Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BÖLÜM 1: ARDENA VE LANETİ

@duskusu_mona

 

 

 

BÖLÜM 1: ARDENA VE ADALETİ

 

(Günümüz...)

 

"Hadi..."

Sınırın etrafında aylakça etrafına bakan Elçi, ağır adımlarla etrafını kolluyordu. Ellerini her daim arkasında tutuyor ve gözleriyle etrafını olabildiğince incelemeye çalışıyordu. Dakikalardır burada öylece geziniyor ve sınıra girmek için fırsat kolluyordu. Fakat anlaşılan korkağın tekiydi. Girmeye cesareti bile yokken niçin buraya kadar yalnız başına gelmişti ki?

Uzun kumral saçları, kızgın rüzgârın içerisinden şekilden şekle giriyor ve bu etraflıca incelemesine olabildiğince engel oluyordu. Zira saçlarını düzeltmekten etrafı inceleyememişti.

Kahverengi gözleri ağaçların üzerinde gezinirken ağır hareketlerle kendimi kalın bir dalın ardına gizledim. Gözleri benim üzerinde olduğum ağaca kadar gelememişti henüz.

Üzerinde ne bir zırh ne de bir silah vardı. Kendine güvenip öylece gelmiş olamazdı. Bir tuzak olabilirdi.

Eğer yanına gidersem her an etrafım sarılabilirdi.

Eğer buradan ok atsam yerimi fark ederdi.

Bütün olasılıklar aklımdan hızlı hızlı geçtiğinde en sonunda bir süre daha onu ve baktığı yerleri incelemeyi tercih ettim. Mutlaka baktığı bir noktadan bir açığını yakalayabilirdim. En azından şu anlık yalnız olup olmadığını anlamam yeterliydi.

Yapılı bir vücudu olmasına rağmen çelimsiz gözüküyordu. Daha önce eline kılıç tutmadığı çok aşikardı. Doğuştan sahip olduğu güce güveniyordu anlaşılan. Bunu düşününce istemsizce ona küçümser bir bakış atmıştım.

Bir süre sonra dikkatimi çeken bir hareketle sınıra doğru bir adım attı. O an gözlerim parladı.

Ellerim yavaşça cebimdeki hançere uzandığında tek bir hamlesine kesilmiştim. Sınırın içine doğru bir adım atması...

Erkek Elçi, adımlarını sınırın hemen önünde durdurduğunda sinirle gözlerimi devirdim.

Neden bu kadar korkaktı bu? Dakikalardır onu bu ağacın tepesinde seyrediyordum ve bu zamana kadar yalnızca bir adım atmıştı.

Sinirle ağacın arkasına biraz daha sindim ve onu seyretmeye devam ettim. Sınırda nöbet tutan Bekçiler yoktu anlaşılan. Ya da benden önce onu fark etmiş ve pusu kurmuş da olabilirlerdi. Fakat bunun mümkün olduğunu sanmıyordum. Zira duyularım bir hayli keskindir. Kimin nerede olduğunu çok iyi işitir ve nerede olduğunu çok iyi görürdüm. Duyularım diğer bekçilere nazaran daha kuvvetli olduğu için birilerini çok rahatlıkla fark ederdim ve şu anda hiç ses yoktu. Onun dışında... Ne yapacağını bilmeyen korkak bir Elçi dışında...

Elçi, etrafını inceledi. Artık kaçıncı kez incelediğini saymayı bile bırakmıştım. Bu ağacın üstünde akşama kadar bekleyemezdim.

Bir anlık öfkemle bütün duyularımı ardına kadar açtım. Ortada yaprak sesleri ve Elçi'nin nefes alma seslerinden başka hiç ses yoktu. Bu Elçi'den başka nefes alma sesi de işitmemiştim.

Etrafta kimsenin olmadığına kanaat getirdikten sonra sabırsızca gözlerimi araladım ve cebimdeki hançeri bir hışımla aldım. Ağacın tepesinden yere atladım ve tek bir yara bile almadan var gücümle Elçi'nin yanına koşmaya başladım.

Avımı son derece temiz bir halde bitirmek istediğim için var gücümle koşuyordum. Elçi ile aramızda metrelerce uzaklık olduğu için ne kadar hızlı koşarsam koşayım ona kendimi fark ettireceğimin bilincindeydim. Tek isteğim çevikliğimle onun çelimsizliğine hançerimi geçirmekti.

Son gücümle koşup Elçi'nin yanına gittiğimde havaya kaldırdığım hançer havada kaldı. Yaşadığım şok zamanla vücudumun son zerresine kadar öfkeyle sicim ettiğinde kaşlarımı çattım. Az önce gözüme kestirdiğim avın, saniyeler içerisinde yerde yatan cansız bedenini sorgulamaya başladığımda cesedin başında dikilen Bekçi'yle göz göze geldim. Onu gördüğüm an sinirle hançeri yere fırlattım. Hançer toprağa sertçe saplandığında ben yeri sarsacak adımlarla Bekçi'nin önünde dikildim.

"O benimdi Marlon!"

"Ne senindi?" dedi ukala bir tavırla. Kılıcını büyük bir özgüvenle kemerine geçirdiğinde kılıçtan süzülen kanları öfkeyle izledim. Ardından sinirden kızardığına emin olduğum yeşil gözlerimi onun ela gözlerine diktim.

Aramızdaki mesafeyi kapatmak adına bir adım ona ilerlediğimde beklediğim gibi bir adım geri çekildi. Bunu fırsat bilip bir adım daha ilerledim ve sol cebimdeki bir başka hançeri çıkardım. "Avımı çaldın soytarı."

"Öyle mi oldu?" dedi oldukça sakin bir sesle Marlon. Ardından yerde duran erkek cesedine baktı. "Dokundum, ölmüş."

Sinirle gözlerimi yumdum. Derin bir nefes alarak karşımdaki soytarıya son kez öldürücü bakışlar attım. En sonunda rahatsız olduğunu belli edercesine gözlerini kaçırdı. "Hadi ama Rose! Senin avın olduğunu nereden bilebilirdim?"

