@duskusu_mona
|
BÖLÜM 12: SUİKAST
"Kendine geliyor..." Gözlerimi hafifçe araladım. Önümde beliren bulanık görüntü ve yüzüme tutulan bir meşaleyi andırıyordu. Karanlığın içinde yanan ateşe benzeyen bulanıklığı görebiliyordum. Bulanık görünse de tanırdım ben ateşi. Yıllardır içimde yaşattığım şeyi tanımamak nasıl mümkün olurdu? Gözlerimi ağır ağır kırpıştırarak görüntünün düzelmesini bekledim. O sırada odadaki seslerin farklı tonlarıyla kaşlarımı çattım. Yanımda birden fazla kişi vardı. Ellerimi yüzüme götürerek hem gözlerimi ovuşturdum hem de elimi yüzümde gezdirmeye başladım. O an yüzüme değen soğuklukla yine çatık kaşlarla elime baktım. Yüzük hâlâ duruyordu. Onun soğukluğuyla irkilmiştim. "Rosemarry..." dedi şefkat dolu bir ses... Annemin sesi... Yumuşak elleri yüzüme değdiği an huzurla gözlerimi kapattım. Onun ellerinin arasında yaşamak sıcacık bir yuvada olmaktan farksızdı. Elleri narince yüzümde dolaşıyordu. Nefesi alnımdaydı. Alnıma küçük bir öpücük kondurup yüzüme doğru eğildi ve kocaman gülümsedi. "Uyandın güzel kızım..." Şaşkın bir şekilde önce ona sonra da odadakilere bakmaya başladım. Odada kardeşlerim ve Kraliçe duruyordu. Bir de Marlon ile Julia... Bütün kardeşlerimi bir arada görmenin verdiği şaşkınlıkla gülümsemeye başladım. "Bu kadar sevenim olduğunu bilmiyordum." dedim kısık sesimle. Sesim puslu çıkıyordu. Chris'in gülmesini işittim o an. "Daha çok sevenin vardı da saraydan gitmişler." dedi alaya karışık. Kraliçe merakla Chris'e döndüğünde ona susması için kaş göz işareti yapmaya çalışmıştım. Nereden öğrenmişti diye merak etmiyordum. Dean ona her şeyi anlatmış olmalıydı. "O da ne demek Chris?" dedi Kraliçe merakla. Chris önce gülümseyerek bana baktı. Sonra da Kraliçe'ye dönerek, "Kralımızdan bahsediyorum Majesteleri..." dedi ve ekledi. "Malum kız kardeşime pek düşkünlerdir kendileri. Son anda kuzeydeki kaleler için yola koyulmasaydı o da burada olurdu." "Ne?" dedim şaşkınlıkla ve yerimden doğrulmaya çalıştım. Kraliçe elleriyle beni yeniden yatırmaya çalışsa da onu nazikçe reddettim ve yatağımda oturur pozisyona geçerek Chris'e baktım. "Ağabey?" diye sordum endişeyle Caleb'a dönerek. Bu durumu Caleb'dan öğreneceğimi anlayan Chris bozularak gözlerini devirse de şu an onu umursamıyordum. Kuzeyi kayıp mı ediyorduk? "Endişelenme sevgili kardeşim." dedi Caleb gülümseyerek. "Kuzeyi kaybetmiyoruz. Birkaç Elçi kendilerince bir saldırıda bulunmuşlar. Kralımız İzci, Rüzgârkıran, Gözcü ve Köstebek ile birlikte gittiler." dedi tek tek yüzüklerin bekçilerinin lakaplarını kullanarak. İzci, Çita yüzüğüne sahip olan bekçinin lakabıydı. Çita'nın özel gücü ateş olmasının yanı sıra ayak izleri silinse dahi onları görebildiği ve hissedebildiği için takip etme gibi bir yeteneğe sahipti. Kalelere bir saldırı olmuşsa eğer izleri takip edilip o hainlerin izlerini sürebilirlerdi. Bunun için Kralın yanında İzci'yi götürmesi oldukça mantıklıydı. Rüzgârkıran, tavşan yüzüğünün bekçisiydi. Onun da elementi ateşti. Ateş gücüne sahipti. Yeteneği ise bekçilerden bile daha hızlı koşmasıydı. Hızı öyle fazla olurdu ki bazen onu görebilmek bile mümkün olmazdı. Eğer hainleri fark ederlerse yakalamaları için bu yaratık iyi bir seçim olmuştu. Gözcü, Griffin yüzüğünün bekçisinin lakabıydı. Bu yüzük hava elementine ait bir yüzüktü. Gücü havaydı. Yeteneği ise uçarak bütün bir alanı gözleri taramaktı. Bunu yaparken de bekçisiyle kurduğu duygusal bağ ile bu görüntüyü bekçisinin gözlerine aktarmasıydı. Bekçisi gözlerini kapadığı an Griffin'in gördüğü her şeyi net bir şekilde görebilirdi. Eğer çok uzaklaşmamışlarsa o hainleri kuş bakışıyla yakalayabilirlerdi. Bu da nokta atışı bir seçimdi. Son olarak Köstebek... Köstebek kertenkele yüzüğünün bekçisinin lakabıydı. İtiraf etmeliydim ki kırk sekiz yüzük içerisindeki en tatlı yüzük buydu. Yaratığının sevimliliği her zaman gözüme çarpıyordu. Küçücüktü. Avuca alındığı zaman o avuç ona yuva gibi gelirdi. Fakat küçük olduğu kadar oldukça tehlikeliydi de... Zira Griffin nasıl Gözcü'ye görüntüleri aktarıyorsa kertenkele de bekçisine işittiği sesleri aktarırdı. Kamufle özelliği ile düşmanın içerisine sızar ve duyduğu her şeyi bekçisinin kulağına aktarırdı. Eğer düşman hala kaledeyse ve kalede aralarında bir plan yapıyorlarsa bu planı rahatlıkla duyabilirlerdi. Bu belki de Kral'ın en iyi seçimi olan yüzüktü. Bütün yüzüklerin sahip oldukları elementler vardı. Dört element de kırk sekiz yüzük arasında bölünmüştü. Her yaratığın ise kendine öz yetenekleri vardı bu güçlerinin yanı sıra. O yüzüğe sahip olan bekçilerin ise çok eskiden kendilerine verilmiş lakapları olurdu. Yüzüğü olan bekçilere hiçbir zaman isimleriyle hitap edilmezdi. Hatta çoğunun isimleri bile bilinmezdi halk arasında. Biz onlara yalnızca lakaplarıyla seslenirdik. Bu bir mertebeydi. Hayatları boyunca, çocukluklarından beri bunun için uğraşır, savaşır, eğitim alır ve sonucunda da Kral tarafından mükafatlandırılarak bu yüzükler onlara takdim edilirdi. O yüzük parmaklarına geçtiği an itibariyle isimleri silinir lakapları aşılanırdı bedenlerine... Bir yüzüğe sahip olmayı ve bir lakabım olmasını çok isterdim. Yüzükler ve yaratıklar çocukluğumdan beri hep ilgimi çekmişti. Çocukken bir gün Chris'i karşıma oturttuğumu ve kırk sekiz yüzüğün de her şeyini anlatmasını istediğimi hatırlıyorum. Chris bütün bir gün bana kırk sekiz yüzüğü de tek tek elementlerine, güçlerine, isimlerine ve bekçilerinin lakaplarına kadar ezberletmişti. Her birinin kendine has büyüleyici yetenekleri vardı ve onlardan birine sahip olmak, o yeteneklere ihtiyaçları olunduğunda Kral tarafından çağırılıp savaşa götürülmek... Öyle paha biçilemez bir duyguydu ki... Yüce atam Kral Ethan... Henüz genç biriyken Elçilerin zalim ve kanlı oyununa daha fazla dayanamamıştı. Halkındaki kayıplar canını sıkmıştı. Bekçilerin beş duyusunun da keskin olması savaşta hiçbir işe yaramayan bir noktaya gelmişti. En sonunda büyüye başvurmuştu. Büyü Ardena'da yasaktı. O bir yasağı uygulamıştı ve şimdi de neslimizi bu yaptığı şey ile devam ettirmişti. Kırk sekiz yüzük yaratmıştı o gece... Nasıl yaptı, bu büyüyü nereden buldu, kendisi yanlışlıkla mı yaptı... Hepsi meçhuldü. Tek bir gerçek vardı. O geceden sonra o herkesin gözünde başka bir yerdeydi. Ve herkes onun ağzından çıkacak kelimelerle çizmişlerdi kaderlerini... Tıpkı biz kadınlar gibi... O geceden sonra Kral Ethan kural kitabını yazmaya başladı. Yüzüklerle ilgili olan ve şu an bile kimseye okutulmayan, okutulması yasak olan o kural kitabını... O kitabı krallığa okutmayı yasaklamıştı. Sebebi yoktu. Kendi ağzından kitabın kurallarını bir kereye mahsus krallığının karşısına geçip okumuştu. Söylenene göre yirmi kutsal kural vardı o kitapta. O gün halkın hatırında tek tük kurallar