@duskusu_mona
|
BÖLÜM 11: HAYATTA KALAN İKİNCİ PRENSES
Ölüm ile ölüm arasına sıkışanların tek bir çıkış yolu vardır. Yaşamak. Bedeniniz kendinize ağır geldiğinde pes etmek, bileğinize takılan zincirleri gördüğünüzde başınızı eğmek, boynunuza dayanan kılıçlara sessiz kalmak kurtarmaz kimseyi. Bütün bunlara rağmen yaşamak için savaşırsak işte o zaman ölüm ile ölüm arasına sıkışan bedenimiz bir çıkış yolu bulacak. Bedenimiz yaşamayı öğrenecek, yaşama tutunacak ve onun için savaşmaya başlayacak. Ölüme inat yaşayacak. Ölüme meydan okuyup yaşamak için savaşacak. O vakit toza dönüşecek bileklerdeki zincirler. O vakit susacak ölümün fısıltıları. O vakit kaldıracaksınız başınızı göğe. Çünkü yeni bir çıkış yolunun ilk adımlarını atmak için önce göğe kavuşmalısınız. Göğe kavuştuğunuz zaman sizi tutan her bir el size yürürken bedeninize takılan basit birer dal parçası gibi gelecek. Güneş yüzünüze güldüğünde ve ısıttığında mühür vurulan dudaklarınız ağır ağır gülümseyecek. Rüzgâr teninizde dans ettiğinde ölüm kokusunu savurup götürecek. Bulutlar üzerinize toplanıp yağmaya başladığında akıtılan gözyaşlarını bir bir alıp götürecek. Ve karanlıkla tanıştığınızda yaşamaya başlayacaksınız. Karanlığı kaybedersiniz ölmeye mahkûm kalacaksınız. Bakışlarım kapıda duran muhafızlar arasında gidip geliyordu. Kapının ardında olan kraldan bir izin gelmesini bekliyordum. Sabahtan bu yana aklımda olan ve aklımı kurcalayan bir konu vardı ve onu çekip atamıyordum zihnimden. Dünkü balodan sonra gece bir kere bir uyumamıştım. Gözüme tek bir uyku damlası bile akmamıştı. Bütün bir gece kral ile olan konuşmamız için kendime bir konuşma hazırlamıştım. Muhafızlardan biri benim sıkıntıdan oflayıp puflamaya başladığımı görünce kapıyı açıp kafasını içeri uzattı. Arkadaşının içerde ne yaptığını izlerken bakışlarımı sarayın duvarlarına çevirdim. Duvarların üzerine asılan meşalelerin alevi ve onların gölgelerinde gidip geliyordu bakışlarım. Dün akşam yaşadığım korku bedenimi bugün tam anlamıyla terk etmişti. Fakat o anları hatırlayınca içimde bir huzursuzluk beliriyordu. Bütün bunların neyden kaynaklandığını bir türlü anlayamıyordum. Anlamam mümkün olmuyordu. Kendimi daha önce hiç bu kadar titrerken görmemiştim. Çocukken yaşadığım korkulardan daha farklıydı bu. Ölüm korkusu muydu bu? Derin bir nefes alıp o hançer sesini unutmaya çalıştım. Hançerin kabzasından çıkan ses kulağımda öyle bir yer edinmişti ki... Bütün bu yaşananları unutsam bile o sesi unutamayacaktım. En sonunda muhafız kapıyı ardına kadar açıp geçmem için elini içeriye doğrulttu. "Kralımız sizi bekliyor prenses." Başımı sallayıp hiçbir şey söylemeden kapıdan içeri girdim. Kapıdan girmemle Kral, masasının üzerindeki parşömenleri toplamayı bıraktı ve bana döndü. Solgun ve üzgün duran yüzümü görünce endişeyle kaşlarını çattı ve yanıma gelmeye başladı. Odadaki diğer krallık görevlileri ise kral ile beni izliyorlardı. İş konuşuyorlardı anlaşılan. Doğru bir zamanda gelmemiştim. "Rosemarry..." dedi kral ilgiyle ve yüzümü avuçlarının arasına alıp alnıma bir öpücük kondurdu. "Solgun görünüyorsun. Hasta mısın yoksa?" Kral alnımdan ayrılıp gözlerimin içine baktığında ne söyleyeceğimi bilemedim. Dün bütün gece bu konuşmayı hayal etmiştim fakat şimdi her şey aklımdan uçup gitmişti. Üstelik bu konuyu buradaki yüksek mertebelerde olan krallık görevlilerinin önünde konuşmak istemiyordum. "Pek doğru bir zamanda gelmedim sanırım." dedim gülümsemeye çalışarak. O an bu görevlilerin arasında Caleb'ı da görebilmiştim. Onu görmemle kaşlarım çatıldı. Etrafa bakınmaya başladım. Chris'i görmeyi ümit ediyordum fakat o yoktu. Sadece Caleb vardı. "Senin için her zaman zamanımın olduğunu biliyorsun Rosemarry." dedi ve gülerek gözlerimin içine baktı. Ona gülümseyerek karşılık verdim. "Dün baloda olanlar hakkında konuşacaktım Majesteleri." dedim ciddi bir ses tonuyla. Kralın gözlerinin değiştiğine şahit oldum. Gözlerindeki endişeli ve keskin bakışları görünce ben de oldukça ciddi bir şekilde krala baktım. Kral ağır ağır arkasını dönüp görevli olan bekçilere seslendi. "Bize biraz izin verir misiniz sevgili bekçilerim?" dedi. Bekçiler, emri ikiletmeden boyun eğip odadan çıktılar. Odada yalnızca Caleb kalmıştı. Krala dönüp gözlerimle Caleb'ı işaret ettim. Kral anlayışla gülümsedi ve Caleb'a döndü. "Rowan... Biz biraz baba-kız sohbet edeceğiz." "Emredersiniz Majesteleri." Caleb sorun çıkarmadan odadan çıktı. Kral bir süre kapının önündeki adım seslerinin uzaklaşmasını dinledi. Ardından bana döndü ve mahcup bir şekilde bana baktı. Ben ise tek bir üzgünlük bile göstermemeye özen gösterdim. Zira dün yaşadığım şey için bundan böyle ne korkacaktım ne de üzülecektim. Ben bunu zaten hayatımın bir evresinde yaşayacaktım. Benim yaşımdan daha küçük yaşlarda ölen prensesler vardı. Aynı korkuyu daha küçük yaşlarda yaşayan ve hayattan koparılan prensesler varken başıma gelen bu normalleşen şey için korkup bir köşeye sinmeyecektim. Aksine. Bundan böyle beni yıllarca saklamaya çalıştıkları yerden çıkacaktım. Kendimi göstermenin zamanı gelmişti. Adımı silmeye çalışan herkese adımı ezberletecektim. Kral yutkundu ve söze girdi. "Dün gece başına gelen o iğrenç durum için lütfen bağışla beni." dedi mahcup bir tavırla. Duruşumu bozmadım. Benden af diliyordu. Kral benden af diliyordu. "Daha güçlü bir önlem almalıydım. Daha dikkatli davranmalıydım." "Ben size dün gece beni korumaya yönelik aldığınız önlemlerin zayıflığı için hesap sormaya gelmedim Majesteleri." dedim net bir sesle. Başım ve omuzlarım dik sesim kararlıydı. "Ben sadece benim için neden böyle büyük bir sorumluluk aldınız bunu öğrenmek için geldim." "Sorumluluk mu?" diye sordu kral şaşkınlıkla. Doğrudan kralın kahverengi gözlerine baktım. "O bekçinin ölüm emrini verdiğinizi biliyorum." diye açıkladım ve ekledim. "Duydum." dedim. Başbekçi’nin