"Dakikalardır onu şu ağacın tepesinden seyrediyorum Marlon. Fark etmedin mi?"

Marlon kaşlarını çatarak ellerine iki yana açtı. "Tanrım bunu bana sen mi soruyorsun? Aramızda duyuları en keskin olan sen neden fark etmedin beni?"

Sorusuyla bocaladım. O an bunu sorgulama gereği hissettim. Marlon'ı nasıl fark edememiştim? Oysa çok dikkatle ormanı dinlediğime emindim. Çıt sesi bile gelmiyorken bir canlıyı nefesinden bile nasıl işitememiştim?

Düşüncelerim beni tuhaf tereddütlere sürüklüyordu. Bunu anlayınca kendimi kaybetmek istemedim ve kendimi hızla toparladım. "Elbette duydum. İki kişiler ve nöbetçilere tuzak kuruyorlar sanmıştım. Tek kişi çıktı."

Marlon bu yalanıma anında inanıp başını anlayan bir edayla salladığında bu yalana kendimi de inandırdım. Marlon yanımdan ayrılıp cesedin yanına ağır adımlarla ilerledi. Ne yapacağını dikkatle izlerken cesedin kandan görülmeyen boynunda asılı olan madalyona yöneldi. Madalyonu yavaşça avuçlarının arasına aldı ve sertçe adamın boynundan kopararak aldı. Madalyonun üzerinde olan amblemi görür görmez sevinç dolu çığlıklar atmaya başladı.

"SU! Görüyor musun? Su Elçi'sini öldürdüm az önce."

Ona karşı olan öfkem hala geçmemişti. Ellerimi göğsümün altında bağlayıp öfkeyle ona döndüm. "Benim öldüreceğim Su Elçi'sinden mi bahsediyorsun Sevgili Marlon?"

Marlon anında yüzünü düşürdü. Sevincini yarıda bıraktığımı görünce keyifle gülümsedim.

"Sevinmemi bu kadar kıskanmış olamazsın Rose!"

Omuz silktim. "Sadece hakikati söyledim Marlon."

Marlon'ın keyifli yüzü onu iğneleyen tavrımı görünce yerini öfkeye bıraktı. Onun bozulduğunu görünce gülümsedim ve az evvel yere fırlattığım hançerimi, saplandığı yerden çekip çıkardım. Ceketimin cebini açıp diğer hançerlerimin yanına yerleştirdim ve Marlon'a dönüp gözlerimle cesedi işaret ettim.

"Acele etsene Su Elçi'sinin Avcısı. Hava kararmadan Hırçın Deniz'e at şunu."

Sözlerim, yüzündeki bozulmuşluğu sildi. Onu takdir ettiğimi belirten sözlerimle gözlerinin içi yeniden gülmeye başladı. Küsmüş tavrını bozduğu gibi bir hışım cesedin yanına vardı ve kollarından tutup omzuna atmaya başladı.

"Emredersiniz majesteleri." dedi alayla. Gülerek omzuna vurdum ve sırtladığı cesediyle beni takip etmesi için önüne geçtim. Arkamdan sızlanarak geliyordu.

"Tanrım ne yemiş bu? Karısını yemiş olabilir mi?"

Marlon'un iğrenç esprisine kendimden beklemediğim bir şekilde güldüm. Ardından bilmişçe konuşmaya başladım. "Bir karısı olduğunu da nerede çıkardın?"

Marlon ciddi bir ifadeyle, "Parmağındaki yüzüğü görmedin mi?" dedi. Adımlarım durdu. Yüzümdeki gülümseme ağır ağır söndüğünde Marlon'un da tam arkamda durduğunu duydum. Kaşlarım çatılı bir şekilde ona döndüm.

"Ne yüzüğü?"

Marlon, omzunun üzerinden sallanan kolu gözleriyle işaret ettiğinde sarı yüzükle göz göze geldim ve o an gözlerim orada donakaldı. Çenemin gerildiğini hissettim. Kendimden beklemediğim bir şekilde bu beni üzmüştü. Bir ailesi olduğunu düşünmek ve az önce onu öldürmek için ağzımın suyunun aktığı dakikalar aklıma geldikçe kanım çekilmişti.

Lügâtımızda merhamet yoktu. Merhametin olduğu yerde güç barınmaz, demiş üstelik atalarımız. Lakin merhameti içimden her silmeye yeltendiğimde sonu hep böyle bitiyordu. Pişmanlık...

Son dakikalarını görmüştüm. Son kez canlı bir şekilde görmüştüm onu. Etrafını dakikalarca incelediğini, saçlarını rüzgâr yüzünden sürekli düzeltişini... Ailesi onu beklerken ben onun son dakikalarına tanık olmuştum. İşte bu içime acının en büyüğünü bırakmıştı. Az önce onu öldürmek için kolladığım her fırsat ve onu öldüremediğim için Marlon'a kızmam şu an yüzümü kızartıyordu.

"Ne duruyorsun? Yürüsene? Son anda aşık mı oldun?"

Marlon'nun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Söylediği sözler sonradan aklımda yer edince öfkeyle gözlerimi irileştirdim.

"Saçma saçma konuşmaman için seni de Hırçın Deniz'den aşağı mı yuvarlamalıyım Marlon?"

Marlon omuzlarının üzerinden düşen adamı yerinde zıplayarak sırtına yerleştirdi. "Hayır ama biraz daha önümde dikilirsen adam sıvıya dönüşüp kafamdan aşağı düşecek."

Zorlandığını belli eden bir tavırla yüzünü buruşturdu. Mızmızlanmasına cevap vermeden önüne geçtim ve yürümeye devam ettim. Az önce ölen Elçiye karşı duyduğum acıma duygusu içimde tuhaf bir yer edinmişti. Üstelik inat eder gibi aklımdan çıkmıyordu. Ailesinin, onun ölüm haberini aldıklarında yaşadıkları acı gözlerimin önünde canlandıkça nefesim daralıyordu.

