Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7.BÖLÜM- BU DA İNSAN BU DA CAN

@durutaskulakk_

Canlar selam!

ÖBB'nin 7.Bölümü ile sizlerleyim.

Bölüme başlamadan önce, yıldıza basarak bölümü oylamayı ve satır arası yorumlarınızı atarak beni sevindirmeyi unutmayın...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap Hesabım: olumlebasbasaaaofficiall

Keyifli okumalar :)))

 

7.BÖLÜM BU DA İNSAN BU DA CAN

 

22 Temmuz 2018

Göz kapaklarım yavaşça aralandığında karnıma giren kramp ile yüzüm buruştu. Başımı yere doğru eğdiğimde karnıma saplı duran çakının, olduğu yerde duruyordu.

Ellerimi sertçe ileriye ittiğimde, odanın içerisine yayılan zincir sesi geri dolaşıp bana sarılmıştı.

Kapı aralandığında içeriye giren manyak ile tekrardan baş başa kaldım. “Uyanmışsın yavru.”

Kıstığım gözlerimle maskesine baktığımda, acı çeken yüzüme inatla sırıttı. “Uyanman çok uzun sürmedi zaten, merak etme yani… On dakika falan.” Dediğinde gözlerimi üzerinden çekip, karnımdaki çakıya çevirerek yutkundum.

Nasıl duruyordum ben böyle? Kan kaybından bayılıp geri ayılmam on dakika mı sürmüştü sadece?

Odanın içerisi her zamankinden daha da karanlıktı. Demek ki geç bir saatti, kim bilir belki de bir sonraki güne atlamıştık. Burada gün, saat veya dakika kavramı yoktu.

Arkasını dönüp duvarın üstünde bir yere bastığında odanın içerisi aydınlandı.

Üzerime doğru gelmeye başladı. Soluğu dibimde aldığında, karnımdaki çakıyı sertçe geriye çekti. Bu hamle vücudumun titremesine ve gözlerimin önünün kararmasına neden olmuştu.

Dada önce de dediğim gibi ben ağlayamazdım. Kanım gözyaşlarımın görevini üstlenir, etrafa yayılarak gözyaşlarımı temsil ederdi.

Kasıklarıma yakın bir alana saplanan çakıyı çıkarmasıyla, sıcak kan kasıklarımın üzerinden bacaklarıma akmaya başlamıştı. Bedenimin tir tir titremeye başladığını gördüğünde, göz bebekleri büyüdü. Bir anda kapıya doğru koşup bağırmaya başladığında içeriye bir sürü adam girmeye başladı. Görüş alanım azalmaya başlamıştı.

“Füsun nerede? Çağırın şu kadını hemen!”

“Durmasanıza gidin getirin kadını!”

“Ölecek, patron!” duyduğum sesle yamukça gülümsedim. Ölecek…

“Patron, Fransızca?”

“Kes sesini! Ölecek geri zekâlı şimdi! Kan kaybediyor!”

“Tampon yapın şuna!”

“Biri baksın! Gidin yanına!”

Sesler birbirine girmeye başladığında gözlerim tam anlamıyla kapanmıştı.

Odada oluşan panik havasına ek, koşar adım sesleri duyduğumda dudaklarımda hafif bir tebessüm oluştu.

Annem gelmişti.

Füsun’um verdiği sözleri tutmak için kızına doğru koşuyordu.

 

KURTULUŞ

Karnımda hissettiğim keskin acıyla, kısık bir ses tonuyla inledim.

“Şttt, sakin ol bebeğim. Bak buradayım, aç gözlerini.” Duyduğun narin ve hoş ses ile göz kapaklarımı yavaşça araladığımda karşımda gördüğüm kadın tebessüm etmeme neden oldu.

Elini yüzüme yasladı. “Nasıl hissediyorsun?”

Yorgun. Sesim dahi çıkamayacak kadar da bitkin…

“Evet yorgunsun.” Başını yukarı kaldırarak bakındığında, dudakları büzüldü. “Serumun bitmiş. Yenisini takalım.” Dedi oturduğu yerden kalkarak.

Kenara bırakılan çantasından çıkardığı serumu ve elindeki şişeyi kenara bıraktı. Şırınga ile ilacı şişenin içerisinden çekerek seruma ekledi. “Ağrı kesici.” Diyerek bana da söylemeyi ihmal etmemişti.

Elimi karnımın üzerine koyduğumda hafif şiş olduğunu hissettim. Sargı bezleri vardı. Bileğimde hissettiğim elle gözlerim Füsun’a çevrildi. “Dokunmasana kızım. Allah Allah.”

Serumu duvara astı. Kolumu güzelce temizlediğinde, iğnenin derim ile buluştuğunu hissettim.

Tam anlamıyla dayak yemiş gibiydim. Kendi kendime göz devirdim. Zaten dayak yediğim için bu hâldeydim.

Serumumu taktığında yüzüme baktı. Gözleri dolmuştu.

Tekrardan yanıma oturarak konuşmaya başladı. “Seni öyle,” dediğinde hıçkırdı. “Öyle görünce çok korktum. Her taraf kan olmuştu, zincirlerle ayakta duruyordun. Resmen,” ellerini yüzüne kapatarak küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Resmen intihar etmiş gibi havada sallanıyordun kızım. İndiremedim,” ellerini sertçe başına vurdu. “İndiremedim seni, gücüm yetmedi zincirleri çözmeye.” Yataktan aşağı doğru kayıp yere oturduğunda, dizlerini karnına çekmiş bacaklarına sertçe vurmaya başladı. “Önümde sallandın, öleceksin sandım. Çok korktum kızım, bir evladımı daha kaybettim sandım. Çok korktum. Özür dilerim,” hıçkırıkları çoğalmaya başladı. “Özür dilerim, geç kaldığım için.” Eli kalbine gittiğinde nefes alışverişleri hızlanmaya başlamıştı.

“Sende beni bıraktın, intihar ettin sandım…”

Başı yan tarafa düştüğünde nefes alışverişleri yavaşlamaya başlamıştı.

Yavaşça doğrulmaya çalıştığımda, karnımdaki ağrı şiddetlenmişti. Elim hızla karnıma gittiğinde yüksek bir sesle inledim. Acımı göz ardı edip yerdeki çantaya uzandığımda, elime geçen şişe işimi görürdü.

Sakinleştirici, bir süreliğine onu idare ederdi. Zaten yanımdaydı.

Şırıngaya çektiğim belli bir miktar ilacı; koluna sapladığımda, şırıngayı kenara atıp kendimi yatağa geri bıraktım.

Gözlerim kısa bir süre içerisinde kapandığında, karanlık etrafı esir almıştı.

 

KURTULUŞ

Gözlerim odada yankılanan ses ile yavaşça aralandığında etrafıma bakındım.

Füsun…

Yere doğru bakındığımda, bayıldığı yerin boş kaldığını gördüm.

Odanın içerisinde yankılanan bir bağırış vardı.

“C'était à cause de lui!” Diye bir ses yükseldi.

Onun yüzündendi.

“J'ai perdu toute mon existence à cause de lui!” Diyerek haykıran ses az önceki sesin aynısıydı.

Onun yüzünden tüm varlığımı kaybettim.

Arkadan gelen kırılma sesiyle, bir şeyin parçalandığını anladım. Kadın deli gibi ağlıyordu.

“Her şeyin suçlusu sendin!”

Sesi Fransızcadan, Türkçeye döndüğünde kaşlarım çatıldı.

Kime ne anlatıyordu bu kadın?

Art arda gelen kırılma sesleri ile hıçkırık sesleri birbirine karıştı. “Lanet olsun! Hayatımı yerle bir ettin resmen!”

“Sürünmen beni mutlu eder çünkü seni ben öldüreceğim.”

Kim kimi öldürüyordu?

Sahiden, kimdi bu kadın?

 

Aracı park ettiğimde aynı anda ikimizde arabadan indik. Biraz gecikmiştik çünkü yollar kalabalıklaşmaya başladığı için hızlı sürememiştim.

Tugayın içerisine girdiğimizde, hiçbir yere sapmadan dümdüz dinlenme odasına yürüdüm. Odaya girdiğimde tüm ekibin oturduğunu görmek az da olsa iyi gelmişti. Onları bugün çok yormuştum ama kimin nerede ne eksiği olduğunu anlamam lazımdı.

“Ooo Komutanım, yüzünüzü gören cennetlik.” Diyen Yıldırım’a dönerek yüzümü buruşturdum. Ellerini havaya doğru savuşturarak, “Sen konuşma çaylak.” Dedim.

Koltuğa oturduğumda soluklandım. Yorulmuştum ama… Bu da insan, bu da can diyerek geçirdim içimden. Yaptığımız eğitimler olsun, çıktığımız görevler olsun, bazen bize insan olduğumuzu unutturuyordu sağ olsun.

Elinde çay tepsisi ile yanımıza gelen Kalender, beni görünce duraksadı. “Hoş geldiniz komutanım.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Hoş bulduk Teğmenim.”

Çay tepsisinden aldığım çaydan küçük bir yudum aldım.

Aklıma gelen dosyalar ile yüzümü buruşturdum. “Üff, ebeninki ya.” Kısık sesle söylediğimi sandığım cümleyi muhtemelen bütün tim duymuştu. Sanırım bende Yıldırım’a özenmiştim.

“Biraz sinirlendiniz sanki komutanım.” Tekin dediklerine gülmeye başladığında gözlerimi devirerek, sırtımı koltuğa yasladım. “Bir ton dosya vardır şimdi odada. Oku, imzala, bir daha oku, bir daha imzala… Çok sıkıcı bir şey.”

Hayıflanmam üzerine hepsi gülmeye başladığında sinirle konuştum. “Size hava hoş tabi. Sizlik ne var? Asker başvurusu gelmiş, adam askerliğini yapmak istiyor. Kaşe bas, geç. Oh ne âlâ!” dediğimde kahkaha atmışlardı.

Gerçekten onların hiçbir işi yoktu. Çoğunlukla askerlik başvurularını onaylayıp, sisteme aktarılması için dilekçeleri kaşeliyorlardı.

Benim işlerim karışıktı. Asker olmak isteyenlerin; tüm sicilini oku, üstünü başını incele, eğitimler esnasındaki başarıları oku… Her şeyi tek tek okuyup, en ince ayrıntısına kadar düşünerek imzalamam gerekiyordu.

Kısa bir süreliğine dosyaları düşünmeyi bırakarak, çayımın tadını çıkardım.

“Komutanım.” Dedi Kalender.

Başımı çevirdiğimde göz göze geldik. “Efendim Kalender.”

Çayından bir yudum alarak, bardağını masaya bıraktı. “Şimdi size bir şey danışmam lazım.”

Başımı yavaşça eğerek karşılık verdim. “Buyur.”

“Şimdi şöyle, benim kız kardeşim Mine’nin bu akşam doğum günü. Ben görevde olduğumuz için hediyesini almaya gidemedim. Açıkçası ne alacağımı da bilmiyorum o yüzden bir kadın gözünden size sormak istedim. Ne almam lazım sizce?”

Boynumu kaşıdığım esnada düşündüm. “Daha önce ki doğum günlerinde ne almıştın?”

Omuz silkti. “O zamanlar küçüktü zaten komutanım. Ne alsak mutlu oluyordu zaten.”

Çok hediye almaya alışık olan bir insan olmadığım için aklıma pek de bir şey gelmiyordu. Kaşlarım yavaşça çatıldı. “Nelerden hoşlanıyor ki? Kaç yaşında?” diyerek sordum.

“Yeni yirmi bir oldu Komutanım. Savcı olmak istiyor, küçük hanım.” Dedi gülerek.

Kaşlarım havalandı. Güzel bir meslek seçimiydi. Dudaklarımı yaladım. “Buldum bile.” Dememle Kalender gülümsedi. “Ne buldunuz Komutanım?” dediğinde, “Bir dakika.” Diyerek karşılık verdim. Cebimdeki telefonu çıkartarak arama rehberine girdim.