kalmıştı. Çoğu unutulmuştu. Kuralların hepsi de nesilden nesle aktarılamamıştı. Aktarılanlar ise en zalim kurallardı. Kadınların yüzük sahibi olamaması... Söylenene göre Kral Ethan kadınları birer duygusal varlık olarak görüyordu. Bir savaşta olduğumuz için duyguya yer verilmesini uygun bulmayan Kral Ethan, kadınların yüzük kullanmasını daha yüzükleri yarattığı ilk gece uygun görmemişti. Aynı zamanda yüzükleri kullanmak güçlü bir psikoloji istiyordu. Zira efsanevi bir yaratıkla bağ kuruluyordu. Eğer o yaratık bekçisiyle uyumsuz olursa bekçiler psikolojik olarak büyük bir yıkıntı yaşıyor ve kendi parmaklarını kendileri keserek o yüzüklerden kurtulmaya çalışıyordu. Eğer yüzüğü taşıyacak kadar güçlü değillerse o yüzüğü kendi kanlarını akıtarak teslim ediyorlardı... Kral Ethan aynı zamanda yüzükleri, yüzük parmağındayken aktif etmeyi de büyüyle bozmuştu söylenenlere göre. Zira yüzük parmağı kalbe giden damarın olduğu parmaktı. Kalp demek zayıflıktı bizim lügâtımızda. Merhamet demekti. O gün bir söz etmiş halkın gözü önünde. Merhametin olduğu yerde güç barınmaz. Bütün yüzükleri tek tek o büyüyle yüzük parmağındayken o yaratıkları ortaya çıkarmamak için büyüsüyle oynamış. En sonunda işaret parmağında karar kılmış. İşaret parmağı bir inanca göre en güçlü ve yol gösterici parmak olarak görülürmüş. Kral Ethan buna inanmış ve yine o bildiği büyüsüyle bu gücü işaret parmağına geçirildiğinde ortaya çıkması için büyü yapmıştı. O günden sonra yüzük parmağına takılan hiçbir yüzüğün yaratığı çıkmadı ortaya. Yaratıklar ancak ve ancak işaret parmağına takıldığında ortaya, gerçek hayata çıkardı. Ve işaret parmakları kesildiğinde ise bir daha o gücü kullanamazlardı. Bu da büyük bir suç işlemekle mümkün olurdu. İhanetle... Gözlerimi boşluktan çektim ve Caleb'a döndüm. Ona minnetle bakıp başımı salladım. İçimdeki burukluk hissiyle ellerime çevirdim bakışlarımı. İşaret parmağımda gezdirdim gözlerimi. Bir cinsiyetin bana nelere mal olduğunu izliyordum kendi işaret parmağımdan. Bir cinsiyet benim hayatımı mahvetmişti. Kadın olduğum için hem bir yüzüğe sahip olamıyordum hem de ölüme mahkûmdum. "Hekim kadın yorgunluktan bayıldığını söyledi." dedi Kraliçe ilgiyle ve saçlarımı okşamaya başladı. "Anlaşılan balo gecesinde epey yoruldun." "Öyle." dedim ilgisiz bir sesle. Gözlerim hâlâ sol işaret parmağımdaydı. Kraliçe bakışlarımın ellerime kaydığını görünce üzüldü. Ne için böyle hüzünlü göründüğümü tek bir bakışla anlamıştı. Çocukluğumu hatırlıyordum. 'Ailemdeki herkese ben Basiliks yüzüğünü istiyorum. Ona bekçilik edeceğim. Göreceksiniz.' derdim. O yüzüğe hayranlığımı herkes bilirdi. Basiliks su elementine ait bir yüzüktü ve yeteneği ise gözlerine bakanı dondurmaktı. Bu özelliği çok ilgimi çekmişti o zamanlar. Ona sahip olacağımı söylediğimde ise bana hep gülerlerdi ailem. Bir imkansızlığı zorladığıma tanık olan ailem bana gülerdi. Başımı kaldırdım. Daha fazla işaret parmağıma bakıp acı çekmek istemiyordum. Kız olarak doğmam tahta çıkmama, yüzük sahibi olmama engel olmuştu. Yaşamama engel olmuştu. Ama bütün bunlar önemsizdi. Ben bütün bunlara sahip olmak zorunda hissetmiyordum artık kendimi. Eskiden bunlar için çok üzülürdüm. Fakat şimdi bütün bunlar bana bir eksiklik hissettirmiyordu. Acıtıyordu fakat bunların eksikliğini kapatmak için çabalamıyordum. Ne tahta çıkmak için ne de bir yüzüğe sahip olmak için tek bir an savaşmamıştım bile. Ben sadece yaşamak için savaşıyordum. Hepsini değil, yalnızca birini kazansam yeterdi bana. Yaşasam yeterdi... "Benim şimdi gitmem gerekiyor güzel kızım..." dedi Kraliçe. "İlgilenmem gereken şeyler var. Yanına gelirim yine." dedi ve yanaklarıma birer öpücük kondurup ayağa kalktı. Kardeşlerimin arasından geçip giderken arkasından baktım öylece. Caleb hiçbir şey söylemeden Kraliçe'nin arkasından gittiğinde kalbimin kırıldığını hissettim. Bu kadar çabuk mu gitmek zorundaydı? Çocukluğum daha önce de bahsettiğim gibi Chris ile geçmişti. Caleb ile neredeyse hiç görüşememiştik. O babamla devlet işleriyle ilgilenirdi. Çocukluğum boyunca onun özlemini çekmiştim ve ona hâlâ hasret doluydum. Benimle biraz ilgilenmesi için nelerimi vermezdim. Oysa o beni görmüyordu bile. Sarayda karşımdan geçip gitse bile farkında olmazdı yanındakinin ben olduğumun. Bu kalbimi acıtıyordu. "Sevgili kardeşim..." dedi Evan ve küçük adımlarla yanıma gelip elimi tuttu. Ona masumca gülümsedim. O ise tuttuğu elimi havaya kaldırıp bir öpücük bıraktı. Gülümseyerek diğer elimde uzanıp Kraliçe'den aldığı kızıl saçlarını karıştırdım. "Abla yapma ya!" diye sızlandığında kıkırdamaya başladım. Dean büyük bir zevkle sol tarafıma gelip kendini benim yatağıma attı. Evan da sağ tarafımdayken kolumun arasına girip bana sarıldı. Dean hemen bunun altında kalmamak için bana sokulmaya çalıştı. "Abla bana da bana da!" Gülerek diğer kolumun arasına da onu aldım ve sıkıca sarıldım onlara. Onların bana olan düşkünlüğü ilk kez bu kadar iyi gelmişti. İkisi de ellerini arkamda birleştirip birbirlerinin ellerini tuttular ve bana sıkıca sarıldılar. Biz keyifle gülerken karşımda Julia ve Marlon duygusal gözlerle bizi izliyordu. Marlon'ın hemen yanında duran Chris'e baktım. Dudaklarını büzmüş bir şekilde bana masum masum bakarken gülmem daha da arttı. "Sen niye terk edilmiş kedi yavrusu gibi bakıyorsun Chris?" diye sordum gülmemin arasında. Chris istifini bozmadan gözleriyle bizi işaret etti. "Bana yer kalmadı. Bir nevi terk edildim." "Serseri..." diye mırıldandım ve ikizleri kendime biraz daha çekip ona da yer açmaya çalıştım. Evan sızlanmaya başladı. "Abla kafam kopacak." Şaşkınlıkla ona döndüm ve onu sıkmayı bıraktım. Çocuğun kafasını gerçekten koparacaktım zira az önceden beri onu boynundan tutup kolumla boynunu sıkıştırmıştım. "Özür dilerim." dedim ve telaşla Evan'ı bıraktım. O sırada Dean bana daha çok sokuldu. "Benim kafamı koparabilirsin sorun yok." dediğinde gülerek onun da saçlarını karıştırdım. Chris'in söze girdiğini işittim. "Kafa koparma varsa benden uzak dur Rose." dediğinde bir anda sızlanarak ikizleri bırakıp kendimi yatağıma bıraktım ve onlara döndüm. "Ne oldu bana?" diye sordum merakla. İkizler iki yanımdan da kalkıp birer koltuğa oturdular. O sırada bakışlarım Marlon'a kaydı. "Yorgunluktan bayıldığımı zannetmiyorum. Yorgun falan değildim." "Heyecandandır sevgili kardeşim." diye söze girdi Chris. Ardından büyük bir keyifle yanıma geldi yatağımın baş ucuna oturdu. Şaşkın bakışlarla onu seyrettiğimde Chris büyük bir keyifle devam etti. "Neticede Prenses Dione'u saraydan kovmak büyük cesaret. Bunun heyecanı elbette seni bayıltacaktı." Öfkeyle yatağımdaki yastıklardan birini aldım ve Chris'in suratına fırlattım. Chris sızlanarak kucağına düşen yastığı alıp tekrardan bana fırlatınca