başını yakmak gibi bir derdim yoktu. Duyularım keskin olduğunu kral o arenada öğrenmiş olmalıydı. Bunu herkesin gözü önünde itiraf etmiştim. Tabii dikkate alanlar için bu ne kadar büyük bir tehditse bunu yalan zannedenler için ettiğim itirafım onlara göre komikti. "Daha önce hiçbir kral, kızı için böyle bir sorumluluk almadı. Krallığı karşısına almamak için. Çünkü biliyorlardı. Krallık bir araya geldiklerinde mutlak bir güç doğacak ve bu güç kralı tahtında etmeye kadar gidecekti. Fakat siz..." dedim ve durdum. Öyle hızlı konuşmuştum ki nefesim bitmişti. Üstelik bu anlattığım şeyler öyle ağırdı ki düşüncesi bile boğazımı düğümlemeye yetmişti. "Siz bunu bile bile o bekçinin ölüm emrini verdiniz." Kral gözlerini gözlerimden ayırmadı. Kararında oldukça net olduğunu belli eden keskin bakışlar atıyordu. Gözlerindeki kararlılık ve öfke bir perde görevi gören kahve gözlerinden bir ışık gibi sızıyordu. Öfkesi de kararlılığı da bir güneş gibi yansıyordu yüzüme. "Ya bunu öğrendikleri zaman size isyan çıkarırlarsa?" dedim acı bir fısıltıyla. "Benim yüzümden kardeşlerimin babasız, halkın kralsız kalmasını istemiyorum Majesteleri." dedim net bir sesle ve oldukça kararlı bir şekilde ekledim. "Yaşamım da ölümüm de bana emanet." dediğimde kral şaşırmış bir şekilde kaşlarını kaldırdı. Benden böyle sözler beklemiyordu. Akşam hazırladığım konuşmayı unutmadan krala söylemeye başladım. "Emanete sahip çıkması gereken benim. Bunun sorumluluğunu ben almalıyım. Bir başkası değil. Bir başkasına kendi emanetimi, sorumluluğumu yıkarak altında ezilmesine izin veremem." dedim ve sol elimi kaldırıp kalbimin üzerine yerleştirdim. "Eğer verirsem burası üstüne bıraktığım ağırlıkla ezilir paramparça olur. Bu yükü kaldıramam Majesteleri." Kral hayranlık dolu bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. Bu hayranlığı ailemi korumaya çalışmam mıydı yoksa kararlılığım mı emin olamıyordum. Gözleri yüzümde dolaşıyor ve beni tanımaya çalışıyor gibiydi. Bunca zamandır hayatını avda geçiren bir kraldı o. Çocuklarına ayırdığı kısıtlı zamanlarda çocuklarını tanıyamamıştı. Şu an beni tanımaya çalışıyordu. Düşüncelerimi, davranışlarımı, tavırlarımı, kararlılığımı... Sanki bu gözler beni tanımak için dolanıyordu üzerimde. Kral elini uzattığında kalbimin üzerinde duran elim yavaşça gövdemden kayıp gitti. Kral bir elini tıpkı oğullarına yaptığı gibi omzuma koyup beni sarstığında büyük bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Ben ise şaşkın bir şekilde ifadesizce krala bakıyordum. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." dediğinde yüzümdeki gerginlik kaybolup gitti. Yumuşadığımı hissediyordum. Kral üzerimdeki gerginliğin azaldığını görünce devam etti. "Sana her geçen gün daha da hayran olmam bir büyü müdür yoksa kader midir?" dedi ve bu kez ellerini saçlarımda gezdirdi. Sarı dalgalı saçlarım kralın büyük ellerinde gezdi. "Sen ne zaman büyüyüp cengâver kesildin böyle?" Gülüştük. Gülerken utanarak başımı yere eğip yere baktım. Sonra başımı yeniden kaldırıp kralın yüzüne baktım. O kadar mutlu ve hayran bakıyordu ki. "Ben büyümedim Majesteleri." dedim ve durdum. Yüzümdeki gülümseme söyleyeceklerim yüzünden yavaş yavaş silindi. "Ben büyümek zorunda bırakıldım." Kralın saçlarım arasında gezen elleri durdu. Yüzündeki gülümse tıpkı benimki gibi solarken iç çekerek ona baktım. "Bu ben değilim." dedim ve ekledim. "Bu saçlar benim değil. Şu an bana değil..." dedim ve açıkladım. "Çocukluğuma dokunuyorsunuz. Zira bu beden çocukluğumun etrafına sarılan bir zırhtan başka şey değil." Kralın bakışları öyle kayıp gitti ki üzerimden... Saçlarımda olan elleri bir binanın yıkılışı gibi yıkıldı bedeninin iki tarafına. Ona üzülerek baktım. Hüzünle... Maruz bırakıldığım onca şeyi görmesini, fark etmesini diledim belki de bir umut. Ellerimden tutup beni bu zırhtan çıkarmasını istedim. Bana çizilen bu sınırları yıkmasını ve beni kurtarmasını umdum. Bunu yapmaya kendi cesaretim yeter miydi bilmiyordum. Sadece diliyordum. Kurtulmayı diliyordum. "Ah Ardena..." diye hayıflandı kral. "Toprağının altına almadığın canların, toprağının üzerinde böyle canlarını yakmak da mı vazifendi senin?" Derin ve sıkıntılı bir nefes aldım. "Toprağın altına alamadıklarını böyle süründürüyorsun demek... Senin de marifetin bu." "Bütün bunları bir toprak parçasına yıkmak ne kadar doğru bilemem Majesteleri." diye söze girdim. Kral merakla bana döndüğünde devam ettim. "Zira barınanları da tıpkı Ardena gibi acımasız." "O da ne demek şimdi?" diye sordu. Hiçbir şey söylemeden yutkundum. Başıma gelen her şeyi anlatmak ve anlatmamak arasında gidip geliyordum. "Sana bir şey mi yapıyorlar Rose? Geçen gün bunu konuşmuştuk. Bana anlatabilirsin." dedi kral sevecen bir ses tonuyla. İçimde sürekli bunu dile getirmek isteyen bir dürtü vardı. Fakat yapamazdım. Bu benim için büyük bir kozdu. Bunu kullanabileceğim onca yer vardı. Onca insan vardı... Onlar üzerine ancak bu şekilde hakimiyet kurabilirdim. Kendimi ancak bu şekilde ezdirtmeyebilirdim ve bunu bir anda kaybedemezdim. Sırf birkaç gündür bana yapılanları kendime yediremediğim için on yedi yıldır yaşadığım şeyleri anlatıp bu büyük kozumu kimseye veremezdim. Akıllı ve mantıklı davranmalıydım. "Elçilerden bahsediyordum Majesteleri." diyerek yalan söyledim. İnanması için gülümsedim. "Onlar gibi acımasız yaratıklar bana Ardena'nın acımasızlığını hatırlatıyor." "Geçecek Rosemarry." dedi kral anlayışla. "İnan bana, bu savaşı kazandığımızda herkes gibi sen de refaha ulaşacaksın." "Umarım..." dedim. "Umarım." "Söyleyecek başka sözlerin var mı?