Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9.BÖLÜM- ESKİMİŞ TREN RAYI

@durutaskulakk_

Evet canlar ÖBB'nin 9.bölümüyle sizlerleyim.

Bölüme başlamadan önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen...

Sosyal medyam: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Keyifli okumalar:)))

9.BÖLÜM ESKİMİŞ TREN RAYI

16 Aralık 2018

Füsun’un yanıma gelip bana dışarıyı göstermesinin üzerinden oldukça zaman geçti. Bu gece yanıma geldiğinde hangi ayda olduğumuzu, ayın kaçı olduğunu sormuştum. Ayın on altıları…

Gene başlamıştık. On altı lanetleri bugünde kendini gün yüzüne çıkartırsa, yaşamak için çok da bir sebebim kalmayacak gibi görünüyordu.

Elimde tuttuğum çakının soğuk metalini inceliyordum. Sırtımı yasladığım yastık, yerinde göçmüş ve sırtımın şeklini almıştı. Yatakta yayıldığım esnada açılan kapı ile çakıyı hızla kapatarak içime attım.

“Pişt! Uyudun mu?”

Bakışlarım kapıdan giren adama kaydığında kaşlarım havalandı. “Ne işin var senin burada? Saat kaç?” diyerek sorularımı yönelttiğimde Lucas gülümsedi. “Saat altıya geliyor, birazdan güneş doğar. Sana bakmaya geldim.” Dediğinde gözlerimi devirdim.

En son Füsun ile dışarıya bakmamızın üzerinden geçen zaman dilimde Lucas belirli zamanlarda yanıma geliyor, benimle sohbet edip gidiyordu. Aslına bakarsak buna sohbet etmek denmezdi, ikimizde birbirimizi sinir edip atışıyorduk genellikle.

Yatağın dibine geldiğinde yanımda kalan boşluğa oturarak bana baktı. İçime attığım çakıyı çıkardığımda, açarak keskin yüzeyinde elimi gezdirdim. “Niye iki de bir yanıma gelip duruyorsun? Sen de onlar gibisin, ne yapmamı bekliyorsun ki?” dediğimde bu sefer kaşları çatılan taraf, yanımda oturan adamın tarafı olmuştu.

“Bunu en az elli kere sordun Armin! Ben onlarla çalışmıyorum, beni de tıktılar içeriye korumaymışım güya.” Elini öyleymiş dercesine salladığında bakışlarımı çakıdan ayırmadım. Yattığım yerden biraz toparlandığımda, “Beni buradan çıkarmayı dene o zaman! Madem onlarla çalışmıyorsun bana nerede olduğumuzu söyle! Ne bok yemeye beni burada tuttuklarını, her Allah’ın günü neden işkencelere maruz kaldığımı söylesene!” diyerek bağırdığımda sesim odada yankılanmıştı.

Elini dudaklarımın üzerine kapattığında avucunu sertçe ısırdım. “Ahhh! Ya sen manyak mısın? Niye ısırıp duruyorsun beni iki de bir!” diyerek yüzüme doğru bağırdığında hiçbir şekilde göz teması kurmadım.

Odaya geldiğinde genelde beni sinir ediyordu. Bende bana dokunursa eğer elini, kolunu ısırdığım için yüzü asık bir şekilde bana bakarak sohbet etmeye devam ediyordu.

“Neredeyiz?” diyerek klasik konuşmamızı başlattım.

Gözlerini devirerek, “Bilmiyorum.” Dedi.

“Beni niye getirdiler buraya?” diye sordum.

Yanaklarını şişirip geri söndürdü. “Bilmiyorum.”

Boş bakışlarım eşiğinde, “Sen niye geldin buraya?” dedim onu iyice sinir etmek adına.

Başını sabır dilenir gibi yana yatırdı. “Benim mesleğim bodyguardlıktı. İş başvurusu yaptığımda bir gece ansızın burada buldum kendimi. Nereden bileyim bu ruh hastalarının arasında aylarca kalacağımı!”

Kaşlarım havalandı. “He yani aylarca kalacağını önceden bilsen, seve seve gelecektin?”

Ellerini iki yana açıp derin bir nefes aldı. “Amacın beni sinir etmekse başarıyorsun.”

Samimiyetsiz bir gülümsemeyle başımı sallayarak onayladım kendisini. “O kadar ay yanlarında çalıştın da hiç mi bir şey duymadın kendi aralarında konuşurlarken?” dedim merakla.

Başını iki yana salladı bezmişçesine. “Yok kızım ya! Kendi aralarında konuştukları zaman beni hiç yanlarına almıyorlar ki. Bir tane dana gibi bir herif var aralarında, beni ne zaman görse iki de bir vurup duruyor, eli de ağır hayvanın.” Dediğinde benimle konuşur gibi değil de kendi kendine konuşur gibi bir hali vardı.

Başımı arkamda kalan yastığa doğru bastırdığımda sinirle ofladım. “Telefonun yok mu yanın da ya?”

Elini sertçe yüzüne vurduğunda, “Kızım yok dedim ya elli kere! Allah’ım sabır ver ya rabbim!” sertçe konuşması, elimin havaya kalkıp başına vurulması ile sonlanmıştı.

“Benimle bağırır vaziyette konuşma deşerim seni!” dediğimde elimde açık duran çakıyı yüzüne doğru yaklaştırarak çevirdim. Tırsak bir ifade ile, bir elimdeki çakıya bir bana bakarak oturduğu yerden geriye doğru kaydı. “Benim de adım Lucas ise seni buradan çıkaracağım!” son kelimeyi heceleyerek söylediğinde güldüm.

Gülmenin ardından boş bakışlarım geri geldiğinde, “Senin adının gerçekten Lucas olduğuna emin miyiz acaba? Ben hiç değilim de çünkü.” Diye söylendim dudaklarımı büzerek.

Başını aşağı yukarı salladı. “Güzel, bende değilim çünkü.”

Sabır dilenir gibi başımı geriye attığımda sinirle soludum. Çok sinir bozucu bir adamdı. Çakıyı tek elime sardığımda diğer elimle arkasında kalan kapıyı gösterdim. “Ya sen bir gitsene! Sinir etmeye mi geliyorsun anlamıyorum ki!” Dediklerimi duymazdan gelerek yatağın ucuna yayıldığında derin bir nefes aldı. “Yok kanka ya burası çok iyi sessiz, sakin. İçeride hep bir gürültü var beynim şişiyor.” Dediğinde gözlerimi devirerek çenemi kaşıdım.

Bakışlarım elimde döndürüp durduğum çakıya kaydığında, çakıyı kaldırıp hızla yatağa sapladım. Lucas yattığı yerden panikle doğrulduğunda büyüttüğü gözleri ile bir çakıya bir bana baktı. “Ruh hastası, manyak! Ne yapıyorsun sen gene?!” bağırması odada büyük bir yankı uyandırmıştı.

Çakıyı yataktan çıkarıp geri çektiğimde, oluşan oyuğa baktım. Keskindi. Gözlerimi yavaşça Lucas’a çevirdiğimde sinirle bağırdım. “Defol git artık!”

Hızlıca yerinden kalktığında kapıya ilerledi. Hafif aralık bıraktığı kapıya elini attığında bana son kez dönerek, “Seninle de küstüm, gelmeyeceğim bir daha.” Dediğine çocuk gibi omuzunu silkerek odadan çıktı. Arkasından bakakaldığımda, derin bir nefes aldım. “Tamam dur! Gitme.” Dediğimde şaşırmış bir halde geri içeri girdi.

Yanıma geldiğinde umutla gözlerime baktı. “Bir şey mi istiyorsun? Söyle hemen yardım edeyim.” Dediğinde yavaşça gülümsedim.

“Muhtemelen birazdan yanıma gelir yeniden, eğer sana söyleyeceğim şeyi yapabilirsen bir şeyler öğrenebilirim. Yanıma geldiğinde kattaki adamları kapının önünden uzaklaştırmayı başarabilir misin?” diyerek umutla sorduğumda yüzünde büyük bir gülümseme oluştu. “Tabii ki hallederim halletmesine de sen ne yapacaksın?”

Dudaklarım büzüldü. “Konuşturmaya çalıştıracağım. Bana ettiği işkenceleri üzerinde uygulayacağım.” Dediğimde çakı olmayan boştaki elimi tutarak yavaşça sıktı.

“Ben hallederim ama sen kendine dikkat et olur mu?” diye sordu yavaştan dolmaya başlayan gözleri eşliğinde.

Gözlerine bakmam ile benimde gözlerim sulanmıştı. Kollarını iki yana açtığında yattığım yerden doğrularak bedenine sıkıca sarıldım. “İster inan ister inanma ama ben onlardan değilim. Seni buradan çıkarmak için elimden geleni yapacağım.”

Bedenini bedenimden uzaklaştırdığında elimi bir kez daha tutarak kapıya doğru ilerledi. Kapıdan çıkmadan son bir defa bana bakarak gülümsedi.

Çakıyı yerine sakladığımda yüz üstü bir şekilde yatağa yatarak gözlerimi kapattım. Yarım saati aşkın sürede gözlerim kapalı bir şekilde yatakta uzandım. Hızla açılan kapı sesinden kimin geldiğini anlamak çok da zor değildi.

“Ceylanım! Neredesin?” aradığı şeyi bulmuş gibi sinir bozucu bir şekilde güldüğünde yatağın başına geldi. “Seni burada böylece yat diye getirmedik bu yatağı. Kalk şuradan sandalyeye geç hemen.” Diyerek emir verdiğinde yerimden kıpırdamamıştım bile.

Beş dakika boyunca beni yataktan kaldırmak için uğraştığında, yerimden kımıldamamam onu deli etmişti. “Ulan kalk şuradan!” Sesi odanın içerisinde yankılanıyor, bacaklarıma sardığı elleri ile beni aşağı çekmeye çalışıyordu.

Ellerimi yatağın iki yanına sıkıca sardığım için yerimden oynamıyordum

“Tamam kalkma. Madem kalkmıyorsun o zaman bizde yatakta oynarız.” Beni sinir etmenin yolunu bulmuştu ruh hastası, sadist.

Eli bacaklarımdan yukarıya doğru kaymaya başladığında, ellerimi sardığım demirden hızla çekerek yüzümü tavana verdim. Hızlıca yön değiştirmemi beklemiyor olacak ki anlık şaşırma ile yüzüme baktı.

“Ne yapıyorsun lan sen?” dediğinde yüzüne attığım yumruk ile yere serildi.

Aradan geçen iki ay gibi bir sürede işler oldukça değişmişti. Artık eskisi kadar sık bana işkence edemiyordu. Ona karşı yaptığım her atak beş adım gerilemesine neden oluyordu. Bu sürede benden korkmaya başladığını yüzündeki maskenin verdiği imkân ile az da olsa anlayabiliyordum.

İki yakasını sertçe kavradığında yüzüne doğru eğilerek sertçe konuşmaya başladım. “Amacın ne senin? Ne bok etmeye tıktın beni buraya şerefsiz puşt!”

Ellerini kaldırmak istediğinde yüzüne doğru geçirdiğim kafam ile başı geriye, elleri iki yana düştü.

“Hani beni sandalyeye bağlayıp başımda car car bağırıyordun ya, bana cevap vereceksin diye! Aynı şeyi sen yapacaksın şimdi!”

Yatağın kenarında duran kanlı sargı bezimi buruşturarak hızlıca ağzına sokuşturdum. Kollarından sıkıca tutup odanın ortasında benim kanıma bulanan sandalyeye doğru sürüklediğimde, kenarda duran halatlar ile bedenini sandalyeye sardım.