sinirle dizlerimin üzerinde doğrularak kucağımdaki yastığı alıp art arda Chris'e vurmaya başladım. Chris elleriyle beni def etmeye çalışırken dizlerimin üzerinden ona vurmaya devam ettim. Bu sırada hemen yanımdaki sandalyelerde oturan ikizler gülüyordu. "Ben kimseyi kovmadım." dedim yastıkla ona vurmaya devam ederken. Ardından durup yastığın arkasından ona baktım ve işaret parmağımla onu ikaz ettim. "Sakın Kral'a benim prensesi kovduğumu söyleme. Kovma lafını Kral'dan duymayacağım Chris." dedim ve bir kez daha yastıkla kafasına vurdum anlaması için. "Çok geç..." dedi Chris yastık darbelerime gülerek. Duraksadım ve kızarmış suratına baktım. O ise sırıtmaya devam ederek bana baktı. "Bütün saray biliyor. Herkesin önünde kovmuşsun." Gözlerim kocaman irileşti. Ellerimdeki yastık yatağa düşünce Chris büyük bir kahkaha attı. Ben ise olayın şokuna daha yeni varıyordum. Doğru söylüyordu. Herkesin gözü önünde göndermiştim onu. Öfkeyle ona baktım ve yatağıma bıraktığım yastığı kaldırıp bir kez daha Chris'in sırıtan yüzüne fırlattım. "Sana bir daha kovma lafını kullanmayacaksın demedim mi ben?" dedim öfkeyle. Chris yastığı alıp bana tekrardan fırlattı. O an hem bir kardeş kavgası içerisindeydik hem de bir muhabbet içerisindeydik. "Öyle bir şey söylemedin bir kere." dedi ve ona fırlattığım yastığı elini kaldırarak engelledi. Düşen yastığa ikimiz de aynı anda hareket ettiğimizde ortada kafalarımız tokuştu. İkimiz de acıyla kıvranarak yatağa uzandığımızda ikizler kahkaha atmaya başladılar. Chris acısının içerisinde ortadaki yastığı alıp suratıma attı ve kısa bir süre suratıma bastırdı. Öfkeyle çırpınarak ona tekme atmaya çalıştım fakat küçücük yatakta bedenine ait bir uzuv bulamıyordum. "Abla sağ üst." dedi Dean. Onu dinleyip bacağımı kaldırıp sağa doğru güçlü bir tekme indirdiğimde Chris acıyla inledi. Suratımdaki bastırdığı yastığı kaldırıp ona baktığımda bu tekmeyi çok yanlış bir yere geçirdiğimi gördüm ve mahcup bir şekilde onun suratına baktım. Ardından öfkeyle Dean'a döndüm. Dean sinsi sinsi gülerken yüzümden kaldırdığım yastığı bu kez Dean'a fırlattım sertçe. Hemen yanındaki Evan kocaman bir kahkaha ile kardeşine fırlattığım yastığa bakarken o an Julia ve Marlon'ın da gülmemek için kendilerini tuttuğunu görmüştüm. Şu an birer prens ve prenses gibi değildik adeta bir kardeş kavgası veriyorduk kendi içimizde. "Özür dilerim..." dedim Chris'e doğru eğilerek. Onu yattığı yerden kaldırmaya çalıştım fakat koca bedeni içi kum dolu bir çuvaldan farksızdı. Kendi çabamla onu kaldırıp suratına baktım. "Eğer tahta geçersem senin yüzünden neslimizi devam ettiremeyeceğim." dedi acı içinde. Gülmeye başladığımda Evan'ın neşeli sesini duydum. "Eyvah duydun mu Dean? Chris nesli devam ettiremeyecekmiş. Bence tahta biz geçmeliyiz." dediğinde Dean gülerek Chris'e baktı. "Asla kötü bir niyetimiz yok sevgili ağabeyciğim. Biz sadece neslimizi düşünüyoruz." Gülmem büyüdüğünde Chris bozuk bir suratla ikizlere ve bana bakıyordu. "Böyle olacağını bilseydim bu tekmeyi daha önceden atardım." deyip güldüğümde Chris beni bacağımdan tutarak kendine asıldı. Beni yatakta sürükledikten sonra yataktan aşağı attığında sinirle yerimden kalkıp bacağına vurdum. "Serseri herif!" diye bağırdığımda Chris de bir çocuk gibi bana vurmaya çalışıyordu. "Bıraksana beni Rose! Yapıştın İyice!" dedi ve beni tekmeleriyle uzaklaştırmaya çalıştı. Bu ufak çatışma esnasında Julia'ya döndü. "Siz bunu neyle besliyorsunuz Bekçi?" diye sorduğunda daha çok öfkelendim. "Besleyeceğim ben seni... Bekle." dedim ve ona vurmayı bıraktım. Chris önce emin olmak için boşluğa tetkit amaçlı bir tekme savurdu. Birkaç tekme daha savurduktan sonra uzandığı yerden doğruldu ve bana baktı. "Tamam mı? Bitti mi yengeç taklidin?" diye sorduğunda suratımı asarak ondan uzaklaştım. Yatağımın etrafını dolaşıp yatağıma diğer köşeden girdim ve yorganımı sertçe üzerime çektim. Chris gülerek bana döndü. "Prensese haddini nasıl bildirdin anlat bakalım." dediğinde yorganı utançla suratıma kaldırıp yüzümü kapattım. "Konuşmak istemiyorum." Dean heyecanla söze girdi. "Görmeliydin Chris!" dedi heyecanla. "Geçti prensesin karşısına dik dik baktı böyle." dediğinde heyecanla Evan atıldı. "Sonra prenses ona odana git hemen dedi. Rose bir anda karşısında dikilip 'Siz bana emir veremezsiniz.' dedi." Yüzüme çektiğim yorganı Chris'in tepkilerini görmek için yavaş yavaş indirdim. Chris etkilenmiş bir şekilde ikizleri dinliyordu. Dean devam etti. "Sonra prenses 'Ben hayatta kalan tek prensesim.' dedi." Evan atıldı. "Ablam da 'Ben de hayatta kalan prensesim.' dedi." Dean öfkeyle susturdu Evan'ı. "Hayır öyle demedi. 'Yanılıyorsunuz. Hayatta kalan tek prenses siz değilsiniz.' dedi." Evan öfkeyle Dean'ı dürttü. "Aynı şey!" Chris kaşlarını kaldırarak bana döndü. Oldukça etkilenmişti. Ben ise hâlâ utançla yorganın üzerinden bakıyordum ona. O sırada Dean ayağa kalktı. Evan'ı karşısına aldı ve benim baktığım gibi sert bir şekilde Evan'a baktı. "Aynen böyleydi. 'Karşınızda Kral Alaric'in yegâne kızı duruyor. Ve hayatta.' dedi." Evan ve Dean heyecanla yerlerinde kıpırdandığında Chris hayretle bana döndü. İşaret parmağıyla ikizleri işaret etti. "Bunu sen mi dedin?" Tek kelime etmeden yorgan yüzümün bir kısmını hâlâ kapalı tutarken ağır ağır başımı salladım. Chris büyük bir zevkle oturuşunu düzeltip ikizlere ve onların canlandırmasına döndü. Sanki bir tiyatro izliyor gibiydi. Yatağıma iyice yayılıp ikizlere bakarken ikizler devam etti. Dean duruşunu düzeltip ekledi. "Sonra yine geçti karşısına. Üsten bakmaya başladı. Sonra herkes sustu ve ablam 'Fakat hala aramızda hâlâ çok büyük bir söz konusu olduğu doğru.' dedi ve halama biraz daha yaklaştı." dediğinde Chris heyecanla olanları izliyordu. Marlon ile göz göze geldik o an. Şimdiki söyleyeceklerim çok da iyi şeyler değildi ve Chris buna nasıl bir tepki verecekti bunu bile kestiremiyordum o an. Dean büyük bir gururla göğsünü gerdi. " 'Zira siz ölü kralın kızısınız ama ben saltanat süren kralın kızıyım.' dedi." Chris'in bakışları değişti o an. Yayıldığı yatağımdan şok içinde doğrulurken yorganı biraz daha kafama kaldırdım. Artık sadece gözlerim görünüyordu. Chris önce durup ikizlere baktı çatık kaşlarıyla. Hemen ardından bana döndü ağır ağır. Gözlerindeki alaycı ifade ve keyif gitmişti. Anlamsız, şaşkın ve sinirli bir şekilde bakıyordu. Yutkunarak ona baktığımda Chris afallamış gibi ikizlere döndü. "Alay etmiyorsunuz değil mi?" diye sordu ikizlere emin olmak ister gibi. Bir kez daha yutkundum. İkizler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar sanki yanlış bir şey yapmışız der gibi. En büyük yanlışı ben bu sözleri ederek yapmıştım. "Hayır?" dedi Dean şüpheyle. "Çok havalı değil mi?" dediğinde Chris birden