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım. "Yok Majesteleri. Yalnızca..." deyip duraksadım. Derin bir nefes alıp söze girdim. "Söylediklerimi lütfen düşünün. Benim için lütfen böyle büyük adımlar atmayın." Kral hiçbir şey söylemedi. Sadece gülümsedi. Tepkisiz kalınca ona arkamı döndüm ve kapıya ilerlemeye başladım. Kapıyı açıp odadan çıktığımda içimde tuttuğum o sıkıntılı nefesimi sesli bir şekilde bıraktım. Kralın bu söylediklerimi dikkate alması için dualar ederek odama ilerlemeye başladım. Ardena ne kadar zalimse, içinde barınanlar da onun aynası gibiydi. Zalimliklerini onun toprağından alıyorlardı. Ardena bir ölüm çukuruydu. İçerisindeki herkes ise bu ölüm çukuruna düşen kurbanlardan çok o ölüm çukurunu dolduran ölüm meleklerinin ta kendisiydi. *** "Kılıçları değiştirebilir miyiz?" "Ne o? Elimdeki kılıcın hileli olduğunu mu düşünüyorsun?" "Evet." dedi dürüst bir şekilde Marlon. Şok içinde ona bakıp başımı hafifçe yana yatırdığımda Marlon gülmeye başladı. "Şaka yaptım. Bakma hemen öyle." "Al." dedim ufak bir sinirle ve kılıcı önüne fırlattım. Marlon ise önüne attığım kılıca baktı ve hemen sonra bana baktı. "Resmen can güvenliği yok bu sınırlar içerisinde." deyip eğilerek önüne fırlattığım kılıcını aldı ve kendi kılıcını yere koyup yerden sürükledi. "Ya yaralansaydım?" Mızmızlığına karşılık göz devirdim. O sırada birbirleriyle dövüşen bekçilere baktım. Hepsi oldukça hırslılardı. Eğitimlere katılım sağlıyorlardı. Gördüğüm yüzler tanıdıklaşmıştı artık. Bakışlarımı Marlon'a çevirip kafamla birbirleriyle dövüşen bekçileri işaret ettim. "Bak şu bekçilere." dedim ve Marlon kafasını bekçilere çevirdiği an konuşmaya devam ettim. "Hiç yaralanacaklarını umursamadan birbirleriyle savaşıyorlar." deyip elimde tuttuğum kılıcı kaldırıp ona kendini işaret ettim. "Bu gidişle bir yüzük kazanamayacaksın." "Bak sen!" dedi Marlon sahte bir öfkeyle. "Bunun hayallerini mi kuruyorsun?" "Hayır?" dedim şaşkın bir şekilde ve ekledim. "Neden senin yüzük kazanamamanın hayallerini kurayım Marlon?" "Belli olmaz sarı kafa." dedi ve kılıcını tıpkı benim yaptığım gibi havalı bir şekilde elinde çevirmeye başladı fakat bunu beceremediği için kılıcı elinden düşürdü. Kılıç düşerken elini sıyırdığı için bir küfür savurdu ve inleyerek yaralanan eline baktı. Gülmeye başladım. "Resmen can güvenliği yok bu sınırlar içerisinde." dedim onu taklit ederek. Marlon göz ucuyla bana baktığında teslim olmuş gibi ellerimi havaya kaldırdım. "Üzgünüm. Ben söylemedim. Ağzım söyledi." "Hekim yok mu?" diye sorduğunda sıkıntıyla etrafımda dönmeye başladım. Elindeki sıyrık çok büyük değildi fakat fazla kanıyordu. O an Başbekçi'nin yanında bir hekimle bize doğru geldiğini gördüm. İstemsizce gözlerim üzerimdeki zırhıma kaydı. Siyah zırhım ve uzun siyah botlarımla bugün iyi gözüküyordum. Neden bunu kontrol ettiğimi bile anlamamıştım. Rose iyice dengeyi kaybediyoruz. "Neredesin sen hekim kadın! Ölüyorum burada!" Marlon'un çırpınışlarına karşılık sıkılarak Marlon'a bağırmaya başladım. "Kendi şaklabanlığını hekim kadından mı çıkarıyorsun Marlon?" dedim öfkeyle. Kadın bekçilere böyle davranılmasına katlanamıyordum. O an hekim kadın ters bakışlarla bana baktı. "Yaralı bir savaşçı bekçiye böyle davranmayın prenses." dedi ve ekledi. "Onlar bizim için savaşıyorlar. Onlara saygı ve hizmette saygısızlık etmemeliyiz." Şok içinde kadına baktım. Kadın istifini bile bozmadan Marlon'ın yanına gittiğinde yaşadığım hayal kırıklığıyla orada çakılı kaldım. Kadın bu söylediklerini bir kraliyet mensubuna söylediğini bile fark edememiş gibiydi. Bırakın kraliyet mensubu biri oluşumu, onu savunduğum halde bana başkaldırmıştı. Bu duruma Marlon da öfkelenmişti. Ona şakasına kızdığımı ve öfkelendiğimi biliyordu. Savunmaya çalıştığım kadına ters ters bakıyordu. Sanki onu her an yere serecekmiş gibi. Bana yapılan saygısızlığı Marlon da kendine yediremiyordu. Ona gözlerimle sakin olmasını işaret ettim. Göz ucuyla Başbekçi'ye baktım. Başbekçi de kadına ters ters bakıyordu. O an ilk kez yalnız olmadığımı hissetmiştim ve bu bana cesaret vermişti. Marlon'ın yarasını saran hekim kadına yaklaştım ve hemen yanına eğildim. Kadın işine devam ederken söze girdim. "Çok mu derin?" diye sordum sahte bir ilgiyle. Marlon ise ne yapmaya çalıştığımı anlayıp başını salladı. "Çok. Çok kan kaybettim." dediğinde birbirimize bakıp sinsice güldük. Başbekçi ise bize şaşkın ve meraklı bakışlarla bakıyordu. "Çok yazık..." diye ekledim. Gözlerimi kadına diktim ve bir an olsun ayırmadım. Kadın ona diktiğim gözlerimi fark etti. Tam bu sırada dönüp Marlon'a göz kırptım. Marlon mesajımı aldı ve gözlerini kapattı. Bakışlarımı daha sert bir şekilde hekim kadına diktim. Bu çoğu zaman kardeşlerimde uyguladığım bir teknikti. Birine böyle baktığın zaman üstelik o kişi bir iş yaparken böyle dik dik baktığın zaman elleri titrer ve o işi eline yüzüne bulaştırırdı. Özenle bunu yapmasını bekliyordum. Hekim kadının alnından akan terleri görünce dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı. Sonra kulağına doğru eğilip fısıldadım. "Bekçimin en ufak bir can acısını senden bilirim sevgili bekçim." dedim. Kadının elleri titremeye başladı. "Neticede onlar bizim için savaşıyorlar. Onlara zarar vermek istemeyiz değil mi?" dediğimde hekim kadın başını art arda salladı. "Güzel." diye fısıldadım ve ayaklandım. Ayağa kalkıp onlara arkamı döndüğümde Marlon acı dolu bir inleme çıkardı. Gülümsedim. "Çok... Çok özür dilerim. Çok..." diye sayıklamaya başlayan hekim kadına döndüm. Başbekçi merakla bizi seyrediyordu. Hekim kadın telaşla ayağa kalktığında Marlon'a 'İyi iş çıkardın.' diye göz kırptım. Hekim kadın anında bana döndü ve benim sert bakışlarımla karşılaştı. Ellerini titrediğini gördüm. O an kendini kaybetmiş gibiydi. Ona uyguladığım bu küçük psikolojik durumun içinde kendini kaybetmişti. Ağır adımlarla yanına yaklaştım. Kadın ona yaklaştığım her bir adımımda geri adımlıyordu. İfademi bozmadan ona bakmaya devam ettim. En sonunda tam karşısında dikildiğimde elimi havaya kaldırdım. Kadın kendini savunmaya aldığında elimi sevecen bir şekilde omzuna