Yeni Üyelik
12.
Bölüm

BÖLÜM 10: BALO

@duskusu_mona

BÖLÜM 10: BALO

 

"Biz ancak sustuğumuz zaman konuşuruz Ares..."

-ANASTASİA

 

Anastasia...

Herkesin dilinde dolanan ve herkes tarafından görülen bir ölüm meleği... Ardena ölüm meleklerinin diyarıdır. Zira bu topraklarda ölüm nefes almak gibidir. Ölüm kokan topraklar, kökleri kanla sulanan ağaçlar, havayı hançer gibi kesen rüzgârlarla burası yaşamdan uzak bir yerdi. Ölüm basitti. Yaşamak zordu.

Ölüm melekleri olarak geçerdi topraklarında barınanlar. Ölüm melekleri ve kurbanları... Fakat kimse ölüm meleklerini göremezdi. Zira ölümler gözle görülmeden yapılır ve hırçın denizin dalgalarına atılıp silinirdi bu topraklardan. Ardena lanetidir bu. Ölüm meleği gelir, can alır, ondan kurtulur ve yeni kurbanına hazırlanır. Oysa Anastasia bunu herkesin önünde yaparmış. Kurbanlarının canına herkesin gözlerinin içine bakarak kıyarmış. Anastasia herkes tarafından görülen ve bilinen bir ölüm meleğiydi. Herkes tarafından işitilip, herkes tarafından bilinen bir ölüm meleği...

Çocukluğum Chris'in bana, Anastasia hakkındaki efsaneleri anlatmasıyla geçti. Chris her gün yeni duyduğu bir efsaneyi anlatırdı bana ve ben bir kez daha Anastasia'nın gücüne hayran olurdum. Bir melezdi. Ama yaşamıştı. Muhtemelen ailesi katledilmişti. Fakat o bir an olsun yere düşmemişti bile. Ölümün pençesinde savaşmak yerine o ölüm pençesini herkesin boynuna geçirmişti. Bir an bile tereddüt etmemişti. Atam Kraliçe Marry'i herkesin önünde öldürmüştü. Gözünü bile kırpmamıştı. Saf Karanlığı yaratmıştı. Bir an bile korku duymayıp...

Bütün bu yaptıkları kulağa o kadar kudretli geliyordu ki... Küçükken Anastasia gibi olmak isterdim. Onun gibi zalim ve herkesi öldürmek gibi değil, onun kadar güçlü ve dik durabilmeyi isterdim. Herkesin karşısında dimdik olabilmek ve gözümden tek bir yaş bile akmadan bakmak isterdim krallığımın yüzüne. Tıpkı onun gibi saygı duyulmak isterdim.

Her iki krallığın da saygıyla önünde eğildiği ve ona itaat ettiği tek kişiydi Anastasia. Her iki krallığa da hükmedebilen ilk kişiydi. Ölmeyen tek melezdi. Kâinatın en tehlikeli ve en güçlü yüzüğünü yaratan kişiydi. Herkesin duyduğunda ürperten bir isme sahipti. İsmi tek bir ağızdan çıksa bile en gürültülü ortam susardı. İsmi bile hâlâ anılır ve boyunları öne eğdirirdi.

Asla pes etmeyen, bir parmağını kaybetse bile bir an olsun Saf Karanlığı teslim etmeyen ve gücüyle beni büyüleyen biriydi o. Bir kahraman değildi. Kahraman olmak masum öldürmek değildi çünkü. Yalnızca güçlüydü. Hayran bıraktıran bir güce sahipti. Kimse umurunda değildi. Ardena'nın adaletine boyun eğmedi, onun kan dolu topraklarında boğulmak yerine başkalarının kanlarıyla o toprakları boğdu.

Herkes onun geceye benzediğini söylermiş. Gece gibi karanlıkmış saçları. Ay gibi parlak ve bembeyazmış teni. Yıldızlar gibi parıldarmış gözlerinin içi. Gözleri mavinin en koyu tonundanmış tıpkı gecenin en açık hâli gibi... Bakışları bile kalbi tekletir miydi? Tekletirmiş...

Onun söylentileriyle büyümüştüm. Onun gücünün hikayesiyle büyümüş ve onun gücüne imrenmiştim her zaman. Onunla aynı dönemlere olabilmeyi ve onunla tanışmayı öyle isterdim ki... Bütün bunlara nasıl sahip olabildiğini sorardım önce. Saf Karanlık gibi bir gücü nasıl yarattığını sorardım hemen ardından. Onun gibi bir gücü nasıl yaratabildiğini hâlâ merak ediyordum. Yalnız başınayken atamız Kral Ethan'ın formülünü nasıl bulmuştu? Ya da bulmuş muydu? Tesadüf eseri var etmiş olabilir miydi? Hem bir melez hem de böyle bir güç yaratmak tesadüf olamayacak kadar mantıksızdı. Bir şekilde o formüle ulaşmış olmalıydı.

Onun adı geçtiğinde bu topraklar susardı. Tıpkı Elçiler ve Bekçiler gibi. Fısıltısı bile kulağımıza ilişse ellerimiz önümüzde boynumuzu eğerdik. Zamanında Kraliçe Marry ile olan savaşı herkesin dillerinde. Anastasia'nın belki de en ezeli rakibiydi büyük annem Kraliçe Marry. Onların aralarındaki savaş ile ilgili olan dedikodular tarih kitaplarında sayfa sayfa yer alıyordu. Anastasia ve Zalim Kraliçe Marry'nin aralarında geçen her şey, halk tarafından duyulan konuşmalar ve kraliçeyi nasıl öldürdüğü kitaplarda en ince ayrıntısına kadar yazılıyordu. Neredeyse bir asır olacaktı. Bütün bu olanların üzerinden bir asır geçecekti birkaç yıl sonra. İnanılmaz geliyordu. Yaşananlardan bir asır uzaklıktaydım. Bu topraklara öncesinde o ayak basmıştı. Bu sarayın duvarlarında belki de onun el izi duruyordu. Ormandaki ağaçların her birine onun kokusu sinmişti zamanında. Bunun bilincinde olmak bile tüyler ürperticiydi. Onun gibi yüce bir gücün ayak bastığı her noktaya bizler de ayak basıyorduk.

Anastasia saf bir kötülüktü. Herkesin dilinde olsa ve gücüne hayran kalınası bıraksa da acı bir gerçek vardı. O kötüydü. İyi biri değildi. O baştan aşağı kötülüktü. Merhamet yoktu. Acıma duygusu yoktu. Gücü ne kadar büyükse içinde barındırdığı kötülük de o kadar büyüktü. Herkesin ona itaat etmesinin tek bir sebebi vardı. Korku...

Anastasia'nın Elçilerin ve Bekçilerin üzerindeki itaati, onlara saldığı korkudandı. Bu üstün güç herkesin damarlarında bir korku bırakmıştı. Damarda dolaşan o korku bir zehir gibi işliyordu bedenlerine. Bir ölüm gibi...

Korkuyla itaat ettirilen bir krallık ne denli sadakatli kalabilirdi hükümdarına? Elbet o halkın içerisinde bir süre sonra o korku tohumları filizlenip nefrete dönüşecekti. Neticede herkes, nefesini sıkan bir havada yaşamak istemezdi. Anastasia gibi büyük bir korkunun elleri arasında kalmak bir süre sonra insanları caydırırdı yaşamaktan. Belki ölümler bugünkü gibi çok olmazdı ama az olurdu. İyi bir hükümdar olmak ona kalpten sadakatle bağlı olan bir halk var edebilmeyi gerektirirdi. Herkesin barış içerisinde olması gerektiği gibi herkesin birbirlerine olan bağlılığı ve sadakatiyle ancak bir olabilirdi. Hükümdarın halka, halkın hükümdara korkuyla değil, sevgiyle bağlanmasıydı mühim olan.

"Majesteleri..." Saçlarımı tarayan Julia'nın elleri durduğunda aynaya yansıyan görüntüme baktım. Gözlerim daldığı yerden ayrıldı ve Julia'nın aynadaki yansıyan gözleriyle birleşti. Julia gülümsedi. "Daldınız yine."

Mahcup bir şekilde gülümsedim. "Öyle..." dedim ve gözlerimi yeniden masaya çevirdim. Gözlerim bir kez daha masanın üzerine odaklanıp daldığında Julia konuşmaya devam etti.

"Neye daldınız böyle? Yüzünüz bir gülüyor bir duruyor." dedi Julia ve saçlarımı taramaya devam etti. Buruk bir gülümsemeyle masaya bakmaya devam ettim.

"Anastasia'yı düşünüyordum." dedim açık sözlülükle. Julia'nın saçlarımda gezen elleri durdu. Bakışlarının aynadaki yansımama kaydığına emindim. Fakat dönüp de bakmadım ona. Gözlerim hâlâ masanın üzerindeydi. Oraya takılı kalmıştı ve ayrılmıyordu. "Yaptığı şeyleri düşünüyordum."

"Onun adını ağzınıza almayın Majesteleri." dedi Julia öfkeyle. Hafifçe kaşlarımı çatıp aynadaki yansımasına döndüm. Saçlarımı az önceki nazik hâline nazaran biraz daha sertçe tarıyordu.

"Niye?" diye sordum doğrudan.

Julia alayla gülümsedi. "Onun gibi bir katilin ismini duyunca uğursuzluk çöküyor krallığımıza." dedi Julia buna inanmış gibi. O an bir şeyler merak ettim. Bekçiler Anastasia hakkında ne düşünüyorlardı? Herkes benim gibi hayran mıydı gücüne?

"Onu sevmiyorsun." dedim düz bir sesle. Masanın üzerindeki kolyelerden biriyle oynamaya başladığımda Julia öfkeyle soluklandı.