yataktan kalktı. Önce Marlon ve Julia'ya sonra da ikizlere baktı. Sonrasında ellerini arkasında birleştirip boğazını temizledi. "Bizi prenses ile yalnız bırakır mısınız?" dediğinde tüylerim ürperdi. Gözlerim anında Marlon'a gitti. Marlon tek kelime bile edemeden Chris'e baktı. Chris duruşuyla bile az önceki eğlence havasını dağıtmıştı. "Ağabey-" diye söze giren Evan'ın sözünü Chris nazikçe kesti. "Lütfen..." Odadakilerle teker teker göz göze geldim. Hepsi endişeyle bana bakarlarken ben bir yorganın arkasından onları izledim. En sonunda yorganı yavaş yavaş yüzümden indirdim ve derin bir nefes alarak bakışlarımı kucağımdaki ellerime çevirdim. Kapımın açılma sesiyle birkaç adım çıktı gitti kapıdan. Ardından odadaki adımların hepsi teker teker odamda çıktı. Chris ile yalnız kaldığımızda bir süre odanın önünden adımların uzaklaşmasını bekledik. Adımlar tam anlamıyla duyulamayacak bir mesafeye kadar gittiğinde yutkundum ve söze girdim. "Uzaklaştılar." dedim mahcup bir tavırla. O an öyle suçlu hissediyordum ki... Chris derin bir nefes alıp ayaktayken yönünü bana çevirdi bana baktı. Gözlerinde endişe gördüm o an. Bana bir şey olmasından korkuyor olmalıydı zira bu hareketim ve bu sözlerim bütün bir sarayın önünde gerçekleşmişti. Bekçilerin beni öldürmeleri için ellerine bir fırsat vermiştim. Bunu ben de biliyordum. "Az önceki söylediklerin..." diye mırıldandı Chris. Sesli zikretmek bile istememişti. Öfkesini bastırarak devam etti. "Az önceki söylediklerin herkesin gözü önünde mi oldu?" dedi ve hızla ekledi. "Herkes duydu mu?" "Duydu." dedim sadece. Başımı kaldırıp yüzüne bakamadım bile. "Emin misin duyduklarına?" diye emin olmak isterken sabırla gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. "Fısıldasam bile duyulurdu o sözler Chris." dedim ve ekledim. "Zira bizler birer bekçiyiz. Kulaklarımız keskin. Üstelik o sözler duyulamayacak bir ses tonuyla da çıkmadı." dedim ve öfkeli gözlerimi Chris'e çevirdim. Bana hala sinirle bakıyordu. "Oldukça gür bir ses tonuyla söyledim o sözleri." "Kendi ölümünü hazırladın yani." dedi Chris birden. Hiçbir şey söylemediğimde Chris bir anda hızlı hızlı konuşmaya başladı. "Nasıl tutamazsın kendini Rose? Nasıl kendini kontrol edemeyip bu denli büyük bir dengesizlik yapabilirsin? Herkes seni öldürmek için bir bahane ararken sen nasıl onların avucuna böyle bir şey bırakabildin? Her şeyi geçtim..." dedi ve duraksadı. Nefes alıp gözlerini kapattı. Ellerini saçlarına daldırıp kendine gelmeye çalıştı. Gözlerim bile dolmadı o an. Ellerim titremedi. Suçluluk hissi her yanımı sarsa da tek bir yenilgi hamlesi bile göstermedim. Yalnızca başım eğikti. Bu da suçlu olduğumu bildiğim içindi. Ben hep suçluydum zaten. En masum anımda bile suçluydum ben. "Seni öldürmeseler bile bu söylediklerin Kralın kulağına giderse ne olur?" dedi acı içinde. Yutkundum. Chris ile korkudan kendini kaybetmişti. "Kralımız ne der, sana ne yapar? Hiç mi düşünmedin?" "Düşünmedim." dedim titreyen sesimle. İçimdeki öfke sesime yansıyordu. "Düşünmedim çünkü üzerime çok geldi. Bana sürekli hain damgası vurdu. Herkesin gözü önünde azarlayıp el kaldırdı bana. Beni Elçilerle bir tutup onlar gibi hain mi olacaksın dedi. Ailemi karşıma almakla itham etti beni." dedim öfkeyle. Başımı iki yana salladım sinir bozukluğuyla. "Susamazdım Chris. Artık bu kadarı da fazla." dedim ve nefretle ekledim. "Ona ne yaptıysam bunu hak etti. Bana bir çocukluk borçlu." Chris dağılmış bir hâlde bana bakıyordu. Yaşadığım şeyleri bir bir öğrenmesi onu dağıtmıştı. Bir anda iki büyük adımla yanıma gelip eğildi ve ellerimi tuttu. "Niye bana söylemedin o zaman?" dedi acı içinde. "Sana kaç defa sordum." deyip işaret parmağıyla kapıyı gösterdi sanki Prenses Dione'u işaret ediyormuş gibi. "Sana bir şey yapıyor mu, yapıyorsa söyle ben ilgilenirim dedim." Yalvaran gözlerle bana bakarken ellerim işte şimdi titremeye başlamıştı. Chris hala yıkılmış bir şekilde gözlerime bakıyordu. "Böylesi daha mı iyi oldu?" "Kimseye ihtiyacım yok benim." dedim kararlı bir ses tonuyla. Acı içinde gülümsedim. "Bu sabah Kral ile de bu konu hakkında konuştum. Bu hayat benim hayatım Chris." dedim işaret parmağımla kendimi işaret ederek. "Hayatımda ölüm gibi bir gerçek ve yaşamak gibi bir sorumluluk varsa bu bana ait. Başkasına değil." "Bütün bir krallığa gücünü nasıl yetireceksin?" dedi. Acı içinde gülümsedim tekrardan. "Yetiremezsem ölürüm ben de." dediğimde Chris'in gözlerinin içi titredi. Ellerimi tutan elleri yaşadığı şaşkınlıkla gevşedi. "Beni korumak için ailemden birinin ölmesindense ben ailem için ölürüm." "Kes saçmalamayı." dedi Chris öfkeyle. Ellerimi daha sıkı kavradı ve yüzüme yaklaştı. Nefesi nefesime karışırken o hırsla konuşmaya devam etti. "Ben buna izin verir miyim sanıyorsun?" dedi bir anda öfkeden titreyen sesiyle. "Seni herkesten korurum ben Rose. Herkesten." dedi ve ekledi. "Kendinden bile." Gözlerim titredi. Ellerimi tutan ellerine baktım. Kararlıydı. Bu konuda ciddi ve netti. Eğer bir uçurumdan yuvarlanırsam hiç tereddüt etmeden o da o uçurumdan yuvarlanırdı. Bir hançer boynuma dayansa o hançerin sahibini yok ederdi. Chris için kıymetli olduğumu bilsem de bunu duymak kendimi iyi hissettirmişti. En çok kavga ettiğim ve en çok birbirimize düşen kardeşler olarak aramızdaki bu bağ çok özeldi. Birbirimize olan bağlılığımız ve düşkünlüğümüz bile içimde bir şeyler kıpırdatıyordu. Chris sıkıntıyla nefesini dışarı verdi. "Ben Kral ile konuşacağım." dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Merakla onu dinlediğimde gözlerimin içine bakarak gülümsedi bana. "Yanlış anlamaması için olayı kendim anlatacağım. Seni suçlu gösterecek hiçbir şey söylemeden." Hayranlıkla ve minnetle Chris'e baktım. Yüzümde hüzün dolu bir gülümseme yerleşirken içimdeki beliren ani hisle kollarımı Chris'in boynuna doladım ve ona sıkıca sarıldım. Chris ellerini belime doladı ve o da sıkıca sarıldı. Başımı Chris'in boynuna gömerek onun kokusunu içime çektim. Ağabeyimin kokusunu içime aşıladım... "Teşekkür ederim..." diye fısıldadım. Üzerime düşen duygusallıkla ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bile bilemiyordum. "İyi ki varsın Chris." "Sen de iyi varsın kardeşim..." dedi ve daha sıkı sarıldı. "Hep de var olacaksın. Bunun için her şeyi yaparım." Duygusal anımızdan sonra birbirimizden ayrıldığımızda Chris yine yaramazca gülümsedi ve yumruk yaptığı eliyle omzuma hafifçe vurdu. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda o hala gülüyordu. "İkizler haklıymış kardeşim. Sarılma konusunda tam bir acemisin. Boynum kopuyordu." Gülerek onun yaptığı gibi elimi yumruk yapıp omzuna vurdum. Ona göre biraz daha şiddetli vursam da Chris bunu çok yadırgamadı. "Çok konuşma." dedim gülerek. "Serseri." "O hâlde bu serseri uyumaya gidiyor. Prenses Dione'suz rahat ve refah dolu bir gece geçirmen dileğiyle sevgili kardeşim." dedi Chris. Daha çok güldüm. "Sana da..." "En çok bana." dedi Chris odadan çıkmadan önce. Son kez bana gülerek baktı ve odadan çıkıp gitti. O çıkınca bir süre arkasından kapanan kapıya baktım. Sıkıntıyla bedenimi yatağa uzattım ve yorganı kafama kadar çektim sanki bütün bir hayattan saklanmak ister gibi. Kendimi karanlığa bıraktığımda ise gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Bir boşluğa çekiliyordum usul usul. O boşluğa dönüşüyordum sessiz sessiz. Ve o boşluğa kendimle birlikte başkalarını da çekiyordum habersiz... Gözlerim aralanıyor gözlerim kapanıyordu. O an bambaşka bir Dünya'ya geçiyormuş gibiydim. Gözlerim kapandığında kısa rüyalar görüyor gözlerim aralandığında gerçek hayata dönüyordum. Bu ne kadar oldu hatırlamıyordum. Gözlerim defalarca açıldı ve defalarca kapanıp kâbuslara hapsoldu. Bazıları kâbus bazıları ise rüya olan bu karmaşık uykudan yeniden gözlerimi aralayarak uyandım. Zihnimden tek bir şey bile geçmiyordu. Gözlerim odanın karanlığını fark etti. Hava artık tam anlamıyla kararmıştı. O an yatağımın yanı başına getirilen bezleri görmüştüm. Hekim kadın gelmiş olmalıydı. Ellerimi tereddütle başıma götürdüm. Tahmin ettiğim gibi bezlerden birini alnıma koymuştu. Ateşim mi çıkmıştı? Ellerimle bezi alnımdan alıp yatağımın yanı başındaki masaya yerleştirdim. Gözlerim yeniden kapandı. Yeniden açıldı. Deliksiz uykulara alışık değildim. Hep böyle kopuk kopuk uyurdum geceleri. Oysa bu gece daha fazla uyanıyordum. Bütün bir gece boyunca doğru düzgün uyuyamamıştım bile. En sonunda sıkıntılı bir nefesle yan duran bedenimi düzelttim. Tam anlamıyla dümdüz yatarken gözlerim yeniden kapandı. Yeniden aralandı. Gözlerim bir kez daha kapandığında kalbimin hızlandığını hissettim. Bu bir his miydi? İçimdeki bir güdü harekete geçmiş gibiydi. İçimden çıkmak istiyor gibiydi. Öyle ki uyuduğum halde rüyamda bile kalbimin sesi bir duvar sesi gibi geliyordu. Duvara ısrarla vurulan kocaman bir tokmak vardı sanki beynimin içinde. Boynumda hissettiğim soğuklukla birlikte gözlerim bir kez daha aralandı. Gözlerimin aralanmasıyla birlikte gördüğüm şeyle şok oldum. Boynumdaki soğukluk giderek boynumu sıkarcasına çekildiğinde yerimden sıçradım ve nefes almaya çalıştım. Omzuma sertçe dokunan bir el beni yatağıma yeniden yatırdı ve elini ağzıma götürüp bastırdı. Gözlerim korkudan irileşirken o an karşımdaki bu maskeli insanlara bakıyordum. Simsiyah kıyafetleri ve ceplerindeki kılıçlar, hançerlerle birlikte gözlerim daha da irileşti. O gün bugün müydü? Kalbimin atışı kafamdaydı. Ellerim tir tir titrerken çaresizce odanın içerisinde gezdiriyordum bakışlarımı. Julia yoktu... Julia neredeydi? Boynumdaki soğuk şeyin o an bir zincir olduğunu fark ettim. Zinciri elinde tutan bekçi üzerime oturur pozisyondaydı ve durmadan elindeki zincirleri sıkmaya çalışıyordu. Nefessizlikten onların kollarında çırpınırken aklım hâlâ yaşadığım şoktan yerine gelebilmiş değildi. Bir el ağzımda diğer el omuzlarımda beni yatağa bastırıyordu. Bir diğer bekçi de boynumdaki zinciri durmaksızın sıkıyordu. O kadar terlemiştim ki bütün saçlarım yüzüme yapışıyordu ama ısrarla onlara direnmeye çalışıyordum. O an bacaklarımla üstümde duran bu bekçiye bir tekme geçirmeye kalkmıştım ki fark ettiğim şey bacaklarımın da tutulmuş olmasıydı. Beş kişiydiler... Biri sağ öbürü sol omzumdan tutuyordu. Biri bacaklarımı tutuyor öbürü ağzımı kapatıyor diğeri de elindeki zinciri sıkıyordu. O kadar nefessiz kalmıştım ki gözlerim kendi kendine açılıp kapanmaya başladı. Oda öyle karanlıktı ki gözlerini bile seçebilmek mümkün değildi. Sadece kendi aralarındaki konuşmalarını hatırlıyordum. "Bitir artık şu işi!" "Acele ettirme!" dedi üzerimdeki bekçi. O an gözlerim ellerine kaydı. Bir yüzüğü yoktu. Yüzüğü olan bir bekçi değildi. Zinciri biraz daha sıktığında damarlarımdaki bütün kanın beynime sicim ettiğini hissediyordum. Ellerimden hiçbir şey gelmiyordu. Ölüyordum... Kelimenin tam anlamıyla ölüyordum ve bir kişi bile duymuyordu. Boğazımdan bir inilti çıkardığımda üzerimdeki bekçi bana doğru eğilerek sertçe bağırdı. "Sesini kes!" dedi güçlü bir fısıltıyla. Korkak gözlerim onun gözlerine bakıyordu. Ona bir korkak gibi baktığım için kendimden nefret ettim o an. "Senin gibi isyankâr ve ailesine başkaldıran bir prensesin artık tek bir iniltisine bile tahammülümüz kalmadı." dedi. Gözlerim kapandı. Her şey gidip geliyordu. Gözlerim kapanıyor ve ben yavaş yavaş ölüyordum. Direnmeye çalıştığım ellerim artık titremiyordu bile. Boynuma dolanan demir zincir boynumu mahvetmişti. Nefes alamadığım gibi kıpırdamaya gücüm bile kalmamıştı. Gözlerim kapandığında o an zihnimde yeniden o sesleri duymaya başladım. Az önceden beri boş olan zihnim konuşuyordu. O an her iki elimi de sıkı sıkı yumruk yaptığımı hatırlıyordum. Ve bu yaptığım yumruk zihnimi bir anda canlandırdı. "Ölmüyor mu hâlâ?" diyordu ağzımı kapatan bekçi. "Yakalanacağız. Bitir artık şu işi." "O kadar kolay mı sanıyorsun?" dedi nefes nefese üzerimdeki bekçi. Sesinde öfke vardı. "Ölmüyor ama ölecek." dedi hırsla ve zinciri daha da sıktı. Gözlerim acıyla açıldığında onun kahverengi gözlerini gördüm. "Bu küçük isyankâr, halkına Kraliçe Marry gibi savaş açmadan geberecek!" O an fısıldamaya çalıştığımı hatırlıyordum. Ağzımı kapatan bekçiye rağmen dudaklarımı aralayıp konuşmaya çalıştım. "B-ben..." dedim kalan son nefeslerimle. "O... Ben..." "Hâlâ konuşuyor! Nasıl hâlâ konuşacak nefesi kalabilir bu kaltağın? Şunu sonuna kadar sıksana artık!" diye bağırdı arkadaşına. Zihnimde bir yankı belirdi o an... Yine aynı ses... 'Hepiniz...' dedi yankı. Yine aynı kadın sesiydi. Sesi içinde taşmayı bekleyen bir öfke gibiydi. 'Hepiniz...' dedi bu kez daha yüksek bir sesle. 'HEPİNİZ ÖLECEKSİNİZ!' diye haykırdı zihnimin içinde. Gözlerimi ardına kadar açıp üzerimdeki bekçiye baktım bir kez daha. Bu kez korkak gözlerle değil. Bu kez gözlerim bir başkasına aitti. Karanlığa... 