Üst sıralarda duran Samet’in ismiyle bakıştığımızda, telefonu kulağıma götürerek çaldırdığımda, açmasını bekledim. Telefon kısa bir süre içerisinde çalışında açıldığında, sesi kulaklarımı doldurdu. “Efendim Armin.”

Sesinden sezdiğim sinir, kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. “Ne yapıyorsun?” dedim sakin ses tonumla.

Art arda gelen öksürük sesi aramıza girdi. “Çok sinirliyim.”

Derin bir nefes aldım. “Onu anladık, ne dolduğunu söyle.” Dedim boş vermişlikle.

“Davamı kaybettim.” Sesinin peşini takip eden kırılma sesi ile gözlerimi kapattım.

Karakter olarak bir numara da olsa oldukça işkolikti.

Davalarını kaybetmeyi asla sevmezdi. Aldığı dava ne olursa olsun, davasını kazanmadan adliyeden çıkmaktan nefret ederdi. Şu an da olduğu gibi.

Biraz daha böyle devam ederse sinir krizi geçirecekti muhtemelen.

Gelen kırılma sesi kulaklarımı doldurduğunda, sinirle soludum. “Rahat dur! Bırak şu elindekileri!”

Bağırmam ile bütün timin bakışları üzerime dönmüştü. Herkes meraklı bakışlar eşliğinde yüzümü inceliyordu.

“Nasıl olabilir ya? Çıldıracağım Armin!” diyerek bağırdığında yerimden kalkarak dışarı çıktım.

Geçen sefer gibi en dipteki, ormanlık alana yakın çardağa geçip oturduğumda, “Bir sakinleş sen önce. Derin nefes al.” Dedim.

Samet’i dinlerken aynı zamanda cebime attığım sigara paketini çıkardım. Çakmağı çakarak, tütünün yanmasında yardımcı oldum. İçime çektiğim derin nefes ile zehir bedenime yayıldı.

“Şerefsiz haysiyetsizler! Küçücük kıza neler yapmışlar. Armin bir görsen, bir görseydin o fotoğraflarını…” düşme sesi geldiğinde, dosyaları devirdiğini anladım.

“Yapmadıklarını bırakmamışlar kıza! Her tarafı mosmordu, üzerinde sigara söndürmüşler ya. Sigara! sigara! Her tarafı delik deşik olmuş. Annesi fotoğrafa bakmaya bile dayanamadı, çok kötüydü.”

Elimdeki sigarayı dudaklarıma yaklaştırdığımda, bakışlarım donuklaşmıştı.

“Adam gelmiş diyor ki; ‘Bana vurdu, kendimi korumak için yaptım onları.’ Ya Allah aşkına, o kızın kendini korumak için sana dokunmasıyla senin uyguladığın şiddet bir mi? He embesil! Hâkim tanıdıkları çıkmış, adama para vererek davayı kazanmışlar! Başlarım böyle işe, ben mesleğe girmeden önce binlerce yemin ettim. Ettiğim yeminler, ezberlediğim anayasalar para verilerek susturulacak bir Hâkim için miydi?” ardı arkası kesilmeyen kırılma sesleri kulaklarımı tırmalıyordu.

Sigaramı içime çektiğimde sakince konuşmaya başladım. “Ne bekledin ki? Adam hapse falan mı girecekti? Alış artık buna Samet. Parayı veren düdüğü çalar hesabı gibi düşün. Kıza yaptıkları o kadar işkence, para karşılığı yok sayıldı. Oldu da bitti, bu kadardı işte. Adalet adı altında geçen onlarca zulme, rüşvet karşılığı göz yummak çok kolay. Nerede yaşadığının farkına varsan iyi edersin.” Dediğimde sinirle bağırdı. “Kadının benden istediği tek şey, kızım toprağın altında rahat uyuyabilsindi ya. Ben yapamadım işte, aferin bana!” yere düşen nesnelerin sesi ikimizin arasına girmeye devam ediyordu.

“Sen merak etme. Bu işler böyle yürümez. Madem rüşvete karşılık çalışıyorlar, bizde rüşvetimizi veririz.” Dediğimde sigaramdan derin bir nefes aldım.

Derin nefes sesleri aramıza girdiğinde, sakinleşmeye başlamıştı. “Tamam, anlaştık.” Duyduğum cümle ile gözlerim büyüdü.

Samet az önce dediğim şeyi mi kabul etmişti? Hem de yasal olmayan bir şeyi…

Şaşkınlığımı üzerimden atarak konuşmaya başladım. “Aslında ben seni bir şey istemek için aramıştım.” Dediğimde, güldüğünü duydum. “İşin düşmese aramazsın zaten.”

Sigaramdan bir nefes daha aldığımda bitmişti. Bir dal daha çıkartarak yaktığımda, ince dalı dudaklarımın arasına yerleştirdim.

“Üff, kes sesini be!” diye atarlandığımda sakince konuşmaya başladı. “Çok artistlik yapma bence, işin düştü ya hani.”

Kurduğu cümleye karşılık oflayarak, sigaramın külünü döktüm.

“Hani sana ilk ofis açılışında getirdiğim heykel vardı ya.” Dedim anlamasını umut ederek.

“Eee, ne olmuş ona.”

Hatırlamasına sırıtarak karşılık verdim. “He işte o heykellerden başka var mıydı?”

Boğazını temizlediğinde karşılık verdi. “Buraya açtığımız ofis için elli tane aynı heykeli yolladılar zaten. Tabii var.” Dedi.

“Tabii kırmadıysan.” Diye mırıldandım.

“Heykellerimi kıracak kadar kafayı sıyırmadım herhalde. Dünyanın parası onlar!” diyerek sesini yükseltti.

Sigaramın son nefesine kadar içime çektiğimde; kenara söndürerek, ilerideki çöp kutusuna fırlattım. “Tamam çok güzel. Bana heykel lazım.” Dedim.

Meraklı çıkan sesiyle, “Ne yapacaksın heykeli sen?” diyerek sordu.

“Timden arkadaşımın kardeşi, savcı olmak istiyormuş. Şu an hukuk okuyor, doğum günü hediyesi olarak güzel olur diye düşündüm.” Diyerek durumu özetledim.

“İyi düşünmüşsün. Ben getiririm birazdan. Hem seni de görmüş olurum.” Dediğinde dudaklarımda hafif bir tebessüm oluştu. “Gel, gel. Daha konuşacaklarımız var, biliyorsun.” Dedim ima akan ses tonumla.

Karşı taraftan gelen öksürük sesini duyduğumda, sırıttım. “Tamam be Allah Allah. Geliyorum kapat hadi.”

Kısa bir görüşürüz faslından sonra telefonu kapatarak içeriye geçtim. Dinlenme odasına girdiğimde gördüğüm manzara ile gözlerim büyüdü.

“Geçen günde gözüme baka baka yedin bir parça bırak bari!” diyerek bağıran kişi Tekin’den başkası değildi.

Kalender, Tekin’e dönerek bağırdı. “Benim değil mi? Vermiyorum kardeşim, ver-mi-yor-um!” Kalender heceleyerek inatla Tekin’e bakınırken Tekin asla beklemediğim bir atakta bulundu.

Tekin, Kalender’in ayaklarını, kendi bacakları ile kenetlediği için ikisi de oldukları yerden birbirleriyle atışıyorlardı. Değişik bir görüntüydü. Yalnızca görüldüğünde anlaşılacak kadar değişik.

“Ya tamam senin olsun. Yarısını böl, ne olacak sanki? Ölecek misin?” Tekin ısrarla Kalender’e bakarak medet umuyordu.

Kalender kaşlarını havaya kaldırarak, “Orasını Allah bilir kardeşim, ama dediğim gibi sana vermiyorum.”

Tekin, Kalender’in üzerine atlayıp, üniformasının cebine uzandığında, ikilinin gene fark etmediği bir şey olmuştu ve Kalender’in çikolatası yere düşmüştü.

Evet ettikleri değişik bir çikolata kavgasıydı.

Yere düşen çikolataya alan Yıldırım, çaktırmadan paketi açtı. Sessiz ve minik koşar adımlarla Yıldırım’ın yanına oturduğumda; bana bakarak gülümsedi. Çikolatanın bir bölümü kırarak bana uzattığında, elinden aldığım parçayı yemeye başladım. Yıldırım; Kalender ve Tekin dışında odada olan herkese çikolatayı kırarak vermişti.

Biz çikolatayı yarıladığımızda ikilinin boğuşmasını Âhi’nin sesi bozdu. “Tamam boğuşmayın. Biz yedik zaten, kavga sebebiniz bitti yani.”

İkisi de aynı anda ayaklandığında, beni görmeleri ile güzelce yutkunmuşlardı.

Tekin, “Siz ne zaman geldiniz Komutanım?” dediğinde Kalender de, “Hoş geldiniz Komutanım.” Diyerek sırıtmıştı.

İki tane dana kadar adamın çikolata için boğuştuğunu görmek trajikomik bir olaydı tabii ki…

“Hoş bulduk arkadaşlar, hadi gene iyisiniz size de bıraktık.” Diyerek şakaya vurduğumda, çikolatayı göstererek tek kaşımı kaldırdım.

Tekin geniş bir gülümseme ile yüzüme baktı. “Allah sizden razı olsun Komutanım.” Dedi.

“Ne demek ciğerim.” Dediğimde hepsi saniyelik bir afallama ile bana baktı. Başımı kaşıyarak karşıma bakındığımda, “Sevgi sözcüğü…” diyerek gözlerimi kırpıştırdım.

Tekin ve Kalender için ayırdığımız çikolatayı, eşit bölerek yediklerinde Kalendere döndüm. “Hediye hazır bu arada. Gelir birazdan.” Dedim.

Yüzünde güzel bir gülümseme oluştu. “Çok teşekkür ederim Komutanım. Beni büyük bir tripten kurtardınız, gerçekten çok sağ olun.” Dediğinde anlayışla başımı salladım. “Ne demek, lafı bile olmaz. Hem önce bir gelsin bakalım, beğenecek misin?” dedim merakla.

Başını omzuna yatırdı. “Komutanım zevkli kadınsınız. Güzel bir şeydir illaki.” Dedi gülümseyerek.

Söylediği şey hoşuma gitmişti. “Teşekkür ederim Kalender.” Dedim naif bir ses tonuyla. Kollarımı göğsümün altına kenetlediğimde, “Üff, bir kahve olsaydı içerdik şimdi.” Dedim.

“Komutanım. Bugünkü kaçıncı kahveniz bu?” diyen Âhi’ye doğru döndüğümde kısık bakışlarımı elalarına ilettim.

“Görevden geldik, uyumadık üzerine içtima yaptık ve ekstradan Teğmenimi hastaneye götürmek için nerden baksan bir buçuk saat yol çektim. Bir kahve istedik, ne var sanki.” Diyerek gözlerimi kapatıp, başımı koltuğa yasladığımda, yanımdan geçen yürüme sesiyle içten içe sırıttım.

Kimdi sevgili Komutanına kahve yapma şerefinde bulunan koca yürekli ciğerim?

Kısa bir süre içerisinde giden her kimse tekrardan yanımıza gelmişti.

Gözlerimi açarak doğrulduğumda gördüğüm ilk şey, Âhi’nin tepsiden aldığı kahveyi bana uzatmasıydı. Anlık afallama ile yüzüne bakakaldığımda, kendimi toparlayarak elindeki kahveye uzandım. “Teşekkür ederim. Ellerine sağlık.” Dedim.

Bana dönerek hafifçe tebessüm etti. “Ne demek komutanım. Afiyet olsun.” Âhi’yi geldiğinden beri ilk defa tebessüm ederken görmüştüm neredeyse çünkü hep boş bakıyordu. Gerçi o boş bakışların altında derin anlamlar yattığını anlamak zor değildi ama o anlamları nitelendirmek pek de kolay durmuyordu.

Kahve fincanını dudaklarıma yaklaştırdığımda, üzerimdeki bakışların ağırlığı altında ezilecektim adeta.

Dumanları üzerinde tüten kahveden küçük bir yudum aldığımda kaşlarım çatıldı. Tadı biraz değişikti. Sanki, sanki ballı gibiydi.