Ardena lanetli bir ülkeydi. İçinde barınan herkes ölümü bir şekilde tadıyordu. Masum olması ya da suçlu olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Söz konusu taht savaşı olunca evli olması, yaşlı olması, çocuk olması kimsenin umurunda olmuyordu. Düşman diye nitelendirdikleri şey bırakın bir insanı, bir bitki bile olsa yaşamasına tahammül edilemiyor ve öldürülüyordu. Bu Bekçiler için de Elçiler için de böyleydi. Değiştirilmez ve yazılı olmayan kurallardan yalnızca bir tanesiydi.

Evinde onu bekleyen bir ailesi vardı. O ise bir görev başında olmalıydı. Şimdi ise Marlon'un omzunda bir ceset olarak taşınmaktaydı. Birazdan da Hırçın Deniz'in dalgalarında bedeni parçalanacaktı.

Göze girebilmek için öldürmek zorundaydık. Dikkate alınmak için, birilerinden saygı görebilmek için, birilerinin gözünde bir kahraman ve savaşçı unvanı için öldürmek zorundaydık. Bir mertebeye ulaşabilmek için öldürmek zorundaydık.

Yaşamak için öldürmek zorundaydık...

Saçma ülkenin saçma kuralları binlerce ölü beden barındırıyordu topraklarında. Bazıları kimsesiz bazıları ise tıpkı bu Elçi gibi ailesi olan biri.

Az önceki gözümün döndüğü ve onu öldürebilmek için kolladığım fırsatlar geldi gözlerimin önüne. Sıkıca gözlerimi kapattım silinip gitmesi için. Çünkü hatırladıkça kendimden utanıyordum. Merhamet denen şeyi içimden söküp atmam gerekiyordu. Fakat o bir şekilde içimde dallanıp budaklanıyordu.

"Buradan değil miydi?" dedi Marlon. Düşüncelerimden sıyrılıp ona döndüm. Adımlarını durdurmuş kafasıyla bir yolu işaret ediyordu. Afallamış bir şekilde ona baktım.

"Ne?" dedim. Söylediği şeyi anlayamamıştım. Hatta bir anlığına ne yaptığımızı da anlayamamıştım. Marlon sabır dolu bir nefes aldı.

"Hırçın Deniz." dedi üstüne basa basa. "Bu taraftan değil miydi?"

Sorusu daha yeni yeni aklımda bazı şeyleri yerine getirdiğinde kendimi giderek duygularımın eline bıraktığımı fark ettim. Toparla kendini Rose... Şu anda ciddi bir görevin ortasındasın. Kendini böyle saçma duyguların eline teslim edemezsin.

Duruşumu dikleştirdim. "Uzun zamandır ava çıkmamıştım. Karıştırdım." dedim oldukça normal bir sesle. Ardından girmiş olduğum yanlış yoldan çıkıp Marlon'un gösterdiği yola ilerledim. Marlon yine arkamda kalmıştı.

"Doğru ya! Sahi, prenses ne zaman dönecek?" diye sordu. Derin bir iç çektim.

"Keşke hiç dönmese." dedim ve ekledim. "Daha özgürlüğümün tadını bile çıkaramamıştım."

Marlon alay edici bir sesle hızlanarak yanıma geldi. "İki hafta çıkaramadın mı?"

Yanımda adımlarken sırtındaki adamı görmezden gelmeye çalışarak onunla göz temasımı kesip önüme döndüm. Yoksa yine kendimi kaptırıp adama acımaya devam edecektim. "Özgürlük iki haftaya sığar mı sevgili Marlon? Bu soruya kendin cevap ver bakalım."

Marlon yenilmiş gibi başını yere eğdi. Onu her konuda kendi düşüncelerime ikna edebilmeme şaşırıyordum. Bulunduğum mevkiden dolayı mı yoksa onunla olan bu arkadaşlık bağından mı bilmiyordum. Fakat bir şekilde herhangi bir konu açıldığında ve bu konu üzerinden kendi düşüncelerimi dile getirdiğimde anında bana hak veriyordu. Bu elbette hoşuma gidiyordu fakat bir yandan da onu manipüle ettiğimi düşünüyordum. Ya da fikirlerini rahat bir şekilde yanımdayken dile getirmekten çekiniyor olabilirdi. Birdenbire bu ihtimal beni yine bir düşünce yumağının içine düşürdü. Kafamda bunun bir olasılıktan fazla olduğu sinyalleri dolanmaya başladığında bakışlarımı sırtındaki adama bakmadan yüzüne çevirdim.

"Fikrini paylaşmayacak mısın benimle?" diye sordum doğrudan. Başını dikleştirdi ve bakışlarını bana çevirdi.

"Fikrim mi?" diye sordu şaşkınlıkla. Buna niçin bu kadar şaşırdığını anlayamamıştım.

"Neden bu kadar şaşırdın ki?" dedim hiç çekinmeden. Marlon kaşlarını havalandırdı şaşkınlığını belli etmek için.

"Fikrimi önemsemezsin ki." dediğinde sıkıntılı bir nefes bıraktım. Kastettiği şeyi daha yeni yeni anlıyordum. Fikrini söylemekten çekiniyordu çünkü karşısında Finch Kraliyetinden bir prenses duruyordu. Ailem ve atalarımın ortaya koyduğu saçma kurallardan biri daha gün yüzüne çıktı o an. Halkın fikrini hiçe sayıyorlardı. Yalnızca ama yalnızca onların söyledikleri dikkate alınırdı. Halk ağzını açtığı an susturuluyordu.