"Bir katili sevebileceğimi sanmıyorum Majesteleri." dedi Julia. Kolyeyi oynayan ellerim durdu. "Üstelik masumları öldüren bir katili asla sevemem."

O an bir farkındalık yaşamıştım. Ben de bir katildim. Ava çıktığım zamanlar öldürdüğüm onca Elçiden sonra masum biri değildim. Bir katildim. Acımasız bir katil. Düşmanlarımı acımadan öldüren bir katil. Bunun farkındalığı ile elimde oynadığım kolye ellerimden düşüp gitti. Aynadaki yansımamdan gözlerimin içine baktım. Bu gözlerin ardında da bir katil yatıyordu.

"O hâlde herkes birer katil Sevgili Julia." dedim şaşkınlığımdan ödün vererek. "Bir savaş içerisindeyiz. Herkes birbirini öldürüyor. Bir ölüm çukurunun içerisindeyiz." dedim ve ekledim. "O hâlde kimseyi sevmiyorsun."

"Hayır Majesteleri." dedi Julia kesin bir sesle. Merakla ona baktım. "Öldürmenin doğru olduğunu hiçbir zaman düşünmüyorum. Kimse ölmeyi hak etmez." dedi net sesiyle. "Düşmanlarımız bile."

Yutkundum ve aynadan çektim gözlerimi. Gözlerimi hızla kırpıştırarak masaya baktım tekrardan. "Bu düşünceyle topraklarımızı onlara kaptırırız." dedim alayla. "Biliyorsun değil mi?"

"Böyle olmak zorunda değil." dedi Julia. İçinde büyük bir merhamet yattığı açıktı fakat merhametini bu şekilde kullanmak onu mahvedecekti. Zira herkesi düşünüyordu ve bu düşünceyle sadece kendine zarar veriyordu. "Keşke her iki krallığa da hükmedebilecek doğru biri çıksa." dedi sonra hayal kırıklığıyla. "Ölüm olmasa. Onlara barışı öğretse. Birlikte yaşamayı öğretse..." diye devam etti hemen ardından. "Bizi kendinden korkutmak yerine bizi kendine bağlasa..." dedi Anastasia'yı kast ederek. Anlamış gibi başımı salladım.

"Böyle biri ancak hayallerde olur Sevgili Julia." dedim alaya karışık. Böyle birinin olmasını ben de isterdim. Fakat kardeşlerimden hiçbiri bu potansiyele sahip değildi. "Ne kardeşlerimin ne de gelecek soydaki varislerin bunu yapabileceğine karşı bir inancım kalmadı artık." dedim umutsuzlukla. "Onlar daha bir tahtı bile paylaşamıyorlar. İki tahta nasıl sahip çıkabilirler?"

"Böyle biri aynı zamanda güçlü de olmalı." diye devam etti Julia. Saçlarımın bir tutamını tokayla güzel bir topuz yaparak başıma tutturdu. "O kadar güçlü olmalı ki herkes onun gücüyle kendini güvende hissetsin." dedi umut dolu bir sesle. Kaşlarımı çatarak hayalindeki kişiyi ben de hayal etmeye çalıştım. "Merhametli olsun. Barış dolu, sevgi dolu olsun..." dedi ve ekledi. "Halkı için adaletli biri olsun. Halkını her daim düşünsün." dedi ve iç geçirdi. "Karanlık olmasın." dedi. "Işık dolu olsun. Bir Güneş gibi parlasın, ısıtsın içimizi."

Bu kez ben iç geçirdim. Anlattığı gibi birinin tahta geçmesini ben de istemiştim o an. Bu özelliklere sahip olan bir erkek bulmak zordu. Erkek kardeşlerimden bu özelliklerin hepsine sahip olan tek bir kişi bile yoktu. Caleb veya ikizlerin biraz daha yakın olduğunu görüyordum sadece. Onlar bu anlatılanlara nazaran daha yakınlardı. Chris bunların bir tanesine bile uymuyordu.

"Dünya bölünse ortadan ikiye..." dedim ve sandalyemden arkama dönüp Julia'nın gözlerine baktım. "... böyle bir varis gelmez bu aileye."

Julia üzülerek başını eğdi. Arkamı dönüp tekrardan kolyemle oynamaya başladım. Julia saçlarımın kalan kısmını güzel bir şekilde örmeye devam ederken bir iç daha çekti. Ördüğü saçlarımı topuzumun etrafına güzel bir şekilde doladı. Ensemde kalan birkaç tutam saçta ellerini gezdirdi ve gülümseyerek aynadan bana baktı. "Hazırsınız Majesteleri..." dedi güler yüzüyle.

Aynada kendime baktım. Saçlarımın bir kısmı örülmüş ve ortada birleştirilip güzel bir topuz yapılmıştı. Bazı örgüler de topumuzun etrafına sarılmıştı. Boynumdaki ucunda kırmızı mücevher olan altın rengindeki kolyeye baktım. Hemen ardından kırmızı olan elbiseme... Oldukça kabarık bir elbiseydi. Kollarında her zamanki gibi tüller vardı. Belinde ihtişamlı bir işleme vardı. Tıpkı gövde kısmındaki gibi...

Oturduğum yerden ayaklandım ve masamda duran küpelere uzandım. Bir gül simgesi olan kırmızı taşlı küpelerimi kulaklarıma yerleştirdikten sonra son bir kez daha aynada kendime baktım. Hazırdım.

"Teşekkür ederim Julia." dedim Julia'ya dönerek. Üzerinde oldukça açık pembe bir elbise vardı. Her zamanki gibi pembe yanaklarıyla büyük bir uyum sağlıyordu.

"Ne demek Majesteleri..." dedi Julia ve ekledi. "Ne zaman ineceksiniz?"

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Daha yeni yeni toplanmaya başlanmıştır salon." dedim kendimce bir çıkarım yaparak. "Sen istersen in ve yardım et. Ben biraz daha odamda kalayım."

"Emredersiniz Majesteleri." dedi.

Odamın ortasına geçtim ve Julia'nın çıkmasını bekledim. Julia'nın odadan çıkan ve uzaklaşan adım sesleriyle içimde tuttuğum sıkıntılı nefesimi seslice verdim ve çaresizce yatağımın ucuna oturdum. Ellerimi birbirine kenetleyerek yeri izledim.

Bugün balo vardı. Yine herkesi göreceğim bir gündü. Bütün bir krallık yetmezmiş gibi bir de benim eşimin seçileceği bir davetti bu. Düşüncesi bile içimi sıktığı için ellerimle boynumu saran elbisemi tuttum ve boynumu açtım. Nefesim beni boğuyordu.

Turnuvada yaptığım o hareketten sonra Bekçilerin gözünde kımıldamamıştım bile. Şimdi ise ilk defa, o olaydan sonra ilk defa, neredeyse hepsiyle aynı ortamda olacaktım. Bana karşı olan bakışları değişmiş olmalıydı. Fakat iyi anlamda değil. Herkesin gözündeki nefret daha da artmış olmalıydı. Beni öldüremedikleri yetmediği gibi işlerini zorlaştırdığım için. Zira Başbekçi gibi büyük bir savaşçıyı yenen birini öldürmeyi artık daha zor buluyor olabilirlerdi. Bunun için de hırs yapıyorlardı.

İçimi temizlemesini umduğum bir nefes çektim içime. Parmaklarımla oynamaya başladım. Bu balonun benim cenaze törenimin olmamasını ummaya başladım. Bu baloda Prenses Dione'un dediği üzere vazifemi sağlayabilmem için gereken eşi seçeceklerdi. Daha on yedi yaşımdaydım. On sekiz yaşıma bile gelemeden beni evlendireceklerdi. Düşüncelerine göre evlenirsem ve erkek bir evlat doğurursam bekçilerin beni öldürme istekleri bir ailem ve oğlum olduğu için azalırmış. Bunu düşünmelerinin tek nedeni sevgili halam Prenses Dione'du. O da tıpkı benim gibi on sekiz-on dokuz yaşlarında evlendirilmişti. İki kızı ve bir oğlu vardı. Yirmi yaşında oğlu doğmuştu ve bekçiler kılına bile dokunmamıştı Prensesin. Şu an otuz sekiz yaşındaydı. En uzun yaşayan prenses olarak saygı duyuluyordu. Aynı zamanda ailesi olan tek prenses olarak da...

Onun gibi olabilmemi istiyordu kral. Bu yüzden beni en kısa zamanda kardeşine yaptıkları gibi evlendirip erkek çocuk doğurmamı istiyorlardı. Ben ise bunlara çok uzaktım. Daha benim onayımın bile olmadığı biriyle zorla evlendirilip üstüne ondan bir çocuk yapmak ve hayatımı erkek çocuk doğurarak sarayın karanlık duvarlarında geçirmek istemiyordum. Bu haksızlıktı. Bu bana verilen, hayat denen şansa bir ihanetti. Ben de o şansa herkes gibi bir kere sahiptim. O şansımı da böyle değerlendirmek istemiyordum. Günün sonunda öleceksem eğer o duvarlar arasında erkek çocuk bekleyerek olmamalıydı bu. Böyle ölmek istemiyordum. Şansımı böyle kullanmak istemiyordum.

Parmaklarımla daha sert bir şekilde oynamaya başladım. Davette bütün soylu aileler olacaktı. Bütün adı duyulan aileler gelecekti. Bütün bu karmaşıklıkların içinde bir de izdivacımın düşünülmesi kendimi değersiz bir köle gibi hissettiriyordu. İzdivacımın bile kararını verebilecek güce sahip olamayan bir köle...