koydum. Yüzümdeki sert ifadeyi bir kenara attım ve korkak gözlerle bana bakan hekim kadına gülen yüzle baktım. "Kendini bu kadar önemsizleştiremezsin." dedim ve ekledim. "Hayatlar kurtarıyorsun ama farkında değilsin. Hayatlar doğurtuyorsun yine farkında değilsin." Kadının yüzündeki korku ifadesi rahatlayınca devam ettim. "Niye kendine yapıyorsun bunu?" "N-neyi?" diye sorduğunda hiç bekletmeden ekledim. "Neden kendini başkalarından daha aşağıda görüyorsun onlarla birken?" Yanımda dikilen Başbekçi'nin bakışlarının yoğunluğunu hissettim. O an cesaretime cesaret katarak devam ettim. Bu sözleri söylediğimi sevgili halam görseydi eğer başım belaya girerdi. "Onlar nasıl bizim için savaşıyorsa sen de bizim için savaşıyorsun. Farkında değilsin. En az onlar kadar değerlisin bu krallık için." dedim ve fısıldayarak ekledim. "Aç gözlerini." Hekim kadın ne demeye çalıştığımı anladı. Gözlerindeki ifadede gördüğüm değişiklikle gülümsedim. Ellerimi omzundan çektim ve gözlerimle Marlon'ı işaret ettim. "Bekçime, kendine ne kadar saygı gösteriliyorsa o kadar saygı göstereceksin. Keza bu diğer bekçiler için de geçerli. Eğer fazladan saygı gösterdiğini görürsem..." dedim ve durdum. Arkamda hissettiğim adım sesleriyle susmak zorunda kaldım. Tam arkamda biten adım sesleriyle birlikte öfkeyle gözlerimi kapattım. "Ne yaparmışsın eğer fazla saygı gösterirse?" diye sordu Prenses Dione. Çenem gerildi. Ellerimi sıkarak yumruk yaptım ve arkamı dönmeden gözlerimi hekim kadına çevirdim. "Anladın beni değil mi sevgili bekçim?" diye sordum. Hekim kadın başını salladı. "Anladım..." Ondan onay aldıktan sonra başımı dikleştirerek arkamı döndüm ve prensese baktım. Üzerindeki sarı elbise ve yine üzerindeki ihtişamlı takılarla tam karşımda durmuş ellerini önünde birleştirmiş bana bakıyordu. Başımı eğmeden onun gözlerine baktım meydan okur gibi. Artık ne ondan ne de tehditlerinden korkuyordum. Bütün bu saçmalığa artık katlanamıyordum bile. Hekim kadın Marlon'ın yarasını sardıktan sonra hızla yanımızdan uzaklaştı. Başbekçi, Marlon, prenses ve ben kaldık. Prenses büyük bir adımla tam karşımda durduğunda duruşumu bozmadım. "Sen ailen ve koyduğu kurallara baş mı kaldırdın az önce?" diye sordu hesap sorar gibi. Sesindeki o tını bile tüylerimi öfkeden ürpertmişti. Marlon ve Başbekçi merakla beni izlerken o an hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve prensesin gözleri önünde elimdeki kılıcımı sola doğru fırlattım. Kılıç sesli bir şekilde yere düşünce bazı bekçilerin bakışları üzerimizde toplandı. Bu resmen benim prensese savaş açtığımın kanıtıydı. Savaş çanlarımın sesiydi. Prenses önce savrulan kılıca baktı sonra da öfkeyle bana. Ben ise tek kelime etmeden prensesin gözlerinin içine baktım. O an öyle gergin bir ortam oluşmuştu ki. Karşımda prenses bile gerilmişti. "Ne sanıyorsun sen kendini? Aileni karşına alarak neyi ispat etmeye çalışıyorsun?" dedi birden herkesi unutarak. Herkesin gözü önünde beni azarlamaya başlaması aksine beni gülümsetmişti. Çok büyük bir hata yapıyordu farkında olmadan. Üstündeki kibir mantığına perde çekmişti. "Bu ne denli bir saygısızlık böyle? Hiç utanmıyor musun kendinden? Bugün bizi karşısına alan yarın Elçilerin yanında da durur Rosemarry. Anladın mı beni?" Hiçbir şey söylemeden prensese ve kustuğu öfkesine bakmaya başladım. "Ben de seni akıllı biri sanırdım. Sen tam bir hayal kırıklığıymışsın meğer. O küçük aklından geçirdiğin şeyleri bir başkası duymasın yoksa o parmaklarını tek tek keseler." dedi gözlerini irileştirerek. Yüzük peşinde olduğumu düşünüyor ve bunu herkesin önünde iddia ediyordu. İstifimi bile bozmadan öfkesini kusmasını izledim. "Senin tek vazifen odanda olmak ve kardeşlerine destek olmak anladın mı? Fazlası değil. Hak etmediğin mertebelerden gözünü çekeceksin. Bu başkaldırın yüzünden her an öldürebilirler seni. Taşıdığın kanın buna engel olabileceğini mi sanıyorsun? Kanı taşıyan prenseslerin hazin sonu hâlâ tarihte yer alıyor. Seni öldürebilmek için bir bahane arıyorlar sen de onlara fırsat veriyorsun! Sesini çıkarma, kimseye baş kaldırma. Sadece otur ve yaşını bekle. Şimdi derhâl odana git! Bir daha böyle bir konu ile yüz yüze gelmeyelim." "Hayır." Prenses Dione'un yüzü şekilden şekle girdi karşımda. Ona başkaldırışımı Başbekçi ve Marlon büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. Emrine başkaldırmıştım. Artık susmak yoktu. Artık bana çizilen o sınırları başkasının kaldırmasını da beklemeyecektim. Bizzat ben kaldıracaktım o sınırları. O beni herkesin için azarlamasını biliyordu. Ben de tıpkı onun yaptığı gibi ona cevabını herkesin gözü önünde veriyordum. Beni öldürebilirlerdi bu yüzden. Umurumda falan değildi. "Ne?" dedi Prenses. Şaşkınlıktan bunu söyleyebilmişti sadece. Büyük bir keyifle az önceki sözümü tekrarladım. "Hayır." Prenses bir adım daha atarak karşıma dikildi. Dişlerinin arasından konuşmaya başladığında oldukça rahat bir tavırla ona bakıyordum. "Söylediklerimi anlamadın mı sen?" "Söylediklerinizi siz kendiniz anladınız mı?" dedim yanıtını hiç bekletmeden. Üzerimdeki cesaret artık boyumu aşmıştı. Bir anlığına herkesi unutmuştum. Bahçedeki savaşçı bekçileri, muhafızları, Başbekçi'yi, Marlon'u, eğitimde olan ikiz kardeşlerimi... O an nasıl bir birikmişliğin içerisindeysem bu bir anda kendini göstermişti. Etrafıma örülen bu zırhı herkesin gözü önünde çıkarıp atıyordum artık üzerimden. Başımı geriye atarak saçlarımı savurdum ve oldukça küstah gözükeceğimi düşündüğüm bir şekilde prensesin karşısında başımı yana yatırıp onunla konuşmaya başladım. "Bu zamana kadar ölen prenseslerin hayatlarını bir kez bile okumadığınız anlaşılıyor. Onlar da aynı anlattığınız gibi seslerini çıkarmadılar, bir köşede tıpkı bahsettiğiniz gibi yaşlarını beklediler. Şimdi neredeler? Hepsinin hazin sonları tarihte yazıyor." Herkes şok içinde söylediklerimi dinliyordu. Bütün bekçilerin gözleri bir bende bir de prenses Dione'da geziyordu. Onun üzerime kurduğu hakimiyeti ve elinde tuttuğu dizginleri bir bir yere fırlatışıma şahit oluyorlardı. "Siz beni yaşatmak değil, tıpkı onlar gibi ölmemi istiyorsunuz. Fakat yanıldığınız bir nokta var. Beni sizin de dâhil olduğunuz o çelimsiz prenseslerle sakın karıştırmayın. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı artık yapmayacağım." dedim ve başımı dikleştirip tam karşısındaki dik bir şekilde durdum. Nefretle konuşmaya devam ettim. "Haksızlığa boyun eğmeyeceğim, hiçbir zaman susmayacağım, odamda tüm gün oturmayacağım, yaşımı beklemeyeceğim ve son nefesime kadar herkesle savaşacağım. Siz de dâhil." "Kes şunu!" diye yüzüme bağırdı prenses. Bağırdığı için gözlerimi kapattım. Bağırması bitince gözlerimi ağır ağır araladım ve ona bakmaya devam ettim. Yüzü öfkeden kızarmıştı. Ah tabii... Elinde tuttuğu hakimiyeti kaybettiğinde böyle kendi kibrinde boğulacaktı. Bütün hanımefendiliğini bozup o an herkesin gözü önünde gerçek yüzünü gösterdi. "Odana gidiyorsun, derhâl!" dedi eliyle sarayı işaret ederek. Gülümseyerek baktım suratına. Gülümsemem onu daha da öfkelendirmişti. "Siz bana emir veremezsiniz." dedim rahat bir tavırla. Gözlerinin içi kızarıyordu. "Böyle bir hükmünüz yok. Karşınızda kralın yegâne kızı duruyor." Prenses alayla kıkırdadı. "Bak sen şuna." deyip gülümsemesini bırakıp sert bir şekilde bana baktı. Her an üzerime atlayacak gibiydi. Başbekçi'nin bir adım arkamda durduğunu fark ettim o an. Bütün bu gerginlik onu da germişti anlaşılan. Prenses kendini öyle kaybetmişti ki herkes onun bana bir şey yapacağından şüphe ediyordu. "Senin karşında kim duruyor sanıyorsun? Ayrıca ben yalnızca kralın kızı değilim. Ben hayatta kalan tek prensesim." "Yanılıyorsunuz." dedim. Prenses kaşlarını çatarak bana baktı. "Ne dedin sen?" diye sordu hayretler içerisinde. O an aramızdaki şey bir konuşmadan fazlaydı. Karşı karşıya savaşıyorduk. Birbirimize mertebelerimizi hatırlatmanın vakit gelmişti anlaşılan. Bu savaşın en büyük sebebi buydu. Artık alaycı ve rahat tavrımı bir kenara attım ve tıpkı onun yaptığı gibi bir adım atıp karşısında dikildim. Yüzüme nefret ve öfke dolu bir ifade yerleştirip konuşmaya başladım. "Hayatta kalan tek prenses siz değilsiniz zira karşınızda Kral Alaric'in yegâne kızı duruyor." dedim ve tane tane ekledim. "Ve hayatta." Etraftaki sesler kulağıma geldi o an. Birileri kralı çağırmalarını söylüyordu zira bu çok büyük bir kavgaya doğru ilerliyordu. O an bütün gücü üzerimde hissettim. Beni duyan bekçileri umursamadım. Yılların nefreti bir anda döküldü dudaklarımın arasından. "Fakat hâlâ aramızda çok büyük bir farkın söz konusu olduğu doğru." dedim ve tek zerre acıma duygusunun barınmadığı o ağır lafları bir bir söyledim. "Zira siz ölü kralın kızısınız ama ben saltanat süren kralın kızıyım." Herkes sustu. Yanımda duran Başbekçi bile böyle ağır laflar beklemiyordu. Donakaldı. Marlon ise o an endişeyle beni izliyordu. Çevrede dolaşan her bekçi konuşmayı kesmişti. Söylediğim söz öyle bir ortam yaratmıştı ki sessizlik bile insanları sağır edebilecek bir noktadaydı. Kimse tek kelime etmedi. Prenses ise ona söylediğim sözler karşısında öylece donakaldı. Haddimi aştığımın farkındaydım. Bu kadar ağır sözler söylemeyi ben bile kendimden beklemiyordum ve sakinleştiğimde pişmanlık duyar mıydım bilemiyordum. Öfkelendiğim zaman acımasız oluyordum. Kendimden beklemediğim sözler söylüyordum. Şimdi de o anlardan biriydi işte. Prensesin onca sözüne bunca yıldır bana söylediği o kadar sözün karşısında bu kadar ağır sözleri hak etmiş miydi ona bile karar veremeyecek bir noktadaydım. Gözüm öfkeden dönmüştü. Prensesin gözleri ise altında kaldığı bu itham yüzünden dolmaya başlamıştı. Kendine bunu yedirememişti. Herkesin içinde ağlayacak kadar küçük düşürmüştüm onu. Bu canımı acıtmıştı işte. Bunu herkesin içinde söylememeliydim. Bunu onunla yalnız kaldığımız bir zamanda söylemeliydim. Prenses ne yapacağını bilemez bir şekilde afallayarak geriye doğru bir adım attı ve orada öylece kaldı. Karşımda dengesini kaybedişini ve bütün saygısını kendi ayağımın altına alışımı seyretmem vicdanımı sızlatmıştı. Fakat o bana herkesin önünde o kadar iğrenç şeyler söylemişti ki... Bunları söylerken gözlerinde tek bir acıma duygusu bile yoktu. Bu sözleri söylememin üzerinden ne kadar geçti bilmiyordum. Fakat geçen süreden beri kimseden çıt çıkmıyordu. Sanki bu sözlerin altında kalan tek kişi Prenses Dione değildi. Şu an bahçede olan bütün bekçiler bu sözlerin altında kalmıştı. Ve bir türlü biri bile kendini toparlayamamıştı. Prenses Dione'un sol gözünden bir damla yaş süzüldü. Yutkundum ve başımı hafifçe Marlon'a çevirdim. Marlon oldukça ileri gittiğimi belli eden bakışlar attığında o anki hissettiğim hareketlenme ile önüme döndüm. Prenses Dione herkesin gözü önünde bana elini kaldırıp tokat atmaya yeltendiğinde hızla sol elini havada tuttum. Kalabalıktan çıkan şaşkın sesler kulaklarıma ulaştığında içimdeki o acıma duygusu bir anda bu hareketiyle kaybolup gitti. Dişlerimi sıkarak ona baktığımda öfkem öyle ortaya çıkmıştı ki ellerim cebimdeki hançerime gitmişti. Prenses Dione cebimden çıkardığım hançere bakarken gözleri bu kez korku doluydu. Dişlerimin arasından onunla konuşmaya başladım. "Karşınızda Kral Alaric'in yegâne kızı var! Finch soyunun dokuzuncu prensesi, hayatta kalan ikinci prenses. Ama her an teke düşebilir." dedim öfke dolu bir fısıltıyla yalnızca onun duyabileceği şekilde. Prenses yutkundu. O an Başbekçi'nin elini hançeri tutan elimde hissettim. Beni yanlış bir şey yapmamak için durdurmaya çalışıyordu. Herkesin gözü önünde Prenses Dione'a hançer çıkarmıştım. Başım çok büyük belaya gelecekti ama artık hazmedemiyordum. Bütün bu olup biteni hazmedemiyordum. "Rosemarry! Ne yaptığını sanıyorsun