Marlon'a döndüm bir kez daha. Onunla tanıştığımız ilk gün gelmişti hemen aklıma. Bana olan saygı dilini daha yeni yeni kırabilmiştik. İlk tanıştığımızda bana sürekli 'siz' olarak hitap etmişti. Bir süre sonra dostluğumuz ilerledi. Birlikte kılıç talimlerimiz olduğu zamanlar ise artık bu 'siz' sözcüğü kulağımı tırmalamaya başladığı için onunla uzun bir konuşma yapmıştım. Bizim dost olduğumuzu ve dostların arasında 'siz' kelimesine yer olmadığını anlatmıştım bütün bir gün. Elbette ikna olmamıştı. Zamanla bu zinciri kırmıştık. Bana 'sen' olarak hitap eden nadir kişilerden biriydi Marlon. Eğitim sırasında tanışmıştık ve benim ilk arkadaşım olmuştu. Bu yüzden yeri hep ayrıydı. Ona her toleransı tanıyordum. Ve şimdi de bu toleransı tanıyacaktım.

"İnsanların fikri benim pusulamdır sevgili Marlon." diye söze girdim. Bakışlarımı ormanın içerisinde gezdirdim. Ağaçlara, kuşlara, sincaplara... Her şeyi kendi bakış açımla görüyordum. Kendi düşüncelerimin verdiği şekille görüyordum. Peki ya benim gördüklerim sadece benim gördüklerimle sınırlıysa? Başkasının bakışından benim gördüğüm ve ağaç diye nitelendirdiğim şey aslında bir ağaçtan daha fazlasıyla? Yeni bir bakış nasıl da değiştirirdi o ağacı... Bir ağaçla sınırlı kalmazdı artık. Yeni birinin fikriyle yeni bir giysi giyerdi artık benim gözümde.

Bakışlarım bir kez daha Marlon'a döndü. "Benimle fikrini paylaşmaktan çekinme lütfen." dedim oldukça samimi bir dille. Marlon'un düşen yüzü hafifçe gülümsedi.

"Her geçen gün beni daha da şaşırtıyorsun." Sözleriyle anlamamış bir şekilde kaşlarımı çattım. O ise devam etti. "Ailen ve sen aynı kanı taşıyor olamazsın. Zira onlara hiç benzemiyorsun."

Gülümsedim. Onlara benzemek en son isteyeceğim şey bile değilken birinin bana bunu söylemesi beni mutlu etmişti. Nihai gayeme doğru yoldan ilerliyordum.

"Ailem ve ben hiçbir zaman bir olamayız zaten sevgili Marlon." dedim. "Neticede günün sonunda onlar yaşarken ben ölmüş olacağım."

Marlon anında korkmuş bir ifadeyle bana döndü. Ona yaşadığımız bu gerçekliği biraz erken hatırlatmıştım. Her prenses gibi benim de kaderim ölmekti. Daha önce de söylediğim gibi, Ardena lanetiydi bu. Suçlu ya da suçsuz olmak mühim değildi. O topraklarda barınıyorsan günün sonunda bir şekilde ölmek zorundaydın. Yaşın, ilmin, merteben... Hiçbirinin bir önemi yoktu. Burada ölüm nefes almak gibi normalleşmişti. İdam edilmek her gün Güneş'in doğması ve batması kadar normaldi.

"Prenses Dione ölmedi ama." dedi Marlon sessizliği bölerek. Umursamaz bir şekilde bakışlarımı onun üzerinde sürdürdüm. "O da bir prenses ancak halk onu hâlâ öldürmedi. Prenses Dione otuz sekiz yaşında ve iki çocuğu var."

Sahte bir etkilenme ifadesiyle kaşlarımı kaldırdım. Sevgili halam henüz halkın gazabına uğramamıştı. Kendisi Finch tarihi boyunca en uzun süre hayatta kalan prensesti. Bizden önceki prenseslerin her biri genç yaşlarında uğursuzluk vadettikleri düşüncesiyle halk tarafından katledilmişti. Sevgili halam Prenses Dione Finch, hanedanımızın sekizinci prensesiydi. En uzun yaşayan ve hayatta kalan tek prenses olduğu için ona herkes saygı duyuyordu. Saygıyı hak ettiğini düşünülen bir prensesti.

Adımlarımız en sonunda o uçuruma gelince durduk. Buradaydık işte. Efsaneye göre Anastasia'nın sürekli ziyaret ettiği yerdi burası. Bu topraklarda Anastasia'nın izleri vardı. Bunu düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu.

"Hadi bakalım Marlon, başladığın işi bitir." dedim Hırçın Deniz'i ellerimle göstererek. Marlon sırtındaki adamı yere indirdi. O an yine adamın yüz ifadesiyle karşı karşıya gelmiştim. Fakat bu kez kendimi kaybetmemek için ona olan odağımı azaltmaya çalışıyordum.

"Düşündüm de ondan sen kurtul Rose. Avını avladığım için küçük bir özür olsun bu."

Söylediği şeyle duraksadım. Elbette ondan kurtulmak isterdim fakat az önce ona karşı olan acıma duygum hala içimde dolaşırken bunu yapmam mümkün değildi. Hırçın Deniz'in keskin kayalıklarına onu atamazdım. Bu bana zevk ya da başarı değil aksine pişmanlık verirdi.

Marlon'a döndüm. "Olmaz. Av senin avın." diye ısrar ettim.

"Seni bazen anlayamıyorum Rose." Kaşlarımı çatarak onu seyrettiğimde elleriyle siyah kıvırcık saçlarını düzeltti. "Avlamak için can attığın avını şimdi kayalıklara atmayı nasıl istemiyorsun? Sana çok güzel bir fırsat tanıyorum."

Gözlerimi devirdim. Gözlerimle havayı işaret ettim. "Saraya dönmem gerekiyor Marlon. Yokluğum anlaşılmadan saraya dönmeliyim. Acele et ve kurtul ondan." dedim. Marlon ellerini göğsünün altında birleştirdi.

"Ondan sen kurtul Rose." dedi ve ekledi. "Israr ediyorum."