Hayatım başkalarının sözleriyle onaylanıyor ve yine başkalarının sözleriyle reddediliyordu. Seçenek şansı tanımayı geçin, bu kararlardan haberim bile olmuyordu. Ben bir başkasının elinde tuttuğu dizginlerin olduğu bir attan farksızdım. Dizginler başkalarının ellerindeydi. Bu sayede adımlarım da onların ellerinde oluyordu.

Gözlerimi sıkıca yumdum. Bu geceyi istemiyordum. Hayatımın mahvolmaması için dua ettim. Bu gece için dua ettim. Başıma gelecek şeyler için dilekler diledim. Bu izdivacın düşünülmemesi için umutlar serpiştirdim gökyüzüne.

Parmaklarımla oynamayı bıraktım. Gözlerimi ellerime çevirdim. Savunmasız ve nasır tutan ellerime baktım. Bu ellerin arasında bir yüzük görmek istemiyordum. Bir evlilik yüzüğü görmemeyi umuyordum.

Başımı kaldırıp doğruldum yatağımdan. Hançerlerimin olduğu masaya ilerlemeye başladım. Masanın önüne gelince durdum. Ellerim hançerlerin üzerinde gezdi. Renk renk, yakutlar ve elmaslarla donatılan hançerlerimin üzerinde gezdi... Onlara dokunmak bile rahatlatıyordu içimi...

Ellerim kırmızı yakutlarla donatılmış sarı kılıflı bir hançerde durdu. Üzerinde bir aslan simgesi vardı. Gülümseyerek onu elime aldım ve elimde inceledim. Kıyafetimle olan uyumuna gülümsedim ve bir an bile düşünmeden elbisemin cebine hançerimi sakladım. Elbiselerimin her birine özellikle gözle pek görülmeyen bir cep ekletirdim. Hançerlerimi yanımdan bir an olsun bırakmazdım. Onlar benim her şeyimdi. Her zaman nerede olursam olayım... En güvendiğim yerde bile olsam hançerimi bırakmazdım.

Kendimden emin bir şekilde bir nefes bıraktım. Gözlerimi kapıya çevirdim. Adımlarımı da... Hazır mıydım sahiden? Bu gece yaşanacak iyi ya da kötü şeylere hazır mıydım?

Titreyen ellerimi tuttum ve kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bu balo o an bir mal pazarı gibi gözüktü gözüme. Kendimi satıcılarıma sunduğum bir mal pazarı gibi... Bu gece tamamen bundan ibaretti benim gözümde. Kendimi gösterecek ve kendimi beğendirecektim. Ne için? Bir eş bulabilmek için.

Öfkeli bakışlarım kapıda takılı kaldı. Gitmek istemedim o an. Aşağıya inip o kadar gözün beni beğenmesini beklemek istemedim. Zira bu davette tek bir vazifem vardı o da buydu. Bir eğlence değildi benim için bu gece. Kralın dönüşünün kutlandığı bir eğlenceden çok uzaktı. Bu benim kaderimin belirleneceği gündü. Belki de hayatımın yok olacağı gün...

Titrek bir nefes alıp kapıya doğru bir adım attım fakat daha fazla atamadım. Titreyen bacaklarım gözlerimi sıkıca yummama sebep oldu. İstemiyordum. Bu gece oraya gitmek istemiyordum.

Bir adım daha attım.

Yapma Rose. Bunu kendine yapamazsın. Sen bir mal değils-

Ve bir adım daha.

Tanrı aşkına Rose! Bunca zaman çabaladığın şeyleri bir gecede feda edemezsi-

Bir adım daha attım. Kapıyla aramda üç adımlık bir mesafe kalmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırarak bir adım daha attım. Son iki...

Bu kadar mıyız Rose? Sana vazife diye bahane edilen şeyin kollarına mı bırakacağız kendimizi?

Son bir adım kalmıştı. Kendimi tamamen susturdum. Aklımdan geçen onca şeyi.

'Bu bir davet' dedim kendi içime. İçimden konuşmaya devam ettim. 'Bir balo. Fazlası ya da eksiği değil.' dedim bir kez daha ve ekledim. 'Herkes gibi olacağız. Herkes gibi eğleneceğiz. O kadar.' dedim ve kapıyı sertçe iki elimle de açtım. Kapı açıldığından kendimden emin ve sert adımlarla odamdan çıktım.

Salona doğru yürürken aklım sürekli bu gece ve yaşanacaklardaydı. Günün sonunda tek bir isteğim vardı o da sıcacık yatağıma sarılarak huzur içinde uyuyabilmek.

Salonun önünde durunca muhafızlar elleriyle içeriyi gösterdiler. Hiç beklemeden kapıdan içeri girdiğimde gözüme ilk çarpan şey Başbekçi'ydi. Başbekçi ve onun odanın her yerini inceleyen gözleri. Bir şey arıyormuş gibi her yana tek tek bakan gözleri...

Odadaki herkes ellerindeki bardaklarla güzel bir gece geçiriyorlardı. Kimse beni görmemiş görenler ise kaldıkları yerden eğlencelerine devam etmeyi seçmişlerdi. Yüzüme tatlı bir gülümseme yerleştirip eteklerimi tuttum ve merdivenlerden inmeye başladım. Tam o sırada Başbekçi'nin gözleri üzerimdeydi. Beni bulan gözleri üzerimden ayrılmadı aksine, beni baştan aşağı süzdü. Kırmızı elbisem ile olabildiğince az dikkat çekiyordum. Bu gecenin rengi herkesin kıyafetine bakılırsa kırmızıydı.

Başbekçi gözlerini üzerimden çekmeyince utançla başımı yere eğdim. Merdivenleri adımladıktan sonra salonun dans edilen pistinden yavaş adımlarla geçtim. Adımlarım Başbekçi'ye yaklaşıyordu. Onu yendiğim için hâlâ içimde küçük bir suçluluk duygusu vardı fakat umursamamalıydım. Adımlarım onun yanına gelince yavaşladı. Ayıp olmaması adına başımla ona selam verdim ve gülümsedim. O ise geçen gün onu yere seren kişi ben değilmişim gibi bana samimi bir şekilde gülümsedi. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Bana öfkeli olmasını bekliyordum. Öfkeli değil miydi?

Hiçbir şey söylemeden ve adımlarımı durdurmadan yanından geçip gittim. Olabildiğince kalabalığa bakmamaya çalışıyordum. O soylu ailelerden herhangi birinin bana satılıkmışım gibi bakmalarını kaldıramazdım.

Doğrudan adımlarım karşımdaki tahtlarında oturan ailemin olduğu yere gitti. Tahtların önüne gelince önce krala sonra da kraliçeye selam verdim ve yerime geçtim. Bu gece suskun olmalıydım. Bu gece memnun gibi gözüksem de suratsız olmalıydım. Kendimi sevdirmeye çalıştığım onca zamanı bir kenara atmalı ve bugün herkesin benden nefret etmesini sağlamalıydım. Göz önünde hiç olmamalıydım.

Eğlence güzel ilerliyordu. Herkes birbirleriyle eğleniyor ve değişik danslar ediyorlardı. Bardaklar sürekli havada görülüyor ve bir şeylerin şerefine birbirlerine tokuşturuluyordu. Bütün Bekçiler Krallığı mutluydu. Sanki içlerinde bu zamana kadar olan karanlık tarafları ilk defa aydınlığı görmüş ve tatmışlardı. Yüzlerindeki o savaş yorgunluğu gitmişti. Yüzleri gülüyordu. Onlar gülünce ben de gülüyordum.

Gözlerim Marlon'ı aramıştı fakat onu göremiyordum. Çok fazla bekçi vardı ve kalabalıkta herkesin suratı aynı gibi görünüyordu. Başımı kardeşlerime çevirdim bu kez. Dean, Evan'ın karşısına dikilmiş onu ikna etmeye çalışıyordu. Evan ise bu davetten olabildiğince sıkıldığını yüzüyle anlatıyordu. Dean, Kraliçe'den aldığı kızıl saçlarını düzeltti ve boynunu bükerek Evan'a baktı. O an gülümsemeden edemedim. Evan kendime en benzettiğim kişiydi. Dean ise Chris'in çocukluğu gibiydi. Karşımda benim ve Chris'in çocukluğunu görüyordum. Hüzünle gülümsedim ve elimi uzatıp Evan'ın eline uzandım. Evan bakışlarını bana çevirince ona kocaman gülümsedim.

"Bir geceliğine koruma iç güdünün dizginleyebilirsin." dedim ona sıcacık bir sesle. "Bugün tek bir vazifemiz var o da eğlenmek." Evan mahcup bir şekilde başını eğdi. Beni korumak için her an tetikteydi ve bu yüzden eğlencesinden mahrum kalıyordu. Ellerini sıkıca tuttum. "Daha on iki yaşındasın Evan. İnan bana çabuk büyümek pek iyi hissettirmiyor." dedim ve çenemle kendimi gösterdim. "Örnek olarak karşında duruyorum."

"Seni burada tek başına bırakamam Rosemarry." dedi Evan. "Çok fazla bekçi var. Ya sana bir şey yaparlarsa?" dedi endişeyle. Söylediği şeyle içimden bir şey kopup gitti sanki. Ellerimi, elinden ayırdım ve saçlarına götürüp saçlarını okşadım. Onun güzel yüreğinin yansıdığı tertemiz yüzüne baktım uzun uzun...

"Ben istemediğim müddetçe," dedim tane tane. "... kimse bana bir şey yapamaz."

Evan gülümseyerek başını kucağında duran ellerine çevirdi. Dean söze girdi.

"Sence Rosemarry'nin korunmaya ihtiyacı var mı Evan?" dedi şaşkınlıkla. Gülerek ona döndüm.

"Dean haklı." dedim özgüvenle ve bu kez onun eline uzanıp tuttum. İkisinin de ellerini tutup sıkıca sıktım. "Gidin ve eğlenin."

