark edip benimle konuşması hoş bir davranıştı.

“Önemli değil. Hatanı fark edip benimle konuşman hoşuma gitti açıkçası, yoksa ben konuşmak zorunda kalacaktım ve değişik bir konuşma olacaktı. Bu yaptığın güzel bir davranış oldu.” Dedim.

“Eğitim de harbi eğitimdi gerçekten, maşallah elinde ağırmış zaten.” Dedi yanağını tutarak.

Aklıma gelen yüz üstü yapışma sahnesi ile gülmemek için elimi dudaklarımın üzerine örterek, sıkıca bastırdım. Aynı zamanda gözüm yoldaydı. “Kendini savunsaydın sende, ittim düştün ne var?” dedim küçük çocuklar gibi.

Kaşları yavaşça çatıldı. Bana doğru dönerek yanağını gösterdi. “Şuna bak şuna, güzel yüzüm nasılda çizildi.” Dedi hayıflanarak.

Yalandan burnumu kıvırdım. “Aman güzel yüz görmesek inanacağız, çek be şu yüzünüzü.” Dedim bir elimi yüzünün ortasına doğru tutup iterken.

Yollar biraz kalabalıktı. Neredeyse öğlen olmuştu çünkü.

Gittiğimiz hastanenin konumunu Ferhat’tan almıştım. Atalay’ın numarasını atarken, hastanenin konumunu da yollamıştı. Boş bir vaktimde hastane için araştırmamı yaptığımda, sadece kadın doğum üzerine değil tüm bölümlerin olduğunu görmüştüm.

Yolumuz uzundu çünkü Tugay ve merkez arası çoktu.

Ertuğrul, radyoya uzanarak rastgele bir şarkı açtığında kulaklarıma gelen ilk ses, “Kime söveyim kimlere saldırayım…” olmuştu.

Duyduğum cümle ile kahkaha atma isteğimi içime atarak, sakince şarkıyı dinlemeye devam ettim.

Elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde sürmeye çalışıyordum. Şarkı sesini bastıran sese yöneldiğimde, Ertuğrul’un elini cebine attığını gördüm.

Telefonu bana doğru salladığında, “Açmamda bir sorun var mı?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. “Yok hayır, açabilirsin. Benlik bir sorun yok.” Dediğimde telefonu açmıştı.

“Ulan! Hayırsız bebe ne diye aramıyorsun sen beni? Ben sana gidince ara, haber ver demedim mi?” diyerek açılış yapan erkek sesinden, babası ile konuştuğunu anlamış oldum.

Ertuğrul bana doğru dönüp kısa bir bakış attığında, tekrardan babasına döndü. “Baba, müsait olsaydım arardım herhalde. Göreve gittik geldik, daha yeni boş zamanım oldu.” Diyerek kendini haklı çıkarmaya çalıştı.

Telefona doğru kısa bir bakış attığımda şaşkınlıkla gözlerim aralandı. Adam Ertuğrul’un aynısıydı ve çok genç duruyordu.

Ertuğrul’un sık sık benim olduğum tarafa doğru bakması, sert bir ses tonuyla son bulmuştu. “Senin yanında kim var Duman? Ne diye iki de bir soluna bakıyorsun?” diye sordu.

Ertuğrul onay almak için bana döndüğünde, başımı salladım. “Komutanım var baba.”

Adamın ses tonu az da olsa yumuşamıştı. “Ne diye tanıştırmazsın ki? Çevir bakayım kamerayı, oğluma da bakayım.”

Beni erkek sanması bir anlık komiğime gitmişti.

Ertuğrul kamarayı bana doğru çevirdiğinde adam anlık afalladı. “Kızım, sen misin bu hergelenin Komutanı?” diye sordu.

Gözlerimi yoldan ayırmadan cevapladım. “Evet, efendim.”

Ertuğrul araya girdi. “Baba, sen illaki hangi time gideceğimi araştırmışsındır. Komutanımın cinsiyetini bilmiyor musun?” dediğinde adam hızla cevap verdi. “Ben nereden bileyim oğlum. İlk defa duydum Armin diye bir isim, erkek sandım işte.” Dedi.

Meraklı sesiyle, “Siz nereye gidiyorsunuz böyle?” diye sordu.

Ertuğrul rahat bir sesle cevapladı. “Hastaneye.”

Adam aniden bağırdı. “İyi misiniz! Birine bir şey mi oldu yoksa!”

“Baba! Kimseye bir şey olmadı. Armin diz kapağımda bir aksama görmüş, baktırmakta fayda var dedi.” demesiyle adam rahatlamıştı.

“Oh, iyi bari. Bir sorun çıkarsa ara beni hemen. Neyse ben sizi oyalamayım, hadi gidin.” Dedi.

Ertuğrul ve benimle kısa bir vedalaşmanın ardından telefonu kapatmıştı.

Hastaneye yaklaştığımızda Ertuğrul’a döndüm. “Yaklaştık, toparlan istersen.”