Bu anlamsız çatışma beni öfkelendirmeye başlamıştı. Yapmak zorunda kaldığım şeyi yapıp yapmamak arasında kalmıştım fakat eğer yapmazsam Marlon ona acıdığımı düşünecekti. Ve bunu düşünmesi ise merhametimin üzerine sardığım bu sert ve acımasız kızın zırhını kıracaktı.

Marlona' doğru bir adım attım ve yeşil gözlerimi ona diktim. "Ondan sen kurtulacaksın Marlon." dedim sakince ve ardından istemeye istemeye ekledim. "Emrediyorum."

Marlon'un bakışları önce şaşkınlıkla bocaladı. Göğsünün altına bağladığı kolları yavaşça çözüldü. Yüzündeki anlamamış ifade beni de kırmıştı. Bunu yapmak istemiyordum ve o da bunu yapmaktan nefret ettiğimi biliyordu. Birdenbire ona böyle üstten davranmak onu kırmıştı. Beni ise yeniden pişman hissettirmişti.

Marlon bir süre boş boş bana baktıktan sonra yerde duran cesedi tek hareketiyle omzunun üzerine aldı. Ben kızarmış gözlerimle onu seyrederken o, yeri kıracakmış gibi adımlarını sertleştirdi. Ardından uçurumun kenarına gitti ve sert bir hamleyle onu omzunun üzerinden Hırçın Deniz'in öfkeli dalgaları ve keskin kayalıklarına bir çöpmüş gibi fırlattı.

Gözlerim öylece düşen cesedin üzerinde kalmıştı. Marlon ise bu yaptığından en ufak bir acıma ve pişmanlık hissetmemiş bir şekilde yanıma geldi.

"Gidelim. Geç kalma saraya." dedi oldukça ciddi bir ses tonuyla. Yaşadığım pişmanlık duygusu yüzünden ben de kendimi o öfkeli dalgalara atmak ve bu yaşadığım hayattan kurtulup gitmek istemiştim.

"Gidelim." dediğimde Marlon sanki emir beklemiş gibi söylediğim şeyle birlikte anında önüme düştü. Önden yürürken hayal kırıklığıyla onun adımlarını izledim. Ardından son kez uçurumdan aşağı baktım. Ceset artık görünmüyordu. Kayalıkların üzerindeki kan izleri gözlerime çarpınca sıkıca gözlerimi kapadım ve hızlı adımlarla Marlon'un peşine düştüm.

Marlon öfkeli adımlarla ilerlerken ona yetişmeye çalışıyordum.

En sonunda onun yanına geçtiğimde yüzüme bakmamıştı. Dimdik karşısına bakıyordu. Öfkeliyken konuşmazdı. Sadece susar ve içine anlatırdı bütün öfkesini. Çünkü ağzını açtığında ağır konuşacağını ve karşısındaki kıracağını düşünürdü. Ben ise tam tersiydim. Öfkelendiğim zaman ağzımdan çıkan şeyleri kulağım duymazdı ve sonunda ise tıpkı bu şekilde pişman olurdum.

"Marlon..." dedim önce. Marlon bana bakmadan karşısına bakmaya devam ederken onu zorlamak istemedim.

Bir süre sessizce ormanda yürüdük. Aramızda hiç konuşma geçmemişken Marlon bir anda dayanamadı ve adımlarını durdurdu. Merakla onu seyrederken o karşımda dikildi.

"Kırılmadım." dedi tek nefeste. Bana kıyamamış ve açıklama yapma gereğinde bulunmuştu. "Sadece şaşırdım. Böyle mevki dile getirerek konuşmak senin tarzın değildi çünkü."

"Değil zaten." diye atıldım hemen. "Biliyorsun, sinirlendiğimde ağzımdan çıkan şeyleri duyamıyorum."

"Ortada sinirlenmen gereken bir şey yoktu Rose." dedi Marlon hiddetle. Yutkundum. "Avını çaldığım için mi sinirlendin? İstemeyerek yaptığımı söylemiştim. Özür dilemem gerekiyorsa peki. Ö-"

"Hayır." dedim sözünü anında keserek. Ortam gerilmişti ve bunu düzeltememek de beni germişti çünkü Marlon her şeyi yanlış anlamaya başlamıştı. "Özür dilenecek bir şey yok Marlon. Sana öfkeli değilim. Asıl ben özür dilerim, öfkemi sana yansıttığım için."

Marlon derin bir iç çekti. Bu tartışmanın saçma olduğunu fark etmiş olacak ki yüzündeki ifadeyi bozmaya çalıştı. "Biz niye tartışıyoruz ki?" dedi ve cebinden Su Elçi'sinin madalyonunu çıkardı. "Az önce Su Elçi'sini öldürdük. Hala inanamıyorum!" Eski enerji dolu haline çok hızlı bir geçiş yaptığı için kısa süreliğine ona ayak uyduramamıştım. Gözümün önünde madalyonu sallayıp küçük bir çocuk gibi zıpladığında ise gülmeden edemedim.

"Bozuksun sen." dedim gülerek. "Duygular arası geçişin bozuk."

Bu söylediğim onu da güldürmüştü. Kısa süren gerginliğimizi yine tatlıya bağlayan taraf olmuştu. Marlon elindeki madalyona bakarak yola devam etti. Ben de hemen yanı başında yürüyerek onun büyük bir hevesle madalyonu inceleyişini izliyordum. Resmen birazdan madalyona dönüşecekti. İçine gömülmüş üzerindeki işlemeleri tek tek incelemesinin başka bir sonucu olamazdı.

"Bunu kralımıza verdiğimde ne kadar mutlu olacağını düşünebiliyor musun?" dedi. Ormandan sonunda çıkabilmiştik. Şapkalı siyah pelerinime sarıldım ve kasabaya inen yolda ilerlerken pelerinimin başlığını kafama geçirdim.