Evan son kez burukça bana baktı. Kızdığımı belli etmek adına gözlerimi kıstığımda gülerek ayaklandı. Sahte kızmam işe yaramıştı anlaşılan. Evan ve Dean tahtların olduğu yerden küçük merdivenlerle indiler ve kalabalığın içine girdiler. Onların gidişini izlerken yanımda duran Evan'ın tahtına birinin oturduğunu hissettim. Chris'ti.

"Merhaba Rose." dedi büyük bir keyifle ve Evan'ın taht görünümlü sandalyesine yayıldı.

"Merhaba Chris." dedim onun gibi heyecanla. Chris onu taklit etmeme keyifle güldü. "Kardeşimin tahtında gözün vardı anlaşılan."

"Benim gözüm her tahtta." dedi büyük bir güvenle. Bunu zaten biliyordum. Onun özgüvenine karşılık gözlerimi devirip salona döndüm yeniden. Chris yanıma eğildi. "Sen hâlâ nasıl yaşıyorsun?"

Kaşlarımı çattım. Ona dönmeden kalabalığı seyretmeye devam ettim. "Ne demek o?" dedim. Sesim ciddi bir tona ulaşmıştı. Chris yerinde biraz daha kıpırdandı ve bir kez daha bana eğildi.

"Prenses Dione diyorum." dediğinde kaşlarım histerik olarak havalandı. İsmi bile kaybolan öfkemi bir şekilde bulup geri getiriyordu. "Sana gerçekten arenaya çıktığından beri hiçbir şey söylemedi mi?"

Sırtımı dikleştirdim. Ellerimi kucağımda birleştirdim ve kalabalığı seyretmeye devam ettim. Sessiz kalışım Chris'in keyfini yerine getirirken o an burnuma bir koku geldi. Ağır ağır Chris'e döndüm. "Sen içtin mi?" diye sorduğumda Chris yine sırıtmaya başladı. O an bu gevezeliğinin sebebini anlamıştım. Serseri Prens yine görev başındaydı.

Yönümü ondan çevirdim ve kalabalığa çevirdim tekrardan. O yanımda bana birkaç soru daha soruyordu fakat dönüp tek kelime bile etmiyordum. Ona dikkatimi vermeden kalabalığın arasında Marlon'ı arıyordum. Onu bir türlü görememiştim. Eğlenceye katılacağını biliyordum. Geç kalmış olabilir miydi? Ben de geç gelmiştim.

Sıkıntıyla nefesimi dışarı üfledim ve kucağımda kavuşturduğum ellerime çevirdim bakışlarımı. Parmaklarımla oynamaya başladım.

Bu davet bir an önce bitmeliydi. Daha fazla bekçi gelmeden bitmeliydi. Daha davetin başı ya da ortalarındaydık. Fakat şu an bile bana fazla gelmişti. Bitmek bilmeyen müzikler ve bekçilerin gülüşme sesleri kafamı çoktan doldurmuştu. Tahammül edebileceğim bir yer değildi burası. Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Üstelik Marlon da ortalarda görünmüyordu. En azından onunla birlikte eğlenebilirdim.

Görüş alanıma giren adımlarla başımı kaldırdım. Prenses Dione yanındaki bir kadın bekçiyle önümde durdu. Başım yavaşça yukarı kalktığında göz ucuyla kraliçe ve krala baktım. İkisinin de gözleri merakla bana bakıyordu. Endişeyle Prenses Dione'a baktığımda o yüzünde büyük bir gülümsemeyle yanındaki kadına döndü.

"Prenses Rosemarry Finch." dedi beni eliyle işaret ederek. "Kralımız ve kraliçemizin tek kızı."

Bakışlarım bir prenseste bir yanındaki kadında dönüp duruyordu. Kadın kahverengi saçlarını oldukça özenli bir topuz yapmıştı. Üzerinde siyah bir elbise vardı ve ela gözleri baştan aşağı beni süzüyordu. Kadın büyüyen gözleriyle bana baktı hayran hayran.

"Tıpkı anlatılanlar gibi..." dedi. Sesi yumuşak bir tondaydı. "Kraliçe Marry'e benziyor. Bu benzerlik inanılmaz." dedi şaşkınlıkla. Öfkeyle soluduğumda kendimi gülümsemeye zorladım. Kadın prensese döndü. "Çok güzelmiş." dediğinde kucağımdaki ellerim bir yumruğa dönüştü. İşte tam anlamıyla şu anda kendimi bir mal pazarında gibi hissediyordum. Kadın gülümsemesini sürdürdü. "Dediğiniz kadar varmış sahiden. İzninizle oğlumla da görüşmek isterim. Onun da beğenmesi önemli."

"Elbette." dedi Prenses Dione. Kanım damarlarımda öyle sıcak akıyordu ki... Bu sıcaklık daha şimdiden ele geçirmişti bütün vücudumu. "İsterseniz oğlunuzu getirin Leydi Soraya." dedi Prenses. "Tanışsınlar sevgili yeğenimle."

"Tabii ki de. Buralarda olacaktı." dedi ve kalabalığa çevirdi bakışlarını. Kadına kocaman yeşil gözlerimle öfke dolu bakışlar atıyordum. Kucağımda sıktığım elimin kenarları bembeyaz olmuştu. Tırnaklarım avucuma öyle batıyordu ki avucumu çizdiğine emindim. Kadın oğlunu ararken prenses bana döndü. Yüzündeki sima silindi. Yeniden o sert yüzüyle kulağıma doğru eğildi.

"Argyris Ailesi." diye açıkladı Prenses. Sertçe yutkundum ve ona dönmeden karşımdaki kadının arkası dönük haline bakmayı sürdürdüm. "Namı en duyulan ailelerden biri. Zamanında krallık için yüklü bir miktar maddi destekte bulundular. Ataları hanedanımız için çok değerli. Savaştayken ataları her daim silah tahsilatını sağladılar."

Bu anlattıkları benim için bir önem arz etmiyordu. Bütün bunların onların ailesine katılmam için hiçbir anlamı yoktu. Kadın oğlunu kalabalığın arasında seçtikten sonra elleriyle bu tarafı işaret etti. Derin bir soluk alıp başımı yanımda duran Chris'e çevirdim. Çoktan sızmıştı. Biraz daha ileride olan Caleb'a çevirdim bu kez. Caleb, kral ile yoğun bir sohbete dalmışlardı. Son kez kraliçeye çevirdim. O da çaresizce bana bakıyordu. Ona yardım dileyen bakışlar attım fakat onun da elinden hiçbir şey gelmedi.

"Ah işte burada!" dedi kadın coşkuyla. Oğlu uzundu ve orta yapılı bir vücudu vardı. Saçları tıpkı annesi gibi kahverengi ve düzdü. Gözleri de yine annesi gibi elaydı. Yukarıdan bakan bakışları benim üstümde gezince keyifle sırıttı. Rahatsızca yerimde kıpırdandığımda kadın elleriyle beni işaret etti oğluna. "Prenses Rosemarry Finch." dedi oğluna. Oğlu baştan aşağı beni süzünce elimde olmadan elbisemi sıkarak buruşturdum. Rahatsız olmuştum hem de fazlasıyla.

"Merhaba." dedi oğlu. O an elimde olmadan sabrımı dolduran öfkemle söze girdim.

"Bana kendinizi tahminen ne zaman tanıtırsınız sevgili bekçilerim?" dedim üstün bir tavırla. Bu kez onları ben baştan aşağı süzdüm. "Zira huzuruma gelirken ne bana saygı selamı verdiniz ne bana kendinizi tanıttınız ne de derdinizi anlattınız." dedim keskin bir sesle. Prenses Dione arkama geçti ve uyarırcasına kolumu tutup sertçe sıktı. Umursamadan devam ettim. "Buyurun sizleri dinliyorum."

Karşımda duran anne oğul birbirlerine baktılar bir süre. Oğlu bütün bunlardan oldukça keyif alıyor gibi gözükse de kadın bu tavrıma çoktan bozulmuştu. Az önceki yüzündeki memnuniyet dolu ifade uçmuş gitmişti. Kolu oğluna gitti ve onu çekiştirdi. Sanki kararından vazgeçmiş gibi. Prenses heyecanla öne atıldı.

"Ah Leydi Soraya, isterseniz biz gençleri yalnız bırakalım." dedi ve son kez kolumu sıktı. "Sizlere güzel bir şarap ikram etmek isterim."

"Çok naziksiniz Majesteleri." dedi kadın zoraki bir gülümsemeyle. Prenses kolumu sertçe bırakıp kadının yanına gitti. Kadınla birlikte merdivenlerden inerek kalabalığa karıştıklarında bu sırıtan bekçiyle yalnız kalmıştım.

"Ben Louis." dedi ve ekledi. "Louis Argyris."

"Memnun oldum sevgili bekçim." dedim üstünlüğümü bozmayarak. Louis elini ensesine götürüp başıyla kalabalığı işaret etti.

"Bence dans etmeliyiz." dediğinde düz bir şekilde ona baktım.

"Derdin sevgili bekçim..." diye mırıldandım. "Derdini hâlâ işitemedim."

Louis yerinde kıpırdanırken onun kıpırtısıyla bir aralıktan Başbekçi'nin bize baktığını gördüm. Louis yeniden yerinde sabit bir şekilde kalınca görüş alanımdan çıktı. Kaşlarımı çatarak onu bir kez daha görmeye yeltendiğimde Louis söze girdi.

"Bir derdim yok." dedi sırıtarak. "Halanız Prenses Dione'un bir derdi var ama anlaşılan." dediğinde gözlerimi kısarak ona baktım merakla. "Sanırım gözüne beni kestirdi."