Gözlerimi elalarına çevirdiğimde, dikkatle yüzümü izlediğini gördüm. Şaşkın bakışlarımla yüzüne baktığımda, hafifçe sırıtıp bakışlarını yanına çevirdi. Ne yapıyordu bu ya?

Kahvemi masanın kenarına bırakıp, ellerimi yüzüme savurdum.

“Ne oldu komutanım sıcak mı bastı?” diyen Yıldırıma döndüm. Kaşlarım çatılırken sinirle yüzüne baktım. “Sen kes sesini Çaylak.”

Kahvemi tekrardan elime alarak, küçük bir yudum aldığımda kapı tıklatıldı. Kafasını içeriye uzatan Erdem ile göz göze geldik. “Komutanım geleyim mi?” diye sorduğunda başımı sallayarak onayladım onu. “Gel Erdem, ne oldu?” diye sordum.

Boğazını temizleyerek, “Komutanım, dışarıda sizle görüşmek isteyen bir beyefendi var. Ne yapalım?” dedi.

Her ne kadar Samet’in geleceğini bilsem de başka birinin gelme ihtimaline karşı sordum. “Kimmiş?”

Çatık kaşlarım eşliğinde Erdem’e bakınıyordum. “Öz derseniz anlar dedi Komutanım. Saçları üç numara gibi ama biraz daha uzun gözüküyor. Bir seksene yakın bir boyu var, esmer ve kalıplı bir adam.” anlatmaya devam ederken gelen kişinin Samet olduğunu anladım.

“Tamam, tamam. Buraya getirebilir misin? Eşlik edersen sevinirim.” Dediğimde başını yavaşça eğdi. Odadan çıkmadan hemen önce, “Tabii ki komutanım. Getiriyorum hemen.” Diyerek odadan ayrıldı.

Elimdeki kahveyi dudaklarıma yasladım. Küçük bir yudum aldığımda, balın enfes tadı damağıma yayılmıştı. İlk defa ballı kahve içiyordum. Tadı gerçekten çok güzeldi.

Bir diğer yudumumu almak için fincanı kaldırdığımda içeriye giren adamla, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm oluştu.

Üzerini süzmeye başladığımda her zamanki gibi siyah takımı, pahalı kol saati ve kol düğmeleri ile tüm şıklığıyla karşımda duruyordu. Sanki yarım saat önce sinirden ortalığın anasını ağlatan adam gitmiş, bir imparator olarak geri gelmişti.

Elimdeki fincanı masaya bırakarak yanına geldiğimde, kollarını açtı. Kollarının arasına girerek, sıkıca sarıldım. Sarılışına direkt olarak karşılık vermem onu güldürmüştü. Bunu inip kalkan göğsünden anlamak zor olmamıştı.

Geri çekilerek yüzüne baktım. “Hoş geldin.”

Yamuk bir tebessümle karşılık verdi. “Hoş bulduk, Beyazım.”

Eski lakabımla hitap etmesi, sert bakışlarım ve kalkan kaşımla karşılık bulmuştu.

Elindeki çiçeği bana doğru uzattığında, yüzüne baktım. “Senin için. Timi kabullenmek istediğini benimle paylaştığında çok mutlu oldum. Gönlümden koptu, sana benziyorlar.” Dedi buketi göstererek. Beyaz gülleri siyah gıda boyasına batırmışlardı. Güllerin altları beyaz, üstlerine doğru siyahlıkları artıyordu. Hoş bir buketti.

Buketi elime alarak gözlerine baktım. “Teşekkür ederim.”

Boşta kalan elime uzattığı kutuyu yavaşça aldığımda, yerime geçerek ellerimdekileri bıraktım.

Samet’e döndüğümde, küçük bir baş işareti ile timi gösterdiğimde gözleri ile onayladı. “O zaman sizi tanıştırayım.” Kurtuluş üyelerine döndüğümde, birçoğunun sert bakışları ile karşılaştım. “Kurtuluş! Kendini tanıt.”

“Kalender Çiler, memnun oldun kardeşim.” Dedi güler yüzüyle. Adam hep sempatikti ve güler yüzlüydü arkadaş.

Samet aldığı tepkiden memnun olmuş olmalı ki gülümseyerek kendini tanıttı. “Samet Öz. Tanıştığıma memnun oldum.” Dedi elini Kalender’e uzatarak. Tokalaştıklarında Kalender’in yanında oturan Tekin konuştu. “Tekin Akar, memnun oldum Samet.” Dedi düz sesiyle.

Samet başını sallayarak karşılık verdi.

Sıra Âhi’ye geldiğinde sert bir sesle karşılamıştı. “Âhi Alphan.” Çattığı kaşları ile Samet’e bakarak, süzüyordu. Samet, Âhi’ye inat sırıtarak karşılık verdi. “Memnun oldum kardeşim.” Dediğinde, Âhi tek kaşını kaldırarak oturduğum yere bıraktığım bukete baktı.

Samet’e baktığımda sırıttı. Keskin bakışlarım onu eğlendirmişe benziyordu. Biz böyle anlaşıyorduk, yanımızda birileri varsa ben yalnızca bakmakla yetinirdim. Samet ise pişmiş kelle gibi sırıtmakla meşgul olurdu. Şu an olduğu gibi…

Ertuğrul’dan asla beklenmeyen bir efendilik ile tanışmalarını izledim. “Ertuğrul Duman aslanım, tanıştığıma memnun oldum.” Dedi gülümseyerek. Samet’ten aynı karşılığı aldığında memnun olmuştu gerçekten de.

Sona kalan yaralı yavrum da efendiliğini konuşturarak tanışmıştı Samet ile. Ayağa kalkarak Samet’in karşısına geçti ve elini öne uzatarak konuşmaya başlamıştı. “Yıldırım Kıran, tanıştığımıza memnun oldum.”

İkisi de pişmiş kelle gibi sırıttığından muhtemelen çok çabuk kaynaşırdı.

Yerime oturmadan önce buketi masanın üzerine bıraktığımda koltuğa güzelce kurulmuştum. Samet, Yıldırım ile aramıza oturmuş ortama alışmaya çalışıyordu.

Kalender ayaklanarak, “Nescafe içer misin Samet?” diye sordu. Samet onaylarcasına Kalender’e baktığında, “İçerim zahmet olmazsa.” Diyerek konuştu.

Kısa bir süre içerisinde kahveler geldiğinde, herkes fincanını alarak arkasına yaslandı.

Yıldırım bana dönerek, “Siz nereden tanışıyorsunuz komutanım?” diye sordu.

Boşta kalan elim ile Samet’i gösterdim. “Samet benim avukatım. Uzun yıllar beraber çalışınca, en yakınlarımdan birisi oldu.” Dedim kısaca.

Kalender tepsiyi masaya bırakarak yerine oturdu. “Yaşın kaçtı Samet?” diye sordu. Samet bana kısa bir bakış attığında boş bir sesle, “Yirmi sekiz.” Dedi.

Tim yanımda olmasa buna kahkaha atabilecek durumdaydım. Samet asla benden büyük olduğunu kabul edemiyordu çünkü…

Samet elindeki kahveyi masaya bırakmak için öne eğildiğinde, gerilen ceketinin kolları biraz geriye kaydı. Bileğinin kesildiğini gördüğümde, ayağımla ayağına vurdum.

Hayırdır dercesine başımı salladığımda, boş boş yüzüme bakınmakla yetindi. Bu sanki bilmiyorsun, ne soruyorsun dercesine bir bakıştı. Bir süre boş boş birbirimize bakındığımızda, Âhi’nin sesi odayı doldurdu. “Evli misin Samet?” dedi sert bir sesle.

Samet bana dönerek konuştuğunda, “Şu an için hayır ama yakın bir zamanda inşallah.” Dedi.

Kalender gülümseyerek, “İnşallah kardeşim, davetiyeyi yollarsın artık.” Dediğinde Samet pisçe sırıtarak bana döndü.

Gözlerimi kapattığımda, derin bir nefes aldım. “Armin getirir zaten size, sizi de bekleriz.” Dedi.

Gözlerimi açıp yüzümü sertçe sıvazladım. Amacı Âhi ile oynamaktı. Buna adım kadar emindim.

Âhi’nin, “Bekle geliriz.” Diye mırıldandığını duydum. Ayağımla sertçe baldırına vurduğumda, bana döndü. “Kes sesini artık.” Diyerek tısladım.

“Tamam be cani.” Diyerek yüzünü çevirdiğinde, boş bakışlarımla kahvemi yudumlamıştım.

Sohbet biraz daha ilerlediğinde, Âhi’in eskisi kadar nefretle Samet’e bakmadığını gördüm. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı.

Sohbet bir yerden sonra kesilmeye başladığında, Samet bana döndü. “Hediyeyi kimin için istemiştin Armin?” diye sordu.

Tam karşımda kalan Kalender’i gösterdim. “Kalender’in kız kardeşi için.”

Masanın üzerine bıraktığım kutuyu alarak, dikkatli hareketlerle açtım.

Heykeli kutudan çıkartarak Kalender’e gösterdim. “Heykel bu, bir hukuk öğrencisi için ideal hediye olabilir bence.” Dedim.

Bu heykelin benzerini Samet’in ilk bürosunun açılışında götürerek hediye etmiştim kendisine.

Kalender heykele baktığında hafifçe gülümsedi. “Çok teşekkür ederim Armin. Gerçekten çok hoş, beğeneceği bir hediye oldu bu.” dediğinde heykeli dikkatlice kutuya yerleştirip Kalender’e uzattım.

Eline aldığı kutuyu dikkatlice masaya bıraktığında, Samet’e döndü. “Sana da teşekkür ederim Samet. Fiyatı ne kadardı bu arada? Ona göre vereyim parasını hazır sende buradayken.” Dediğinde Samet başını yavaşça iki yana salladı. “Olur mu öyle şey? Benim hediyem olsun, bende bir sürü var zaten aynısından.”

Bir süre daha konuşup, sohbet ettiklerinde araya girdim. “Samet biraz konuşalım seninle, gel hadi.” Diyerek odadan çıktığımda, ardımdan gelen adım sesleri benim adımları takip ediyordu.

Sigara içmek için kullandığım çardağa geldiğimde sakince oturarak cebimden çıkardığım sigarayı, ateş ile buluşturdum. İnce dal dudaklarımın arasındayken pekti Samet’e doğru uzattım. Paketin içerisinden aldığı dalı dudaklarının arasına sıkıştırarak yaktı.

“İç, iç bok var sanki.” Dediğinde çakmağı yüzüne fırlattım.

“Sen sesini kessene bir, karşımda içerken sorun yok. Lafa gelince vır vır konuş.” Dedim sinirle.

Sigarasından bir nefes alıp masaya doğru üflediğinde, kendi benliğine geri dönmüştü. İçindeki sinirin hâlâ geçmediğini biliyordum ama beni şu anda sinirlendiren başka bir konu vardı.

Önümde kalan tek şey paketti. Paketi alıp yüzüne fırlattığımda, yüzünü buruşturdu. “Ne yapıyorsun sen ya?” diye sordu sinirle.

Kaşlarım çatıldı. “Kes be sesini! İçeride ne yaptın öyle? Değişik değişik konuşmalar falan… Ne oluyor?” dediğimde aramıza büyük bir kahkaha koyuverdi. “Neydi o adamın ismi, şu dalgalı kumral turuncu karışımı-“

“Âhi.” Dedim cümlesini bölerek.

Kaşları havalandı. “He Âhi. Bir nefret, bir kin, bir öfke… Bende dedim biraz sinirlendireyim. Değişik değişik bakıyordu ne var ya?” dediğinde kaşları çatık bir halde sigaramdan büyük bir nefes alarak zehri içime çektim.

Gözlerimi yüzüne çevirdim. “Benim sinirimi bozma Samet. Boş imalarını da kendine sakla.” Dediğimde ellerini iki yana kaldırdı. “Ben ima yapmadım ki olanı söyledim. Niye üzerine alındın ki?” dedi. Boş bakışlarım sinirle dolduğunda, “Ulan sinir etme beni!” diyerek elimi masaya vurdum. “Neyse ben bir şey demedim.” Diyerek arkasına yaslandı.