'HEPİNİZ ÖLECEKSİNİZ AMA BEN YAŞAYACAĞIM!' dedi son bir haykırışla kadın sesi. Ne olduysa o an oldu. Bu haykırışla birlikte vücudumda hissettiğim benlik hissim bedenimi aştı. Ayaklarımı tutan bekçiden kendimden beklemediğim bir güçle ayaklarımı çektim ve doğrudan dizlerimi karnıma çekerek üzerimdeki bekçinin karnına ayaklarımı yerleştirip onu sertçe ittirdim. Ağzımı kapatan bekçiye doğru yatağımda yan dönerek yuvarlandım ve diğer bacağımla da ona tekme geçirdim. Gözlerim ve bedenim bir başkasına aitti sanki o an. İçimde bir başkası vardı ve o savaşıyordu sanki. Yatağımdan hızla kalktım. Titreyen dizlerimle sendeleyerek kalktığımda ellerimi boynuma götürdüm. Korkudan titreyen ellerim öyleydi ki zincirleri boynumdan bile çıkaramamıştım. Yalnızca gevşetebilmiştim. Gevşettiğim an öksürük krizine girdim ve iki büklüm bir şekilde dizlerimin üzerine çöküp karnımı tuttum ellerimle. O an geriye savurduğum bekçiler toparlanıp üzerime geldiler. İçlerinden biri karnıma sert bir tekme geçirdiğinde yerde yuvarlandım ve acı içinde inledim. Yere yüz üstü düştüğümde bekçilerden biri yine üzerime çıkmaya yeltenip zincirin iki ucunu tuttu. Sıkmasına fırsat bile vermeden kendi etrafımda dönerek ona bir tekme daha attım. Attığım tekmeyle odanın öbür ucuna fırlayan bekçiye arkadaşları şok içinde bakakalmıştı. Fiziki gücümü daha ilk defa görüyorlardı. Öksürükler içerisinde ayağa kalktım. Nefes nefeseydim. Sanki mezarından çıkmış bir ölü gibi titreyen bacaklarımla ayağa kalktım. İki büklüm dururken zincirlerden kurtuldum ve boynumdan çıkardığım gibi zinciri sol elime doladım. Gözlerimdeki karanlık onların gözlerine değince irkildiklerini hissettim. Titremem ve öksürüklerim devam ederken bakışlarım masamda duran hançerlerime gitti. Hızlı bir hamleyle masama ilerledim ve hançerlerimden birini elime kaptım. Tam o sırada bekçiler senkronize bir şekilde hançerlerini kabzalarından çıkardılar. Yüzüm kıpkırmızıydı. Nefesim öyle düzensizdi ki aldığım şey bir nefes değildi o an. Sanki uçurumdan aşağı sarkıtılan birini çekiyordum yukarı. Göğsüm sürekli iniyor ve kalkıyordu. Gözlerim ise bekçilere kilitlenmiş gibiydi. Onları tek korkutan nokta da buydu. Bakışlarım... Bakışlarımda gördükleri o şeyden korkuyorlardı. "UÇURUN ŞUNUN KAFASINI ARTIK!" diye bağırdı duvara savrulan bekçi. Histerik bir gülümseme yayıldı suratıma. Sol elimdeki zinciri gürültülü bir şekilde elimde döndürmeye başladım ve diğer elime de hançerimi alıp ağır adımlarla onlara yürümeye başladım. O an zihnimde bir ses daha yayıldı. Ve bu ses bana kendimi kaybettirdi. 'Ve gün batar... Biz doğarken...' Gözlerim dışarıya kaydı. Hava karanlıktı. Hem de zifiri karanlıktı. Bir anda başımı sağa doğru yatırdım. Bir kıtlama sesi geldiğinde odada sessizlik hakimiyet sürdü. Sessiz ve sakin davranıyordum. O an bir yaratığa dönüşmüş gibiydim. Her an etrafı dağıtabilecek kadar vahşi hissediyordum kendimi. Bu sarayı yıkacak kadar bile... Korkuyla yanıma yaklaşmaya çalışan bekçilere baktığımda gözlerindeki sabırsızlığı görüyordum. Beni öldürmek için sabırsız bir şekilde beni incelemelerini izliyordum. Önce birbirlerine baktılar. Ayağa kalktığımdan beri tek hareketim yalnızca gürültülü bir şekilde elimdeki zinciri sallamaktı. Tepkisizliğimi fark ettiklerinde onları afallatmak için bir adım öne attım. Hemen yanı başımda olan bekçi geriye doğru bir adım attığında acımasızca elimdeki hançeri yanımdaki bekçinin gövdesine doğru fırlattım. Bekçi yediği darbeyle şok olurken bana atakta bulunan bekçileri elimdeki zinciri onlara çevirerek uzaklaştırmaya çalıştım ve bir yandan da hançerimi sapladığım bekçiye ilerledim. Bekçi elindeki hançeri bana doğrulttuğunda Başbekçi’ye yaptığım gibi bacağımı yukarı kaldırıp eline vurdum ve hançerin yere düşmesini sağladım. Bir yandan zincirimi çevirirken diğer yandan hayrete düşen bekçinin önünde bittim ve ona sapladığım hançeri sertçe çıkardım. Bekçi acı içinde inlediğinde bu kez kimsenin beklemediği bir şekilde hançeri bekçinin kafasına sapladım. Bekçi gözleri açık bir şekilde gözlerime bakakalırken dudaklarından tek bir şey döküldü. "K...Ka...Karanlık?" dedi şaşkınlıkla ve dizlerinin üzerine düşerek gözlerime bakmayı sürdürdü. Ona zerre acımadan yere düşürdüğü hançerine uzandım ve zincirimi önümde olan iki bekçinin ayaklarının altına doğru sallayıp bacaklarında döndürdüm. Onlar üzerimden bana hançer darbelerin indirmeye çalışırken çevik hareketlerle onlardan sıyrıldım ve yine büyük bir tekmeyle bir tanesinin hançer tutan eline vurdum. Hançer yere düştüğünde hızla uzanıp o hançeri de aldım ve bekçilerden uzaklaşıp geri adımladım. İki elime de hançerleri alıp çevirdim ve geri geri balkonuma kadar adımladım. Dördü de üzerime doğru yürürken yüzümde oldukça sert ve korkunç bir ifade vardı. Bekçilerden birinin elinde onları oyalatmak için doladığım zinciri görünce boynum kasıldı. Nefesim sıklaştığında ise stresle elimdeki hançerleri bir kere daha çevirdim. "Bu gece..." dedi üstüne basa basa bir bekçi. "Buradan sağ çıkamayacaksın prenses. Zira krallık bunu istiyor." dedi ve hançerini balkondan aşağı sarayın bahçesine fırlattı ve kemerinden uzun kılıcını çıkardı. Gözlerimi bir an bile üzerinden çekmedim ve onu gözlemledim. Elleri titrekti. Tıpkı benim gibi. Fakat aramızda bir fark vardı. Onunki korkudan titriyordu. Benimki ise ölüm korkusundan. Onun ölüm korkusu yoktu. Saf korku vardı. Bunu ölüm korkusuna çevirecektim. "Neden?" diye sordum baskın bir sesle. O an ses tonumu bile tanıyamamıştım. O kadar gür ve keskin çıkmıştı ki. "Krallığın her istediğini böyle yapar mısın sen Bekçi? Öyleyse neden hâlâ masumlar ölüyor?" dediğimde Bekçinin bakışlarında öfke belirdi. "Krallık biz ölmek istemiyoruz diye yalvarırken neredeydiniz?" dedim ona Elçilerin yaptıkları saldırıları hatırlatarak. Ay ışığı gözlerini yansıtıyordu. Ela gözleri vardı ve o ela gözler bana öyle nefretle bakıyordu ki... Bir an önce benden kurtulmak istiyordu. "Uğursuzluk yüzünden." dedi birden ela gözlerin sahibi. Kaşlarımı çattığımda devam etti. "Kraliyet hanedanına bir prenses doğarsa o devir kuraklık, uğursuzluk devri olur. Bunu sizin yüce atalarınız dillendiriyor." dedi ve ekledi. "Siz doğdunuz ve biz uğursuzluklara gömüldük." Sinir bozukluğuyla güldüm. "Kraliyet hanedanının prenses doğmadığı dönemlerde neden kazanamadınız o zaman savaşı?" diye sordum öfkeyle. "Bu uğursuzluğu kime borçluydunuz? Bu kez de prenslere mi?" "Doğru konuş!" dedi aralarından bir bekçi. "Ne hadle prenslerimiz hakkında böyle konuşursun sen? Prenses Dione'a başkaldırdığın gibi geleceğimize de mi başkaldırıyorsun sen?" dedi prensleri kastederek. "Bu konuşma fazla uzadı." dedim hırsla ve hançerlerimden birini havaya kaldırıp bekçilerden birine fırlattım sertçe. Hançerim bekçiyi ıskaladığında öfkeyle aralarına girip büyük bir mübadeleye girdim. Elinde kılıç olan bekçiye odaklanmaya çalışıyordum. Onun elinden kılıcı aldığımda her şey bitecekti. Hançerler sürekli bedenimi sıyırarak geçiyordu. Bedenimin çoğu yeri yaradan ve kandan görülmemeye başlanmıştı. İçinde bulunduğum beyaz gecelik benim kefenim olmuştu. Kanlardan görünmüyordu bile. O an o fısıltı yeniden aklımda yer etmişti. Bir yandan karşımdaki cellatlarımla diğer yandan aklımdaki sesle savaşıyordum. Zihnimdeki sesi dinlerken bekçilerden biri sırtıma dirsek geçirdiğinde öfkeyle yere çakıldım. Dizlerimin üzerine çöktüğümde gözlerimi öfke ve nefret bürümüştü. Dudaklarım kendi kendine aralandı o an. Ben hiçbir