"Doğru konuş önce." dedim sert bir sesle. Her ne kadar sevgili halam ile aram bozuk olsa da onu bir başka bekçinin ağzında gevelemesine izin veremezdim. "Bahsettiğin kişi bir prenses. Üstelik hayatta kalan bir prenses. Bir kral kızı." dedim onların anlayacağı dilden konuşarak. "Kelimelerini dikkatli seçmeni öneririm."

"Bağışlayın." dedi yine sırıtarak. O an bu gevşek tavırları gözüme fazlasıyla batmıştı. "Öyle söylemek istememiştim. Ben biraz samimi bir tavra sahibim."

"Farkındayım." dedim. Gülümsemedim. Düz bir şekilde ona bakıyordum sadece. O ise bundan zevk duyuyordu.

"Sanırım bu evlilikte erken yaşlanan taraf ben olacağım." dedi. Bu söylediği öfkemi kabartsa da alayla gülümsedim.

"Evleniyor musun? Tebrik ederim." Louis kaşlarını çatarak gözlerini kıstı.

"Nasıl?" diye sordu şaşkınca. Ben ise hâlâ alayla gülümsemeye devam ediyordum. "Siz ve be-"

"Bana fikrim sorulmadı." dedim net bir sesle. "Ben daha hiçbir şey söylemedim. Ben hiçbir şey söylemezken sen kendi başına mı evleneceksin anlamadım?"

Louis ilk kez karşımda öfkelenmişti. O alaycı ve çapkın yüz ifadesi bir anda gitmiş ve yüzü gerilmişti. Ben ise ortamdaki gücü ele aldığım için keyifle tahtıma yayılarak ona baktım ve gülümsedim. Louis derin bir nefes alarak bana baktı.

"Dans teklifimi kabul ederseniz eğer karar vermeniz daha kolaylaşacaktır." dedi. Başımı hafifçe omuzlarıma yatırıp onu süzdüm baştan aşağı. Küçümser tavırlar takınmaktan nefret ederdim fakat bu çocuk sinirlerime dokunmuştu.

"Bir şeyi anlamakta güçlük çekiyorum sevgili bekçim..." dedim. Onunla senli benli konuşmaktan olabildiğince uzak durarak. "Niçin sürekli ortada bir teklif yokken benden bir karşılık bekliyorsun?"

"Size teklifimi beyan ettim." dediğinde gözlerimle ellerini işaret ettim. Louis gözlerimle işaret ettiğim ellerine baktı ve o an fark ettiği şeyle öfkeyle gözlerini yumdu. Elini uzatarak bir dans teklifi yapmadığını fark edince mahcup bir şekilde bana baktı. Başımı onaylamaz bir şekilde sağa sola yavaşça salladım ve duyması için derin bir nefes aldım.

"Ailenizin adı bütün Ardena'da dolansa faydasız..." dedim ve acımasızca ekledim. "... o aile saygı namına zerre şey bilmedikten sonra."

Louis öfkeyle soludu. Bana ellerini uzatarak bir teklifte bulunmak yerine beni sürekli zorlama taraftarı olmuştu. Karşısında sıradan bir bekçi varmış gibi davranıyordu. Annesi ve oğlu da karşılarındaki kişiyi tam anlamıyla anlamamışlardı. Konuşmalarını ve sözlerini başından beri en ince ayrıntısına kadar gözlemlemiştim ve fark ettiğim tek şey beni sürekli bir şeye zorlamalarıydı. Daha kendilerini bile tanıtmadan beni bir evlilik sürecine bir tanışma sürecine zorlamışlardı. Daha teklif bile etmeden bana zoraki bir tavırla dansa çağırmıştı. Bu aile baştan aşağı saygı çerçevesini bilmeyen bir aileye benziyordu. Her şey istedikleri gibi olsun istiyorlardı anlaşılan. Onlar yazıp çizecek ve kuklaları oynayacaktı. Bunu daha bir sohbetle çözmüştüm ve onlara notunu vermiştim.

"Ailem hakkında söylediklerinizi doğru bulmuyorum." dedi Louis. Merakla kaşlarımı havaya kaldırıp ona döndüm. "Dile getirdiğiniz saygı kavramını ailemden bahsederken siz de kullanmıyorsunuz çünkü."

Derin bir nefesle ayağa kalktım tahtımdan. Louis irkildiğinde ondan gözümü bir an bile çekmedim. Bekçilerin bir kısmının bakışlarının bize döndüğünü hissettim fakat umursamadım. Louis merakla bana bakarken ben söze girdim. "Yüzüme uzun uzun bak bu gece sevgili bekçim." dedim güler yüzle. "Zira bu beni son görüşün olacak."

Louis öfkeyle kabardı ve alayla güldü. "Göreceğiz prenses." dedi saygısızca. Gülümsemem öfkemi yansıtan bir gülümsemeye dönüştüğünde Louis zevkle yüzüme doğru eğildi. "Bu sözlerinizi ilk gecemizde kulağınıza fısıldayacağımdan şüpheniz olmasın." dedi fısıltıyla.

Tüylerim öfkeyle kalktığında o bana son kez baktı ve arkasını dönüp gitti. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kraliçe çoktan bir bekçiyle gülerek konuşuyordu. Kral da Caleb ile artık tamamen muhabbete dalmışlardı. Chris hâlâ sızıyordu. Prensesi göremiyordum. İçimdeki boğulma hissiyle sertçe burnumu çekerek merdivenlerden inmeye başladım. Gözlerimin doluşu öfkeyle kırpıştırmamdan dolayı akıyordu. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silip kalabalığın arasından hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Adımlarımı salonun kapısından dışarı attığımda boş koridorda durdum. Ellerimi sarayın soğuk duvarlarından birine dayadım ve diğer elimi boğulan boynuma götürdüm. Elim boynumda yukarı aşağı gezerken gözlerimden yaş dinmiyordu. Derin nefesler alarak kendime gelmeye çalışıyordum. Fakat bu mümkün değildi. İçeride o söylenen aşağılayıcı sözler ve gözler olduğu sürece ben sakinleşemezdim.

Titreyen ellerim sarayın soğuk duvarlarından bir kapı aralanmasını bekliyordu. Bir kapının aralanmasını ve beni bu demir parmaklıklardan kurtarmasını umuyordu. Öyle bir şeyin içerisindeydim ki... Öyle bir yörüngenin etrafında dönüyordum ki... Çaresizliğimin en büyük ispatı, imkânsızlığın güçsüz dallarına tutunmaya çalışıp her defasında yere çakılmamdı.

Kendi hayatım, kendi benliğim bir başkasının, başkalarının elinde her geçen gün bir oyuncağa dönüşüyordu. Dizginlerim nereye asılırsa ben o yöne gidiyordum. Üfledikleri rüzgâr nereyi işaret ederse o yöne savrulmak zorunda kalıyordum. Ellerime bağladıkları zincirleri kırmak bir kenarda dursun o zincirlere dokunmaya bile gücümün kalmadığı bir evredeydim. Hayat çevremde akıp gidiyor ama bana bir kez bile uğramıyordu. Etrafında döndüğüm yörünge bir boşluğa çekiyordu beni. Bana gösterilen ve öğretilen her şey... Doğru dedikleri yalanlar... Rüzgarlarının beni savurdukları yer... Hepsi o boşluğa sürüklüyordu beni. O boşluğun içerisinde her an kaybolacakmışım gibiydi.

Hayatım iki seçenekten oluşuyordu. Ya bedenim ya da ruhum ölecekti bu hikâyenin sonunda. Bedenimi öldürmek isteyen kan kokulu bekçiler dururken, ruhumu öldürmek isteyen benim ailemdi. Damarlarında akan o yüce kanı, daha da eşsiz kılmak için beni kullanacaklardı. Doğurduğum çocuklarımı kullanacaklardı. Ben ise o duvarlar arasında attığım çığlıklarla günden güne ölecektim. Ailemin itibarı için... Ailemin kanının itibarı için kendi canımdan vazgeçecektim. Benden tam anlamıyla bunu istiyorlardı. Hayatımı kendi lehlerinde kullanılacak bir husus gibi görüyorlardı ve bunu yüzüme vurmaya çekinmiyorlardı. Sevgili halam çocukluğumdan beri aynı şeyi fısıldıyordu kulaklarıma.

'Hayatta kalmak için önce ailene sadakat besleyeceksin. Onlara biat edeceksin. Zira damarlarında taşıdığın kan onların sana emanetidir. Emanetine sahip çıkacak gerekirse onu sen yücelteceksin. Sen ve çocukların...'

Ellerim bir kez daha boynuma gitti. Sırtımı duvara yaslayıp iki elimle boynumu tuttum. Boğuluyordum. Damarlarımda akan kan ve verdiği yük beni boğuyordu. Bir insan kendi kanında boğulur mu?

Boğulurmuş.

Nefesim sıklaşmaya başladı. İçeride dönen muhabbetler aklıma geldikçe ve o densiz bekçinin ettiği sözler aklıma geldikçe delirmek üzere oluyordum. Bana söylediği saygı ve terbiyeden aciz sözler nasıl dokunmazdı kanıma?

Alnımda biriken terlere uzandı bir elim. Tek hamlede alnımdaki teri sildikten sonra kendimi toparlamam gerektiğini hatırladım. Bir davetteydim. Bir eğlencedeydim. İçeride herkes eğleniyordu. Herkes bu gecenin anlamını yaşıyordu. Biz neden buradayız Rose? Bu saray bizim.

"Bizim." dedim mırıltıyla. Sesli mırıltım sarayın boş duvarlarında korkunç bir şekilde yankılandı.

Onlar ne zaman umurumuzda oldu ki? Hiçbir zaman...