Sigaramın külünü yere doğru savurduğumda, ince dalı dudaklarımla sıkıştırdım.

“Bu arada dava tarihi belli oldu.” Dediğinde kaşlarım hayretle havalandı. “Ne zaman?” diye sorarken bulmuştum kendimi.

Dudakları aralandı, derin bir nefes alarak soluklandığında, sigarasından aldığı nefesi içine çekti. “16 Ekim 2020.” Dediğinde işaret ve orta parmağımın arasına sıkıştırdığım ince dal yeri boylamıştı. Dudaklarıma boş bir gülümseme yayıldığında, gözlerim masanın üzerinde takılı kaldı.

Samet paketten yeni bir dal çıkararak yaktığında, boşta kalan parmaklarımın arasına sıkıştırdı.

Gözümden akan bir damla yaş üniformamın üzerine düşerek, düştüğü alanda küçük bir çember halinde yayıldı. Sigarayı dudaklarıma yasladığımda, yavaş bir nefes alarak zehrin bütün bedenime işlemesine izin vermiştim. Islanmaya başlayan ve ağırlaşan göz kapaklarım, kısık bir şekilde masanın üzerine bakıyordu. Boş ve ruhsuz bir bakıştı bu. Açıklaması olamayan, ruhumu emen olayın beden bulmuş haliydim ben.

Sol gözümden bir damla yaş daha düştüğünde, akan kanları silmeden bakışlarımı etrafta dolaştırdım.

Gözyaşlarım benim kanlarımdı. Kanlarım benim gözyaşlarımdı.

Boşta kalan sol elimle yüzümü sıvazladığımda, yüzüm acı bil hâl aldı. 16 Ekim 2018 tarihinde başlamıştı her şey. 16 Ekim 2020 tarihinde ise devam ediyordu.

Ben o tarihten itibaren yaşadığım olayları ne olursa olsun kabullenememiştim. Hatırlıyordum elbette, benim hatırlayamıyorum dediğim yer ‘Yıkımı’ kaybedişimdi. Onların şehit düşmesini izlemiştim ama cenaze törenlerine katılamamıştım. Belki de bu yüzdendi onları kaybettiğime inanamayışım. Bir haberde bile geçmez miydi koskoca beş şehit? Sonuçta şehitlerimiz için ayrılan 45 saniyelik zaman, yapmacık hayatın neşeli anlarının yanına yarım saniyeyi zar zor aşarak haber içerisinde geçiyordu. 6 şehidimiz var, 12 şehidimiz var… 24 saatte 12 insan evladı son nefesine kadar savaştı ve şehit düştü.

Aslında her şey onların benden kopması ile başlamıştı. Miralay’ın anlattığı kadarıyla, görev yerine gittiğimde, patlama esnasında kolumdaki yaraya saplanan cisim yüzünden kan kaybedip bayılmamla, destek ekip beni alarak eski görev yerim olan Ankara’ya yani hastaneye götürmüşlerdi. Yaralanmamın üzerine vücudumdaki vitamin değerleri çok yüksek bir oranda düşüşe geçmişti. Vitaminlerin düşüşe geçmesinin üzerine, ilaç tedavisine başlamışlardı. İlaç tedavisinde sonrası ise karanlığa açılıyordu aslında. Hatırlamaya başladığım zaman dilimden beni karşılayan tek şey karanlıktı. Bir aya yakın bir süre sonra, hatta bir ay sonra işkenceler günyüzüne çıkmıştı. Sahiden beni o hastane odasından almayı nasıl becermişlerdi? Kimdi bu insanlar?

Sigaramdan derin bir nefes aldığımda, yüzümün ıslandığını hissettim. Düşünürken çok da güzel ağlamıştım çünkü. Burnumu sertçe çektiğimde, son sürat akmaya devam etti. Cebimde duran peçeteden bir parça alarak yüzümü temizledim. Sigarımın külünü yere doğru savurduğumda, esen sert rüzgâr sayesinde saniyede gözden kaybolmuştu.

Gözlerimden, yanaklarıma, yanaklarımdan boynuma…

Akan son kanımı sildiğimde gözlerimi Samet’e çevirdim. “Tamam, ciddi bir görev olmadığı sürece gelmeye çalışacağım. Ben olmazsam zaten sen halledersin. İzin almayı becerebilirsem,” telefonumu çıkartarak takvime baktığımda, sinirle ofladım. “Cuma mı? Hafta sonuna denk gelseydi daha iyi olurdu ama, neyse artık. Dediğim gibi çarşamba gibi yola çıkarız izin alabilirsem.” Dedim.

Anlayışla başını salladığında, “Olur bana hiç fark etmez. Benim davalarım önümüzdeki hafta sonu bitiyor. Sonraki hafta senin davan dışında tamamen boşum zaten.” Dedi.

Sigaramın son nefesini içime çektiğimde, havaya karıştırdığım zehir rüzgâr eşliğinde kaybolmasını izlemiştim.

“Miralay ile konuşayım. Dediğim gibi o tarihte çok önemli bir görev yoksa halletmeye çalışacağım.” Dediğimde gözlerini yavaşça açıp kapadı.

Daha ona evlenme teklifini soracaktım ama moralim bozulmuştu. Aklımı okumuş gibi, “Ne oldu? Telefonda bir imalar falan yapıyordun, sorsana.” Dedi sırıtarak.

Gözlerimi evirdiğim esnada Tugayın geniş bahçesine bakınıyordum. “Ne yaptın anlat hadi.” Dedim merakımı ses tonuma iletmemeye özen göstererek.

Yüzünde naif bir gülümseme oluştu. “Evlenme teklif etmedim.” Dedi.

Kaşlarım saniyesinde çatıldı. “Ne diyorsun be sen?”

Dudaklarını yaladığında, “Yani mekânı seçtim, her şey hazır.” Diyerek karşılık verdi.

Parmaklarımı kütlettiğimde, rahatlamış gibi bir nefes verdim. “Ne zaman teklif ediyorsun peki?” dediğimde bu sefer merakımı ses tonuma yansımıştı.

“Beş ekim.” Diyerek karşılık verdi. Dört gün sonra.

“İyi iyi, az kalmış.” Dediğimde gülümsedi ve, “Aslında aklımda şöyle bir fikir var.” Dedi.

Kaşlarım havalandı. “Neymiş o fikir acaba?” dedim.

Dudaklarında hafif bir tebessüm oluştu. “Sanemin yakın arkadaşlarını ve kendi yakın arkadaşlarımı da çağırdım. Hep beraber olursak daha hoş olur, eğleniriz diye düşündüm.”

Herkesin düşüncesi farklı olabilirdi. Kimisi yalnız olmak isterken, kimisi sevdikleriyle topluca kutlamayı severdi. “Olabilir aslında, ama Tuğba sever mi böyle şeyleri?” diye sormadan edemedim. Samet gülümsediği esnada başını salladı. “Çok sever.” Demişti.

Yavaşça gülümsedim. “O zaman güzel düşünmüşsün.”

Ellerini masanın üzerinde kenetledi. “Sende gel.”

“Kimseyi tanımıyorum ki.” Dedim tereddüt akan sesimle.

Kaşları havalandı. “Tanışırsın işte, Tuğba ile iyi anlaşırsınız hem.” Dediğinde, olabilir diye geçirdim içimden. “Tamam.” Dedim kabullenerek. “Olur gelirim, neredeydi mekân? Bir de saat kaçta?” diyerek art arda sorduğum soruları, tek tek cevapladı. “Mekân merkeze yakın, konum atarım zaten birazdan. Akşam sekizde.”

Akşam olması işime gelirdi çünkü mahkeme için izin alacağımdan, mahkeme öncesi çok fazla izin kullanmak istemiyordum. “Tamam o zaman konumu bekliyorum.”

Biraz daha konuştuğumuzda en sonunda Samet ayaklanmıştı. “Davalar var, üzerlerinde çalışmam lazım. Bir ara uğrarım gene, dikkat et.”

Başımı yavaşça salladım. “Sende dikkat et, görüşürüz.” Dediğimde kısa bir sarılma faslından sonra Samet, Tugayın içerisinden çıkmıştı.

Masanın üzerinde duran paketimi ve sigaramı alarak cebime attığımda, Tugayın içerisine girdim. Şimdi sıra bayıldığım dosya işlerindeydi. Aklıma gelen şey ile Miralay’ın odasına doğru yürümeye başladım. Odanın önüne geldiğimde kapıyı tıklatarak içeriye girdim.

Tekmili verdikten sonra, “Otur Üsteğmenim, ikiletme.” Diyen Miralay’ın sesiyle karşısına oturdum.

Ellerimi masanın üzerine alarak kenetledim. “Komutanım benim bir maruzatım vardı.” Dedim direkt konuya girerek.

“Dinliyorum Armin.” Dedi ciddiyetinden ödün vermeyerek.

“Komutanım dosyalar ile ilgilenen ve imza yetkisi verilen, sizinle birlikte dört kişi var biliyorsunuz, geçen gün dosyalar ile ilgilenirken aynı anda iki kişiyle çalışmanın zor olduğunu gördüm. Açıkçası Teğmenim Ertuğrul Duman, dosya işlerinde biraz eksik. Yani şöyle ki, sicilini okusa eğitim dosyası kalıyor. Eğitim dosyasını okusa sicili kalıyor. Durum böyle olunca, ben okuduğum dosyaları iki, üç kere okumak zorunda kalıyorum. İmza yetkisini düşürsek olur mu?” diyerek isteğimi dile getirdim.

Miralay’ın kaşları sertçe çatıldı. “Olabilir Üsteğmenim ama Teğmenimiz ile konuşursanız iyi olur. Bugünkü dosyaların imza bölümleri değiştirip yarım saat sonra yollatırım.” Dediğinde başımı sallayarak onayladım onu. “Bundan sonra imza yetkisi, Teğmenimiz Kalender Çiler, sende ve bende. Ola ki bir sorun çıkarsa yeniden değiştiririz. Sence nasıl olur?” diyerek bana sorduğunda, “Benlik sorun yok komutanım. Kalender dikkatli bir insan, onunla birlikte dosyalarla ilgilenmek beni yormaz. Teşekkür ederim.” Dedim.

“Önemi yok Üsteğmenim. Çıkabilirsin.” Diyerek kapıyı gösterdiğinde araya girdim. “Komutanım aslında bir şey daha var.” Dediğimde kaşları çatıldı. “Nedir?”

“Komutanım benim bu ayın on altısında Ankara da mahkemem var. Eğer ki önemli bir görev çıkmazsa, iki hafta sonra Salı, Çarşamba gibi yola çıkmak istiyorum.” Dedim.

Bir süre düşünerek, “Yeniden mi açmışlar davayı? Bu üç oldu.” Dedi sinirle soluyarak.

“Evet komutanım.” Diyerek onayladım kendisini. “Bu sefer delilleri varmış.” Dediğimde kaşları çatıldı.

“Ne delili?” diye sordu.

“Ses kaydı, kamere görüntüleri ve bir cisim.” Dedim. Yüzünde boş bir ifade oluştu. “Nerden bulmuşlar o bilgileri peki?” omuz silktim. “Bende bilmiyorum Komutanım. Hatırlarsınız teröristlerle bağlantısı olan bir çetenin ele başını yakaladığımızda sorgusuna girmek istemiştim.” Dediğimde yüz ifadesi sertleşti. “Evet hatırlıyorum. Girmenle çıkman arasında adamın ölüsü bulundu zaten.” Dedi. Gözlerimi kaçırarak odada gezdirdim. “O anın yani adamı dövdüğüm anın kamera görüntülerini bulmuşlar. Bu da beni suçlu yerine koyuyor yani.” Dedim sıkıntıyla.

Miralay rahat bir ifade ile sırtını koltuğa yasladı. “Hallederiz. Sorgusuna girmen için üstlerden yazılı ve sözlü beyan almıştık. Sorun çıkmayacak, çıksa bile halledeceğimizi biliyorsun.”

Yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. “Biliyorum Komutanım. Dediğim gibi mahkemeden bir iki gün önce yola çıkarız diye konuştuk, size de söylemek istedim.” Cümlem biter bitmez merakla bana döndü. “Kimle gidiyorsun?”

Sırtımı sandalyeye yaslayarak yanıtladım. “Samet ile tabii ki. Avukatlığıma devam ediyor, gelirken beraber gelmiştik. Şimdi de beraber gidelim diye anlaştık.” Dediğimde yüzünde hoşnutsuz bir ifade oluştu. “İyi.” Dedi boşça.

Kaşlarım çatıldı. Masanın üzerine doğru eğildiğimde, “Siz neden sevmiyorsunuz Samet’i komutanım?” diye sorarken buldum kendimi.

“Gıcık çünkü.” Dediğinde gülmemek adına kendimi zorladım. “Her neyse, zaman yaklaşınca gene konuşuruz komutanım.”

“Tamam, dosyaları yollarım birazdan. Ayrıca yarın gelmeyin.” Sonda dediği şey ile başımı omuzumun üzerinden çevirerek ona baktım. “Neden komutanım?” bir anlık gafletle yüzüne bakarken dudaklarım gerildi.

Miralay kaşını kaldırarak, kollarını göğsünde topladı. Başıyla kapıyı işaret ettiğinde, “Çık bence.” Dedi.

Hızlı adımlarla odayı terk ettiğimde dinlenme odasına gelmiştim. Hepsi bıraktığım gibi oturuyordu. Sessizce boş kalan yerime geçip oturduğumda, hiçbiri ile göz teması kurmamıştım. Gözlerimin kızardığına emindim çünkü. Gelen mesaj sesi ile bakışlarımı elimde tuttuğum telefona çevirdim.

Samet Öz kişisinden bir konum

Samet Öz: Mekân burası. Müsait olursan, dediğim gibi senide bekliyorum. (16.54)

 

Armin Tan: Gelmeye çalışacağım. (16.54)

Mesajdan çıkarak sosyal medyaya girdiğimde, önüme düşen post ile kaşlarım havalandı. Ne zaman gelmişti bunlar?

Hüseyin gene bir şeyler paylaşmıştı.

huseyınbalabn: Ekip gene eksik ama idare ediyoruz.

Yorumlar bu gönderi için kısıtlanmıştır.

Konum Hakkâri de görünüyordu. Postu beğendiğimde hâlâ kaşlarım havada, değişik bir hâlde telefon ekranına bakıyordum. Bakışmamı bölen ses Yıldırım’ın sesi olmuştu. “Komutanım iyi misiniz?”

Anlık afallama ile başımı yana çevirdiğimde, “İyiyim, iyiyim.” Dedim. Gözlerimi sertçe açıp kapadığımda bakışlarım açık kalan telefon ekranına inmişti. Ekran, uzun süre açık kaldığından kararmıştı. Kendi yüzüm ile baş başa kaldığımda, kızarmış gözlerimi gördüm. Odadan çıkarak, soluğu çardakta aldığımda paketimi çıkartarak bir sigara yaktım. Merakla telefon rehberinde gezinmeye başladığımda, gördüğüm numara ile gülümsedim. Sigaramdan nefes aldığım esnada çalan telefon ile bakışlarımı ekrana indirdim.

İyi insan lafın üzerine ararmış sözü an itibariyle gerçekleşmişti.

Çatlak Hüseyin

Telefonu açtığımda normal bir ses tonuyla karşıladım. “Efendim?”

“Açtı, açtı!”

“Lan dur bir, konuşalım.”

“Oğlum yaşıyormuş ya!”

“Susun bir be!”

Sesler birbirine karıştığında, hepsinin bir arada olduğu anladım.

“Armin! Ulan yaşıyor musun kızım sen?” dedi hem yüksek hem de keyifli çıkan sesiyle.

Sigaramdan bir nefes alarak külünü düşürdüğümde, keyifli çıkan sesimle konuşmaya başladım. “Yaşamaya çalışıyoruz diyelim biz ona, tam ben arayacaktım. Sen çaldırdın.” Dediğimde ağzından bir homurtu çıkardı. “Aynen, aynen. Kesin arayacaktın.” Huysuz sesi gülmeme neden olmuştu.

“Siz ne yapıyorsunuz Hakkâri’de acaba?” diye sorduğumda farklı bir ses yanıtlamıştı sorumu. “İş için geldik. Sen onu bunu bırak da nasıl olduğunu söyle?” diyen kişi Burak’tan başkası değildi.

“Ben iyiyim galiba, iş güç işte ne yapayım başka.” Dediğimde Hüseyin araya girdi. “Müsait misin?” diye sordu. Sigaramdan derin bir nefes daha aldığımda düşündüm. Daha okunacak tonla dosya vardı. İmza bölümü düzenlendiğinde Erdem bana haber verirdi.

“Şu an için nefes alacak vaktim bile sınırlı aslında.” Dediğimde kahkaha atmıştım resmen. Kişneme be.” Diyen Çağrının sesini duyduğumda, kahkaham daha da şiddetlendi.

Hüseyin, Çağrıyı susturarak, “Ne zaman müsait olursun? Biz Ankara’ya döneceğiz zaten geri, buluşuruz olmaz mı?” dediğinde kaşlarım çatıldı. Onlar beni hâlâ Ankara da sanıyordu. En son Ankara da harp okuluna bile gitmeden önce tanışmıştık. Bu dörtlü benim çok eskilerimdendi aslında. Hüseyin, Çağrı, Burak, Hamza.

“Aslında ben Ankara da değilim.” Dediğimde Hamza merakla sordu. “Neredesin ki?”

Etrafıma bakınıp derin bir nefes alarak, “Hakkâri’deyim.” Dedim.

“Ne!”

“Lan!

“Dibimizdeymişsin ya!”

Hüseyin öfkeyle, “Ulan bir susun! Kızım sende yani… Tamam sen söyle bize, ne zaman müsait olursun?” diye sordu ümitle.

Dosyaları Kalender ile hızlıca halledersek akşam buluşabilirdik aslında. “Şu an için doluyum ama akşama doğru gelebiliriz derseniz ayarlarım. Ha bu arada iş için geri dönecekseniz, sonra da buluşabiliriz. Aksatmayın benim için-“ dediğimde sözümü kesen Hamza oldu.

“Sus kız! Geliriz geliriz, sen konum yolla hemen geliriz.” Diyerek heyecanla konuşması beni gülümsetmeye yetmişti. “Tamam önce bir işlerimi halledeyim. Bu arada yemeğe gitsek olur değil mi?” diye sordum.

Hüseyin atıldı. “Ya kızım biz diyoruz ki Armin’i görelim. Armin diyor, yemek olsa olur mu? Tabii olur, Allah Allah!” dediğince hızla çemkirdim. “Kes sesini be! Aaa tamam uzatmayın, atarım konumu.”

“Tamam, hadi dikkat et kendine.”

“Sizde dikkat edin. Görüşürüz akşam.” Telefonu kapattığımda bana doğru koşan Erdem’i görmem ile ayaklandım.

“Komutanım dosyalar hazır.”

Başımı salladım. “Tamam Erdem teşekkür ederim. Gidebilirsin sen.”

Erdem gittiğinde içeriye girerek dinlenme odasının kapısını açtığında minik aralıktan başımı uzattım. “Teğmenim gelir misiniz?” diyerek Kalender’e baktığımda ayaklanarak yanıma geldi.

“Dosyalar için yardım edersin diye düşündüm.” Sakin bir ses tonuyla.

Gülümseyerek başını salladı. “İyi düşünmüşsün, geliyorum hemen.” Dediğinde masanın üzerinde duran telefonun alarak yanıma geldi.

Üst kata çıktığımızda kapıyı açarak geniş odanın içerisine girdim. En baş köşede duran masama oturduğumda, Kalender de hemen sağ tarafımdaki masaya kurularak bana baktı. Kalender’in bana bakmasının verdiği anlık hareketle, yüzünü incelerken buldum kendimi. Kalender’in yüzü o kadar kemikliydi ki… Çenesi resmen üçgen, elmacık kemikleri belirgindi. Kısa kıvırcık saçları yüzü ile oldukça uyumlu gözüküyordu.

“Hepsini saat yediye doğru bitirebilirsek mükemmel olacak. Senden tek istediğim dosyaların tüm detaylarını okuyarak, mantıklı olanı onaylaman çünkü ikinci kez okumak istemiyorum. Takıldığın yer olursa sorabilirsin.” Diyerek önümdeki dosyaların yarısını masasına bıraktım.

İlk açtığım dosya kıdem dosyasıydı.

Dosyayı okumaya başladığımda gördüğüm şey ile kaşlarım çatıldı.

Terörist kamplarını patlatarak görevi başarı ile yerine getirmişti ama görevden sonra verdiği raporda bazı uyuşmazlıklar vardı. Bu adamın tipi bana hiç hayra alamet gelmemişti. Masamın köşesinde duran telefona sarıldığımda Erdemi aradım. Erdem bu anı bekliyormuş gibi çığırdı. “Emredin komutanım!

“Erdem çalışma odasına gel!”

Kısa bir süre içerisinde çalan kapı ile, “Gel!” emiri verdim.

“Buyurun komutanım.” Diyen Erdem’e elimde duran dosyayı gösterdim. “Bana bu adamı araştırın, hiç gözüm tutmadı.” Dediğimde elimdeki dosyayı alarak odadan çıktı.

Adamı gözüm bir yerlerden ısırıyordu ama çıkaramamıştım. Her ihtimale karşı araştırmakta fayda vardı.

Önümdeki bir diğer dosyayı açtığımda mesleğe geri dönmek için verilen bir dosya olduğunu gördüm. Dosyayı okumaya başladığımda, aslına bakarsak durduk yere istifa eden bir adamın dosyasını okuyordum. İstifa sebebine düğün yapacağım için işten çıkmam lazımdı gibi bir cümle yazmıştı. Saçma sapan bir olayı bir de dosya yapıp önüme koymuşlardı. Dosyayı reddederek kenara bıraktım. İstifa eden askerlerimizi göreve geri alamıyorduk.

Diğer dosyayı açtığımda dosya men dosyasıydı. Bunu sevmiyordum işte…

Okumaya başladığımda adamın otuz bir yaşında yüzbaşı olduğunu gördüm. Kendi bölüğüne yeni atanan Binbaşı ile ettiği kavga sonucu, Binbaşı rütbesini kullanarak yüzbaşının görevden men edilmesini istemişti. Aslında yüzbaşının bir suçu yoktu. Suçlu olan Binbaşıydı bana kalırsa. En mantıklısını yaparak, men davasını kabul etmeyerek, yüzbaşının başka bir şehre atanması için notumu düşerek imzamı attım.

Bir diğer dosyayı açtığım esnada açılan kapı ile bakışlarım oraya yöneldi. Âhi elinde çay tepsisi ile gelmişti.

Düz bakışlarımı yüzünde gezdirdiğimde, normal bir ses ile karşıladım. “Hoş geldin Âhi.”

Hafifçe tebessüm ederek yanıma geldi. “Hoş buldum komutanım. Çay getirdim size.” Dediğinde tepsideki çayı masamın kenarına bıraktı. Aynı şekilde Kalender’in masasına da çayını bıraktığında tekrar bana döndü. “Yardıma ihtiyaç var mıdır komutanım?”

Kısa bir süre dosyalara bakındığımda, asker başvurularının kendi dosyalarıma karışmış olduğunu gördüm. Gözlerimi Âhi’ye çevirdiğimde, “Var, bakmak istersen verebilirim.” Dedim.

Başını salladığı esnada, tepsideki üçüncü çayı kendi masasına yani benim solumda kalan ilk masaya koyarak bana döndü. “Verin komutanım. Yardımım dokunsun, sıkıldım zaten.” Dediğinde yirmiye yakın dosyayı eline vererek kendi dosyama döndüm.