sen? Başın belaya girecek. Burada şahit olan onca bekçi duruyor, kralın kulağına giderse-" derken sertçe sözünü kestim. "Kralın kulağına sizin yaptıklarınız ve söyledikleriniz de gidecek prenses zira o bekçiler o söylenenlere de şahit oldular." dediğimde gözleri irileşti. İşte o an elimdeki kozu kullanma vaktiydi. "Bak sinirlisin, pişman olacağın şeyler yapma." "Benimle emrivaki bir şekilde konuşamazsınız. Kelimelerinizi seçerek konuşacaksınız bundan sonra. Bu zamana kadar ayaklarınız altında olan saygımı geri vereceksiniz bana!" dedim kendimi kaybetmiş gibi. "Artık yeter." diye mırıldandım öfkeyle. "Ne saygısından bahsediyorsun sen?" dedi birden o da öfkeyle. Havadaki elini bir an olsun bırakmadım üstelik daha sert bir şekilde sıktım. "Bir prensesin saygıya sahip olduğunu mu düşünüyorsun?" "Size benzemediğimi az önce dile getirdiğimi sanıyordum. Tam anlaşılamamış sanırım. Zararı yok tekrar ederim." dedim ve sesimi yükselterek tıpkı onun bana yaptığı gibi yüzüne bağırmaya başladım. "Beni kimseyle karıştırmayın. Bırakın bana emir vermeyi, benimle göz göze gelmekten bile çekineceksiniz bundan sonra. Aksi halde o sahip olduğum yetkileri kullanmaktan asla çekinmem." "Gidin buradan." dedi bekçilere dönerek. Sesimi daha da gür bir şekilde çıkararak onu bastırdım. "Kalacaksınız!" Bekçiler hareketlenmeye başladıklarında sertçe onlara döndüm. Çıldırmış halime baktıkları an adımları durdu. Hepsi korkuyla beni izlerken onlara da bazı şeyleri hatırlatma gereği duydum. "Bir kez daha tekrarlarsam bilin ki o parmaklarınız en kısa zamanda kesilecek." Bekçiler eski yerlerine döndüler yavaş adımlarla. Marlon'un ayaklandığını gördüm o an. Başımı yeniden Prenses Dione'a çevirdim ve öfkeyle ona baktım. O da bana öfkeyle baktı. İki düşman gibiydik. Birbirimize girmek üzere olan iki düşman. "Hâlâ aileni karşına alıyorsun öyle mi? Çok yazık." dedi ve kanımı damarlarımda kızdıracak o sözleri söyledi. "O annen seni nasıl vahşileştirmiş şimdi daha iyi görebiliyorum. Söylenenler doğruymuş meğer. Kendinizi bu sarayın ve krallığın sahibi sanıyorsunuz." diye bağırdı bahçe dolusu. İşte o an artık zamanının geldiğini hissettim. Elimde tuttuğum hançerimi birden yere bıraktım. Hemen ardından havada tuttuğum ellerini. Prenses afallayınca az önceki öfkemi gizlemek için gülümsemeye çalıştım. Bu pek mümkün değildi zira o son söylediği şey... Annemle ilgili söylediği o sözler kanıma öyle dokunmuştu ki ona her an saldıracak gibi baksam da gülümsüyordum. Birden sesimdeki öfkemi dizginleyerek muhafızlara döndüm. Sarayın önünde bekleyen muhafızlara bakarak gülümsedim ve tatlı bir şekilde söze girdim. "Sevgili bekçilerim, prensese kendi sarayına kadar eşlik edin." Prenses söylediğim şeyle kaşlarını daha fazla çatarken ben bundan keyif almaya çalıştım. Öfkemi ortadan kaldırmak için bir şeylerden keyif almaya çalışmalıydım. Muhafızlar önce birbirlerine baktılar hemen sonra da bana. "N-nasıl Majesteleri?" diye sorduklarında tek kaşımı havaya kaldırarak onlara döndüm. "Emrime karşı mı çıkıyorsunuz?" diye sorduğumda anında başlarını iki yana salladılar. O an herkes üzerinde kurduğum bu hakimiyet beni mutlu etmişti. Bir şekilde bekçilere sözümü dinletmeyi başarmıştım. Fakat o yol korkudan geçiyordu. "H-hayır Majesteleri..." dedi ve birkaç adımda yanıma geldiler. O an bahçede eğitimde olan bekçilere döndüm. İkizlerle göz göze geldim. Evan da Dean da bana gururla bakıyorlardı. Onların bakışlarıyla kendimi daha iyi hissettim. Başımı kaldırıp bahçedeki bütün bekçilere seslendim. "Bundan sonra emirlerimi tekrar ettiren her bekçinin parmakları kesilmiş olacak. Onları bizzat kendi ellerimle keseceğim." dediğimde Prenses söze girmeye çalıştı. "Rose-" "Majesteleri diyeceksin!" dedim sertçe. Muhafızlar etrafıma gelince ellerimi arkamda birleştirip prensese baktım. "Beni sarayıma göndermek de neyin nesi? Bu nasıl bir terbiyesizlik böyle?" dedi kendine yediremeyerek. Artık tam anlamıyla ağlıyordu. Gözlerinden dökülen sicim sicim gözyaşları az önceki sözlerinden dolayı içimi acıtmıyordu. "Bana yaptığınız her şeyi krala anlatıp kralın bizzat kendisinin kovmasını mı yeğlerdiniz prenses?" dedim elimdeki kozu öne sürerek. Prensesin bakışları değişti. Kocaman gözleriyle bana baktığında ona acımasızca baktım. Prenses şaşkınlıkla başını sallamaya başladı. "Ne?" "Bu iki bekçi de bana şahit." dedim Başbekçi ve Marlon'u kastederek. "Keza hizmetimde olan bekçiler de. Bana yaptığınız her şey, söylediğiniz her söz kralın kulağına gitmeden sizi gönderiyorum ve siz bu lütfumu bir ceza olarak mı görüyorsunuz?" "Rose-" diye söze girdiğinde sertçe sözünü kestim bir kez daha. "Tekrar etmek istemiyorum prenses." dedim. Prenses saçı başı dağılmış bir şekilde bana bakıyordu. Muhafızlara döndüm ve başımla prensesi götürmeleri için işaret yaptım. "Zira gider kral ile sizin hakkınızda uzun bir görüşme yaparı-" Muhafızlardan biri prensesin kolunu tutmaya yeltendiğinde prenses yüksek bir sesle geri çekildi. "Tamam!" dedi muhafıza bağırarak. Muhafız benden onay almak için döndüğünde ona izin verdiğimi belli ederek gözlerimi yumdum. Prenses ise çıldırmış gibi bana bakıyordu. "Tamam, gideceğim..." dedi endişeyle. Onu muhafızlarla saraya göndermemi istemiyordu. Saygısını kaybetmekten korkuyordu. Herkesin önünde onu muhafızlarla saraya götürmem elbette saygısını söndürürdü. Prenses öfkeyle bana doğru atıldığında beklemediğim bir şekilde muhafız elini önüme yerleştirdi ve beni korudu. O an içimde bazı şeyler uyandı. Minnet dolu bakışlarımı muhafız bekçiye çevirdim. Prenses ise hiç durmadan bağırıp duruyordu. "Şu öfkeni dindir artık." dediğini duydum bağırmalarının arasında. Bir kez daha bana doğru atıldığında bu kez Başbekçi önüme geçti. Gururla başımı kaldırıp benim önüme siper olan bekçilerimin arasından bana saldırmak üzere olan prensese baktım. Prenses ise