"Hiçbir zaman..." dedim bir kez daha sesli bir şekilde.

Daha düne kadar bir hayatımız yoktu.

"Bir hayatımız yoktu..."

Ama bugün bir hayatımız var. Herkesin tanık olduğu bir hayatımız var. Herkes gördü bizi. Daha düne kadar bir hayatımız yoktu ama artık var.

"Ama artık var." dedim kendimden emin bir sesle.

Ellerimi boynumdan çektim. Dolan gözlerimi hırsla sildim ve gözlerimi yumarak derin bir nefes aldım. Sanki o an bu geceye yeni başlıyor gibiydim. Bu kapıdan içeri daha yeni giriyordum. İçeridekiler beni daha yeni görüyor, ben de onları daha yeni görüyor gibiydim. Bu gece daha yeni başlıyordu. Az evvel söylenen şeyler, yapılan imalar, hırs dolu gözler yoktu. Yeni bir adımla yeni bir geceye başlayacaktım.

Düşen omuzlarımı dikleştirdim. Sarayın camlarına yansıyan meşaleden kendi gölgemi gördüm o an. Yüzümde bir alev yer ediniyordu bu yansımada. Yüzüm kocaman bir ateşin içindeydi ve rüzgârın hafif esintisiyle bu ateş yön değiştiriyordu. Tıpkı hayatım gibi...

Yutkunarak son kez yansımama baktıktan sonra salonun kapısına çevirdim yönümü. Büyük kapıya baktım baştan aşağı. Bu kapının ardında onca şey vardı. Onca şey... Ama gülümsemeliydim. Onca şeye rağmen gülümsemeli ve mutlu bir şekilde bu geceyi noktalamalıydım.

Bakışlarım bir umut sarayın koridorlarında gezindi. Marlon'u aradım. Yoktu. Bir türlü gelememişti.

Son kez büyük bir nefes alıp ağlayarak çıktığım kapıdan gülerek içeri girdim.

Kapıdan içeri girmemle birlikte Marlon ile göz göze gelince sevincimden yüzümdeki sahte gülümseme gerçeğe dönüştü sanki. Beni yalnız bırakmamıştı.

Masalardan birinin yanında durmuş eğitimdeki bekçi arkadaşlarıyla birlikte bir şeyler içiyordu. Beni görünce durdu ve baştan aşağı beni süzdü. Utanarak gülümsedim ve merdivenlerden inmeye başladım. Adımlarımı hiç durdurmadan Marlon'ın olduğu masaya doğru ilerledim. Marlon kalabalığın arasında kaybolmamak için elini havaya kaldırarak bana yerini gösteriyordu. Kendi kendime gülerek kalabalığın arasından geçerken arkamda hissettiğim hareketlilik ile adımlarımı durdurdum. Keskin kulaklarım o an çok net bir ses işitmişti. O da kabzasından çıkan bir hançerin o sessiz olan keskin sesi.

Bunu işitmemle birlikte Marlon ile göz göze geldik. Marlon kaşlarını çatarak bana döndü. Bana bakan bakışları bir anda kaydı ve arkama döndü. Marlon'ın bakışları büyürken o an gerçekten bunun bir suikast olduğunu hissetmiştim. Ellerim hemen cebime yerleştirdiğim hançerime gitti. Yavaş ve temkinli adımları yavaşça yaklaşıyordu. Tam arkamı dönecekken kral tahtından ayağa kalktı. Kralın kalkmasıyla dikkatlerini krala veren kalabalığa kral, gülümseyerek selam verdi. Salonda oluşan ani sessizlikle birlikte çatılmış kaşlarımla Marlon'a döndüm. Marlon ise kalabalığın arasında hızla bana ulaşmaya çalışıyordu. Arkama dönmeye korkuyordum. Arkamdaki o hareketlilik kralın ayağa kalkmasıyla gitmişti. Marlon hızlı adımlarla yanıma geldi. Kral tam o sırada konuşma yapmaya başladı fakat onu dinlemedik bile. Marlon beni çekiştirerek salonun bir kenarına götürdü. Bekçilerin duymaması için korku dolu bir fısıldamayla ona yaklaştım.

"Kimdi o?"

Marlon öfkeyle gözlerini yumdu. "Göremedim. Siyah pelerini ve maskesi vardı."

"Elinde hançer vardı." diye fısıldadım hemen korkuyla. Marlon ise beni sakinleştirmek ister gibi kolumu tutarak sıvazladı.

"Gördüm Rose. Gözlerimle gördüm." dedi ve titrek bir fısıltıyla ekledi. "Kralın kalkmasıyla arkasını dönüp kaçtı. Arkanı dönseydin onu yakalayabilirdin." Endişe dolu gözlerle ona baktım.

"Yapamadım." dedim birden. Kalbimin atışı değişmişti. Başımı iki yana salladım. "Yapamadım..." dedim bir farkındalık yaşamış gibi. "Neden yapamadım? Niye yapamadım? Yıllardır bu an için çalışıyorum. Nasıl yapamam!" diye kendimi kaybettiğimde Marlon iki kolumu da tutup beni sakinleştirmeye çalıştı. Yüzünü yüzüme eğerek tane tane konuşmaya başladı.

"Bu ilk suikast girişimiydi Rose." dedi ve ekledi. "Nasıl bir şeyle karşılaşacağını gördün ve bu seni şoka soktu. Bu kadar." dedi. Kollarımı yavaşça bıraktığında kollarımın havada kalacak gücü bile kalmamıştı. İki yanıma sallandılar. Ben ise öylece Marlon'un ela gözlerine bakarak sakinleşmeye çalıştım.

"Ben ölecektim." dedim acı içinde. Marlon geriye çekilip az önce yaşadığını üstünden atmak ister gibi elleriyle yüzünü kapattı. Oysa ben ona bakmaya devam ettim. "Ben bu gece-"

"Rose." dedi Marlon uyarıcı bir ses tonuyla. Dehşete kapılmış gözlerimi Marlon'a çevirdim. "Ölmedin. Ölmeyeceksin de."

"Buna bir inancım kalmadı artık." dedim birden. Az önce kapıdan içeri girmeden önce kendime verdiğim sözler bir anda anlamını yitirmişti. Çaresizce başımı iki yana salladım. "Yıllarca bunun varlığını bilerek çalıştım. Sonuç ne? Koca bir hiç." dedim ve ekledim. "Halam haklıydı." diye mırıldandığımda Marlon'un gözleri büyüdü. Bunu söylememi istemiyordu fakat sanırım gerçek buydu.

"Rose..." dedi çaresizce Marlon. "Yapma. Bunu kendine yapma."

"Damat adayı bile hazır biliyor musun?" dedim ona dolu gözlerle. Gözleri irileşince acı içinde gülümseyerek devam ettim. "Halam tanıştırdı bugün beni."

"Sen neler söylüyorsun Rose?" dedi şaşkınlıkla.

Gülümsemeye devam ettim. "Sen yoktun." dedim acı içinde. "Baktım. Yoktun. Sonra o geldi." dedim bakışlarımı yere çevirerek. "Her şey bitti Marlon." diye ekledim. Marlon'un gözleri dolmuştu. Bu zamana kadar bu yalanın gerçeğe dönüşmemesi için çabalamıştı benimle. Şimdi ise tıpkı benim gibi büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. "Yaşamam için tek sebebim buysa..." dedim ve zorla ekledim. "Yapmak zorundayım."

"Rose..." dedi çaresizce Marlon. "Niye böyle yapıyorsun? Bu zamana kadar savaşmadık mı birlikte? Kendi gücünün farkına ne zaman varacaksın sen?" dedi dolu gözlerle. Sertçe burnunu çektikten sonra gözlerini gözlerime dikti. Gözlerinde öfke ve hayal kırıklığı vardı. "O bahsettiğin seçenek seni yaşatacak mı sanıyorsun?"

"Ben ölmek istemiyorum Marlon." dedim acıyla. Marlon öfkeyle gözlerini açtı.

"Bu da ölmek Rosemarry." dedi. Sesindeki ciddilik ismimin tamamını söylemesinden belli oluyordu. İrkilerek gözlerine baktım. Ağzından adımın tamamı çıkmıştı. "Hayatın boyunca zorla çocuk doğurmayı yaşamak mı zannediyorsun?"

"Sus." dedim öfkeyle. Marlon daha büyük bir öfkeyle atıldı.

"Seçtiğin yolun gerçeğini duymak bu kadar zor olmamalı." dediğinde gözlerimden bir yaş süzülüp gitti. "Hadi git şimdi." dedi kralın olduğu yeri göstererek. O an gözlerimi ilk kez kralın olduğu yere çevirmiştim. Yanında Louis ve ailesi duruyordu. Büyüyen gözlerle krala baktığımda yüzüme kan hücum etmişti. Kral, Louis ve ailesine olan minnetlerden söz ederken kulaklarım bir süre sonra bir uğultu duymaya başlamıştı. "Hadi. Gitsene." dedi Marlon. "Ölmeyeceğim ben dediğin yola git. Ne duruyorsun?"

Gözyaşları içinde Marlon'a baktım. Bu maceramda yanımda olan tek kişi olmuştu o. Şimdi ise benimle birlikte taşıdığı bütün yükleri bir kenara fırlattığım için bana öfkelenmişti. O yüklerin altından çıkacağımıza öyle çok inanmıştık ki... Yükleri fırlattıktan sonra yaşadığımız boşluk hissi bize anlamsız geliyordu. Bir o kadar da kan kokulu.

Sendeleyen adımlarla Marlon'ın yanında geçtim ve salonun bahçeye açılan kapısından çıktım. Arkamda hiçbir ses yoktu. Marlon gelmiyordu. Kimse gelmiyordu.