Bu aslında bir dosya değildi. Bu dosyanın içinde yirmiye yakın dosya vardı. Hepsi de ayrı ayrı adamlara aitti. Dosyanın kenarına yapışkanlı kâğıdın üzerine yazılmış bir not vardı.

Burada olan bütün askerler yeni kurulacak olan tim için seçilecek, unutma en fazla sekiz kişiyi alabilirsin. Yeni kurulacak timin üyelerini seçme şerefini sana bırakıyorum TAN. -MİR.

Bu yazı Miralay’a aitti.

En üstte duran adamın dosyasına baktığımda, adamın Kıdemli Üsteğmen olduğunu gördüm. Dosyanın üzerine yapıştırılmış flaşı elime aldığımda etrafıma bakındım. En ötedeki, Tekin’e ait olan masada laptop vardı. Âhi’ye döndüğümde laptopu işaret ettim.

“Uzatabilir misin laptopu?”

“Buyurun komutanım.” Diyerek bana uzattığında elime aldığım laptopu açarak flaşı taktım. Bir anda açılan video ile odanın içerisinde bağırış sesleri yükselmeye başladı.

Albay olduğu omuzundaki yıldızlardan belli olan adam, “Sen bordo bereli olmazsın!” diyerek yükseldi.

Yüz ifadesi taştan farksız Kıdemli Üsteğmenimiz gür bir ses ile bağırdı. “Olurum!”

“Olmazsın!”

“Olurum! Olacağım!” diyerek bağırdığında sesi odada yankılanıyordu

Neredeyse yirmi dakikaya yakın olan videoyu başından sonuna kadar izlediğimde, oldukça başarılı bir bordo bereli olduğunu gördüm. Videoyu duraksattığımda, dosyasına okumaya başladım. Eski timi ile gittikleri görevlerin iki tanesi dışında başarı ile dönmüşlerdi. Başarısızlıklarının sebebi esir düşmeleri olmuştu.

Diğer dosyalara da bakarak en son onaylama yapmak istediğimden, dosyayı ve flaşı kenara bıraktım.

Bir diğer dosyayı açtığımda adamın Üsteğmen olduğunu gördüm. Diğer dosyada olduğu gibi bu dosyada da flaş vardı. Flaşı takıp bir süre izlediğimde, eğitim esnasında neredeyse sinir krizi geçirmek üzere olduğunu gördüm. Albay ona inat sen bordo bereli olamazsın dedikçe sinirlenmeye başlayarak, dikkatini dağıtmıştı. Masanın kenarında duran kâğıtlıktan bir tane kâğıt alarak sinir problemi olduğunun notunu düştüm.

Dosyayı kenara bırakarak diğer dosyayı açtığımda kaşlarım havalandı. Yüzümde oluşan gururlu ifade ile dosyayı okumaya başladım.

Okuduğum dosya kadın bir Binbaşına aitti.

Katıldığı görevlerden başarılar ile döndüğü için erken terfi alarak otuz altı yaşında Binbaşı olmuştu. Dosyasının sol üst köşesinde yer alan resim ile yüzünü inceledim. Çok güzel bir kadındı.

Flaşı takarak eğitim videosunu izlediğimde, izlediklerim yüzümde değişik bir ifade uyandırmıştı. Her ne kadar aynı eğitim bana da uygulanmış olsa da izlemek garip hissettirmişti.

Dosyaların tamamına baktığımda elediğim iki isim olmuştu. Birincisi sinir problemi olan Üsteğmenim, ikincisi ise rütbesi diğer arkadaşlara nazaran biraz düşük olduğu için elediğim çavuşumdu.

Tüm dosyaları imzalayıp, böylesine güçlü kişilerin dosyalarını okuyup, timin oluşmasında parmağım olduğu için mutlu hissetmiştim kendimi.

Çayımın son yudumunu içtiğimde bardağı kenara bıraktım.

Önümde kalan son dosyaya bakarak boynumu kütlettiğimde kapı çaldı. “Gir.”

Erdem’i görmem ile konuşmasını dinledim. Elindeki dosyayı bana uzattığında, “Komutanım şüphelenmekte haklıymışsınız. Son zamanlarda teröristler ile bağlantısı varmış. Dosyada yazan görevde ise yaptığı patlama formaliteymiş. Patladı süsü verilen bir olaymış yani, an itibariyle meslekten men edildi.” Dediğinde çatık kaşlarım olduğu gibi kalmıştı.

Yerimde dikleştiğimde, “Tamam Erdem teşekkür ederim. Çıkabilirsin.” Diyerek kapıyı işaret ettim.

Tam da tahmin ettiğim gibi…

Önümdeki son dosyayı inceleyip, reddettiğimde Kalender’e döndüm. Kalender de bana bakıyordu.

“Bitti mi?”

“Bitti mi?” aynı anda sorduğumuz soru ile dudağım keyifle kıvrııldı.

Önümdeki dosyaları toparladığımda, Kalender de aynı şekilde dosyalarını toparlamıştı. Dosyaları karşılıklı değiş tokuş yaptığımızda vakit kaybetmeden dosyalara bakınarak imzamı atmaya başladım.

Dosyalara öylesine bir göz gezdiriyor hemen ardından Kalender nasıl imzaladıysa bende aynı şekilde imzalayıp kenara koyuyordum. Neredeyse bir saat sonunda işimiz bittiğinde, hava kararmaya başlamıştı. Gözlerimi Âhi’ ye çevirdiğimde, boş bakışları eşliğinde etrafı inceliyordu.

“E haydi gidelim artık.” Diyerek ayaklandığımda ikisi de benimle beraber ayaklanmıştı.

Kapıyı açtığımda koridorun diğer ucunda, Miralayın kapısının önünde oturan Erdem’i gördüğümde seslendim. “Erdem, aslanım bizim dosyalarla işimiz bitti Miralay’a götürürsün.”

Çalışma odası ve Miralay’ın odası aynı kattaydı. Bu iyi olmuştu aslında, bir şeye ihtiyacımız olduğunda Erdem sağ olsun hallediyordu.

“Tamamdır komutanım. Alıyorum şimdi.” Diye söylendiğinde, oturduğu yerden kalkarak çalışma odasına ilerledi.

Hep beraber dinlenme odasına geldiğimizde; sohbet eden, Ertuğrul, Tekin ve Yıldırım üçlüsü ile karşılaştık.

Kolumdaki saate baktığımda, saatin yediye yaklaştığını gördüm. Kalender’e dönerek, “Buralarda bildiğin güzel bir lokanta var mı?” diye sordum.

“Esnaf lokantası mı komutanım? Tabii var,” dediğinde lafını böldüm. “Yok. Yani tabii oda olur ama biraz daha geniş düşün.” Dedim.

Elini çenesine götürüp sıvazladığında, bir müddet düşündü. “Buldum. Durun Komutanım konum atayım.” Dediğinde cebinden çıkardığı telefon ile uğraştı.

Kısa bir süre sonra telefonuma gelen bildirim ile ekranı açtım.

Teğmenim Kalender Çiler kişisinden bir konum.

Konuma tıklayıp mekâna baktığımda, güzel bir yer olduğunu gördüm. Hemen rezervasyon yaptığımda içim rahatlamıştı.

Gözlerimi ekrandan çekip Kalender’e çevirdiğimde, “Teşekkür ederim Kalender.” Dedim.

Telefonu kapatıp koltuğun üstüne bıraktı. “Ne demek komutanım.” Dedi. Hemen ardından hevesli çıkan ses tonuyla, “Bu akşam siz de gelsenize benimle hem Mine’nin doğum gününü kutlarız hem de ailem ile tanışmış olursunuz.”

Dudaklarım yavaşça büzüldüğünde, “Kalender gelmeyi çok isterdim ama programım var. Bir sonraki sefere inşallah.” Dedim üzgün çıkan ses tonumla.

Kalender başını omuzuna yatırarak, “Olsun Komutanım. Sonra da olur fark etmez.” Dedi.

Masanın üzerinde duran Samet’in getirdiği çiçeğimi kollarımın arasına alarak, eşyalarımı toparladım. Kurtuluş’a döndüğümde, “Beyler bana müsaade, ben çıkıyorum.” Dedim. Hepsi bir ağızdan, “İyi akşamlar Komutanım.” Dediğinde, “İyi akşamlar.” Diyerek kapıya yöneldim.

Tam kapıyı açacağım esnada, sertçe açılan kapı yüzüme çarptı. Dengem sarsıldığında, ellerimde olan eşyalar çoktan yeri boylamıştı. Elim yüzüme kaydığında, “Ah! Ulan Erdem! Ne yapıyorsun oğlum sen ya?” bağırmam ile Erdemin şok içerisinde olan bakışları ellerimi sardığım yüzüme kaydı. Arkamda hissettiğim hareketlik ile belime sarılan sert kollar, dengemi sağlamama yardımcı olmuştu.

Şaşkın çıkan sesiyle, konuşarak yüzüme bakmaya devam etti. “Komutanım vallahi görmedim. Kusura bakmayın.”

“Kusuruna bakılacak bir yüzüm kalmadı zaten Erdem! Sağ ol.” dediğimde bakışlarım yeri boylayan çiçeğim ve telefonumdaydı.

Tam eğilmek için yere eğildiğimde, arkamda hissettiğim kolları unutmuştum. Omuzumun üzerinden arkama baktığımda beni tutan kişinin Âhi olduğunu gördüm. “İyi misiniz?” konuşmaya başladığında yüzümü inceleme altına almıştı. “İyiyim, bir şeyim yok.” Diyerek karşılık verdim.

Kollarını belimden ayırdığında sert bakışlarını Erdem’e iletti. Bakışlarım bana doğru uzatılan çiçeğe kaydığında, Yıldırım’a teşekkür ettim. Hepsi anlık şok ile ayaklanıp dibimde bitmişti.

“Erdem Teğmenim senin bizim odamıza kapıyı tıklatarak girmen gerekmiyor mu? Kendi odanız gibi ne dalıyorsunuz içeri!” diyerek Erdem’e bağıran kişi Ertuğrul’du.

Erdem tehditvari sesi eşliğinde, “Görmediğimi söyledim Teğmenim.” Dedi.

İkisi arasındaki gerilim hâlâ ediyordu. O gün Ertuğrul’un Erdem’e olan ani çıkışı Erdem’i haklı olarak sinirlendirmişti.

“Tamam uzatmayın. Ertuğrul otur sende.” Dememle Ertuğrul sinirli bir şekilde yerine oturdu.

Kalender, Erdem’in omuzuna elini koyarak sakin ve sessizce konuşmaya başladı. “Sen onun kusuruna bakma kardeşim, acısı var. Bir sonrakine dikkat edersin artık.” Diyerek beyefendiliğini konuşturduğunda yüzümdeki gurur verici ifade ile Kalender’e baktım.

Başım ağrımaya başladığında, Erdem’e döndüm. “Erdem sen neden gelmiştin?”

Erdem yüzündeki mahcup ifade ile bana baktı. “Komutanım tekrardan özür dilerim. Siz dosyaları bitirince, çıkarsınız diye düşündüm ondan aceleyle geldim. Siz görevdeyken bir zarf gelmişti adınıza ama siz burada olmadığınız için alamadık. Tekrardan yollamışlar, zarfı getirdim size.” Dediğinde kollarımın arasında kalan çiçekten zarfı alacak yerim kalmamıştı.

Çiçeği arkamda duran Âhi’ye uzattım. “İki dakika tutar mısın?”

Âhi uzattığım çiçeğe iğrenç bir varlık gibi bakındığında, elimden almıştı. “İki dakika, sabredebilirsin Âhi.” Diyerek kendi kendine fısıldadığında, hemen yanında durduğum için bende duymuştum.

Erdem’in elinden zarfı aldığımda, “Tamam Erdem sen çıkabilirsin.” Erdem çıktığında zarfı açmaya başlamıştı. Oturan Ertuğrul’da yanıma geldiğinde, hepsi başıma dikilmiş merakla zarfa bakıyordu.