"Büyük avdan dönebilirse bu dediğini yaşayıp göreceğiz." Başlığı kafama tam anlamıyla taktıktan sonra cebimdeki siyah maskeyi de çıkardım ve yüzüme yerleştirdim. Kasabaya girmek üzereydik. Eğer burada bir kişi bile beni tanırsa anında saraydan kaçtığım anlaşılırdı ve bu da benim başımı belaya sokardı.

"Ne zaman gelecek?" dedi Marlon madalyonu cebine koyarken. Maskeyi taktıktan sonra hemen onu cevapladım.

"Umarım birkaç güne." dedim. Sesim maske yüzünden boğuk çıkmıştı. Sarı dalgalı saçlarımı pelerinin başlık kısmının olduğu yere yerleştirdim. Tam anlamıyla tepeden tırnağa siyahtım. Yavaş yavaş insanlar çoğalmaya başladığında bakışlarımı yere indirdim. Gözlerimden bile tanıyabileceklerinden korkuyordum çünkü büyük annem Kraliçe Marry'e benzeyen ilk hanedan mensubu olduğum herkesin dilindeydi.

Gözlerimin yeşilliği, saçlarımın rengi, yüz ifadem tam anlamıyla söylenenlere göre büyükannem Kraliçe Marry'miş. Ona olan benzerliğim başta tüm saray halkını ürpertmişti. Zira Kraliçe Marry ve benim haricimde soyumuzda sarı saçlı yeşil gözlü bir Finch yoktu. Bu fiziksel benzerliğim bütün bir ülkeye konu olduğu için gözlerimden bile beni tanıyan birinin çıkacağından korkuyordum.

Aralarından geçtiğimiz insanlar hunharca bir yerlere koşuşturuyordu. Bazılarının dilinde kralın ava çıktığı vardı. Bazılarının dilinde aile meseleleri, bazılarının Elçilerle olan savaşımız, bazılarının ise taht... Taht hakkında konuşan bekçilere kesildi kulağım. Onları dinleyebilmek adına adımlarımı yavaşlattım. Kulaklarımı keskin bir şekilde o konuşmaya açtığımda duymayı beklediğim şeyler bunlar değildi.

"Elbette Prens Rowan çıkacak tahta. Diğerlerinin çıkması mümkün mü?"

"Neden olmasın? Prens Chris de çıkabilir. Kralın ikinci oğlu."

"O korkaktan mı söz ediyorsun? Daha kralımız ile ava bile katılmazken tahta çıkacak öyle mi?"

"Kraliçe Prens Chris'in çıkmasını istiyormuş. Kralımız, kraliçemizin isteğine karşı çıkmaz. Ona nasıl bağlı olduğunu biliyorsun."

"Kız doğuran birine kralımız nasıl sadık kalabiliyor anlamıyorum."

Son duyduğum şeyle dişlerimi sıktım. Arkamı dönüp o konuşan densiz Bekçiye ağzının payını vermek istedim. Fakat bunu yaparsam kendimi büyük bir tehlikenin içine atardım.

Konuştukları konular onların hadlerine bile değilken üstüne üstlük kraliçe hakkında, benim hakkımda söylenen o saygısız sözler karşısında susmak yere gömülmek gibi bir şeydi. Yaşayan bir ölü olmaktan farksızdı. Herkesin gözünde yaşayıp sözlerinde ölü biri gibi olmak ne denli bir yok saymaktı?

Yüzümüze gülen Bekçilerin böylesine arkamızdan konuşmaları sinirlerimi olabildiğince germişti. Bütün çocukluğum saraydaki hizmetli Bekçilerin fısıltıları arasında geçmişti. Beni o fısıltıların bizzat kendileri büyütmüştü. Kız doğurduğu için sürekli dillerindeydi annem. Ona krala layık bir eş olmadığını, kraliyet için bir yüz karası olduğunu söylüyorlardı. Bu zamana kadar kız doğuran her kraliçenin yaşadığı zorbalığı benim annem de beni doğurduğu için yaşıyordu.

Marlon ile birlikte sonunda kasabadan çıktık ve saraya uzana yola doğru ilerledik. Marlon bu söylenenleri duymamış olmalıydı. Sesler bir evden geliyordu ve Marlon'un duyma yetisi benim kadar keskin değildi. Duymamış olması normaldi. Bu keskin duyularımı krallığın bilmemesine sevinmiştim o an. Onlar kendi aralarında geçenlerin yalnızca kendi aralarında kaldığını sanarak hayatlarına devam ediyorlardı. Ben ise o aralarında geçen her bir konuşmayı günü geldiğinde soracağım hesaplar için yaşıyordum.

Saraya yaklaştığımızda adımlarımız yavaşladı.

Marlon ile yan yana durduğumuzda sarayı izledik bir süre.

"Yarın çıkacak mısın ava?"

Omuzlarımı kaldırıp indirdim bilmiyorum der gibi. "Prenses Dione gelirse biraz zor. Ama yarın idmana katılırım." Marlon anlamış gibi başını salladı.

"Tamam. Yarın ava çıkmam o zaman ben de. Buralarda olurum." Söyledikleriyle sevinçle gözlerim büyüdü.

"Gerçekten mi?" dedim şaşkınlığımı sesime yansıtarak. "Gerçekten burada benim yanımda olur musun?"

Marlon bir anda asker edasıyla önümde eğildi ve sağ kolunu açarak bana itaat ettiğini gösterdi. "Her zaman sizin yanınızda olacağımdan şüpheniz olmasın majesteleri."

Bu halleri her ne kadar komik gözükse de bir yandan da beni duygulandırıyordu. Benim tek sadık dostumdu o. Çocukluk arkadaşım, sadık askerim, koruyucum ve de koruduğum kişi... Marlon hayatımın en güzel parçalarından birine sahipti. Gözüm kapalı güvenebileceğin insanlardan biriydi. Onunla yüzüm gülüyordu. Beni en çok güldüren kişiydi.

Kıkırdayarak üzerimdeki çamurlu pelerinimi tıpkı bir etekmiş gibi havaya kaldırıp önünde saygıyla eğildim. "Size minnettarım Sevgili Bekçim."