bir kez daha hiçbir şey yapmayacağını belirten bir şekilde ellerini havaya kaldırdı. "Tamam." dedi bir kez daha. Ardından çaresizce etrafındaki iki bekçi kadına döndü. "Odama gidip eşyalarımı hazırlayın." "Fakat Majesteler-" dedi hizmetinde olan kadın bekçi. Ağır ağır ona döndüğümde korkak bakışlar attı bana. Hemen ardından tek kelime etmeden hızlı adımlarla yanımızdan uzaklaştı. Prenses bana gözyaşı ve öfke içinde baktı. Önümde duran ve beni koruyan bekçilerime baktım o an. Bu görüntüyü o kadar çok hayal etmiştim ki... Hayalimin gerçekleştiğini görmek kalbime bir kuş bırakmıştı sanki. Beyaz bir kuş. Kalbimi kanatlandıran bir kuş... "Bunca zamandır içinde beslediğin o öfkeni ortaya çıkararak bir şey kanıtladığını sanıyorsun yanılıyorsun." dedi hırsla. Başımı kaldırıp onu dinlemeye başladım. O öfkeden ne diyeceğini bilemezken bu kez söze giren bendim. "Bu öfke değil sevgili prenses..." dediğimde dolu gözleri bana döndü. "Bu bana bu zamana kadar yapılan her bir saygısızlığın cezasıydı." "Bana ceza veriyorsun demek..." dedi acı içinde. Umursamaz bir şekilde başımı sallayarak onayladım. "Ya ne yapmamı umardınız? Size öğretilmeyen saygı kurallarının üzerinde mi durmalıydım?" Prenses durdu. Dudaklarını araladı fakat hiçbir şey söyleyemedi. Dudaklarını araladı, dudaklarını kapattı. Ağzına neler neler geldi de sustu. Gözü sürekli üzerimdeydi. Her an bana saldıracak gibi duruyordu. Öfkeden öyle delirmişti ki herkesin gözünde kurduğu o üstünlüğü öfkesi ve kibrinden kaybetmişti. Ona ait olduğu yeri hatırlatmam onu çıldırtmıştı. Elleri öyle titriyordu ki... Gözleri bir anlığına savurduğum kılıca gitmişti. Ben ise oldukça rahat bir şekilde yapacağı hamleyi bekliyordum. Şimdi ne söyleyecekti? Şimdi nasıl acıtacaktı canımı? Şimdi nasıl üstünlüğünü geri kazanıp beni küçük düşürecekti? Şimdi nelerle tehdit edecekti beni? On yedi yıl... On yedi yıl boyunca sabretmiştim. Ve şimdi sabrettiğime değmişti. Onun yıkılışını izlemenin verdiği hazla keyifleniyordum şimdi. Eski Rosemarry'e döndüm o an. Eskiye gittiğim. Prensesin onun emrini çiğneyerek eğitime kaçtığını ve prensesin bunu öğrenmesiyle karanlık bir odaya kilitlenen o küçük kıza döndüm. O küçük odada karanlıktan korkan kız şimdi karanlığa dönüşmüştü. Karanlıktan korkan beni, karanlığa dönüştüren kadına baktım son kez. Sonra döndüm o Rosemarry'e... Kendine sarılıp karanlıktan korktuğu için ağlayan o küçük Rosemarry'nin yaşlarını sildim usulca. Tek suçu kendini korumak için savaşmayı öğrenmek isteyen ve bunun için halasının emrinden çıkıp kaçan o kız çocuğunun yeşil gözlerine baktım. 'Ağlamaktan korkma.' dedim o küçük kız çocuğuna. 'Hatta daha çok ağla.' dedim bu kez. 'O kadar ağla ki döktüğün gözyaşları kadar acıt onların canlarını.' deyip saçlarını okşadım küçük Rosemarry'nin. 'Şimdi ağla. Ama şunu bil. Büyüdüğünde ve bu kez onlar ağladığında kocaman gülümseyeceksin yüzlerine.' dedim ve ona karanlığı işaret ettim. 'Ondan korkma.' deyip ekledim. 'Çok yakında ona dönüşeceğiz.' Gözlerimi araladım ve Prenses'e baktım. Az önce küçük Rosemarry'e söylediğimi yapıp kocaman gülümsedim. Prenses öfkeden delirdi ve bir adım öne attı. Muhafızlar ve Başbekçi önüme bir kez daha siper oldular. Prenses ise bu hareketle durdu. "Senin hakkında duyduğum bazı şeyler vardı." diye söze girdi. Sesi bitmişliğin portresiydi. Merakla onu dinlemeye başladım. "Fiziksel özelliklerin hakkında... Kraliçe Marry'e benzediğini söyleyip dururlardı hep." dediğinde omuzlarımın düştüğünü hissettim. Gözlerimdeki o kararlı bakış bir anda kaybolup gitmişti. İçimdeki küçük Rosemarry karanlığa dönüşmüştü ve bu kez en büyük korkusuyla yüz yüze gelmişti. Hayatı boyunca en korktuğu şeyle karşı karşıyaydı şimdi. Ve şimdi yapacağı hiçbir şeyi yoktu. "Başta inanmamıştım. Onun gibi vahşi bir kadının fiziksel özelliklerine benzemene de o gün, seni ilk gördüğüm zaman şaşırmıştım. Fakat görüyorum ki bu dış görünüşle sınırlı değil." dediğinde küçük Rosemarry'nin acı dolu çığlıklarını işitti kulaklarım. O korkuyla yüzleşti ve yavaş yavaş ona dönüştü. Bu dönüşüm ise acı dolu çığlıklarının eseriydi. Yutkunarak muhafızlarımın önüme uzattığı ellerinin üzerinden prensese baktım. "Konuşman, sözlerin..." dedi ve ekledi. "Tam da Kraliçe Marry'e layık bir torunsun sen! Aynı onun gibisin, öfkeniz bile aynı. Büyük büyük annen şu an burada olsa seninle gurur duyardı." Küçük Rosemarry etrafına sarılan o zırhtan kurtuldu. O zırhı bir kenara fırlattı. İçindeki benliğiyle tanıştı. Sonra karanlıkta tanıştı. Başta korktu ondan. Ama ona dönüşmedi. Onu sevdi. Şimdi bir başka korkusuyla yüzleşti. Bu kez sevmedi onu. Onun mahkûmu oldu. Söyledikleri zihnimde bazı sahneleri araladı. Ava kaçıp elçileri zalimce katlettiğim anları. Saygısızlık yapan bekçilere had bildirdiğim anlar... Şu an... Üzerlerinde hakimiyet kurduğum bekçilerin elimdeki dizginleri... Hepsi korkudandı. Kraliçe Marry bekçilerin üzerindeki hakimiyeti korkuyla kurmuştu. Onları korkuyla elinde tutmuştu. Onları korkutarak sevdirmişti kendisini. Kendi halkına sırf ona itaat etsinler diye savaş açmıştı. Çocukları öldürmüştü, aileleri öldürmüştü. İtaat etmedikleri için... Halk korkmuştu ondan. Daha fazla canın gitmesini kaldıramadılar. Korka korka ona itaat ettiler. Başımı kaldırıp arkamı döndüm. Elleri titreyen bekçilerime baktım. Korkudan... Az önceki hekim kadın geldi aklıma. Korkudan nasıl terlediği... Onları korkuyla elimde tutuyordum. Onlara korku salıyordum. İstediğimi almıştım. Bana itaat ediyorlardı. Ama benden korkuyorlardı. Kafam uyanan bu ışıkla birlikte afalladım. Önümde duran muhafızlara baktım. Yüzüme bakamıyorlardı. Korkuyorlardı. Küçük Rosemarry seslendi o an zihnimin derinliklerinden. 'Neler oluyor?' diyordu korkuyla. 