Zarfı açtığımda içerisinden çıkan bir diğer zarfa değişik bir şekilde baktım. Zarf içinde zarf?

Büyük zarfı kolumun altına sıkıştırdığımda, diğerini de çıkararak zarfı açtım. Bu çok hoş bir düğün davetiyesiydi. Şeffaf kâğıt üzerine, altın rengi ile yazılmış isimler vardı.

Davetiyenin niye geldiğini anlamak için yazan isimlere baktığımda, kimden geldiğini anlamış oldum. Miralay’ın bizi alışmamız için yolladığı görevde tanışmıştık Yalçınla. Gitmemize yakın sohbet ettiğimizde ise yakın bir zamanda düğünü olduğunu söylemişti. Aynı zamanda da bizi davet etmişti.

Büyük zarfın içerisinde baktığımda minik bir kâğıt vardı. Kâğıdın üzerinde, ‘Numaramı buraya bıraktım.’ Yazıyordu.

Davetiyenin arkasında ise nizami bir yazı ile, ‘Armin Komutanım ve Timini bu mutlu günümüzde aramızda görmekten şeref ve onur duyarız…’

Boğazımı temizlediğimde Kurtuluş üyelerine bakındım. “Düğüne davetliyiz.” Dedim.

Tekin’in kaşları çatıldı. “Davetliyiz?” dedi sorarcasına.

Başımı sallayarak onayladım onu. “Evet Kurtuluş olarak hepimiz davetliyiz.”

“Kimin düğünüymüş Komutanım?” diyen Kalender ile, “İlk görevimizde tanıştığım bir Jandarma vardı. İsmi Yalçın, yakın bir zamanda düğünü olduğunu ver bizi de aralarında görmek istediğini söylemişti. Davetiyesini yollamış.” Dedim elimdeki davetiyeyi onlara sallayarak.

Emin olmak adına tarihe baktığımda yanılmadığımı gördüm. “Düğün yarın. Bu arada söylemeyi unuttum, bugün görevden sonra gitmeyip içtima yaptığımız için yarın tüm gün izinliyiz. Bu iyi oldu aslında, Yalçına sözüm vardı. Herkes müsait olursa, hep beraber gidiyoruz.”

Hepsinden onaylayan mırıltılar çıktığında, davetiyeyi zarfa koyarak Yalçının numarasını kaydettim. Arkamı döndüğümde karşılaştığım manzara, beni kahkahalara boğacak vaziyete getirmişti.

Âhi elindeki çiçeği kollarını ileriye uzatarak kendinden uzaklaştırmış, dudakları aralanmış iğrenir gibi çiçeğe bakıyordu. Yüz ifademi sabit tutmayı becerip, kollarımı öne doğru uzattım. “Ben alayım artık istersen.” Sanki bu anı beklemiş gibi çiçeği bana doğru fırlattığında -evet fırlatmıştı- aramızdaki kısa mesafeden yaralanarak çiçeği tuttum.

İçeriye son bir bakış attığımda, “Tekrardan iyi akşamlar beyler.” Dememle topluca karşılık verdiler. “İyi akşamlar komutanım.”

Beni uğurladıklarında odadan çıkmadan önce son duyduğum sesler Kurtuluş üyelerinin Çiler ailesinin kutlamasına katılacağına dair konuştukları sözler oldu.

Dışarıya çıktığımda esen havaya karşılık sızlayan yüzüm buruştu. Bir müddet yürüdüğümde arabama gelmiştim. Kendimi koltuğa attığımda, yanımda duran boş koltuğa çiçeğimi ve davetiyeyi bıraktım. Unutmadan telefonumu elime alarak Hüseyin’e mekânın konumu yolladım.

 

Çatlak Hüseyin kişisine bir konum yolladınız.

 

Armin Tan: 20.00 da.

Sekize kadar anca yetişirdim zaten. Arabayı çalıştırıp kapının önüne geldiğimde, hafifçe kornaya bastım. Korna sesi ile yavaşça açılmaya başlanan sürgülü otomatik kapıya baktım. Kısa bir süre içerisinde otobana geldiğimde biraz trafik olduğunu gördüm. Herkes işten dönüyordu, bu kadar trafik olması da normaldi haliyle.

Trafiğe rağmen on beş dakika sonunda eve geldiğimde, yan koltuktan çiçeğimi ve davetiyeyi alarak arabadan indim. Dört kat merdiven sonrası eve ulaştığımda şükür diye geçirdim içimden. Gerçekten yorulmuştum.

Kendime beş dakika izin verdiğimde bedenimi yatağa bırakarak bir süre tavan ile bakıştık. Derin nefsler eşliğinde izlediğim tavan, saatin ilerlemesi bozmuştu. Yataktan kalkarak dolabın kapağını araladığımda, gideceğim yere uygun parçalara bakmaya başladım.

Havanın soğukluğunu da hesaba katarak giyeceğim parçaları çoktan bulmuştum bile.

Üstüme beyaz v yaka bir karış fermuarlı yünlü bir kazak aldığımda, altıma da krem rengi kumaş pantolonumu alarak dolabı kapattım. Kıyafetleri üzerime geçirdiğimde, takıların olduğu çekmeyi açarak kendi kombinime uygun kolye, bileklik ve yüzük seçtim.

Üstüm başım tamamen hazır olduğunda, makyaj masasının önüne oturarak sade ve şık bir makyaj yaptım. Saçlarımı da açtığımda güzelce düzleştirmiştim.

Dolaba tekrar yöneldiğimde kombinime uygun açık renk paltomu omuzlarımın üzerine aldım.

Ne olur ne olmaz diyerek; her ihtimale karşı beylik tabancamı, askeri kimliğimi ve yedek şarjörlerimi yanıma aldığımda hazırdım.

Saate baktığımda buçuğa yaklaştığını görmemle hızlandım. Gideceğim mekâna hiç gitmediğim için yer yön bilgim sıfırdı. Her ne kadar elli kere konuma bakıp yolu ezberlesem de temkinli olmakta fayda vardı.

İnce uzun topuk stilettolarımı giydiğimde evin ve arabanın anahtarını alarak kapıyı çektim. Evi kilitlediğimde dört katı koşar adımlarla inerek arabama geldim. Boyum çok kısaymış gibi stilettoları giyince iyice uzamıştı. Boyum bir kadının boy ortalamasına göre üstteydi ama 1.76 olmak bordo bereli bir kadın için ideal miydi, işte orası tartışılırdı.

Ankaralı olduğumun en büyük simgelerinden birisi olan flaşımı multimedya sistemine aktardığımda, arabanın içerisini kaşık sesleri doldurmaya başlamıştı. Dinlemeyeli uzun zaman olmuştu, bu ses beni mest ediyordu resmen. Aracı harekete geçirdiğimde ezberlediğim konuma doğru sürmeye başladım. Yarım saate yakın sürede anca varabildiğim mekâna bakarak şükrettim.

Arabadan inerek kilitlediğimde, üzerimdeki kabanı düzelterek kendimden emin adımlar ile mekânın girişine yürümeye başladım.

Mekânın içerisi oldukça sakindi, çok kalabalık olmaması beni sevindirmişti. Mekânın içerisini incelemeye başladığımda Kalender’in zevkine güvenebileceğimi anlamış oldum.

Kapıda bekleyen personel beni gördüğünde hızlı adımlarla dibimde bitti. “Hoş geldiniz efendim, rezervasyonunuz var mıydı?” dediğinde başımı sallayarak onayladım kendisini. “Evet var. Armin Tan, bakarsanız sevinirim.” Dediğimde kadın yanımdan ayrılarak kısa bir süre içerisinde geri geldi.

Eliyle ileriyi işaret etti. “Masanız ileride, beyefendiler gelmişlerdi zaten.” Diyerek benimle beraber yürümeye başladı. Elimi kaldırarak kendisi durdurduğumda sert ve emin adımlarla masaya doğru ilerledim.

İçerisi fazla kalabalık olmadığından, topuk seslerim etrafa yayılmaya başlamıştı. Dördü de masaya oturmuş sohbet ediyordu.

Topuk sesleri ile başını bana doğru çeviren Hüseyin ile saniyesinde göz göze geldik. Dudaklarımdaki tebessüm yavaş yavaş büyümeye başlamıştı.

Hüseyin’in aniden ayağa kalkması, oturduğu sandalyenin devrilmesine yol açmıştı. Burak, Çağrı ve Hamza üçlüsü aniden Hüseyin’e doğru baktığında hepsinin bakışları saniyesinde bana kaydı. Ben Hüseyin’in beni görmesi üzerine adımları durdurmuş, yalnızca masadaki adamlara bakıyordum.

Hüseyin bana doğru gelmeye başladığında, masaya doğru bir adım attım. Kollarımı iki yana açtığımda, soluğu dibimde aldı. Kollarımı hızla boynuna doladığımda, Hüseyin ise kollarını belime sarmıştı. Beni havalandırarak ayaklarımı yerden kesti. Sıkı sıkıya sarıldığımızda etrafa gülücüklerimi saçıyordum.

Dakikalar sonunda beni yere indirdiğinde hasret ile yüzüme bakmaya başladı. “Çok özledim be kızım!” Başımı inanamaz gibi iki yana salladım. “Bende, bende çok özledim.”

Arkadan gelen Burak, Hüseyin’i ittirerek beni kollarının arasına aldı. “Of be kızım! Ne yaptın bunca sene?” diyerek hayıflandığında, gülerek kollarının arasından çıktım.

Hamza ve Çağrı ile doya doya sarıldığımızda masaya gelmiştik. Hüseyin omuzlarımdaki sarılmanın etkisi ile bir tarafı düşmüş paltoyu alarak sandalyenin arkasına astı. Beni kendi yanına oturttuğunda, hepsinin yüzlerinden neler hissettiklerini anlayabiliyordum. Hepsi çok heyecanlıydı, aynı zamanda merak ve özlem duyguları yüzlerinden okunuyordu.

Elimi kalbime götürdüğümde heyecanla soludum. Hepsi o kadar değişmişti ki…

“Nerelerdeydin ya?” diye heyecanla soran Hamza’yı Çağrı susturdu. “Bir dur be oğlum!”

Burak hızlıca atladı. “Tamam başlamayın gene, kesin sesinizi.”

Hüseyin üçlüyü boş vererek bana döndü. “Yemeklerimizi sipariş edelim, sonra konuşuruz tamam mı?” dediğinde başımı sallayarak güzel bir gülümseme ile karşıladım onu. “Olur tabii ki. Bana hiç fark etmez.”

Siparişlerimizi almak üzere gelen garsona levrek ve kırmızı şarap isteğimi belirttiğimde hepsi bana ayak uydurarak aynı siparişi verdi. Siparişlerimiz gelen kadar sohbet çoktan açılmıştı bile.

“Kaç sene oldu ya? Hatırlayamıyorum bile.” Diyen kişi Burak’tan başkası değildi.

“Valla”, bir süre düşündüm. “Beş, altı sene oldu herhalde ya.” Dediğimde pek de emin değildim çünkü o kadar eskiydi…

“Vay be, ne kadar geçmiş.” Diyen ise Çağrıydı. Hamza, “Duygulandım vallahi.” Diyerek mırıldandı.

Gözlerim yanımda oturan Hüseyin’e çevrildiğinde, öylece beni izlediğini gördüm. Gözlerinden özlem akıyordu. Gözlerinin içine bakarak yavaşça tebessüm ettiğimde, kaşları çatılır gibi oldu. Yüzünü sıkmamak için zor tutuyordum kendimi şu anda. Ağlamak istiyor gibiydi sanki…

Masanın üzerinde duran elinin üzerine elimi sardım, tabii sarabildiğim kadar. Benim ellerim bir kadının eline göre biraz büyük ve kemikliydi ama buna rağmen Hüseyin’in elinin yanında minnacık kalmıştı.

“Çok özledim.” Dedim fısıldayarak.

Gözleri dolar gibi oldu. “Benim ne kadar özlediğimi hissedebilsen, kendi hissin yalan gelirdi sana.” Dedi benim gibi fısıltıyla.