Adımlarım bahçede gezerken ayağımdakilerin ağırlığı bile o an bir pranga gibi geliyordu. Ayakkabılarıma uzanıp çıkardım ve bahçenin ortasında bırakıp çıplak ayak ile bahçeyi gezmeye başladım. Bahçenin karanlığı ayın bile ışığını içine almayacak kadar siyahtı. Keskin gözlerim tek bir şey bile görmüyordu.

Bahçede gezerken attığım her bir adım öyle kötü hissettirmişti ki... Adımlarımı durdurdum ve bahçenin ortasına çöktüm. Bakışlarım tek bir noktaya odaklanmıştı. Karanlığa...

İçimde aydınlık ile karanlık bir savaş veriyordu sanki. Düne kadar halamı bile karşıma almıştım özgürlüğüm için. Yaşamam için... Oysa şimdi onun dediğine gelmiştim.

Tahmin ettiğim ölüm anlarım hiçbir zaman az önce yaşadığım gibi olmamıştı. Kendimi yanımda silahım olmasına rağmen ilk kez savunmasız hissetmiştim. Arkamı dönüp saldıramamıştım bile. Öyle kaskatı kesilmiştim ki sanki bir anlığına bir beden olduğumu bile unutmuştum. Oysa bu zamana kadar ben bu suikast anlarını defalarca hayal etmiştim. Hepsini alt etmiştim hayalimde. Onları hafife almıştım, küçümsemiştim. Fakat içinde bulunduğu psikoloji öyle bir şeydi ki. Ölümün nefesi ensene değince kılın bile kıpırdayamıyordu.

Sağ elim bu düşüncemle birlikte hafifçe enseme gitti. Enseme değen elimle başım hafifçe sağa doğru eğildi. Sağa eğilen başım o an sanki bir hançerin karşısında kesilmesi için izin vermiş gibiydi. Bütün bu özgürlüğümün zincirlerine teslim olmuş gibiydi. Kollarıma, ayaklarıma bağlanan zincirler... Konuşmamam ve bu zamana kadar susmam için ağzımın etrafını kaplayan çelik ağızlık... Hepsine sahiptim o an. Üzerimdeki bir elbise değildi. Boynumdaki bir kolye değildi. Onlar benim zincirlerimdi.

Titrek bir nefes verdim. Az önce yaşadığım şoku daha yeni yeni atlatmayı başarmıştım. O an mantığımı devreye sokmaya çalıştım. Bu girişimlere daha çok maruz kalabilirdim. O anlarda yine az önceki gibi kalamazdım. Cebimde bir hançer vardı. Yanımdan hiçbir zaman ayırmadığım hançerim vardı. Onu elime alıp celladıma geçirmeliydim.

Elimi ensemden indirip kucağıma koyduğumda o an bir şey fark ettim. Ellerim titriyordu.

"Hayır." gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından. Bu düşüncenin ellerimi titrettiğine inanamıyordum. "Hayır Rose... Bu sen değilsin." dedim mırıltıyla ve telaşla dizlerimin üzerine kalkıp ellerime baktım. O an titreyen tek şey ellerim değildi. Bacaklarım bile titriyordu... Korkudan mı? Gerçekten korkmuş muydum?

"Hayır!" dedim kabullenemez bir şekilde. Saçmalıyorsun Rose. Saçmalıyorsun. Sen basit bir bekçiden korkamazsın. Neden korkuyorsun ondan?

Ellerim ve bacaklarım hâlâ titrerken o an öfkeden gözlerim dolmuştu. Sinirle ayağa kalkıp bahçenin etrafında gezmeye başladım. Ben korkamazdım. Korkmak zayıflıktı. Katilimin karşısında böyle titreyemezdim. Artık çocuk değildim. On yedi yaşındaydım. Korku benim lügâtımda olmamalıydı.

Bahçenin etrafında kendimi sakinleştirmek için gezmeye devam ettim. Her bir adımım titriyordu fakat bunu görmezden gelerek başımı göğe çeviriyordum. Bu zamana kadar başıma ne geleceğini biliyordun Rose. Bunun için çabaladın. Bu korkuyla yüzleşmemek için ailenden gizli ava çıkıp elçi öldürdün. Bir kez bile elin titremedi. Şimdi ölüm ensene hafifçe üflemişken niçin böyle titriyorsun?

Adımlarımı durdurdum. Arkamda hissettiğim ritmik adım sesleriyle titreyen ellerimi saklamaya çalıştım. Bu aşina olduğun ayak sesleri Kor Alevin Bekçisine aitti. Arkamı bile dönmeden bilmiş bir gülümseme takınmaya çalıştım ve ona doğru seslendim.

"Bir sorun mu var Başbekçi?" diye sordum birden bahçedeki bütün sessizliği bozarak.

"İyi misiniz Majesteleri?" diye sordu onu nasıl anladığımı es geçerek. Sinir bozukluğuyla gülmeye başladım. Bu soru şu an öyle can yakıcı bir hale bürünmüştü ki...

"Bu soruyu öyle bir anda sordun ki..." dedim gülmemin arasında. "Sanırım şu an bir şokun etkisi altında kalmasaydım iyiyim derdim." dedi dürüst bir şekilde. Hâlâ şokumu atlatamıyordum. "Atlatıp cevap vereceğim. Bana biraz izin ver."

Başbekçi yavaş adımlarla yanımda durdu. Ona dönmedim. Karanlığı izlemeye devam ettim. Karanlık bile korkutmuyordu bedenimi. Ufacık bir nefes... Ufacık bir ses... Dengemi alt üst edip gitmişti. Karanlık dolu ağaçlara ve dallarında oradan oraya uçuşup duran kuşları seyrettim. Karanlık öyle iyi gelmişti ki... Onun sessizliği ve hissizliğine bu kadar muhtaç olabileceğimi bir an olsun geçirmemiştim aklımdan.

Gözlerim kuşların uçuşuna takılı kalırken dudaklarımı araladım istemsizce. "İyiyim." dedim ruhsuz bir sesle. Ses tonum ve mizacım bile bunun aksini iddia ediyordu. Başbekçi ellerini arkasında birleştirdi ve yanımda kıpırdanarak duruşunu düzeltmeye başladı. Ardından sesli bir şekilde boğazını temizledi ve baktığım noktaya bakmaya başladı.

"Sizi öldürmeye kalkan bekçi..." diye söze girdiğinde sırtım dikleşti korkudan. Sanki az önce üzerimden atmaya çalıştığım korku bedenime ulaştığı gibi sırtımdan tırmanıp boynuma kadar ulaşmış ve bir ip gibi çekmişti bedenimi kendine. "Kralımız o haini fark edip bana ölüm emrini verdi. Bekçi öldü."

Yutkunarak ona döndüm. Anlattığı şeyin gerçeklik payını ona sormaya bile cesaret edemiyordum. Kral böyle bir şey yapmış olabilir miydi gerçekten? Beni öldürmek isteyen bir bekçiyi öldürtmüş olabilir miydi? Fakat bu... Bu çok büyük bir şeydi... Zira bu zamana kadar hiçbir kral, kızlarına uygulanan bu suikastlere karşı bir başkaldırı yapmamıştı. Halkındaki bekçileri karşısına alıp kızlarının ölümlerine engel olmamıştı. Babam yaptığı bu hareket ve kararla birlikte halkı karşısına almıştı. Bütün bir krallığa başkaldırıp onları karşısına alması demek daha büyük bir şeydi. Üstelik Elçilerle hala savaş halinde olduğumuz halde.

"Sen neler söylüyorsun Bekçi?" diye sordum şaşkınlıkla. Başbekçi sadece yüzüme baktı uzun uzun.

"Celladınızın canını kendi ellerimle aldım Majesteleri." dedi durgun bir sesle. "İçiniz rahat olsun. Gecenin keyfini çıkarın."

"Ne keyfinden söz ediyorsun sen?" diye sordum yönümü ona dönerek. İçimde beliren küçük bir öfke vardı. "Babam-" deyip duraksadım. Dengeyi iyice kaybettin Rose. "Kralımız..." diye düzelterek Başbekçi’ye döndüm. "Sana o bekçinin ölüm emrini verdi." dedim doğrulamak ister gibi. Çok normal bir şeymiş gibi sakince başını salladı.

"Evet." Gözlerim irileşti.

"Ve sen de onun emrine biat edip bekçiyi öldürdün." dedim bu kez. Drach yine çok normal bir şeymiş gibi kabul etti.

"Evet. Çok iyi bir dinleyicisiniz."

"Babamın-" dedim bir kez daha kendimi kaptırarak. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Öfkeden konuşamıyordum bile. "Kralın başının belaya gireceğini bile bile mi yaptın bunu?"

"Kralın emrine biat etmeseydim de benim başım belaya girecekti." dedi. Sanki şu an oldukça sıradan konular üzerinden konuşuyormuşuz gibi rahattı. Bu rahat tavırları karşısında daha da şaşırıyordum.

"Ya krala bir şey olursa?" diye sordum korkuyla. Daha önceden tarihte böyle bir şey gerçekleşmediği için halk ne yapardı bunu bile kestiremiyordum. Ya bu kez halk kendi babama saldırırsa? O vakit nasıl yaşayacaktım bu vicdanla?

Drach omuzlarını kaldırıp indirdi. "Onu o zaman düşünürüz."

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun bekçi?" diye öne atıldım. Artık öfkemi dizginleme aşamasını çoktan geçmiştim. "Söz konusu olan kişi kral. Bu krallığın efendisi. Efendin hakkında böyle rahat davranman seni soğukkanlı ve güçlü bir savaşçı yapmıyor!"