şey söylemeyi düşünmezken aralanan dudaklarımdan zihnimdeki sesler bir bir dökülmeye başladı. "Hepiniz..." dedim hırs ve nefret dolu büyük bir sesle. "Hepiniz..." diye tekrar ettiğimde o an bulutlar güçlü bir ses çıkardı. Sanki o an tarih tekerrür ediyor gibiydi. Böyle bir anı hayatımda bir kez bile yaşamamış olsam da içimde bu anı yaşayan bir kısım var gibiydi. Bu an ona tanıdık gelmişti. "HEPİNİZ ÖLECEKSİNİZ!" diye haykırdım en sonunda gökyüzünü delercesine. Gökyüzü benimle birlikte gürlediğinde öfkeyle ayağa kalkıp elimdeki hançeri sertçe elinde kılıç tutan bekçinin kolundan geçirdim. Öyle sertti ki bu hamlem bekçinin bileği kopmuş ve kılıçla birlikte yere düşmüştü. Bekçi şaşkınlıkla ve korkuyla büyük bir çığlık attığında göz göze geldik. Dişlerimin arasından konuşmaya devam ettim o an. "Ama ben..." dedim taşmayı bekleyen öfkemle. "Ben..." dedim ve arkamdaki bana zincir sallayan bekçiye hızlı adımlarla ilerleyip ona yaslandım ve sertçe onu ittirmeye başladım. Onu sertçe ittirirken o zinciri bir kez daha boynuma dolamaya çalışıyordu. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzümde. İkimizin de bedeni balkonun korkuluklarında durunca yere eğildim ve bekçinin ayaklarından tuttuğum gibi onu havaya kaldırıp onu korkuluklardan aşağı attım. Bekçi balkondan aşağı elinde zincirle birlikte bahçenin sarayını boyladığında açık kalan gözlerinin içine bakarak mırıldandım. "Ben yaşayacağım." Arkamdan koşarak gelen bekçiye hızla döndüm ve elimdeki hançerle birlikte onunla savaşmaya başladık. Son iki Bekçi kalmıştı. Bir anda savaştığım Bekçi, hançerini sertçe soluma saplamaya kalktı. Hızla ondan geri çekildim ve hançerini duvara saplamasını sağladım. Hançeri duvara çakılınca hızla arkasına geçip hançeri sırtına saplayacaktım ki arkamdan gelen diğer Bekçiyi fark etmemle nefret dolu bir hareketle geriye doğru sert bir tekme attım. Bekçi geri savurulurken kendime yarattığım bu kısa zamanı duvardan hançerini kurtarmaya çalışan Bekçiyi öldürerek geçirdim. Bekçinin göğsüne sapladığım hançeri içindeyken döndürüp ondan sertçe çektim ve son kalan Bekçiye baktım. Gözleri titreyerek savrulduğu yerden bana bakıyordu. "Sen..." dedi şok içerisinde. Elindeki hançeri yere düştüğünde onun üzerine doğru yürümeye başladım. Balkonum kan gölüne dönmüştü. "Sen nesin böyle?" dedi dili tutulmuş bir şekilde. "Sen..." dedi bir kez daha fakat bedeni balkonumun korkuluklarına dayanınca susmak zorunda kaldı. Karşısında dikildiğimde tek bir surat ifadesi bile göstermeden düz bir şekilde ona baktım. Bu bile onu titretmişti. "Sen nasıl bizden daha güçlü olabilirsin?" "Duyularım..." dedim sessiz bir sesle. "Beş duyu organım da normal bir Bekçiden daha da keskin." dedim ve gözümü bile kırpmadan hançerimi bekçinin sol omzuna sapladım. Bekçi acıyla inlerken acımadan sol elimde tuttuğum hançerimi daha da içeri gömdüm. Bekçi acıyla inlerken ben devam ettim. "Beni öldürmek için gelip ölmeniz ne kadar da acı bir durum öyle değil mi sevgili bekçim?" dedim ve alayla ekledim. "Beni hafife aldınız. Siz değil, ben sizin sonunuz olacağım. Ama yine de diğer arkadaşlarınız için siz iyi birer ders olacaksınız üzülme." dedim ve dişlerimin arasından konuştum. "Boşuna ölmediniz. Başkalarına ders olacaksınız." Bekçinin gözleri hançer tutan elime kaydı. Elimdeki siyah yüzüğü görür görmez bakışları değişti. Hatta öyle ki üzerindeki korku bir anda sökülüp gitti sanki bedeninden. Gözleri yüzüğümden ayrılmazken şaşkınlıkla bir bana bir de yüzüğe baktı. Korku dolu bir nefes bırakırken konuşamıyordu bile. Araladığı dudakları aklına gelen bir ihtimalle kapanıyor gibiydi. "Anastasia?" dedi birden. Kısılan gözlerim aralandı ve çatılan kaşlarım gevşedi. Gözlerini yüzüğümden ayırmadan bana baktı. Maskesinin ardında yatan o bakış yaşadığı şokun belirtisiydi. "O-onu..." dedi kekeleyerek. "Bulmuşsun." "Ne?" dedim anlamaz bir şekilde. Hançerimi biraz daha bastırdım öfkeyle. "Ne anlatıyorsun sen? Kaçacak delik bulamayıp saçmalayarak kurtulacağını mı sanıyorsun?" "Saf Karanlık." dedi bu kez. Gözlerim gözlerinden ayrılmazken ne demeye çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Ne anlattığı konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Gözleriyle omzuna sapladığım hançer tutan elimi işaret etti. Gözlerim ellerime kaydığında siyah yüzükle karşılaştım. Ben yüzüğe bakarken o devam etti. "Saf Karanlığı bulmuşsun." Gözlerim ardına kadar açılırken istemsizce parmağıma baktım. Parmağımda duran yüzükle bakıştığımda kalbimde bir duraksama hissettim sanki. Hançeri tutan ellerim titremeye başladığında kendimi kaybetmemek için yüzüğü görmezden gelerek karşımdaki bekçiye baktım. Doğru mu söylüyordu? Yoksa kurtulmak için kendince bir çaba mı gösteriyordu? Dişlerimi sıkarak hançeri biraz daha bastırdığımda bekçi büyük bir acıyla inledi ve dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerindeki korkunun sebebi az önceki söylediklerinden mi yoksa benden mi kaynaklanıyordu ayırt edemiyordum. Çaresizce gözlerimin içine baktığında o an kulaklarımın hiç duymak istemeyeceği şeyler söyledi. "Siz onu buldunuz ve onu takıyorsunuz." dedi bekçi çektiği acıdan mütevellit nefes nefese. "Siz bir suç işliyorsunuz. Bir kadın bekçi bir yüzüğe bekçilik edemez. İdam edilmelisiniz." "Saçmalamayı kes artık hain." dedim dişlerimin arasından. "Ben bir yüzüğe bekçilik etmiyorum. Kurtulmak içinse bu çaban, boşuna uğraşıyorsun." "Yüzüğü bulduysan... Anastasia'yı buldun demek..." dedi korku içinde. Şaşkınlığım her geçen zaman içerisinde daha da artarken Bekçi endişeyle devam etti. "Asıl hain sizsiniz. Anastasia gibi bir canavarı azat ettiniz ve yüzüğünü aldınız. Ona bekçilik ediyorsunuz. Siz ölmelisiniz." dedi ve korkuyla ekledi. "Bu suçla yaşamaya devam edemezsiniz." Neler söylüyordu aklım almıyordu bile. Neyden söz ettiğini kavramakta güçlük çekiyordum o an. Kalbimin damarı zincir geçirilen boynumda atıyordu. Öyle güçlü atıyordu ki bedenimi terk etmek istiyordu. O an alnımdaki damarın da atışını hissettim. Baştan aşağı ölümle burun buruna gelmiş biri olduğum için korku doluydum. Balo gecesinin aksine bu kez elim ayağım birbirine girmemişti. Aksine. İçimde tuhaf bir güdü vardı bana bunları yaptıran. Engel olamadığım ve ihtimaller doğrultusunda sonrasında bütün bu yaptıklarımdan pişmanlık duyacağım bir dürtüydü. Yaptığımın yanlış olduğunun farkındaydım ama kendimi durduramıyordum. Bekçileri öldürmek yanlıştı. Cellatlarım olsa bile onları öldürmemeliydim zira bu halkın bana beslediği kine bir yenisini eklemekten başka bir şey yapmazdı. Fakat içimdeki sesler susmuyordu. Yaşamak istiyordu. Herkesin ölmesini ve benim yaşamamı istiyordu. Gözümü kapattım ve hançeri sapladığım yerden çıkardım. Gözüm kapalıyken hançeri nereye sapladığımı