'Neden bir başkası gibi bakıyoruz? Neden bir başkası gibi davranıyoruz? Yoksa bunca yıldır o zırhın arkasında saklanan gerçek biz bu mu?' Öfkeden titremeye başlayan ellerimi yumruk yaptım ve prensesin gözlerinin içine baktım. Bu yüzleşmeyi burada yapamazdım. Herkesin önünde olmazdı. Gülümsemeye çalıştım. "Daha fazla konuşmayın prenses. Zira bu sözlerinizin canımı acıttığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz." dedim ve daha çok gülümsedim. "Daha fazla küstahlık etmeden gidin buradan. Şafak vakti sizi sarayda görmek istemiyorum." Kimseye hiçbir şey söylemeden muhafızların arasından ayrılıp gittim. Ne Marlon'a ne de Drach'e bakmadım. Arkama bakmadan öylece sarsılmış bir halde saraya doğru ilerledim. O sırada prensesin sözlerini işitti kulaklarım. "Ama asla onun gibi olmana izin vermeyeceğim." diyordu haykırışlarının içerisinde. "Buna göz yummayacağım." Adımlarım kendi kendine odama geldiğinde kapıyı farkında olmadan sertçe kapattım. Kapının sesli kapanışıyla yerimde sıçradım. O an kafam susturuşmuş gibiydi. Bütün sesleri kesti. Hiçbir düşünce geçmedi zihnimden. Yalnızca 'Acaba'lar geçiyordu zihnimden. Birden dizlerimin üzerine düştüğümde şok içinde kalakaldım. Dizlerimin üzerine teslim olmuş gibi çöktüm. Büyük büyük annem Kraliçe Marry'e teslim olmuş gibiydim... "Hayır." dedim başımı sağa sola hızla sallayarak. Dizlerim hiç olmadığı kadar titriyordu. Ellerim de öyle. Sanki birine zorla boyun eğiyordum. Birine zorla diz çöktürülüyordum. Bu çekim nereden kaynaklanıyordu onu bile anlamayacak kadar karışıktı aklım. "Hayır!" dedim ve ellerimle kulaklarımı kapattım. Nefesim artık hiç istemeyeceğim kadar sıktı. Düşüncelerim zihnimden öyle hızlı geçip gidiyordu ki hiçbir şeye yetişemiyordum. Bedenimde ve ruhumda değişen bu hallere adapte olamadığım gibi yetişemiyordum. Her şey durdu sonra. Her şey bir anda durdu. Karanlık. Kapkaranlık. Gözlerimi araladım. Odamın sabah olmasına ve perdeleri açık olmasına rağmen karanlık oluşuyla korkarak ayağa kalktım. Odada hiçbir şey görünmüyordu. Nefes seslerim korkunç geliyordu kulağa. Odada hiçbir şey görünmüyordu. Karanlıktı. Zihnimden hiçbir şey geçmiyordu, karanlıktı. Ellerimi sıkıca yumruk yaptığımda o an her şey bir anda yoğunlaştı. Bu karanlık beni yavaş yavaş içine çekmeye başladı. İçindeyse sesler vardı. Sesler... Fısıltılar... "Küle çevir onları..." Güçlü fısıltı zihnimde yankılandığında yumruğumu daha da sıktım. Dizlerimin üzerine yeniden çöktüm. Çünkü bu karanlık üzerime öyle bir çökmüştü ki... Sanki beni üstten bastırıyordu. Ona boyun eğmemi istiyordu. "Ares..." Fısıltılar giderek birbirine giriyordu. Artık net bir şey anlamam bile mümkün değildi. Karanlık beni içine çekiyordu ben de ona boyun eğiyordum. Sesler kafamda dönüp dolaşıyordu. Sürekli aynı fısıltı sesiydi. Aynı fısıltı bir sürü şey söylüyordu. Ben ise bu karışıklığın içerisinde sesleri çözemiyordum. "Karanlığa hapset onları..." "Karanlıkla yüzleştir..." "Karanlığa göm!" "Hayır!" dedim sesli bir şekilde. Susmuyordu. Karanlık konuşuyor ve susmuyordu. En sonunda öyle bir şey duydum ki sıktığım yumruklarım gevşemeye başladı. "Biz ancak sustuğumuz zaman konuşuruz Ares..." Sıktığım yumru gevşemeye başladığında etrafımdaki karanlık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Karanlık dağılmadan önce son kez bir çift mavi göz bana baktığında güçlü bir çığlık atarak gözlerimi kapattım. Başımı dizlerimin arasına gömüp bu görüntüyü unutmak için ellerimi başıma götürdüm. Saçlarımın arasına ellerimi daldırıp kendime gelmeye çalışıyordum. Son söylenen söz, karanlıktaki iki göz, odamın karanlığa teslim oluşu... Ellerime dokunan yabancı bir elle korkuyla bir çığlık daha atıp geri çekildiğimde gözlerimi bu kişiye çevirdim. Julia tam karşımda endişeli gözlerle bana bakıyordu. O an şaşkınlıkla odama çevirdim bakışlarımı. Karanlık gitmişti. Fısıltılar... Mavi gözler... Odam yeniden eski haline dönmüştü. Çıldırmış gibi bir odama bir de Julia'ya bakıyordum. Julia karşımda duruyor ve endişeyle bana bir şeyler anlatıyordu fakat ben onu duymuyordum bile. Gözlerim istemsizce kucağımda duran ellerime kaydı. Sol elimdeki siyah yüzükle göz göze geldim. Ellerimi öyle yumruk yapmıştım ki yüzüğün izi avucuma çıkmıştı. Yüzüğün üzerinde beyaz nokta ise parmağımın içine dönmüştü. Sağ işaret parmağım o beyaz noktanın üzerine gitti. Beyaz noktaya yaklaşan parmağımla kulağımı dolduran fısıltıların artması bir olunca bir kez daha inleyerek geri çekildim. Julia endişeyle yanıma geldi. Söylediği şeyleri hala duymuyordum. Beni telaşla kaldırmaya çalışıyordu. Ona tek bir şey söylediğimi hatırlıyordum fakat bu dudaklarımdan çıkan şey gerçekten dudaklarımdan çıkıyor muydu onu bile duyamıyordum. Sadece söylediğimi biliyordum. "Yalnız bırak." dediğimi biliyordum fakat sesim çıktı mı onu bilmiyordum. Julia birkaç çırpınışta bulunduktan sonra odadan telaşla çıktığında duyduğundan emin oldum. Kendimi yavaşça odamın ortasına attım. Odanın ortasında soğuk taşlara uzandım ve başımı odamın tavanında asılı olan mumlu avizeye çevirdim. Tam üzerimdeydi. Mumlardan biri düşse ateşe verirdi bedenimi. "Ateşle tanıştır onları..." Aynı fısıltı kulaklarımı bir kez bulunca öfkeyle ellerimi kulaklarıma götürdüm ve bağırdım. "SUS ARTIK!" Sesimi duyamıyordum ama bağırdığımdan emindim. Boğazım acıyordu. O an son bir ses daha kulaklarımı buldu. Bu kez bir haykırış sesiydi. Bir kadın sesiydi. Güçlü ve gür bir sesti. Kulaklarımı dolduran güçlü bir haykırış bir selzenişti. "HEPİNİZ... HEPİNİZ ÖLECEKSİNİZ! HEPİNİZ ÖLECEKSİNİZ AMA BEN YAŞAYACAĞIM!" Sesler sustu. Kendi nefes seslerimi duyunca kendime geldiğimi fark edip kulaklarımdan ellerimi çektim yavaş yavaş. O an cenin pozisyonunda yattığımı fark etmiştim. Yaşadığım bu saçma ve karmaşık şeyin ne olduğunu bile anlamadan gözlerimin kapandığını ve yine bu kez bambaşka bir karanlığa sürüklendiğimi hatırlıyordum. Aklımda ise yalnızca o son çığlık, o son çaresiz çığlık kalmıştı. |
0% |