Kısa bir süre içerisinde hastaneye girdiğimde danışmaya dönerek sorumu yönelttim. “Hanımefendi merhabalar. Ortopedi bölümü için gelmiştik. Doktorumuz boş mu, bir bakabilir misiniz?” dediğimde güzel bir gülümseme sunarak bilgisayara döndü. Ertuğrul’un kimliğini önüne bıraktığımda eline alarak işine devam etti.

“Dördüncü kat, yüz yirmi dördüncü oda Hanımefendi. Doktorunuz Kemal Işık sizi bekliyor.” Dediğinde teşekkür ederek yanından ayrıldık.

Odayı bulduğumuzda kapıyı tıklatarak içeriye girdik. “Kemal Bey merhabalar.” Diyerek içeri girdiğimde aynı şekilde karşılık aldım.

Kemal Bey ellerini masanın üzerinde birleştirerek bize doğru baktı. “Şikâyetiniz nedir?”

Ertuğrul bana dönerek konuştu. “Aslında bende bilmiyorum.”

Boğazımı temizleyerek doktora döndüm. “Sol diz kapağında bir aksama var. Koşu esnasında bir müddet sonra, tökezleme gibi bir olay oluşuyor.” Dediğimde doktor gözlerini bana çevirdi. “Sizde mi?” dedi anlamayarak.

Başımı iki yana sallayarak Ertuğrul’u gösterdim. “Hayır, hayır. Beyefendi için konuşuyorum.” Dedim.

Doktor başını anladığına dair salladığında, “Eşinizi muayene ettikten sonra sonucun ne olduğunu tekrardan konuşuruz.” Dediğinde Ertuğrul ile göz göze geldiğimizde ikimizde birbirimize boş bakışlar atıyorduk.

“Evli değiliz.”

“Evli değiliz.”

Aynı anda konuşmuştuk.

Doktor yüksek sesli bir kahkaha attığında eliyle sedyeyi işaret etti. “Ertuğrul Bey, buyurun lütfen.”

Muayene için yanımdan ayrıldıklarında oturduğum koltukta beklemeye başladım.

Aradan geçen on dakika sonunda tekrardan yanıma gelmişlerdi. “Gözle görülür bir sorun yok. Bu aksamanın en kapsamlı sebepleri; fazla sinir, stres olabilir. Vitamin eksiklikleri, yorgunluk veya ani hareketler de olabilir.” Dediğinde aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı.

“Mesleğiniz neydi?” diye sorduğunda gözlerimiz tekrardan çakıştı.

“Özel harekât diyelim siz anlayın.” Dediğimde anlayışla başını salladı.

Ellerini hafifçe iki yana açtı. “Yani, mesleki deformasyon. Dediğim gibi ani hareketler sonucu çok sık karşılaştığımız bir durum bu, gene de vitamin değerlerine bakalım. Size tahliller yazıyorum çabucak yaptırıp gelirseniz yeniden konuşuruz.” Dediğinde elindeki reçeteyi ileriye uzattı.

Kan tahlili, vitamin D testi vardı.

Gidip testimizi yaptırdığımızda yarım saate yakın bir süre beklemiştik. Sonuçlar elimize geldiğinde tekrardan doktorun odasına yöneldik.

Elimdeki sonucu doktora uzattığımda, elimden alarak incelemeye başladı. “Anemi.” Dedi.

Biz ne için gelmiştik ne çıkmıştı…

“Kan değerlerin biraz düşük çıkmış. Aynı şekilde vitamin değerlerin de… Sana birkaç ilaç yazacağım, sabah ve akşam olmak üzere düzenli bir şekilde kullanırsan, değerlerin yüksek ihtimalle düzelecektir. Ayrıyeten bacağındaki aksama mesleğine bağlı bir durum bana kalırsa. Ani yaptığın her hareket için kısa süreli aksamaların olabilir, ilaçlarını biraz kullan bakalım. Eğer düzelmezse tekrardan yanıma uğrarsınız.” Dedi.

Teşekkür ederek odadan ayrıldığımızda, önce ücreti ödemiş sonra da arabama gelmiştik.

Elimdeki reçeteye bakındığımda bir sürü ilacın yazılı olduğunu gördüm. Eczaneye gitmemiz lazımdı.

Elime aldığım telefondan en yakın eczaneye baktığımda, on beş dakika gösteriyordu.

Radyodan yükselen ses aramıza girdiğinde, temkinli bir şekilde arabamı sürüyordum. On dakikaya yakın bir sürede geldiğimizde reçeteyi Ertuğrul’a uzatarak ilaçlarını almasını ekledim.

Elindeki ilaç torbası ile yanıma oturduğunda, Tugay’a gitmek için yola koyulmuştuk.

 

Evet canlar, 6.Bölümü de bitirdik.

Armin'İn ölümüne içtiması?

Tim üyeleri,

Armin?

Kalender?

Ertuğrul?

Tekin?

Âhi?

Yıldırım?

Yıldıza basmayı unutmayın!

08.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%