Köşede duran metal dolaplara ilerlediğimde elime geçen bıçaklar ve baltaları kenarda duran masanın üzerine bıraktım. Masayı sandalyenin yanına yaklaştırdığımda, köşede duran demirlerin yanına giderek ucu sivri olan bir demiri elime aldım. Demiri masanın üzerine bıraktığımda maskeli yüzüne baktım.

Annemin dediği gibi ‘Kızım sen bunların ahkam kestiğine bakma, geri zekâlı hepsi.’

Aklıma gelen cümle ile kahkaha attığımda mavi gözleri irice açıldı. “Ne oldu kız korktun mu?” dudaklarım büzüldü. Yanda duran bıçaklardan birini elime aldığımda üzerine yaklaştım. “Ay kıyamam korkmuş.”

Bıçağı omzuna doğru fırlattığımda, ağzındaki bezin izin verdiği kadarıyla bağırmaya çalıştı.

Yüzüne takarak elinden geldiğiyle gizlediği yüzüne bakındım. Elim başının üzerine gittiğinde, başına sertçe bastırdım. “Masken ne kadar güzelmiş şerefsiz! Bakalım yüzün nasılmış?” dediğimde tekrardan kahkaha attım. Sadist adama, sadistçe karşılık vermek…

Maskesini sertçe çektiğimde, gözlerini sıkıca kapattı. Gördüğüm yüz ile kaşlarım havalandı. Yüzü oldukça tanıdıktı. Çok ama çok açık mavi gözleri, beyaz teni ve açık kumral saçlarıyla kelimenin tam anlamı ile iğrenç görünüyordu.

“Aaa aaa, bu tip ne böyle?” diyerek alay ettiğimde kaşları çatıldı.

Omzundan akan kanlar, vücuduna yayılmaya başlamıştı. “Şimdi geri zekâlı, ben soruyorum sen cevaplıyorsun.” Dediğimde gözlerini benden kaçırarak yere çevirdi.

Ağzına sokuşturduğum sargı bezini çıkardığımda bağırmaya başladı.

“Aidez moi ce psychopathe m'a eu!”

Yardım edin bu psikopat beni yakladı.

“N'y a-t-il personne?”

Kimse yok mu?

Benim anlamadığımı düşünerek Fransızca konuşmaya devam ediyordu.

Çenesini sertçe sıkarak yüzünü kendi yüzüme doğru çevirdiğimde sert bir sesle konuşmaya başladım.

“NON! İl n'y a que toi et moi. Nous sommes ensemble jusqu'à ce que tu répondes à mes questions bébé.”

Hayır! Sadece sen ve ben varız. Sorularıma cevap verene kadar beraberiz bebeğim.

Fransızca bir şekilde karşılık vermem yüz ifadesini sarsmıştı. Tek gözümü kırparak başımı salladım. “Ne oldu, beğenemedin mi?”

Masanın üzerinden aldığım başka bir bıçak ile üzerindeki kıyafeti yırttım. Nefes boşluğuna bastırdığım bıçak ile nefesi kesildi. Bıçağı yerinde oynatmaya başladığımda gözleri büyümeye, alnından terler akmaya başlamıştı.

Dilimi damağıma vurdum. “Ama böyle olmaz, az gülsene!”

Bana kullandığı cümleleri üzerinde uygulamak benim için çok zevkliydi. Bıçağı masanın üzerine fırlatıp sert bir şekilde attığım yumruğu yüzüne geçirmem ile sandalyesi geriye devrildi. Ağzından iniltiye dair çıkan ses ile ayağımı yüzüne bastırdım. “Gülsene biraz, bak böyle olmaz ama…”

Yakasından tuttuğum gibi sandalyeyi düzelttim. Elini boğazına sarıp sıkıca baskı uyguladığımda, “Gülüyor musun?” diyerek sordum.

Korkuyla başını salladığında, “Gül!” diyerek bağırdım.

Sesim odanın içerisinde yankılandığında ağlar gibi güldü. Başımı memnuniyetle salladım. “İşte böyle aferin sana. Şimdi ödül zamanı.” Arkamı dönüp masanın üzerinde duran kolonyayı alarak yüzüne baktım. “Etraf biraz kan koktu, dökeyim de ferahlarız.” Şişenin kapağını açtığımda, ters çevirerek omuzundan aşağı boşalttım.

Fazla döküp, paniklemiş gibi bir ses çıkardığımda, “Ay tüh çok döküldü!” diyerek yüzümü buruşturdum.

Dişlerini sıkıca birbirine kenetlediğinde boğazından hırıltılı sesler çıkıyordu.

Aklıma gelen fikirle metal dolaplara ilerledim. En alt rafa atılmış kanlı zincirleri elime aldığımda dolaba tırmanarak tavandaki çengellere astığım zinciri yere bıraktım.

Aynı hareketi yerdeki demirlere de uyguladığımda zincirlerin kelepçelerini ayaklarına ve bacaklarına doladım. Sandalyenin iplerini çözdüğümde, attığım tekme sandalyeyi ileri kaydırmıştı. Ayakları yere değdiği için uzun zincirleri çekerek bedeninin yukarı çıkmasını sağladım.

Elimdeki sivri şiş tarzı nesneyi çenesinin altına yasladığımda gözleri üzerime döndü.

“Ben neden buradayım söyle bakayım.” Sesim sinirli ve gergin olmama rağmen sakin çıkıyordu.

“Bilmiyorum.” Diyerek kesik kesik konuştuğunda, çenesinin altındaki şişi derisine batırdım. İnlediğinde baskıyı azaltmak yerine arttırarak yüzüne baktım. “Söyle!”

“Ta-tamam çek şu-nu” kekeleyerek konuşması dudaklarımın yavaşça yukarı kalkmasına neden oldu. Şişi derisinin üzerindeki baskıdan arındırsam dahi çenesinin hemen altında biraz boşlukla durmaya devam ediyordu.

“Evet söyle şimdi!” Bağırmam ile sesim odada yankılanıyor, geri bana dönüyordu.

“Ben bil-bilerek tutmuyorum se-seni,” karnına sert bir yumruk attığımda hırıltılı bir ses çıkartarak öne eğildi. “Ne bok yemeye tutuyorsun lan o zaman!”

“Öyle-öylesine.”

Elimdeki şişi yere fırlattığımda, boş kalan ellerim hızla boğazına sarıldı.

Gözleri büyüdüğünde zincirli ellerini ellerimin üzerine sarmaya çalıştı. Tüm gücümle sıktığım boğazı kısa bir süre sonunda yüzünün morarmaya başlamasıyla son bulmuştu.

Karnına doğru sert bir yumruk attığımda bedeni geriye doğru savrularak, zincirlerin sesinin odanın içerisinde yayılmasına yardımcı oldu.

“Ye-yeter acıyor.” Duyduğum cümle ile kaşlarım havalandığında, istemsiz kahkaham dudaklarımın arasından firara etmişti. “Acıyor öyle mi? Acıyor.” Kahkaham odada yankılandığında, sert bir yutkunuş sesi kulaklarımı doldurdu.

Yere fırlattığım şişi alıp gözüne yaklaştırdığımda tıslarcasına sordum. “Sana tekrar soruyorum ve sen şimdi bana adam akıllı cevap vereceksin. Beni niye getirdiniz buraya?”

Derin bir nefes alarak boş ifadem ile buz mavisi gözlerine baktım. “Ben bilerek tutmuyorum ki seni.”

Omuzundaki çakıyı sertçe ileri iteklediğimde, haykırışı odayı doldurdu. “Aaahhh! Acıyor! Yardım etsenize ulan!” medet umarcasına kapıya doğru bağırmaya başladığında hiçbir şekilde oralı olmadım.

“O zaman niye buradayım şerefsiz puşt?!” yüzüne yaklaşarak bağırdığımda zincirlere sarılarak kendini geriye çekmeye çalıştı.

“Ka-kadın!”

Kaşlarım çatıldı. “Hangi kadın? Cevap ver!”

Kesik kesik nefesler almaya başladığında dudakları aralandı. “Kadını tanımıyorum. Bana verilen e-emir neyse onu uy-uyguladım ben.”

Elim alnıma kaydığında sertçe sıkarak gözlerimi yumdum. “Ulan mal! Madem kadını tanımıyorsun, ne bok yemeye getirdiniz beni? Kadınla benim ne gibi bir bağlantım var?”

“Bil-bilmiyorum.”

Elim yanağına doğru açıldığında, tokat yüzüne tam oturmuştu. Çenesini kavradığımda gözlerim seğirmeye başlamıştı. “Ulan bana bir kez daha bilmiyorum dersen seni parça parça doğrarım şurada!”

Yüzünü geriye doğru ittiğimde zincirler yerlerde sürüklendi. Kolonyayı elime aldığımda gözlerine doğru fışkırtmam ile acı dolu inlemesi etrafa yayıldı. “Tamam dur yalvarırım. Sor cevaplayacağım.”

Cebimden çıkardığım çakıyı açarak uç tarafını ellerimin arasına doladığımda, “Kadın kim? Niye beni esir almanızı söyledi size? Burada olmam ne işine yaracak?”

Elleri uyuşmuş olacak ki bileklerini bükmeye çalışmıştı. “Kadını hiç görmedim. Bana emir veren üstüm tanıyor kadını. Üstüm seni burada tutmamızı istediğinde sebebini sorduğumda, ‘biraz alışsın ben devam edeceğim’ Tarzında bir şeyler söylemişti. Kadın her kimse normal değil, seninle büyük bir sorunu var gibi.” Cümlesini zor bela tamamladığında çakıyı hızlıca baldırına geçirdim.

Sinirden karşımdaki ruh hastasını parçalamamak için zor tutuyordum kendimi adeta. “Bırak da gideyim o zaman.” Dediğimde başını yavaşça iki yana salladı. “Seni bırakırsam beni öldürürler.”

Kaşlarım havalandı. “Seni öldürmeleri ne kadar umurumda? Onlar öldürmese birazdan burada öleceksin zaten.” Dedim.

Öksürmeye başladığında dudaklarının arasından akan kanlar yeri boyladı. “Görevi yerine getirmezsen ölürsün…”

Son sözlerini söylediğinde başı yana doğru düştü. Sinirle zincirleri çözdüğümde baygın bedeni ellerimin altındaydı. Hırsımı çıkarmak istercesine yüzüne geçirdiğim yumrukların ardı arkası kesilmiyor, yüzündeki etleri parçalanmaya yüz tutuyordu.

Boğazını sıkıca kavradığımda, “Ulan, hayatımı mahvettiniz lan!” iki elim eşliğinde yüzüne vurmaya başladığımda sol gözümden bir damla yaş düştü.

Sanki ona vurdukça hırsım azalacakmışçasına ellerimi üzerine geçiriyordum. “Hayatım darma duman oldu be sizin yüzünüzden! Allah sizin belanızı versin şerefsizler!”

Omuzundaki ve bacağındaki bıçaklarını itebildiğimce geriye ittiğimde gözlerimden yaşlar firar etmeye başlamıştı. Boğazımdan gelen hırıltı ses eşliğinde hıçkırıklarım birbirine karışmıştı. “Mahvoldu hayatım!”

Ellerim ceplerine kaydığında hızla içlerini kurcaladım. Tüm cepleri boştu.

Üzerinden kalktığımda sersem adımlar eşliğinde, yatağa ilerledim. Kendimi sırt üstü yatağa bıraktığımda gözlerim tavana daldı.

Yerde kanlar içinde yatan adama bakındığımda, yerlerin kırmızıya boyandığını gördüm. Kırmızılıklar yatağa kadar uzanmıştı nerdeyse…

Kesik kesik nefesler almaya başladığında, odaya kimse gelmezse kısa bir süre içerisinde öleceğini anladım.

Bugün günlerden on altı aralık, umudumu yitirmek üzereyken gelen mucize beni paramparça etmişti. Bu sefer kazanan bendim ama aklımdaki deli sorulara yanıt verecek adam kanlar içindeydi.