"Tamam yeter bu kadar gösteri. Git artık."

Bir anda ortamın büyüsünü bozunca sinirlenmiş gibi omzuna vurdum. Bu hareketim onu eğlendirmişti. Gülmeye başladığında onun gülüşü beni de güldürmüştü. "Soytarı seni..."

O gülerken yanından yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım. Adımlarım her saraya yakınlaştığında ve Marlon'dan uzaklaştığında kendimi onca yeri seyahat eden ve en sonunda kafesine giren bir kuş gibi hissettim. Kanatlarım vardı ama uçabilecek tek yer kafesin içiydi. Orada ise kanatlarımla uçmak mümkün değildi. Orada açtığım her kanat uçmak değil bir çırpınıştı.

Kanatları olan kuşlar kanatlarını her havalandırdığında uçar sanırsınız. Peki ya tutsak bir kuş kanatlarını açarsa ne olur?

Orada çırpınır. Zamanla kanatları sıkışır, kırılır. Uçamaz. Uçamadıkça uzaklaşır hayattan. Uzaklaştıkça hayattan günü gelir ve ölür.

Öleceğimi bile bile, kanatlarımın kırılacağını bile bile kafesime giriyordum. Altın kafesimin içine...

Sarayın büyük duvarlarından tırmandım ve askerlere fark ettirmeden bahçeye atladım. Hava kararmaya başladığı için beni görebilmeleri pek de mümkün değildi. Önce keskin görüşümle etrafı inceledim. Nöbetçi Bekçiler vardı fakat beni fark etmeleri zordu. Sonra etrafımı dinledim. Etrafta bir sürü ses vardı fakat hiç sesin gelmediği yerler de vardı. Üzerimdeki pelerini çıkarmadan o ses gelmeyen yollara ilerledim.

Saraya arka kapıdan girdim ve hemen kilerin olduğu odaya doğru ilerledim. Kilerin olduğu odaya girer girmez bir kibrit yakıp odadaki gaz lambasını aydınlattım. Burada ses yoktu. Hızla üzerimdeki pelerini çıkardım. Çamurlu botlarım ve kirli pantolon ile gömleğimi çıkarıp yere attım. Sadece iç çamaşırlarımla kalınca kilerden çıkmadan önce sakladığım elbiseyi ve babetleri çıkardım. Telaşla onları giymeye başladım. En sonunda ter içinde kalarak bütün kirlenmiş kıyafetlerimi toparladım ve raflardan birinin arkasına sakladım. Kirli kıyafetlerimi saklar saklamaz dağılmış ve birbirine girmiş saçlarımı düzelttim. Stresten ve telaştan o kadar terlemiştim ki yukarı çıkar çıkmaz banyo yapacağımı kendime hatırlattım.

Üzerimdeki çeşitli mücevherlerle bezenmiş mavi ile yeşil arasındaki elbiseye baktım. Sanırım hızlı giyerken bir kısmını yırtmıştım. Buna aldırmadan yerde duran siyah babetlerimi elime aldım. Babetleri büyük bir özenle koşmaktan nasır tutmuş ayaklarıma geçirmeye çalıştım. Bu lanet ayakkabı o kadar canımı acıtıyordu ki... Şu an o kirli botlarımda daha mutlu olabilirdim.

En sonunda babetlerimi giydim ve ayaklarımın alışabilmesi için bir süre kilerin içinde bir ileri bir geri yürüdüm. Başlarda ayaklarımın acısından yamuk adımlar atsam da sonradan yavaşça ayaklarım alıştı. Tam anlamıyla normal bir şekilde yürümeye başladığımda son kez saçlarımı düzelttim ve kilerden çıktım.

Kilerden çıktıktan sonra merdivenlere ilerledim. Başımı dikleştirip yanımdan geçen Bekçilerin yüzüne bakmamaya özen gösterdim. Çünkü yüzlerine baktığım her bekçinin yüzünde alaycı bir ifade vardı. Bana kız olduğum için ve bir gün ölecek gözüyle baktıkları için onların yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Yoksa o en ufak alay ifadesinde karşımdaki bekçileri toza dönüştürebilirdim.

Aralarından geçtiğim her Bekçi bakışlarını uzun süre üzerimde tutuyor ve yanımdan geçtikleri gibi benim hakkımda konuşmaya başlıyorlardı. Umursamadım. Bu fısıltıların gölgeleri arasında büyümüştüm. Bu yüzden bütün bunlar bana artık normal geliyordu. Onlara hadlerini bildirmek istediğim her anda ise bu insanların beni öldürebilecekleri aklıma geldiği için susmaktan başka bir şey yapamıyordum. Onların beni öldürmelerinden korktuğumdan değil, ölürsem hayallerimi gerçekleştirememekten korkuyordum. Bu saçma düzenin sınırları arasında kalmaktan ve bu düzeni değiştiremeden ölmekten korkuyordum. Yapmak istediklerimi yapamadan ölmekten korkuyordum.

Adımlarım odama yaklaştığında bütün fısıltılardan kurtulmuşluğun verdiği rahatlıkla odama girdim. Odaya girer girmez sevecen yüz ifadesiyle mavi gözleri üzerimde dolaşan Bekçimle göz göze geldim. Onun sevecen haline gülümseyerek karşılık verdim.

"Hoş geldiniz Majesteleri." dedi sadık hizmetli bekçim olan Julia. Memnuniyetle gülümsedim tekrardan.

"Hoş buldum Julia." dedim ve odamın içine doğru ilerleyip yatağımın üzerine oturdum. Julia hemen yanıma gelip yardım etmek için hazır olda beklediğinde ona döndüm ve yaramaz bakışlar attım. Julia anında anladı ve şaşkınlıkla dudakları aralandı.

"Kiler mi Majesteleri?" dedi. Birileri duyarsa diye kendi aramızdaki küçük bir kodlamaydı. Ava çıktığımı ve kıyafetlerimin kilerden alınması gerektiğini söyleyen bir kodlama.