"Soğukkanlı ve güçlü bir savaşçı değilim zaten Majesteleri." dedi birden. Başımı hafifçe kaldırıp gözlerine baktım. O ise hâlâ oldukça rahat bir şekilde duruyordu. Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. "İnanın bana bu topraklar üzerinde benden daha soğukkanlı ve daha güçlü bir bekçi var." dedi ve bilmişçe ekledi. "Ama yine de beni böyle görmeniz çok hoş."

Kaşlarımı çatarak ona baktım. "Kimmiş o?" diye sorduğumda başbekçinin gülümsemesi büyüdü.

"Onu da mı yeneceksiniz?" diye sorduğunda alaycı bir gülüş çıktı dudaklarımın arasından.

"Sen Anastasia'yı kastediyorsun." dedim çıkarım yapar gibi. "Ne yazık ki onu yenemem. O kadar da değil." dedim ve ekledim. "Zaten kendisi şu an hayatta mı değil mi bu bile meçhul."

Drach başını salladı ağır ağır. "Neden yenemeyeceğinizi düşündünüz?"

Ona şaşkın bakışlar attım. Sorduğu soruyu duymuş muydu acaba? Anastasia ve onu yenmek...

"Neden yeneceğimi düşüneyim?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim ve hızla ekledim. "Kendisi kâinatın en güçlü yüzüğüne sahip. Ben basit bir yüzük bile kullanamazken nasıl yeneceğim onu?"

"Sorun yok." dedi ve parmaklarındaki kırmızı parlak yüzüğünü önüme tuttu. "Benimkini size seve seve ödünç verebilirim."

Dalga geçiyordu. Düpedüz karşıma geçmiş bana sunulamayan fakat kendisine sunulan o imkanla benim gözümün önünde benimle alay ediyordu. O gün o arenada onu gömmeliydim.

Kaşlarımı kaldırdım ve ona baktım. Ardından kendimden beklemediğim bir şekilde gülmeye başladım. Elimi göz pınarlarıma yerleştirip gülmeye devam ettim. Başbekçi ise benim gülüşümü izliyordu. Birden gülmemi durdurup ona doğru kaldırdım başımı. Ani değişen duygu değişimime karşılık şaşırmıştı.

"O yüzüğü senin parmaklarına ben taktım bekçi." dedim tane tane. Yüzümdeki gülümsemeyi söndürüp ona oldukça korkunç bir şekilde baktım. "Taktığım gibi almasını da bilirim." dedim ve hemen ardından gözlerimle parmaklarını işaret ettim. "Diğer müsabakamızda parmaklarına çelikten bir eldiven geçir. Yanlışlıkla kırılır falan. Yazık olur."

Drach koca bir kahkaha attığında ben de ona eşlik ettim. Kahkahalarımız sarayın duvarlarında yankılanıyordu. İçerideki bekçilere çevirdim bakışlarımı. Kulaklarımı ardına kadar açtım. Kulaklarımın içine dolan o güzel melodiyle birlikte gülümsemem büyüdü. Gözlerimi açtığımda mırıldanmaya başladım.

"Çok severim bu melodiyi." dedim. Başbekçi önce bana sonra da içeri baktı. Ardından o da kulaklarını ardına kadar açtı ve dinlemeye başladı. Ben ise devam ettim. "Kraliçe ve Kralımız en sevdiği melodidir bu. Bu yüzden ben de çok seviyorum." dediğimde Başbekçi etkilenmiş bir şekilde bana döndü.

"Öyleyse yakından dinleyin Majesteleri." dedi ve büyük bir saygı göstergesiyle birlikte eliyle sarayı işaret ederek önümde eğildi. Kıkırdayarak eteklerimi tutup onun önünde eğildim teşekkür ettiğimi belli ederek. Birlikte saraya doğru ilerledik.

Sarayın kapısından girdiğimiz an o güzel sesle birlikte büyülendiğimi hissettim. Bütün kalabalık bu güzel melodiyle birlikte çiftler halinde birbirleriyle dans ediyorlardı. İkimizin de adımları durduğunda Louis ile göz göze geldim. Yanında Chris duruyordu ve birlikte bir şeyler içiyordu. Onun gibi densiz birinin benim serseri erkek kardeşimle anlaşabilmesine şaşıramamıştım bile! Asıl birbirlerini bulan onlardı.

Gözlerimin önüne Louis'in davetin başında yaptığı o hadsiz sözleri aklıma gelmişti. Bir teklifte bile bulunmadan bana sürekli zoraki sözlerle dans ettirmeye çağırdığı aklıma geldikçe kanım karıncalanıyordu. Onun gibi biriyle asla bir hayatı paylaşamazdım. Onun gibi birinden asla çocuk yapamazdım.

Öfkeli kısık gözlerim Chris ve Louis'in üzerinde gezerken önüme geçen bir bedenle gözlerimi araladım. Karşımda dikilen Başbekçiye meraklı bakışlarla bakarken o bir anda gözlerimin önünde hafifçe dizlerinin üzerine çöktü ve sağ elini bana uzattı. İşte o an kalbimin hızıyla başımın ağrıdığını hissetmiştim. Şok içinde ona bakarken o konuşmaya başladı.

"İzniniz olursa bu güzel melodiye benimle birlikte eşlik eder misiniz Majesteleri?"

Dudaklarım şaşkınlıktan aralanırken gözlerim karşımdaki masada duran Chris ile Louis'e gitti. Onların bakışlarına bakmak için çevirdiğim gözlerim birçok kişinin bakışlarıyla karşılaştı. Salondaki dans eden çiftler bize bakıyorlardı. Bir prensesin belki de ilk defa önünde diz çöken birine ve ona dans teklifinde bulunan birine. Başbekçiye. Namıdiğer Kor Alevin Bekçisine.

Herkesin gözü önünde, bekçilerin gözünde değersiz olduğumu ve ölü olduğumu bile bile, onu günler öncesinde herkesin gözü önünde yere serdiğim halde şu an önümde diz çöküyor ve bana dans teklifinde bulunuyordu. Yüzümün heyecandan kızardığına emindim.

Louis'in elindeki bardağı sıktığını, bardağı kavrayan ellerinin, bardakla temas eden yerlerinin beyazlaştığını fark ederek görmüştüm. Öfkelenmişti. Ve benim onun dans teklifini ,olmayan teklifini, değil de gerçek bir teklifi kabul etmem onu daha da öfkelendirecekti. Fakat o umurumda değildi. Umurumda olan tek şey herkese rağmen önümde diz çöken bu bekçinin teklifini geri çevirmeyeceğimdi.

Bekçilerin bakışları üzerimizden hiç bekletmeden eteklerimden tutup bekçimin önünde bir hanımefendi edasıyla eğilip teşekkürümü ilettim ve hemen ardından eldivenli elimi onun sağ eline götürdüm. Başbekçi elimi tuttuğu gibi ayaklandı ve ağır adımlarla dans pistinin ortasına beni götürmeye başladı. Yüzümdeki gülümsememi bir an olsun düşürmedim. Bana bakan, bana nefret dolu bakan o gözlere inat gülümsedim. Az önce ölümle burun buruna gelmiş olduğum gerçeğini bile bile gülümsedim. İçlerinden birinin beni yine ölümle burun buruna getirebileceğini bile isteye gülümsedim. Ben somurttum, herkes güldü. Şimdi gülme sırası bendeydi.

Ben gülümsedim.

Gülümseler soldu.

Dans pistinin ortasında durduğumuzda oldukça nazik bir şekilde ellerimizi havaya kaldırdı. O kadar dikkatliydi ki onun bir savaşçı olduğunu bile şu an unutmuştum. Elleri belimi yavaşça kavradığında ben de diğer elimi onun omzuna yerleştirdim. Melodi devam ederken biz dans etmeye başladık. Koca salonun ortasında her şeyi bir kenara fırlatmış dans ediyordum. Başbekçimle.

Uzun zamandır dans derslerime katılmadığımı fark ettim o an. Bacaklarım sürekli birbirine karışıyordu. Dönmem gereken yerlerde genellikle başbekçiyle bakışıyorduk ve onun göz işaretleriyle dönmem gerektiğini hatırlıyordum. Dışarıdan acemi gibi gözüküyordum ve çoğu bekçim bunun hakkındaki fısıltılarından elbette eksik kalmadı. Benim çocukluğumdan beri aldığım onca dans derslerine, öğretmenlerime ve bana ettikleri hakaretler o an bir fısıltı gibi değil de bir hiç gibi gelmişti kulaklarıma. Umurumda değildi. Bu gece hiçbir şey umurumda değildi.

Beni etrafımda döndüren Başbekçim beni kendine çektiğinde kulağıma doğru eğilip fısıldadı. "Öyle arenada yere sermekle olmuyormuş değil mi Majesteleri?" dedi. Keyifle güldüm.

"Seni yenmem gereken bir yer daha varmış. Bu doğru." dediğimde güldüğünü işittim.

"Savaşma konusundaki maharetinizi dans konusunda da bekliyorum o zaman."

"Savaş bitince sana sözüm olsun o zaman." dedim. Güldük.

Melodi bitine kadar dans ettik. Ayaklarım çıplaktı. Ayakkabım yoktu. Fakat sorun yoktu. Çıplak ayaklarla, dans pistinin tam ortasında, beni öldürmek için fırsat kollayan onca bekçinin içinde, halamın ve onun damat adayının karşısında, günler evvel yere serdiğim başbekçimle dans ediyordum. Ölümle burun buruna gelmiştim. Ölüm bana gerçek olduğunu hatırlatmıştı. Karanlık artık içime işlemiş gibiydi. İçime öyle işlemişti ki çocukken kaçtığım karanlığın kollarındaydım şimdi.

Bu gece olan her şeye rağmen ben gülümsüyordum.

Her şeye rağmen gülümsemeye devam edecektim...

Loading...
0%