 

Çiçeği sıkıca kavrayıp yerime oturduğumda yan masadan gelen cümleyle başımı çevirdim. “Bir de ben evlenmem tutsam ne yapacağım diyor.”

Bayık bakışlarla yüzüne baktığımda, “Tutamadığın için kıskanıyorsun Emek!” dedim. Bana süzercesine bir bakış attığında omuzunu silkerek kendi timine döndü.

Sahneden gelen hareketli şarkılar, kız tarafı içindi. Gelin ve yakın arkadaşları olduğunu tahmin ettiğim kızlar, şarkı eşliğinde sahnede dans ediyorlardı.

Önüme bırakılan bardağa baktığımda Âhi’nin sesini duydum. “Biraz için, içiniz yanmıştır.”

Dudaklarımda hafif bir tebessüm oluştuğunda bardağı dudaklarıma yaklaştırarak suyumdan bir yudum aldım. “Teşekkür ederim.”

Başını omuzuna yatırarak, “Rica ederim.” Dediğinde tebessüm etmeye devam ettim.

Düğünün sonlarına yaklaştığımızı etrafta azalmaya başlayan topluluktan anlayabiliyordum. Yan masadan gelen hareketlilik ile bakışlarım o tarafa kaydı. Yanıma gelen Burak, “Armin biz yavaştan kaçalım, geç oldu.” Dediğinde anlayışla başımı salladım. “Tamamdır, gene görüşürüz zaten.”

Ayaklandığımda hepsiyle kısaca sarıldım. Yerime oturduğumda Emeğin kulağına bir şeyler fısıldayan Burak ile göz göze geldik. Emek, Burak’ı başından savmak istercesine geçiştirdiğinde ekip merdivenlere doğru yürüyüp kısa bir süre içerisinde gözden kayboldu.

Bakışlarım Kurtuluş üyelerine kaydığında hepsinin bana baktığını gördüm. “Kalkalım mı artık?” diye sorduğumda hepsinden onaylar mırıltılar yükseldi.

Şimşirleri çantamın içerisinde fırlattığımda, bacaklar eşliğinde ittiğim sandalye ile ayaklandım. Gözlerim hızla etrafı taradığında istediğim kişiyle göz göze gelmiştim. Yalçın’a bakarak elimi gideceğimize dair garip bir hareket yaparak belirttim.

En önde ben olmak üzere tüm Kurtuluş üyeleri ile merdivenlere gelmiştik. Asilce indiğim merdivenlerden aynı şekilde çıktığımda arabamın yanına geldim.

“Nasıl gidiyorsunuz?” diyerek sorumu ortaya yönelttiğimde cevabımı veren kişi Kalender olmuştu.

“Nasıl geldiysek öyle, herkes kendi gidecek.”

Anladığıma dair başımı salladığımda, “O zaman yarın altı buçukta bekliyorum.” Diyerek sevimlice sırıttım.

Hiçbiri böyle bir cümle kuracağımı beklemiyor olacak ki hepsinin kaşları havalandı. Hemen ardından kendilerine çeki düzen vererek kendi arabalarına ilerlediklerinde bende arabama binmiştim.

Şimşirleri sıkı tutmaktan parmak aralarım kızarmış ve acımaya başlamıştı. Ellerimi ovuşturduğum esnada yanımdan art arda geçen beş arabaya bakındım. Ertuğrul ve Âhi’nin arabası yok diye biliyordum ama anlaşılan vardı.

Fazla vakit kaybetmeden yola koyulduğumda yarınki içtima için aklımda dönen tilkileri düşünüyordum. Aklımda içlerinde bende dahil olmak üzere çok sıkı bir eğitim planı vardı.

Yarım saati aşkın bir sürede eve varabildiğimde çantamı elime alarak evime girdim. Ayağımdaki stilettoları kenara bırakarak odama ilerledim. Üzerimdeki takımı güzelce çıkartıp kılıfına yerleştirdiğimde makyaj masamın önüne oturdum. Vücut losyonları ve yağlarla yaralarımı güzelce ovuşturup, ojelerimi çıkardığımda yatmak için hazırdım.

Telefonumu elime aldığımda Miralay’a mesaj yazmaya başladım.

Attığım mesajda yarın yapmak istediğim eğitimin bilgileri vardı. Eğer yapmamız için izin gelirse çok güzel bir içtima olacaktı.

Telefonu kapatarak kenara bıraktığımda gözlerim eş zamanlı kapandı.

KURTULUŞ

Gözlerim kuruyan boğazım sayesinde aralandığında bir kez yutkundum. Elim yanıma bıraktığım telefona kaydığında saatin içtima saatine yaklaştığını gördüm.

Üzerimdeki yorganı kenara attığımda yataktan kalkarak banyoya girdim. Ilık suyu yüzüme çarptığımda gözlerim yavaş yavaş aralanmaya başlamıştı. Banyodaki gerekli bütün işlerimi hallettiğimde mutfağa girerek kahvaltılık malzemeler çıkarmaya başladım.

Elim cebimde titreyen telefona kaydığında arayan kişi ile kaşlarım havalandı.

Yıldırım Kıran

Telefonu kulağıma götürdüğümde, “Yıldırım, bir sorun mu var?” diyerek seslendim.

Nefes alışveriş sesleri kulağımı doldurduğunda, “Kahvaltıya misafir kabul ediyor musunuz komutanım?” dedi. Sesi oldukça masum geliyordu şu anda.

Sanki görebilecekmiş gibi başımı salladım. “Gel tabii gel, bekliyorum.”

Kısaca öksürdüğünde konuşmasına devam etti. “Eksiğiniz var mı? Alayım gelirken.” Gözlerim etrafta kısaca gezindiğinde her şeyin olduğunu gördüm. “Eksiğim yok, sen gel yeter.”

Telefonu kapattığımda neler yapabileceğimi düşündüm. Aklıma gelen birkaç basit tarifi yapmak için kollarımı sıvadığımda hazırdım.

Ekmek kızartması için ince ince dilimlediğim ekmekleri kenara alıp çıkardığım kâseye iki yumurta, yarım çay bardağı süt, bir yemek kaşığından az un ve tuz atarak çırpmaya başladım. Hepsini güzelce çırptığımda dilimlediğim ekmekleri sosa bulayarak yağlı tavama dizdim.

Vakit kaybetmeden soyduğum patatesleri güzelce kestiğimde tuzlayarak kızgın yağın içerisine ekledim.

Dolaptan çıkardığım domates salatalık ve kapya biberleri suyun altında bırakarak güzelce yıkamaya başladım. Ovuşturduğum sebzeleri kurulayarak tezgâhın üzerine bıraktım. Çıkardığım kahvaltı tabağına hepsini keserek koyduğumda tabağı masaya bıraktım.

Kızaran ekmeklerimi çevirdiğimde patatesleri de süzgeç yardımı ile yapışmalarını önlemek adına karıştırdım.

Zeytin, peynir gibi temel kahvaltılık malzemeleri masaya dizdiğimde iki tabak, kaşık, çatal çıkartarak önümüze koydum.

Dolaptan çıkardığım dört yumurtayı haşlanmaları için kenara aldığımda sırada beklemek vardı.

Ekmeklerim ve patateslerim eş zamanlı kızardığında iki adet tabak çıkartarak altılarına peçete yerleştirdim. Kızaran ekmeklerimi tabağıma aldığımda masaya bıraktım. Aynı şekilde patateslerimi de tabağa aldığımda masa güzel görünüyordu.

Unuttuğum şey ile elimi alnıma sertçe vurduğumda kendi kendime güldüm. Hızlıca çay suyu koyduğumda Yıldırım gelmeden çayın demlenmesini ümit ederek yerime oturdum. Aradan geçen yirmi dakikalık sürede çayımı demlemiş, yumurtalarımı tabaklara servis etmiştim. Çalan kapı ile hızlıca kapıya ulaştım.

Kapıyı açtığım esnada dümdüz bakan bir Yıldırım ile karşılaşmayı beklemiyordum elbette. Kaşlarım hızla çatıldı. “Ne oldu sana?” karşımdaki adamdan cevap gelmeyince başımla içeriyi işaret ederek, “Geç içeriye bakayım.” Dedim.

Ayakkabılarını çıkartarak içeriye geçtiğinde beklemeden mutfağa girdi. Elindeki poşeti boş yer kalmayan masaya bırakmak istediğinde elinden alarak oturmasını işaret ettim.

Poşeti açtığımda poğaça, açma ve simit dolu olan keseyle karşılaştım. İçerisinde olan tüm ürünleri bir tabağa aldığımda çayları koyarak kendi yerime oturdum.

Ellerim birbiriyle oynarken bakışlarım Yıldırım’daydı. “Ne oldu sana? Anlatmak istersen…” kendimi işaret ederek başımı yavaşça omuzuma eğdim.

Önce dudakları büzüldü hemen ardından bakışları önünde duran tabağa kaydı. Omuzlarını küçük bir çocuk gibi silktiğinde, “Moralim bozuldu biraz.” Dedi bana kendini açmak için bir adım atarken.

Elimle önündeki kahvaltılıkları gösterdiğimde tabağını alarak her şeyden doldurmaya başladım. Bir yandan tabağa yiyecekleri koyuyor diğer yandan konuşuyordum. “Bak bir sürü şey yaptım ye hepsinden bugün ihtiyacımız olacak. Hem ye hem konuş çok vaktimiz yok.” Dediğimde en az iki saatimiz olduğunu biliyordum elbette.

Yavaşça gülümsediğinde elimdeki tabağı alarak önüne koydu. “Teşekkür ederim bu kadar zahmete gerek yoktu biraz sohbet etmek istemiştim sadece.”

Boş bakışlarım yüzünde gezindiğinde kendi tabağıma kahvaltılıklardan almaya başladım. Bugün için güce ihtiyacım vardı. “E anlat artık hadi.” Diyerek söylendiğimde ekmeğinden bir ısırık alıp bana döndü.

Derin bir nefes aldığında elindeki çatalı tabağına yaslayarak konuşmaya başladı. “Hani tanışmak için yemeğe gittiğimiz gün demiştim ya yetimhanede büyüdüm diye, benim kimim var kimim yok ben bilmiyorum. Dün gece aslından birkaç saat önce bir adam beni aradı.”

Son cümlesi ile kaşlarım çatılmış ilgim tamamen üzerine kaymıştı. “Kimmiş?” dedim merakla.

Önündeki buharı üstündeki çaydan ufak bir yudum aldığında arkasına yaslandı. “Amcammış güya.” Dalga geçercesine gülerek.

Dudaklarım büzüldüğünde Yıldırım gibi sırtımı sandalyeye yaslayarak kollarımı önümde birleştirdim. “Yirmi beş sene sonra mı amcalık yapacağı tutmuş.” Dediğimde dilimi ısırdım. “Yani şey, tabii ki bana düşmez ama arada çok zaman var Yıldırım.” Cümlemi az da olsa toparlamaya çalıştığımda derin bir nefes aldı.

Başını iki yana sallayarak karşılık verdi. “Yok hayır doğru söylüyorsunuz. Araştırmadan bir şey yapmam zaten ama gene de canım sıkıldı biraz.”

Dudaklarımı yalayarak bakışlarımı üzerinde gezdirdim. “Nerden bulmuş numaranı? Numaranı bırak seni nereden bulmuş?”

Omuz silkti. “Bende bilmiyorum. Uyku sersemiydim zaten anlamadım bile yarım yamalak anlattı bir şeyler.”

Sandalyeyi öne kaydırarak tabağımdaki yemeklerden azar azar ağzıma tıkıştırdım. Kenarda duran bütün salatalığı elime alarak arkama yaslandığımda, salatalığımı yandan yandan yiyerek Yıldırıma bakındım.