"Evet." dedim anında. "Kiler ile ilgilenmen gerekiyor."

Julia birdenbire kulağıma eğildi ve fısıldamaya başladı. "Majesteleri yapmayın lütfen. Yakalanacağınızdan korkuyorum."

Kendime güvenen bir ifadeyle Julia'ya baktım. Onun fısıltısının aksine sesli bir şekilde "Bana hiçbir şey olmayacak Julia." dedim ve ekledim. "Bir süre daha başının belası olmaya devam edeceğim."

"O nasıl söz Majesteleri." dedi Julia hemen alınarak. Onun bu tatlı halleri hoşuma gidiyordu. Yaşı bana yakındı. Gençti. Birbirimizi anlıyor ve iyi anlaşıyorduk. Onun hizmeti ve bana olan sadakati beni her zaman onurlandırıyordu. Bana insan gibi davranan o nadir kişilerden bir diğeri de Julia'ydı. "Siz olmasanız benim ne önemimim kalır?"

"Asıl o nasıl söz Julia?" dedim ve uzanıp çatlamış ellerini tuttum. Ellerindeki o kuruluk hissini fark ettiğimde kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Bu ellerinin hali ne böyle? Sana merhemimi kullanmanı söylememiş miydim?"

Julia mahcup bir ifadeyle bana baktı. "Siz odada yokken eşyalarınızı karıştıramam Majesteleri." dedi. İnanamaz gözlerle ona baktım ve sıkıntılı bir nefes verip ayağa kalktım. Söylene söylene takılarımın olduğu masama ilerledim.

"Sana müsaade verdiysem hala neyin tereddüdüne düşüyorsun anlamıyorum Julia. Odamdaki eşyaları istediğin gibi kullanabilirsin. Burada ikimiz kalıyoruz zaten." deyip masadaki merhemi aldım ve yine söylenerek Julia'nın yanına ilerledim. "Madem benden izinsiz kullanmaktan çekiniyorsun al bakalım." deyip elimdeki merhemi Julia'nın avuçlarına bıraktım. "Bu artık senindir."

"Majesteleri..." dedi hayretle Julia. Gözleri iri iri beni seyredince ona güven vermek ister gibi diğer elini tuttum ve kuruluktan çatlayan elini okşadım.

"Sen benim elim kolumsun." dedim bana verdiği hizmeti ona hatırlatarak. "İzin ver sana minnettarlığımı bir şekilde ifade edebileyim."

Julia utançla başını eğdi. Yanakları kırmızıya dönerken bu tatlı haline kocaman gülümsedim. Ellerinden ellerimi çektim ve birkaç adım geriledim. "Kiler." dedim tekrardan aramızdaki şifreyi zikrederek. Julia telaşla hareketlendi.

"Kiler. Elbette Majesteleri hemen ilgileniyorum." Telaşla koşturarak odadan çıktı. Onun arkasından gülerek bakakaldım.

Odada tek başıma kalınca bir süre bomboş etrafı seyrettim. Bütün bir hayatımı burada, bu duvarlar arasında geçirmektense bütün bir gün nöbet tutup avlanmak bana kendimi daha iyi hissettiriyordu. Hayata bir kez daha gelme şansım olsaydı asker Bekçilerden biri olmak isterdim. Kraliyet soyundan olmanın ayrıcalığını henüz tadamadığım için kendimi farklı mevkilere daha uygun görmeye başlamıştım.

Yavaş adımlarla balkona doğru ilerledim. Balkona çıkıp soğuk mermerlerine dirseğimi yaslayıp kararan havayı seyrettim. Bugün yaşanan o saçma acıma duygum aklıma geldikçe bütün benliğim kayboluyordu. Kendime ördüğüm zırh kırılıyor, içinde yaşamaya devam eden merhamet bütün bir ışığıyla içimde var oluyordu. Atalarımın sözleri arasında büyümenin ne kadar ağır olduğunu fark ettim o an. Onların koyduğu sınırlarda, onların yadigâr olarak bıraktığı o eşsiz kanın damarımda yer etmesi beni boğuyordu.

İnsan kendi kanında boğulur mu?

Atalarımın bana miras bıraktığı bu kan beni öldürüyordu. Kendi benliğimi öldürüyor ve yerine benimle alakası olmayan bir ruh yer ediyordu. Kendim olmak isterken atalarımın bıraktığı kurallarla kendimden uzak yeni biri yaratıyordum.

Hayatta kalabilmek için...

Herkesin gözünde bir av görevi görüyor olabilirdim. Fakat bu sonsuza kadar bir av olabileceğim anlamına da gelmiyordu. Bunu değiştirmek ve dizginleri ele almak elbette benim elimdeydi. O dizginleri elime aldığım ilk an benden aldıkları her şeyi; saygıyı, merhameti, özgürlüğümü... Her şeyi teker teker geri alacaktım. Sıradan bir av olmayacaktım. Diğer prenseslerin aksine ölmeyi beklemeyecektim. Ölmemek için direnecek ve gerekirse bir avken bir avcıya dönüşecektim. Zira benim bir hayatım vardı. Onu da saçma kurallar ve inanışların esaretine bırakmaya niyetim yoktu.

Yaşamak için avcı olmam gerekirse ölüm meleğine bile dönüşebilecek kadar gözüm kararabilirdi.

Zira bu işin ucunda düzeni değiştirmek gibi bir gerçek vardı.

Tahta çıkmam ihtimaller dahilinde yoktu.

Fakat hesaba katmadıkları bir şey söz konusuydu. O da onların ihtimalleri ile benim ihtimallerimin birbiri ile örtüşmediğiydi.

Ardena'da bilinen en büyük savaş Elçiler ile Bekçilerin savaşıydı. Henüz...

Sırada benim ve bütün krallığın savaşı vardı. İki krallık ve benim savaşım...

Loading...
0%