Çağrı ve Hamza’yla, Burak ve Hüseyin ile olduğum kadar yakın değildim. Hatta bu grubun içerisinde en yakınım Hüseyin’di.

Benim hayatımın bir anda değişmesini sağlayan şey, harp okuluna girmemdi. Okulda derece yaparak çıkmam ile hayatım, adım, namım her şeyim değişmişti. Yakınlarım elbette vardı. Şu an bu masada oturduklarım gibi mesela… Asker olmak bir yana bordo bereli olunca hayatın bir anda üç yüz atmış derece dönüyordu.

Benim çevrem her zaman için çok kalabalıktı.

İlk timim olan Yıkım benim için gerçekten de isminin hakkını vererek Yıkım olmuştu. Ben Komutanlığı da onlarla ögrenmiştim, rütbemi de onlarla ilerletmiştim ama artık onlar yoktu. Her ne kadar dostlarım, sırdaşlarım, sevip saydıklarımda olsa askerliğe girince ellerimden kayıp gitmişti hepsi sanki.

Üzülüyordum, hem de çok üzülüyordum çünkü ben çok sosyal bir insandım. Benim istediğim şey, mesleğimi elime aldıktan sonra ellerimin arasından kayan sevdiklerim değildi ki…

Düşüncelerim gözlerimi doldurmaya yetmiş, üstüne üstlük bir damla yaş da yüzümden süzülmeye başlamıştı.

Hüseyin acı çeker gibi bana baktığında ayağa kalktı. Elini bana uzattığında ayaklandım. Elini sandalyemin arkasına uzatarak, paltomu aldığında elimi sıkıca kavradı. “Geliriz yemekler gelmeden.” Diyerek masadakilere döndüğünde hepsinden onaylar mırıltılar çıktı.

El ele çıkışa geldiğimizde etrafa bakınarak oturabileceğimiz bir yer aradı. Elini elimden saniyelik bir şekilde ayırdığında, paltoyu üzerime geçirdi. Ellerimiz tekrar birleştiğinde ilerideki bank gözümüze çarptı.

Biraz adımlayıp banka geldiğimizde oturduk. Bir süre sessiz kaldığımızda acı akan sesi kulaklarımı doldurdu. “Çok canın yandı mı?”

Sorduğu soru ile bedenim kaskatı kesildi. Bu soruyu beklemiyordum. Dudaklarım aralandığında, “Sen nereden biliyorsun?” diyebildim yalnızca.

Yüzünü bana doğru çevirerek, “Çünkü hep dibindeydim. Yalnızca sen göremedin.” Dediğinde kaşlarım çatıldı.

Tiz çıkan sesim ona daha çok acı veriyordu sanki. “Bu da ne demek oluyor?” diye sorarken buldum kendimi.

“O sene harp okulundan derece ile çıkan tek kadın Beyaz lakaplı biriydi. Aradan seneler geçti. O kadın büyüdü, gelişti. Kendi timini eline aldı. Timine alışmaya başlarken, timinin elleri arasından kayıp gitmesi de bir oldu. Aradan birkaç ay geçti, Beyaz ortadan kayboldu. Tüm Emniyet, Mit, JÖH, özel harekât personelleri kadını bulmak için seferber oldu. Günler haftaları, haftalar ayları devirdi. Beyaz nerden baksan bir sene sonunda bulundu. Bütün birimler mutluydu, herkes sevinçten havalara uçacak dereceye gelmişti ama Beyaz ölmek üzereydi. Kadını bulmak çok güzeldi tabii ki ama işin görülmeyen tarafı ise, kadının bir anda tepetaklak olan hayatıydı.” Dediğinde sesi ortalara doğru kısılmaya başlamış, çenesini başımın üzerine yaslayarak sıkı sıkıya sarılmıştı bedenime.

Gözlerim belli bir noktadan sonra yanmaya başlamıştı. Akan burnumu çektiğimde, arkamda inip kalkan göğsü ile güldüğünü anladım.

“Niye gelmedin yanıma peki?” dediğimde sesim acılı çıkmıştı.

Çenesini başımın üzerinden çekerek biraz uzaklaştı. “Kim demiş gelmediğimi?”

Bakışlarım ellerime kaydı. “Ben hatırlayamıyorum.” Dedim her zamanki gibi.

Elini çeneme doğru uzattığında göz göze geldik. “Biliyorum güzelim, yanında olduğumu hissettirmeyi ne kadar istediğimi bilemezsin.” Sesi kısıktı, bir o kadar da acılı.

Beni kendine doğru çektiğinde, sırtım göğsüne denk geldi. Kollarını iki yanımdan sararak, ellerimi kendi ellerinin arasına aldı. “Senin asker olacağını, o gün o kapının ardından arkana bile bakmadan girdiğinde anlamıştım. Çünkü ben o gün tam arkandaydım.” Duyduğum cümle ile dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtı.

Bedenime sıkıca sarıldığında, kendimi çok savunmasız hissetmiştim.

Gözlerimden akan yaşlar, bacaklarımın üzerinde duran kenetli ellerimizin üzerine akıyordu. “Seni tek bir an koruyamadım. O gün Yıkım pusuya düştüğünde hastaneden çıkıp gitmişsin. Kapıdaki yüze yakın korumayı nasıl geçtiğine hâlâ akıl sır erdiremiyorum. Gittiğinde, kısa bir süre içerisinde geri geldin zaten ama bu sefer yarandan akan kanlar bedenine yayılmış ve baygındın. İlaç tedavin başladığında, kısa bir sürede gene gitmişsin Armin! Ben o dönem yıkıldım resmen, her zaman bir adım arkandayken o dönem ellerimin arasından kayıp gitmiştin!” Sonlara doğru sesi yükselmeye başladığında, ağladığını hareketlene göğsünden ve başıma akan yaşlarından anlamıştım.

Ellerimi ellerinden ayırarak yüzüne götürdüm. Akan yaşlarını sildiğimde, avuç içlerim yanaklarına yaslıydı. “Ağlama, bak bana. Her zaman olduğu gibi gene yanımdasın.” Ağlıyordu, gözleri gözlerime o kadar acı içinde bakıyordu ki…

“Her şeyi bilmek çok acı veriyor.” Diyerek fısıldaması ile gözlerini gözlerimden kaçırdı.

Kaşlarım çatıldığında çenesinden tutarak yüzüme bakmasını sağladım. Sert çıkan sesim eşliğinde, “Ne demek her şeyi bilmek acı veriyor? Her şeyden kastın ne Hüseyin?” dediğimde boğazını temizleyerek yüzündeki ellerimi indirdi.

“Yaşadıklarını az çok tahmin edebiliyorum Armin. Genel olarak olaya hâkim olmak ise yalnızca acı veriyor.” Dediğinde bakışlarım yumuşasa dahi dedikleri bana yetmemişti.

Hüseyin’in bu kadar hayatımın merkezinde olduğunu yeni öğrenmek sinirimi bozmuştu. En yakın zamanda tüm ayrıntıları ile hayatımı öğrenmem gerekirdi. Kim bilir? Belki de bu gece.

“Bu kadar hayatımın merkezindeyken nasıl göremedim ben seni?” diyerek fısıldadığımda aynı şekilde karşılık verdi. “Hayatının merkezinde daha kimler kimler var bir bilsen…”

Konuştukça zihnim daha da bulanmaya başlıyordu.

Sıkı sıkıya sarıldığımızda, bir müddet o şekilde kalmıştık. Ayaklandığında elini bana doğru uzattı. Elini kavradığımda restorana doğru yürümeye başladık.

Ağladığım aklıma geldiğinde anlık duraksamam Hüseyin’i de duraksatmıştı. “Ne oldu?” diyerek bana döndüğünde yüzümü gösterdim. “Makyaj yapmıştım ne güzel, dağılmıştır şimdi hep.” Diye sızlandığımda güldü.

Gülmesi yüzümde hafif bir tebessüm uyandırdı. “Sen zaten her halinle güzelsin ne gerek vardı ki? Hem dur bakayım,” diyerek elini yüzüme götürdüğünde göz altlarımı sildi. Kısa bir süre yüzümle uğraştı. “Heh bak ne güzel oldu.” Gülmeye başladığım esnada yürümeye başlamıştık bile.

İçeriye girdiğimizde, garsonların bizim masamıza götürmeye başladığı yemekler ile karşılaştık. Tam isabet.

Yerlerimize geçtiğimizde Burak atıldı. “Biraz da biz mi sohbet etseydik kardeşim.” Diyerek Hüseyin’e hayıflandığında Hüseyin hiç oralı olmamıştı.

Önümdeki levreği çatak ve bıçak eşliğinde ayıklamaya başladığım esnada tabak önümden yana doğru kaydı. Bakışlarımı tabak ile beraber ilerlettiğimde Hüseyin’in levreğimi ayıkladığını gördüm.

“Ben ayıklıyordum zaten.” Dediğimde, “Evet bende gördüm zaten.” Diyerek karşılık verdi.

Kısa bir süre içerisinde yemeklerimizi yemeye başladığımızda Hamza’nın sorusuyla ona doğru döndüm. “Neler yaptın bunca sene?”

Elimdeki çatal ve bıçağı yavaşça tabağın iki yanına bıraktığımda bakışlarım Hamza’yı buldu. “İşe girdim. Çalışma hayatı oydu buydu derken aralar açıldı tabii.”

Dediğim gibi Hamza ve Çağrı ile çok samimi değildik ama iyi anlaşırdık. Burak ve Hüseyin her zaman için daha yakın gelirdi bana. Belki de yaşlarına göre olgun olmalarındandı bu samimiyet.

“Mesleğin neydi?” diyen Çağrıya döndüğümde Hüseyin’in sert sesi aramıza girdi.

“Çağrı ve Hamza boş sorularınızı kendinize saklayın! Ne işle uğraştığını hepiniz biliyorsunuz zaten!” dediğinde çatık kaşlarım Hüseyin’e döndü.

“Nereden biliyorsunuz acaba tam olarak?” dedim.

Kulağıma yaklaşarak sessizce fısıldadı. “Şu an bu masada dört adet özel teşkilat ajanı ile beraber oturuyorsun Armin. Ne zamandan beridir araştırmadan yola çıkıyorsun ki?” dediğinde elimi hızla alnıma vurdum. Gerçekten ne zamandır yapıyordum bunu? Dudaklarımda alay dolu bir gülümseme oluştuğunda dediklerini ilk defa duymuş gibi yüzümü şaşkınlık dolu bir ifade kapladı.

“Her neyse bu üçlü,” dediğinde, Burak, Hamza ve Çağrıyı gösterdi. “Teşkilatın sayılı özel ajanlarından. Bende hem istihbarat hem de özel görevler olursa sahalara inerek devam ediyorum.” Dedi.

Yüzümdeki tehlikeli gülümseme bedenime yayılmıştı adeta. “Özel bir ajan olarak ne zamandır bu kadar aktif sosyal medya kullanıyorsun peki?” dediğimde gözlerini devirdi. “Her atılan gönderinin özel bir amacı oluyor sen merak etme.”

Bir masa düşünün. Bir bordo bereli kadın. Üç adet özel teşkilat ajanı. Ve baş istihbarat sorumlusu olarak özel saha görevlerine inen gizli bir bordo bereli.

Bu masa nasıl olurda devrilirdi?

 

Evet bir bölümün daha sonuna geldik...

Geçmişte yaşanılanlar?

Lucas?

Füsun?

Mavi gözlü hayırsız?

Kalender ve Tekin'in çikolata kavgası?

Armin'in Kalender'in kardeşi için bulduğu hediye?

Âhi'nin ballı kahvesi?

Erdem ve Ertuğrul arasındaki bitmek bilmeyen gerginlik?

Samet'in Âhi'yi sinirlendirmesi?

Hüseyin, Burak, Çağır ve Hamza dörtlüsü?

Hüseyin'in anlattığı olaylar?

İleride görmek istediğiniz sahneleri buraya bırakabilirsiniz ;)

Yıldıza basmayı unutmayın lütfen...

 

08.09.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Loading...
0%