“Ne dedi telefonda?” dedim merakla.

Art arda hızlıca kemirdiğim salatalığa bakarak dudaklarını araladı. Bir şey diyecek gibi oldu ama hemen kendini toparlayarak olayı anlatmaya başladı. “Ya çok anlamadım ama bir miras olayı varmış galiba. Tarla mı ne bir şey kalmış devir işlemleri için gelmen lazım falan dedi. Ben adama kimsiniz diyorum adam gelmiş tarlayı devir edeceğiz yanımıza gelsene diyor.” Sabır dilenir gibi başını geriye kaydırdığında önündeki tabağı yavaşça üzerine ittim. “Yesene oğlum şunları!”

Salatalığım bittiğinde ikinci bütünü elime alarak yemeye başladım. “İncecik bir şeysin az kilo al. Bayılıp kalırsan ayıltmam bak!” bir yandan söylenip diğer yandan hızlıca yemeklerimi yemeğe devam ediyordum.

Ağzı hayret eder gibi açık kalmış bir vaziyette yüzüme bakakaldığında ‘ne oldu’ dercesine başımı salladım. “Bana diyorsunuz da, merakımdan soruyorum… Siz minnacık halinizle nasıl yediniz o kadar şeyi?”

Ağızımda kalan patates, kızarmış ekmek ve reçel üçlüsünü çiğnemeyi bırakarak boşça yüzüne baktım. “Diyene bak sanırsan iki metre! Aramızda beş santim anca var cücük!”

Sinirle sarf ettiğim sözlerim karşısında gülerek karşılık verdi. “Allah aşkına boyunuz kaç sizin komutanım?”

Ağzımdaki yemekleri yutarak, “1.76” dedim umursamazca.

Boş boş yüzüme baktı. “Aramızda sekiz santim var! Beş santim değilmiş herhalde…”

Dediklerini duymazdan gelerek tabağımdakileri bitirdim. Çayımın son yudumunu içtiğimde kalkarak çaydanlığı elime aldım. Elimdeki çaydanlığı görür görmez çayını kafasına dikerek önüme koydu.

Derin bir nefes alarak çayları doldurduğumda tekrar yerime oturdum. “O adamın numarasını bana bir at, bakalım kimmiş ne değilmiş.” Dediğimde başını sallayarak onayladı. “Tamam yolluyorum.”

Telefonuma gelen mesaj sesi ile attığı numarayı Hüseyin’e yollayarak altına mesaj düştüm.

Armin Tan: Bu numara kimin üzerine kayıtlıysa soy ağacına kadar çıkarmanı istiyorum. Biraz acil, bulur bulmaz yaz bana. (05.13)

Elime aldığım salatalığı kemirdiğim esnada Yıldırım önündekileri yemeye nihayet başlamıştı. “Ararsa şu an için açma. Bilgiler geldiğinde biraz bakalım, eğer bir sorun varsa hallederiz.” Dedim.

Birkaç kez art arda öksürerek, “Tamam, bilgiler gelince haber edersiniz.” Dedi.

İçime bir anda oturan sıkıntı ile elimdeki salatalığı hızlı hızlı yemeye başladım. Salatalığımı yerken etrafa yayılan seslerden olsa gerek, Yıldırım başını tabağından kaldırarak yüzüme dikti. Ağzım açık, arlık kalan dudaklarımın arasındaki yarım salatalık ile boş boş yüzüne bakındım. Aynı şekilde karşılık aldığımda, bir şey demeden başını omuzuna yatırarak kahvaltısına devam etti.

Kısa bir süre içerisinde masadaki her şey sıfıra indiğinde çayımı içmeye devam ettim. Bakışlarım yanıma kaydığında yoldan son sürat geçen arabaların sesleri kulaklarımı doldurdu.

“Çok güzel gülüyorsunuz.”

Duyduğum cümle ile anlık bir şekilde afalladım. “Heh?” ağzımdan saçma sapan bir ses çıktığında güldü. “Dün düğünde yanımıza geldiğinizde güldünüz ya, ondan bahsediyorum… Gülmek size çok yakışıyor komutanım.” Dedi yavaşça tebessüm ederek.

Dediklerine karşılık alt dudağım yavaşça hareketlendiğinde kaşlarım havalandı. Az önce istemsiz bir şekilde gülümsemiştim.

Dün kahkahalar eşliğinde gülsem de, bugün için aynı şeyleri beklemiyordum açıkçası. Yıldırım ile dertleşmek sohbet etmek keyifliydi, sohbet bir müddet sonra kayıyor keyifli bir hâl alıyordu.

İçtimaya daha bir saate yakın bir süre de olsa oturduğum yerden kalkarak masayı toparlamaya başladım. Yıldırım elimdeki tabakları aldığında, “Siz gidin hazırlanın, ben toplarım hemen.” Diyerek beni içeriye postaladı.

Odama geldiğimde üzerimdekileri çıkartarak üstüme hâkî yeşili bir body altıma ise üstümdeki ile aynı renk rahat bir eşofman giyindim. Boş yere üniformalarımı kirletmeye gerek yoktu.

Beylik tabancamı belime, cüzdanlarımı ve telefonumu cebime atarak odadan çıktım. Mutfağa geldiğimde Yıldırım elindeki sarı bez ile masayı siliyordu. Gelen adım sesleri ile bakışları omuzunun üzerinden bana döndü. “Çıkıyor muyuz?”

Başımı onaylar bir biçimde aşağı yukarı salladım. “Evet biraz erken gitsek iyi olacak.” Dediğimde sarı bezi suyun altına tutarak ıslatıp sıktı. Mutfak tamamen temizlendiğinde benimle beraber ayakkabılarını giyerek merdivenlerden inmeye başladı.

Yıldırım’ın arabasını etrafta göremeyince, ister istemez arabanın nerede olduğunu sorarken bulmuştum kendimi. “Sen neyle geldin? Dün düğünden giderken gördüm. Araban gelmişti galiba.”

Elini ensesine atarak etrafa bakındı. “Arabam geldi de beraber gideriz diye taksiyle geldim.”

Anladığıma dair bir işaret yaparak arabama bindim. Ana yola çıktığımda saatin erkenliği yüzünden yollar boştu.

Sessiz bir araba yolculuğu sonunda Tugaya geldiğimizde demir sürgülü kapının açılış sesi eşliğinde arabamı içeriye aldım. Vakit kaybetmeden arabadan indiğimde Yıldırım’a döndüm. “Sen dinlenme odasına geç, ben birazdan geliyorum.”

Başını salladığında, cebinden çıkardığı telefonu kulağına yaslayarak sessizce yanımdan ayrıldı. Hızlı adımlarla içeriye girip merdivenlere yöneldiğimde koridordan geçen Erdem’e selam verdim. “Günaydın Erdem nasılsın?”

Bakışlarını bana çevirdiğinde yavaşça başını eğdi. “İyi diyelim iyi olsun komutanım, siz?”

Derin bir nefes alarak arkasında kalan kapıya baktım. “Bende iyiyim Miralay ile konuşmaya geldim.” Dedim arkasındaki kapıyı işaret ederek.

Kenara çekildiğinde eliyle kapıyı işaret etti. “Buyurun komutanım, albayım içeride.”

Kapıyı çaldığım esnada, “Sağ ol Erdem, kolay gelsin.” Diyerek Erdem’i uğurladım.

İçeriden gelen gir sesi ile kapı kolunu yavaşça aralayarak içeriye girdim. “Üsteğmen Armin Tan.”

Eliyle karşısındaki koltuğu işaret etti. “Buyurun üsteğmenim.”

Ellerim iki yanımdan ayrılarak arkada toplandığında rahat pozisyonunda karşımdaki adama bakmaya başladım.

Eliyle bir kez daha karşısındaki koltuğu işaret ettiğinde bir kaça adımda koltuğa vararak oturdum. “Komutanım, dün gece sizi rahatsız ettim kusura bakmayın ama bahsettiğim eğitimi bugün yapmak istiyorum.”

Önündeki dosyadan kısa bir süre bir şeyler okuduğunda bakışlarım istemsizce dosyaya kaymıştı. Dosyanın başlığını okuduğumda kaşlarım çatıldı. Bu bizim timin dosyasıydı. Dosyayı okuduğumu anladığında hızlıca kapatarak ellerini dosyanın üzerinde kenetledi. “Evet Üsteğmenim istediğin eğitim için yerimizi hazırladık lakin bu eğitim özel harekatçıların mesleğe girmeden önce yapılması zorunlu olan eğitimlerden birisi. Siz zaten bu eğitimi daha önce yaptınız, niçin tekrardan yapmak istediğinizi anlayamadım.” Dediğinde başımı bir kez salladım haklısınız dercesine. “Doğru söylüyorsunuz komutanım. Benim istediğim şey, hem kendimi tekrardan denemek hem de silah arkadaşlarımın durumlarını kontrol etmek. Eğer ki şartlar el verirse bir kere daha denemek istiyorum.” Dedim durumu özetleyerek.

Başını sen bilirsin dermişçesine salladı. “Tamam, birkaç saatlik izin alabildim. Ölmeden gelirsiniz herhalde.” Dedi medet umarcasına.

Anlık dişlerim birbirine kenetlendi. “Geliriz tabii ki komutanım siz merak etmeyin. O eğitimden bir kere çıktıysak ikincisinin de de alnımızın akıyla çıkmasını biliriz evvelallah. Şimdi müsaadenizle.” Ayaklandığımda başını sallayarak dediklerimi onayladı.

“Erlerden Serdar sizi gideceğiniz yere bırakacak. Saat yaklaştığında Erdem size haber eder.”

Son kez selama durarak odadan ayrıldığımda dinlenme odasına gitmek için aşağı indim. Odaya girdiğimde hepsinin burada olduğunu görmek hoşuma gitmişti. Yıldırım gelmeli için haber vermiş olmalıydı.

Beni gördüklerinde topluca, “Hoş geldiniz komutanım.” Dediler.

Derin bir nefes alarak koltukta boş kalan yerlerden birine oturarak karşılık verdim. “Hoş bulduk arkadaşlar.”

Karşımda oturan Kalender dudaklarını araladı. “Komutanım görev mi var? İçtima için biraz erken değil mi?” sorularını peş peşe sorduğunda, “Şu an için görev yok. Bugünkü içtimayı biraz faklı yapacağımız için erken geldik.” Diyerek cevapladım. Aklıma gelen soruyla bakışlarım Ertuğrul’a kaydı. “İlaçlarını aldın mı sen?”

Bir süre yüzüme baktığında sessiz kalmasıyla sert bir nefes verdim. “Oğlum niye içmiyorsun? Boşuna mı gittik doktora?”

Yüzüme bakmadan konuşmaya başladı. “Komutanım Yıldırım arayınca hızlıca çıktım evden. Aklıma gelmedi hiç.”

Kollarımı önüme bağlayarak sırtımı koltuğa yasladığımda sakince konuştum. “Bir sonrakine aklına gelsin o zaman.”

Bakışlarım koltukta oturanlara kaydığında bir kişisinin eksik olduğunu gördüm. “Tekin nerede?”

Koltuğun arka taraflarından elinde çay tepsisi ile bana doğru yürüyen Tekini gördüğümde, “Buradayım Komutanım.” Diyerek yanıma geldi.

Tepsiden bir tane çay alarak elime tutuşturduğunda çaya baktım. “Oğlum sen ne ara geldin de çay demledin?”

Sırtı bana dönüp bir vaziyetteyken başını omuzunun üzerinden bana çevirerek pisçe sırıttı. “Yaparım ben komutanım. Benim hızıma kimse yetişemez.”

Gözlerimi devirdiğimde çayımdan bir yudum alarak sessizce oturmaya devam ettim. Bakışlarım kol saatime kaydığında saatin altıya yaklaştığını görmemle ofladım. Eğitimi yapmak için can atıyordum resmen.

“Komutanım içtimada ne yapacağız?” Tekin’in sesiyle gözlerimi çaydan aldım. “Sürpriz.”

Söylemem için ısrar eden gözleri ile bana baktığında bakışlarımı tekrardan bir yudum kalan çayıma indirdim.

Çalan kapı ile, “Gir!” dediğimde Erdem ile göz göze geldim.

“Komutanım hazırsanız çıkalım.” Dediğinde bardağı masanın üzerine bırakarak ayaklandım. Ayaklanmam ile hepsi bir anda oturdukları yerden kalkarak bana baktı. “Çıkalım derken?” Ertuğrul’un cümlesi ile gözlerim üzerine çevrildi. Dik bir ifade ile Erdem’e bakıyordu. Başlamışlardı gene…

“Öyle bir turlayayım dedim Ertuğrul! Boş yapmayı bırakın da gelin benimle!” sert sesim etrafta sessizlik oluşmasında yardımcı olmuştu. Erdem’i takip ederek bahçeye geldiğimizde bir adet zırhlı araç ve aracın hemen yanında ise bize bakan Miralay’ı gördüm.

Arkamdan yükselen, “Dikkat!” sesi ile topuk selamı vererek timi saymaya başladım.

“Kurtuluş Timi bir Üsteğmen, iki Teğmen, bir Astsubay Başçavuş, bir Astsubay Kıdemli Üstçavuş ve bir Astsubay çavuş ile emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım!”

Ellerini arkasına bağlayarak gözlerini bir süre timde dolaştırdı. “Rahat!”

Eliyle aracı işaret ettiğinde en baştan yolladığım Kalender hızla içeri geçti. Tüm ekip içeriye geçip yerleştiğinde en son olarak araca bindim. Tam kapıyı kapatacağım esnada kapıya sarılan parmaklar ile bakışlarım aşağı düştü. “Albayım?” dedim sorarcasına.

Tek kaşını kaldırarak yutkundu. “Bende geliyorum kay yana.”

Hızlıca yana doğru kaydığımda boş kalan yere oturarak bakışlarını aşağıdan bizi izleyen Erdem’e dikti. Erdem kısa süreliğine ortadan kaybolduğunda elinde bir bardak ile tekrardan aracın yanına geldi. Kapılar kapandığında harekete geçen zırhlı aracın sert ve tok seslerine ek gelen su dökülme sesi ile bakışlarım yana kaydı.

Erdem elindeki bardağı arkamızdan boşaltmış olduğu yerde duruyordu. Başımı değişik bir ifade ile salladığımda önüme döndüm.

“Tüm acil servis ekipleri, olası bir duruma karşılık bir özel hareket timi ve erlerden oluşan toplu grubumuz orada olacak. Ayrıyeten bir itfaiye aracı, polis ekipleri ve bir Yarbay benimle birlikte başınızda bulunacak.” Miralay’ın dediklerine karşılık başımı sallamakla yetindim.

Karşımda oturan beş adam kaşları çatık bir vaziyette bana bakıyorlardı. Kalender dudaklarını sessizce oynatarak, “Göreve mi gidiyoruz? Neler oluyor?” diyerek merakla söylendiğinde, “Bir sorun yok. Eğitim amaçlı.” Şeklinde karşılık verdim sessizce.

Yol bir türlü bitmek bilmezken başımı arkaya doğru yaslayarak gözlerimi kapattım. Aniden sarsılan araç ile durduğumuzu anlayarak hızlıca gözlerimi araladım. Aracın kapısı açıldığında Miralay başta olmak üzere peş peşe aşağı indik.

Gözlerim etrafta dolaştığında ambulans, itfaiye ve polis ekiplerinin yanıp sönen ışıkları, özel hareket ve erlerden oluşan küçük çaplı bir grup ve omuzundaki yıldızlardan Yarbay olduğu anlaşılan adam gelmemizi bekler gibi etrafta dizilmişti.

Yarbay, Miralayı görür görmez yanımıza gelerek selam verdi.

Ekiplerin yanına giderek tek tek selamlaştığımızda gözüme çarpan şey ile anlık duraksadım. Karşımda duran tim geçen gün dosyalarını okurken özel olarak seçtiğim timdi. Hepsinin üzerinde gözlerimi gezdirdiğimde sırtıma vurulan el ile kendimi toparladım.

“Albayım?” dedim timi işaret ederek.

Başını yavaşça eğerek güldü. “Sürpriz! Bakalım seçtiğin time gerçekten alınması gereken kişiler mi alınmış? Kime niyet kime kısmet, kendi seçtiğin tim olası bir durumda sizin için burada bulunacak.”

Boş bakışlarımı yüzünde gezdirdiğimde, gülerek bedenime sırtımdan ileriye doğru baskı uygulayarak itekledi.

Kurtuluş üyelerinin yanına ilerlediğimde hepsi neler olduğunu anlamıştı. Halinden memnun görünen çok da yoktu açıkçası. “Evet beyler, parkur bu. Daha önce bu parkurda eğitim yapmışsınızdır illaki. Hazır mısınız?”

Hepsi halinden memnuniyetsiz bir şekilde dediklerimi onayladıklarında en alt rütbeden üst rütbeye doğru yapmaya karar verdiğim eğitim listesini Miralay’a teslim ettim.

İlk başlaması gereken kişi aslına bakarsak Yıldırım olsa da Tim Komutanları olarak benim başlamam daha doğru olurdu.

Tam yanımda bulunan eskimiş tren raylarına bakarak derin bir nefes aldım. Yanıma gelen kadının tanıdık siması ile bakışlarım omuzuna devrildi. Binbaşı.

Elimi öne doğru uzatarak, “Merhabalar Binbaşım.” Dedim.

Aynı şekilde elini bana uzattığında, “Merhabalar Üsteğmenim.” Dedi.

Aldığı eğitim videolarını izlerken bir an bile olsa itiraz etmeden yerine getirdiği eğitimlerle karşımda duran kadın, erken terfileri ile otuz altı yaşında Binbaşı olmuştu. Yüzümdeki gururlu ifadeye bakarak yavaşça tebessüm ettiğinde iki kolunun altında tuttuğu kum torbalarını önüme itekledi.

Kum torbalarını sıkıca kollarımın altın sardığımda bakışlarım eski tren rayına döndü.

“Olası bir duruma karşılık on adım arkanda olacağım. Bir sorun oluştuğunda elini havaya kaldırıp yumruk yapman yeterli olacaktır.” Bir o kadar nazik bir o kadar sert sesi ile dudağımın yanı yavaşça kıvrıldı.

Miralay’a baktığımda başını yavaşça eğerek başlamam gerektiğine dair bir işaret verdi.

Rayın üzerine çıktığımda kum torbalarını sıkıca kavradım. Saniyesinde alana yayılan düdük sesi ile yavaş bir şekilde yürümeye başladım. Rayın kırılmış ve eskimiş parçaları ayaklarımın altında garip sesler çıkartıyordu. Parkurun nerden baksan yarısına geldiğimde tempomu artırarak adımlarımı daha büyük ve daha hızlı atmaya başladım. Rayların hemen yanında bulunan küçük tabelalarda metreler yazıyordu. An itibariyle altı yüz metreyi devirmiştim.

Sıkıca sarıldığım iki kum torbası yavaş yavaş kaymaya başladığında kollarımı iyice kenetledim. Arkamdan gelen adım sesleri ile Binbaşının yürüdüğü anlamak çok da zor olmasa gerekti.

Tabelada gördüğüm iki metre yazısı ile elimdeki kum torbalarını rayların iki yanına fırlatarak hızlıca yere atılmış olan çanta ve keskin nişancı tüfeğini alarak koşmaya başladım. Rayın kırık dökük parçaları ayaklarımın önlerinde yuvarlanmaya devam ediyordu.

Elimdeki otuz beş, kırk kiloyu aşkın çantayı ve çapraz tutuşa aldığım tüfeğimi sıkıca kavradım. Bacaklarımda oluşmaya başlayan hafif sızıları göz ardı ederek başım dik bir şekilde raylara bakarak koşuma devam ettim.

Az önceki gibi iki kilometrelik koşumu kesen şey karşıma çıkan hedefler olmuştu. Elimdeki çantayı kenara bırakarak tüfeğim ile yere mevzilendiğimde atışlara bakınmayı sürdürerek doğru zamanlamayı bekledim. Nişan almam ile etrafa yayılan tok ses kulaklarımı sarstı.

Hemen yanda duran iki hedefe de aynı şekilde nişan aldığımda tam on ikiden vurulan hedeflere bakarak sırıttım. Tüfeği çantanın yanına yavaşça bıraktığımda hedeflere doğru koştum. Hedefleri geçip dümdüz koşmaya devam ettiğimde karşıma çıkan havuz ile derin bir nefes aldım.

“Armin derin nefes al! Ekibimle beraber hemen başında olacağız, boğulma ihtimaline karşılık elini kaldırman yeterli olacaktır!” Binbaşının sert sesine ek koşma sesleri ile son kez aldığım derin nefes eşliğinde havuza atladım.

Havuzun tepesinden gelen farklı farklı sesler ile odağımı bozmadan deliği aramaya başladım. Havuz on metreyi aşkın oldukça derindi. Bu tip eğitimlerde kullanılan havuzlarda bir metrelik bir delik olurdu. Deliği bulup içinden geçtiğinde havuzdan çıkışını sağlardın.

Kollarımı öne doğru savuşturduğumda önüme gelen kaygan şey ile gözlerim aralandı. Gördüklerim ile gözlerim anlık büyüse dahi yanan gözlerim hızlıca kapandı. Havuzun içerisi genelde pislik ve dışkı dolu olurdu ama bu seferkinde havyanlar vardı.

Az önce göz göze geldiğim su yılanı vücuduma temas etmeye devam ediyordu.

İyice derine indiğimde elime geçen boşluktan yararlanarak bedenimi ileriye ittim. Kısa bir süre sonra yukarıdan gelen ışık ile gözlerim yavaş yavaş aralandı. Boğulma hissi bedenimin dört bir yanını hızla sararken kendimi yukarı itmeye başladığımda ellerimi havuzun iki yanına dayayarak bedenimi yukarı çektim.

Havuzdan çıktığımda derin bir nefes alarak art arda öksürmeye başladım.

Etraftaki sesler birbirine karışmaya başladığında gözlerimi açmaya çalışıyordum.

“Armin iyi misin?”

“Devam edecek misin?”

“Kendini nasıl hissediyorsun?”

Peş peşe gelen soruları kesen ses Binbaşının sert sesi oldu. “Tamam bir şeyi yok dağılın etraftan! Armin sende çabuk kalk süren bitiyor!”

Parkurun süreli bir parkur olmadığını elbette ki biliyordum. Süreli demesinin tek sebebi bir an önce parkura devam etmem içindi. Elimden geldiği kadarıyla hızlı adımlarla ayağa kalkıp havuzun hemen ilerisinde olan sürünme bölümüne gelerek kendimi yere fırlattım.

Kollarım ve bacaklarım kurbağa misali hareket etmeye başladığında, başımdan aşağı tüm vücudumu titretmeye yeten tazyikli su belirli bir mesafen üzerime tutulmaya başlamıştı. Suyun üzerime tutulması ile bedenim karıncalanmaya başlamıştı. Her ne kadar su ile aramda mesafe olsa dahi canım yanmıyor değildi.

Beş dakikayı aşkın sürünme sonucu ayağa kalktığımda ıslak kıyafetlerimin el verdiği kadarıyla koşmaya başladım.

Gözlerimin yanması az da olsa geçmişti.

İleriye doğru baktığımda yerde sırt üstü uzanan bir eri gördüm. Yanına geldiğimde yere çömelerek yüzünü kendime çevirdim. Yaralanmış edasıyla yerde dümdüz yatıyordu. Kol altlarından tutarak kollarını boynuma sardırdığımda bacaklarını belimin hizasından sıkıca kavradım. Rayın sonuna doğru koşmaya başladığımda hem sırtıma binen er hem de ıslan kıyafetlerim iki yüz kilo gibi hissetmemi sağlıyordu.

Hafif tempo koşu ile parkuru tamamladığımda sırtımdaki eri yavaşça yere bıraktım.

Kendimi sırt üstü yere fırlattığımda hızla inip kalkan göğsüm ne kadar yorulduğuma işaret ediyordu. Gözlerimi kapattığımda, sık nefes alış seslerim kulaklarımı dolduruyordu.

Başımı ense hizamdan doğru kavrayan el ile gözlerimi aralamama fırsat kalmadan yüzüme dökülen su ile olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım.

Yüzüm peçete olduğunu tahmin ettiğim cisim ile kurulandığımda gözlerim yavaşça açıldı. Elaları merak ve endişe içinde yüzümde gezindiği esnada hızlıca sordu. “İyi misiniz Komutanım?”

Yattığım yerden yavaşça doğrulduğumda cevapladım. “İyiyim Âhi, iyiyim.”

Ayağa kalkıp karşısında durduğum esnada bakışları anlık bir şekilde aşağı kaydığında, ateşe değmişçesine hızlıca gözlerini kaçırdı. Bakışlarım merakla üzerime kaydığında üzerimdeki body aşağı kaymış iyice üzerime yapışıp vücut hatlarımı ortaya çıkarmaya yetmişti. Yakamı tutup yukarı çekiştirdiğimde kısa bir süre sonra tekrar aşağı kaymaya başlamıştı. Üzerimde biriken tonla su bana hiç de yardımcı olmuyordu.

Gözlerim Âhi’yi aradığında yanımdan ayrıldığını gördüm. El mecbur ekiplerin yanına doğru yürümeye başladığımda sırtımdan üzerime doğru hızla sarılan kumaş ile duraksadım. Bakışlarım Âhi’nin üzerine kaydığında elini ensesine atmış gözlerini yerde gezdirdiğini gördüm. Kısık bir ses tonuyla, “Teşekkür ederim Beyefendi.” diyerek mırıldandığımda turuncuya çalan dalgalı saçlarını karıştırdı. “Rica ederim, komutanım görevim.” Dediğinde gözlerimi devirerek önüme döndüm.

Ağır adımlar eşliğinde on dakika sonunda ekiplerin yanına gelerek köşede duran tabureye oturdum.

Kurtuluş üyeleri beni görür görmez başıma üşüştüğünde sorular birbirini kovaladı. “Komutanım iyi misiniz?”

“Komutanım üşüyorsanız bir şeyler bulalım.”

“Yedek kıyafetlerinizi giyin isterseniz.”

“Su mu yuttunuz havuzda?”

Soruların ardı arkası kesilmezken sesimi yükselterek cevap verdim. “Ulan bir susun! İyiyim ben, alttan üste doğru başlayacaksınız, sıra Yıldırım’da.”

Yıldırım hızla yanımızdan ayrılarak raylara doğru yürümeye başladığında gözden kayboldu.

Ellerinde dolu bir şekilde yanıma gelen Binbaşı ile bakışlarım yüzüne düştü. “Üsteğmenim yedek kıyafetleriniz.”

Üzerimdeki kumaş tarzı şeye sıkıca sarılarak ellerindeki kıyafetleri aldım. “Sağ olun Binbaşım.”

Bizi getiren araca bindiğimde vakit kaybetmeden üzerimi değiştirdim. Islak kıyafetleri yerde bırakarak araçtan indim. Bir yandan yürürken bir yandan da kol saatimi koluma geçiriyordum.

Raylardan gelen konuşma sesleri ile Yıldırım’ın başlamak üzere olduğunu gördüm. Koşar adımlarla raylara çıktığımda Binbaşına döndüm. “Binbaşım teşekkür ederim. Ben devam edeyim müsaadenizle.” Anlayışla başını salladığında ses etmeden yanımdan ayrılarak aşağı indi.

Yıldırım kum torbalarını kavradığında alana yayılan düdük sesi ile yürümeye başladı. Adımlarını oldukça hızlı atmaya başladığında ikimizin duyabileceği bir ses tonuyla konuştum. “Bacaklarını boşa yorma, yavaşla.” Adımları yavaşladığında bir an olsun bıkmaksızın ellerindeki ağır iki kum torbası ile yürüyüşüne devam etti.

Beş dakika sonunda yürüyüşünü tamamladığında ellerindeki kum torbalarını yere fırlatarak çanta ve tüfeği eline aldı. Hızını bir anda arttırdığında eskimiş rayların üzerindeki koşusunu son sürat sürdürmeye devam ediyordu. Hedeflere yaklaştığında çantayı yanına bırakarak mevzilendi. Üç hedefin üçünü de vurduğunda elindeki tüfeği de bırakarak koşmaya devam etti.

Hızımı artırarak on adım arkasına yetiştiğimde nefes alışlarını ve bacak kaslarının durumuna göz gezdirdim. Nefes alışverişleri sıklaşmaya başlamıştı.

Havuzun başına geldiğinde hızlıca sağlık görevlilerine işaret verdim. Yıldırım havuza atladığında gözlerim sık sık kol saatime kaymaya başladı. Yarım saniyelik sürede hiçbir sonuç gelmezken havuza eğilerek bağırdım. “Yıldırım! Bir sorun varsa elini kaldır!” Bağırmamın üzerine hiçbir refleks oluşmazken kırk beş saniyeyi devirmiş bulunmaktaydık.

Sabırla havuzdan çıkmasını beklerken delikten gelen su sesleri ile havuzun diğer ucuna koştum. Yıldırım nefes nefese kendini havuzun dışına attığında gözleri sımsıkı kapanmıştı. “İyi misin? İyi değilsen sağlık ekipleri yanımızda. Tepki ver!”

Başını iyiyim dercesine salladığında sağlık ekipleri havuzun yanından çekilerek aşağı indi. Yıldırım kısa bir süre sonra kendine geldiğinde sürünmeye ardından yaralı eri sırtlayarak parkuru bitirdi.

Kurtuluş üyeleri ellerinde su ve bez ile Yıldırım’a bakmak için geldiklerinde sıra Âhi’deydi.

Yıldırım’ın yanına geldiğimde, “Yıldırım iyi misin?” diye sordum.

“İyiyim Komutanım havuz-“ cümlesini hızlıca kestim. “Tamam! Tamam iyiysen sorun yok geç üstünü değiştir hemen.” Havuzun içerisindeki su yılanlarından bahsederse bizden sonra havuza girecek arkadaşlar için hoş bir durum olmayabilirdi. Herkesin kendi ögrenmesi ve görmesi taraftarıydım. Yıldırım olayı anlamış gibi hızlı adımlarla yanımızdan ayrılırken bakışlarım Âhi’ye döndü.

Rayın başına doğru yürümeye başladığında kenarda duran pet şişelerden bir tanesini alıp açtım. Birkaç yudum içtiğimde şişenin ağzını kapatarak elime aldım.

Âhi rayların başında durduğunda Miralay ile aralarında sözsüz bir bakışma geçti.

Yanımıza gelen Binbaşı kum torbalarını bana uzatarak yanımızdan geçip gittiğinde torbaları sıkıca kavrayarak Âhi’ye doğru adımladım. Kum torbalarını görür görmez kollarımın arasından çekip aldığında derin bir nefes alarak raylara baktı.

Düdük sesi alanda yayıldığında sert ve tok adımlarla rayların eskimiş yüzeyinde yürümeye başladı.

Yıldırım gibi beş dakikaya yakın bir sürede yürüyüşünü bitirdiğinde kum torbalarını iki yana bırakarak çantayı ve tüfeği bırakılan yerden aldı. Tüfeği benim gibi çapraz tutuşa aldığında bir eliyle çantayı sıkıca kavramıştı.

Uzun bacaklarını kullanarak son hız koşmaya başladığında bakışlarım anlık bir şekilde raylara kaydı. Rayların bir parçası yukarıya doğru kalkmış, demirin sivri metali yirmi metre uzaklıktan belli oluyordu.

Yaralayıcı parçayı görür görmez, “Âhi! Dur, kenara çekil hemen!” diyerek bağırdığımda Âhi anlık duraksadı. Bakışları yere düştüğünde hızını yavaşlatmak istercesine ayaklarını yere sürttü. Hızı son sürat koştuğu için saniyesinde yavaşlamamıştı. Aramızdaki on adımlık mesafeyi hızla kapattığımda rasgele tuttuğum kıyafetinden kenara doğru çekerek, iri bedenini yana ittirdim. Âhi kenara doğru savrulduğunda bu sefer hızımı durduramayan taraf ben olmuştum. Bedenimi sivri parçanın yanına doğru ittiğimde son sürat yere düştüm. Sivri parçayı atlatmış olmama rağmen bedenim yüz üstü rayların iki yanına devrildiğinde kasıklarımda hissettiğim demir parçası ile acıyla inledim.

Dişlerim acıyla birbirine kenetlendiğinde dudaklarımın arasından bir inilti daha firar etti. Yanımdan gelen sürünme sesiyle sıkıca kapanan gözlerim anında aralandı. Âhi bana doğru eğilmiş yüzümü inceliyordu. “Komutanım beni kurtarayım derken olan size oldu. İyi misiniz nerenizi vurdunuz?”

Elimi önemi yok dermişçesine savuşturduğumda zar zor ayağa kalktım. Göğsüm aldığım nefesler sayesinde hızla inip kalktığında gözlerimi art arda kırpıştırarak konuşmaya başladım. “Bir şeyin yoksa durma devam et.”

Bakışları endişe ile üzerimde gezindiğinde yüzüne sertçe baktım. Bakışlarımı görür görmez kenara düşen tüfeği ve çantasını eline alarak bana son kez bakıp koşmaya devam etti.

Âhi’nin ardından ellerim sıkıca kasıklarıma sarıldığında gözlerim acıdan dolmaya başlamıştı. Sivri rayın yanına gidip yerden aldığım taş ile üzerine vurdum. Yere yatan ray parçasına bakıp derin bir nefes aldığımda Âhi çoktan hedeflere gelmişti. Yere düşmem ile ellerimin arasından kayıp giden su şişesini tekrar elime aldığımda Âhi’ye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım.

Üç hedefin üçünü de zorlanmadan vurduğunda çanta ve tüfeği kenara bırakarak havuza doğru koşmaya başladı. Bir an bile duraksamaksızın havuza atladığında havuzun başına koşan sağlık görevlileri ile göz devirdim. Az önce ölüyorduk bir bakan yoktu resmen…

Acımı göz ardı ederek havuzun başına geldiğimde gözlerim saat ile havuz başında mekik dokuyordu. Âhi bir buçuk dakika boyunca hiçbir tepki vermeksizin havuzun içerisinde kaldığında sağlık ekibinden bir kadın merakla havuzun içerisinde doğru bağırdı. “Âhi beyciyim iyi misiniz?”

Kadına doğru sertçe baktığımda sesi saniyesinde kesilmişti.

“Âhi bir sorun mu var? Sorun varsa elini kaldır ya da tepki ver!” havuza eğilerek bağırdığımda delikten gelen su sesleri ile hızla ayaklanırken dudaklarımın arasından aniden firar eden inleme ile kolum sıkıca kavrandı.

“Hanımefendi iyi misiniz?”

Kolumu tutan adama döndüğümde kısık bir sesle konuştum. “İyiyim teşekkürler.” Kolumu kurtardığımda temkinli adımlarla deliğin başına geldim.

Âhi kendini yukarı fırlattığında art arda öksürmeye başladı. Yanına giderek elimi omuzuna bastırdığımda, “İyi misin?” diye sordum.

Başını sallamaya çalıştığında bedeni aniden sarsıldı. Sağlık ekipleri hızla yanımıza geldiğinde gereken müdahale kısa sürede yapılmıştı. Âhi hızlıca kendini toparladığında bana dönerek ara vermek istemediğini, parkuru tamamlayabileceğini söylemişti.

Âhi parkurun sonuna kadar gidip bitirdiğinde, parkurun sonunda bekleyen Kurtuluş üyeleri Âhi’ye dönerek konuşmaya başladı.

Ben kendimi zar zor aşağı indirdiğimde kenarda duran tabureye oturarak gözlerimi kapattım. Etraftaki sesler yavaş yavaş bir uğultuya dönüşmeye başlamıştı.

KURTULUŞ

Gözlerim kulaklarıma dolan bağırış sesleri ile aralandığında etrafa bakındım. Kalender parkurun sonuna gelmiş Kurtuluş üyeleri ile sarılıyorlardı.

Ekipler toparlanmış çoktan gitmişlerdi. Etrafta yalnızca Kurtuluş, albay ve yarbay vardı. Oturduğum tabureden kalkıp resmen kendimi sürükleye sürükleye araca attım. Kapının açılış ve kapanış sesini duyduğumda yanıma oturan adama baktım. Endişeli gözler ile üzerimi süzüyordu.

“Komutanım iyi misiniz?” Elleri ne yapacağını bilemez bir şekilde iki yana açıldığında, yarım açık kalan ağzı ile yüzüme bakıyordu.

Derin bir nefes aldığımda zar zor konuştum. “İyiyim.”

“Komutanım sağlık ekipleri gitti ama hemen sizi en yakın hastaneye götürebilirim.” Dediğinde başımı iki yana sallayarak kısa bir ricada bulundum. “Sen benim adıma tüm Kurtuluş üyelerinin araca gelmesini söyleyebilir misin? Hızlı davransınlar yeter.”

Başını hızla sallayarak yanımdan ayrıldı. Kendimi attığım yerden hızlıca toparladığımda alnımdan akan terleri silerek karşıya bakmaya başladım. Aracın yakınından gelen konuşma sesleri ile suskun ifadem yerini çatık kaşlara bırakmıştı.

Araca ilk binen Kalender’in üzerinden akan sular ile boş bir ifadeyle yüzüne baktım. Bakışlarımı görür görmez araçtan inerek kenara çekildi. Kısa bir süre sonra hepsi araca bindiğinde araç hareketlenmişti.

Ertuğrul’un endişeli çıkan sesi ile, “Serdar oğlum dur! Albayı almadık.” Erin adının Serdar olduğunu öğrenmemi sağlayan Ertuğrul’a kısa bir bakış attım.

Serdar hiç oralı olmayarak Ertuğrul’a kısa bir cevap verdi. “Yarbay ile beraber gelecekler.”

Yanıma oturan Âhi ellerini önünde kenetlemiş yere bakıyordu. Bakışlarım bakışlarını takip ettiğinde gördüğüm şey ile gözlerim anlık büyüdü. Âhi gördüğü şeyi algılamak istercesine yere baktığında tam hamle yapacakken ayağı ile geriye doğru ittiği sütyene bakarak gözlerimi yumdum.

Islak iç çamaşırlarımı kıyafetlerin arasına sarmıştım ama Serdar apar topar arabaya bindiğinde dağıtmış olmalıydı. Titrek bir nefes alarak bakışlarımı Âhi’nin tersine çevirdiğimde Âhi kısaca boğazını temizledi. Kasıklarımdaki ağrı ve utancın vermiş olduğu kırmızı yüzüm ile gözlerimi yumarak Tugaya varmayı bekledim.

Aracın anlık durması ile uyuşan bedenimi hareketlendirdim. Hızlı davranarak aracın kapısına elimi uzattığımda Âhi’nin üzerinden atlayarak aşağı indim.

Hızlı adımlarla ardıma bakmadan içeriye girdiğimde tim için ayrılan teçhizat odasına geçerek dolabımdan beylik tabancamı, künyemi, kimliklerimi ve anahtarlarımı alarak hızlıca çıktım.

Arabamı park ettiğim yere yürümeye başladığımda araçtan yeni inen Kurtuluş üyeleri ile göz göze geldim. Koşar adımlarla arabamın yanına geldiğimde arkamdan bağıran beş adamın sesini göz ardı ederek bir kere kornaya bastım. Kornanın sesiyle açılmaya başlayan demir kapıdan geçerek ana yola çıktım.

Yan koltukta duran telefonuma uzandığımda Ankara da ki doktorumun attığı numarayı bularak yeni doktoruma ulaşmaya çalıştım.

Telefon sonuna kadar çaldığında en sonunda açılmıştı. “Buyurun kimsiniz?”

Aynadan alnımdan akan terler ve kıpkırmızı olan yüzüm ile bakıştığımda titrek bir sesle konuşmaya başladım. “Atalay ben Armin. Mesleğe ilk başladığın yıllardaki hastalarından biriyim. Şu an ciddi bir durum söz konusu ve acil olarak yanına geliyorum. Haber vermek istedim.” Elimden geldiğince durumu açılmaya çalıştığımda konuşmaya başladı. “Hatırladım Armin. Tamam gel bekliyorum.”

Telefonu kapatıp konumu açtığımda bir elim kasıklarıma kaydı. Kasıklarıma sık sık giren kramplar görüş açımı engellemeye başlamıştı. İşin daha da beter yanı ise Tugay ile hastane arası bir saate yakındı ve ben direksiyon hakimiyetini zor kuruyordum. Yanımdan son sürat geçen arabaların sesleri kulaklarımı doldurmaya başladığında eş zamanlı olarak bulunmaya başlayan midem ile sabır çektim.

Navigasyona baka baka arabayı sürmeye devam ettiğimde merkeze geçmiş ve biraz uzaklaşmıştım. Telefondan kulaklarıma uzanan kadın sesi geldiğime dair bir işaret verdiğinde hemen sağ tarafımda kalan hastaneye yaklaşarak arabamı park ettim.

Telefonumu ve cüzdanımı elime aldığımda arabadan inerek kapıları kilitledim. Bir anda ayaklanınca kasıklarıma giren kramp ile iki büklüm oldum. Elimi arabaya yasladığımda zar zor yürümeyi başarmıştım.

Kendimi içeriye atar atmaz kapıda bir sağa bir sola giden Atalay’ı gördüm. Beni görür görmez yanıma geldiğinde her şey çok hızlı gelişmişti.

Yatırıldığım sedye eşliğinde bir odaya girmiştik. Atalay bakışlarını yüzümde gezdirdiğinde, “Ne oldu anlat bakayım.” Dedi.

Elim hâlâ kasıklarımda gezinirken cevap verdim. “Eğitim esnasında yere düştüm. Kasıklarımın hizasına denk gelen demir rayı, düşmemin etkisiyle-“ cümlem aniden yarım kaldığında, “Neden dikkat etmezsin ki? Her yere atlardın sen eskiden, hâlâ öylesin demek ki.” Dediğinde kıkırdadım. Atalay ile ilk karşılaştığımız zaman mesleğimi elime dahi almamıştım. Çok ama çok eski bir olaydı bizimkisi.

Karnımı açmam için homurdandığında kenara çekilip eldivenlerini giydi. İçeriye giren asistan kadın ile göz göze geldiğimizde karnımı açmamda yardımcı olarak yanıma çekildi.

Atalay ultrason başlığını eline aldığında diğer eli ile kasıklarıma doğru sıktığı şeffaf jeli yayıp ekranda birkaç ayar yaparak belirli hareketler ile kasıklarıma bastırmaya başladı. Bakışlarım hemen yanımda kalan ekrana kaydığında Atalay’ın dikkatle ekrana baktığını gördüm.

İçimi kaplayan huzursuzluk ile yerimde kıpraşmaya başladığım esnada Atalay asistanına bazı ölçüler söylemeye başladı. Yavaş yavaş anlamaya başladığım olay ile gözlerim dolmuştu. Derin derin nefesler alarak bakışlarımı tavana diktiğimde kasıklarımda hissettiğim baskı bir an olsun durmuyordu. Atalay’ın git gide endişeli çıkmaya başlayan sesi ise beni oldukça germeye yetiyordu.

Karnımdaki ultrason başlığını çektiğinde ayağa kalkarak eldivenlerini çöpe attı. Asistan kadın yanıma gelerek karnımı temizlediğinde yavaşça doğrulmamada yardımcı oldu.

Sedyeden kalkıp Atalay’ın karşısına geçtiğimde deri koltuklara yerleşerek yüzüne baktım.

Atalay ellerini masanın üzerinde birleştirdiğinde boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. “Armin en son ne zaman doktora gittin? Ya da şöyle sorayım, gittiğin doktor kimdi?”

Soruları kaşlarım çatılmasına sebep olmuştu. “En son gidişimin üzerinden taş çatlasa bir ay geçmiştir. Doktorum da Ferhat Çelik’ti. Hatta yanına gelmem için beni yollayan da oydu.”

Anladığına dair başını salladı. “Tamam, şimdi seninle açık konuşacağım. Düşmenin etkisi ile kistler beklenilen bir durum ile patlayarak çoğalmış. Şu an yumurtalıkların açısından zararlı tamı tamına üç adet kist var ve kistlerin boyutları yumurtalıkların sağlığı açısından oldukça risk taşıyor.”

Duyduklarım ile yüzüm aniden sarsılmıştı. Sert bir şekilde yutkunduğumda yavaş yavaş dolan gözlerimi umursamadan sordum. “Ne yapmam gerekiyor?”

Elini ensesine atarak yavaşça sıktı. “Açıkçası ben ameliyat öneriyorum. Çünkü yaptığın her ani hareket karşısında kistlerin pıhtı atma oranı da git gide artıyor. Eğer ki ameliyat olursan hayatın biraz daha farklılaşacak.” Farklılaşmaktan kastını anlamadığım için kendimi soru sorarken buldum. “Nasıl bir farklılık bu?”

Aklına bir şey gelmiş gibi aniden durdu. “Mesleğin neydi bu arada?”

Olduğum yerde huzursuzca etrafa bakındım. “Özel harekât.” Dedim kısaca.

Kaşları çatıldığında, en başta olayı sorarken kast ettiğim eğitim olayını anlamış gibiydi. “Farklılık dediğim şeylerden en büyüğü, mesleğini ardında bırakman olabilir.” Dediğinde hızla karşı çıktım. “Olmaz! Başka bir çözüm yolu bulman lazım.”

Tepkime karşılık kaşlarını sinirle çattı. “Armin olayın ciddiyetini anlayamadın sen galiba. Yaptığın her ani hareket için pıhtı riski var diyorum. Eğer ameliyat olursan daha da dikkatli olman gerekecek. Ameliyattan sonra yumurtalıkların hassaslaşacak. Uzun süre boyunca kistlerle bir bütün olduğu için bir anda birbirlerinden ayrılmalı yumurtalıkların hassaslaşmasına sebep olacak. Yürürken bile dikkat etmen lazım.”

Derin bir nefes aldığımda tüylerim ürpermişti. “Ameliyattan başka çözüm yolu yok mu yani şimdi?” diye sordum bir umut.

Çenesini sıkarak yüzüme baktı. “Var.”

İçimde oluşan küçük umut parçası beni ilk defa yarı yolda bırakmamıştı. “Nedir?”

Ellerini kullanarak konuşmaya başladı. “İlaç tedavisi.” Asistanına dışarı çıkması adına bir şeyler söylediğinde hızlıca devam etti. “Hap şeklinde kullanımlarda biraz geç sonuç alabiliyoruz. İğne tedavilerinde ise, hapa oranla biraz daha hızlı sonuç alabiliyoruz. Eğer ki ameliyat olmamakta ısrarcıysan ilaç tedavisine başlayabiliriz.”

Başımı anlayışla salladım. “Tamam. İlaç tedavisine başlayabiliriz.”

Duyduğu cümle ile dudakları yavaşça öne çıktı. Hızla kendini toparladığında yanında kalan dolaptan çıkardığı şişe ve enjektörü masasının üzerine bırakarak eldivenlerini giydi. Sedyeyi işaret ederek, “Senden sedyeye uzanıp kasıklarını açmanı istiyorum.”

Oturduğum koltuktan kalkıp sedyeye yerleştiğimde altımdaki pantolonun fermuarını açarak biraz aşağı çektim. Ellerim kasıklarımın iki yanında durduğunda, Atalay elindeki cam şişeden çektiği ilacın ölçülerine bakarak enjektörün başını değiştirdi. Yanıma geldiğinde elindeki pamuk ile kasıklarımı güzelce sildiğinde sordu. “Hazır mısın?” gözlerimi açıp kapadığımda anlık hissettiğim sızı ile dişlerimi sıktım. Gözlerim sımsıkı kapandığında Atalay’ın sesi ile kendime geldim. “Kendini sıkma. Sakin ol ve derin nefes al.” Dediklerini elimden geldiği kadarıyla yapmaya çalıştığımda ilacın nasıl bir türlü bitmediğine anlam verememiştim. Sızı git gide artarken dudaklarım arasından çıkan istemsiz inleme ile bedenim kasıldı.

Enjektör kasıklarımdan yavaşça ayrıldığında elindeki pamuğu iğnenin çıktığı yere bastırarak yüzüme baktı. “Nasıl hissediyorsun?”

Yüzüm buruştu. “İğrenç.”

Dediklerime karşılık yavaşça tebessüm ettiğinde, “Şu anlık biraz sızlanma hissedeceksin. İlacın yumurtalıklarına tamamen dağılması ile sızın yavaşlamaya başlayacaktır. Geçmiş olsun.” Elini pamuğun üzerinden çekerek yandan kalan çöp kutusuna enjektörü, ilaç kutusunu ve eldivenlerini atarak masaya yöneldi.

Bir süre olduğum yerde yatarak, kasıklarımdaki pamuğa baskı uyguladığımda yeterli olacağını düşünerek pamuğu avucumun arasına alarak üzerimi düzelttim.

Karşına geçip oturduğumda, “Bu iğneyi kim vuracak şimdi?” dediğimde boş boş yüzüme baktı. “Ben tabii ki.”

Aynı şekilde boş bir ifade ile yüzüne baktığımda, “Her Allah’ın günü iğne vurdurmak için yanına mı geleceğim?”

Yavaşça omuzunu silkti. “Paşa gönlün bilir. İster gel ister gelme. Hee, eğer ki ben kendim vurabilirim diyorsan reçeteni yazarım.”

Sabır dilercesine gözlerimi kapadığımda, “Sen bana hem iğne hem de ilacı yaz. Hangi aralıklarla içmem lazım bu ilaçları?”

Elinin altındaki kâğıda kaşe basıp imzaladığı esnada benimle konuşmaya başladı. “İğnede geçerli olmak üzere; yapabiliyorsan günde bir, yapamıyorsan iki günde bir yapman lazım. İlaçta ise her gün bir defa içebilirsin. Aç tok fark etmez ister iğneni yap ister ilacını iç. Madem ameliyatı kabul etmiyorsun sızısını da çekeceksin.” Dediğinde elindeki kâğıdı bana uzattı.

Elindeki kâğıdı alıp teşekkür ettiğimde tam çıkacakken, “Dur! Demeyi unuttum. İğneni bugün hemen al, bir tane daha vuracaksın. Yumurtalıklarının alışması adına ilk seferde iki iğne vuruyoruz.” Dediğinde açtığım kapıyı geri kapatarak karşısına oturdum.

“Bugün ki düşme ne olacak? Onun için ayrı bir şey yapacak mıydık?” dedim merakla.

Başını olumsuzca iki yana salladı. “Hayır ekstra bir şey yapmayacağız. Az önce yapmış olduğumuz iğne düşmenin etkisi ile şişip patlayan kistler içindi zaten. Ağrın birazdan geçecektir. Dediğim gibi ikinci iğneyi gün içerisinde yapmayı unutma.” Anladığıma dair başımı salladığımda oturduğum yerden kalkarak kapının önüne geçtim.

Kapının kulpunu kavradığım esnada jet hızıyla açılan kapı ile bedenim kapıya çarparak yere düştü. Dudaklarımın arasından kopup fırlayan inilti ile düştüğüm yerden doğrulmaya çalıştım.

“Allah kahretmesin! Hanımefendi iyi misiniz? Çok çok özür dilerim tamamen benim hatam. Sizi kaldırmama müsaade edin lütfen, böyle olacağını tahmin edemedim.” Duyduğum ses ile gözlerim yukarı kaydığında, dudaklarım yavaşça aralandı. Bu nasıl bir üsluptu böyle? Adamın sesi saatlerce dinlesen asla bıkmayacağın bir cinstendi. Bana doğru uzattığı eline bakarken elini yavaşça kavrayarak kendimi yukarı çektim.

İçimden çıkan cadı tarafımı susturmayı beceremezken, “Beyefendi Allah aşkına ne yapıyorsunuz ya? Ya beyin sarsıntısı geçirseydim şuracıkta? İçeride hasta var mı yok mu diye hiç mi düşünmüyorsunuz? Ya uygun bir halde olmasaydım ne olacaktı! Biraz dikkat edin lütfen, bu ne sorumsuzluk böyle?!” Art arda söylenip duran tarafımı bir an olsun susturamazken adam mahcup bir ifade ile yüzüme baktı. “Özür dilerim hanımefendi. Hastamın doğumu başlayınca acele etmek için aniden girdim odaya, çok özür dilerim.”

Arkamda kalan Atalay aniden öne çıktı. “Oğlum yeni mi söylüyorsun bunu yürü yürü!”

İkisi de saniyesinde gözden kaybolurken az önce yaşanılan olayın saçmalığı ile baş başa kaldım. Fazla beklemeden vezneye gidip ücreti ödediğimde arabama binerek en yakındaki eczaneye sürdüm.

Navigasyonun gösterdiği şekilde eczaneyi bulduğumda elime aldığım reçete ile içeri girdim. “Merhabalar kolay gelsin. Reçetedeki ilaçları almam mümkün mü acaba?” az önceye nazaran içimden çıkan İstanbul hanımefendisi halime gülerek kadına baktım.

Kadın elimden aldığı reçeteye bakarak arkasındaki cam dolaplardan bir sürü ilaç ve enjektör çıkarttı. Poşetlere doldurduğu ilaçları bana uzattığında ücreti ödeyerek arabama geçtim.

Uzun bir yolculuk sonrası eve varabildiğimde kendimi odamda buldum.

Eğitimden kalan ıslak ve tiftikleşmiş saçlarıma bakarak iç çektim. Temiz iç çamaşırları ve asker yeşili gecelik takımımı elime aldığımda üzerimde kalan beylik tabancam, künyem ve kimliklerimi kenara bıraktım.

Banyoya girdiğimde suyu sıcak bölüme çekerek üzerlerimdeki kıyafetleri çıkartıp kirlik sepetine attım.

Suyun ısındığını içeriye yayılan buharlardan anladığım için vakit kaybetmeden içeri girerek suyu ılıttım. Tazyikli su vücudumda yapışkan değişik bir his uyandırdığından rahatsız olmuştum. Akan ılık su ile vücuduma yedirdiğim güzel kokulu duş jeli ile bedenim rahatlamıştı.

Saçlarımı ve vücudumu güzelce pisliklerden arındırdığımda içime doğan huzur yüzümde büyük bir tebessüme yol açmıştı.

Banyodan çıktığımda odamda unuttuğum vücut losyonları ile kıyafetlerimi alarak tekrardan odaya girdim. Kıyafetleri yatağın üzerine bırakarak makyaj masasını pufuna oturarak losyonumu elime aldım. Bacaklarımdan boynuma kadar her yerim güzel losyonun kokusuna sahip olduğunda rahatlayarak iç çamaşırlarımı üzerime geçirdim. Yatağın üzerinde kalan geceliğimi giydiğimde telefonumu elime alarak Miralay’a olayı özetleyen kısa bir mesaj attım.

Mesajın ardından çalmaya başlayan telefon ile bakışlarım telefona düştü.

BARÇA AKSOY

“Efendim?” dedim normal bir ses tonuyla.

“Ne oldu? Neredesin sen?” meraklı ve endişeli çıkan sesi ile göz devirdim. Düştüğümde bir Allah’ın kulu bakmaya gelmemişti ne olmuştu da arayası tutmuştu?

“Hastaneye gittim. Şu anda evdeyim. Yıllık iznimden düşersiniz yarım gün.” Diyerek kısa kestiğimde bağırış sesi kulaklarımı doldurdu. “Bir kere de cıvıma! Ne oldu da hastaneye gittin onu söyle.” Dediğinde yavaşça güldüm. “Âhi çıktığında koşu esnasında bir demir rayı parçasının yerinden çıktığını gördüm. Âhi fark etmediği için onu geriye çekerken ben düşüp karnımı raylara çarptım. Önemli bir şey yokmuş ama bugün gelmeyeceğim.”

Olayı anlattığımda sert bir nefes verdi. “Tamam, bir şey olursa haber ver.” Dediğinde kısaca onaylayıp telefonu kapattım.

Hayır benim anlamadığım olası bir duruma karşılık yanımızda gelerek eğitimi izlemek istediğini söylemesine rağmen benim düşüşümü fark etmeyişi komiğime gitmişti. Yavaşça yatağa oturup bağdaş kurduğumda önümdeki ecza poşetini yatağa döktüm.

İçerisinden çıkan sayısız enjektör ve cam şişede duran kan kırmızısı, şeffaf ilaçlara baktım.

Bir müddet sonra gözlerim dolmaya başladığında, önce sol gözümden yavaşça bir yaş aktı. Omuzlarım hafifçe sarsılmaya başladığında kasıklarımda hissettiğim sızı ile bir elin sıkıca kasıklarıma kapandı. Dudaklarımdan firar eden hıçkırık ile bakışlarım donuklaştı.

Buna nasıl karar verebilirdim ki?

Ameliyat olursam, mesleğim elimden gidecekti. İlaçlarla devam edersem kistlerin küçülmeme gibi bir sorunu da vardı.

Yatağın üzerinde duran enjektörlerden birini elime aldığım esnada çalan kapı ile kaşlarım çatıldı.

Kimdi bu saate gelen?

 

Tam yerinde!

Sizce kim geldi?

Geçmişte yaşanan olaylar biraz tersine döndü, sizce neler olacak?

Armin'in çiçeği?

Emeğim?

Yıldırım'a gelen telefon?

Ölümüne içtimamız az daha ölümle sonuçlanacaktı...

İçtima hakkındaki düşünceleriniz?

Armin'in Âhi için yaptığı fedakarlık?

İçtima hakkındaki düşünceleriniz?

Araçta yaşanılan ufak çaplı kıyafet sorunsalı?

Atalay'ın dedikleri?

Armin'in her kapıya başını gömmesi ve insanlara atarlanması? (Bu sahneyi unutmayın. Unutanı ısırırım :)))

Kistler, ilaçlar, iğneler?

İlerleyen bölümlerde görmek istediğiniz sahneler?

Bölümü oylamayı unutmayın lütfen...

 

 

08.09.2024

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

 

 

 

Loading...
0%