bile bilmeden yalnızca kulağıma gelen o saplanma sesiyle Bekçinin hayatına son verdim. Sol gözümden bir damla yaş akıp gitti bunu yaparken. Çaresizdim. Yaşamak için öldürmek zorundaydım. Yaşamak için... (YAZARDAN...) Kapkaranlık bir gecenin içindeki çığlıklar saraydaki uyuyan bekçileri uykularından uyandırdı. Hizmetli bekçiler önce telaşla birbirlerine baktılar. Hemen sonra ellerine geçirdikleri ilk kıyafetlerle üstlerini giydiler ve sesin geldiği noktaya ilerlemeye başladılar. O an gecenin acı sesi herkesin kalbinin atışını hızlandırmıştı. Zira bu acı sesleri oradan geliyordu. Prensesin odasından. Bekçiler adımlarını durdurup birbirlerine baktılar tereddütle. Gidip engel olmak istemiyorlardı zira prensesin uğursuz olduğuna inanıyorlardı. Onun ölümü herkese refah sağlayacaktı. Üstelik daha geçtikleri günlerde hem Başbekçi’ye hem de halasına baş kaldırmış birinin eğer bugün canını almazlarsa ileride daha da güçleneceğini ve bu sefer onu durduramayacakları bir noktaya gelmesinden korkuyorlardı. Birbirlerine baktılar ve öylece sustular. Kulaklarındaki zincir sesleri ve prensesin acı dolu iniltileriyle yataklarına geri döndüler. Kapılarını kilitlediler ve tek bir ses bile çıkarmadan ellerindeki meşaleleri söndürdüler. Sıcacık yataklarına girdiler ve gözlerini bu acı sesler eşliğinde yumdular. İkizlerden Evan huzursuzlanarak yatağında dönüyordu. İçindeki kötü his ona uykusunu tattıramıyordu. Hemen yanındaki yatakta uyuyan ikizine döndü. Onun da gözleri açık bir şekilde sarayın duvarlarını izlediğini gördü. Yatağından doğruldu ve Dean'a seslendi. "Sen de mi uyuyamadın?" diye sordu Evan gözlerini ovuşturarak. Dean sarayın duvarlarından bakışlarını çekmeden yanıtladı. "İçimde kötü bir his var. Uyutmuyor." dediğinde Evan kardeşinin hissettiği bu kötü hissi zaten taşıdığını fark etti. Dean, yattığı yerden doğruldu ve kardeşi gibi yatağına oturarak etrafa bakmaya başladı. "Benim de..." dedi Evan. İçlerinde bir yerleri sıkıyorlardı sanki. Kalp atışları hızlıydı ve içlerinde ufak bir endişe tohumu bırakılmıştı. Bu endişe tohumu her geçen zaman artıyordu. Beraber yataklarında otururken Dean bir anda kulağında işittiği bir sesle duraksadı. Duyduğu sesler doğru muydu değil mi anlayamadı? "Biri mi yürüyor koridorda?" dedi ve tereddütle kardeşine döndü. Evan gözlerini kapatıp kulağını iyice açtı. "Birden fazla adım sesi var." dedi Evan. "Gecenin bir yarısı ne oluyor olabilir?" dedi hemen ardından. Dean çatık kaşlarıyla kapıya çevirdi bakışlarını. "Bilmem. Saldırıya mı uğradık yoksa?" dedi Dean ve yatağından kalkıp kapının önüne gitti. Evan da kardeşine eşlik ederek tam arkasında durdu ve koridordaki sesleri dinlediler. Yalnızca adım sesleri vardı. Dean birden kapıyı açıp koridora kafasını uzattı. Tam o esnada birkaç bekçinin odalarına girdiğini ve kapılarını kilitlediğini gördü. Kaşlarını çatarak kardeşine döndü. İkisi de koridora çıktılar. Koridorun ucunda birkaç bekçinin daha odalarına girip kapılarını kilitlediklerini görünce koridorun ortasında çatık kaşlarla birbirlerine baktılar. "Neler oluyor burada?" diye sordu Evan hafif bir sinirle. "Ne yapmaya çalışıyor bunlar?" O an her ikisinin de kulaklarına çok güçlü bir ses geldi. Bakışları aynı anda koridorun en sonundaki odaya, ablalarının odasına kaydı. Bir erkek sesi geliyordu. "Çabuk bitirin şunun işini!" diyordu bekçi. Evan ve Dean korkuyla birbirlerine döndüler. Akıllarından tek bir şey geçiyordu. İçlerine düşen korku ve öfkeyle Evan daha fazla dayanamadı ve ablasının odasına doğru öne atıldı. Dean onu kolundan yakalayıp durdurduğunda Evan öfkeyle kardeşine döndü. "Rosemarry." dedi Evan korkuyla. "Başı dertte. Onu kurtarmalıyız." Dean endişeyle kardeşinin gözlerinin içine baktı. "Biliyorum..." dedi ve çaresizce ekledi. "Ama sayıları fazla. Adım seslerini işitmedin mi? Onları tek başımıza alt edemeyiz." "Ya ne yapacağız!" dedi Evan ve sertçe kolunu kardeşinden çekti. "Rosemarry'nin ölümünü mü dinleyeceğiz burada?" "Caleb ve Chris..." dedi Dean telaşla. Evan'ın çatılan kaşları düzeldi. "Onlara haber vermeliyiz. Caleb'ın yüzüğü var." "Evet." dedi Evan. "Sen Chris'e git. Ben de Caleb'a. Acele et!" İkizler hızla koşarak ağabeylerinin yanına gittiler. İkisi de telaşla ağabeylerini uyandırıp bir bir her şeyi anlattılar. Caleb yatağından kalktığı gibi kılıçlarına yöneldi ve kılıçlarını eline alıp odadan çıktı. Chris ise duyduğu an hiçbir şey almadan öfkeyle odasından çıktı. Kardeşler koridorda karşılaştıklarında Kraliçe'nin hıçkırık seslerini duydular. Sesi Rosemarry'nin odasından geliyordu. Hepsi koşarak Rosemarry'nin odasına gitti. Odaya girdiklerinde ilk karşılaştıkları şey yerde yatan maskeli ve siyah giyimli bir bekçinin cesediydi. Caleb hemen adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol ederken Chris endişeyle gözlerini odada gezdiriyordu. Kız kardeşini arıyordu. "Rose!" "Kraliçem..." dedi Evan, Kraliçe'nin yerde ağlayan halini görünce. Chris endişeyle annesinin yerde yanındaki hizmetli bekçilerin karşısında dizleri üzerine çökmüş ağlarken gördü. Etrafa baktı bir kez daha. Ardından balkonda sırtı kolonlara yaslı bir ceset daha gördü. Telaşla balkona çıktı. Balkondaki cesetleri görmesiyle gözleri büyüdü. Burası kan gölüne dönmüştü. "Yetişemedim." diyordu Kraliçe hıçkırıklarının arasında. Hizmetli bekçilerden biri Kraliçe'ye doğru uzandığında Kraliçe sertçe onların uzattığı eli geri çekti. Kraliçe mahcup bir tavırla Caleb'a döndü. Caleb ise odayı inceliyor ve olup biteni anlamaya çalışıyordu. "Rosemarry yok Rowan." Tek cümle... Herkesi yıkan ve içlerine büyük bir korku yerleştiren o cümle... Chris balkonda yaşadığı şoku bir kenara bırakıp içeri geçti. Caleb ile göz göze geldiklerinde ikisinin de gözlerinde korku vardı. İkizler annesinin iki yanına eğilmiş annelerini teselli etmeye çalışıyorlardı. Kraliçe ise kendinden geçmiş gibiydi. Karşılaştığı manzara ve kızının odada olmayışı aklına tek bir ihtimal getiriyordu. "Kaçırdılar kızımı." dedi Kraliçe acı içinde kıvranarak. Chris dolu gözlerle annesine döndü. Annesi çaresizce Chris'e döndü. "Öldürecekler onu. Belki de öldürdüler. Bilmiyorum!" dedi ve ellerini saçlarına daldırarak ağlamaya devam etti. "Kraliçem..." dedi Caleb ve annesinin yanına çöktü. Elleriyle annesinin kollarından tuttu destek vermek ister gibi. "Yapmayın böyle. Hamilesiniz." Kraliçe başını iki yana salladı ve daha çok ağlamaya başladı. O an bir kriz geçiriyordu sanki. Çığlıkları bütün bir sarayı kaplıyordu. Sinir krizine tanık olan bekçiler ise fark etmelerine rağmen bu duruma engel olmadıkları için tek zerre pişmanlık duymuyorlardı. Aksine mutlulardı. Ondan kurtulmuşlardı. Chris'in gözlerinden bir damla yaş süzüldü o an. Acı içinde dizlerinin üzerine çökerken hiçbir şey yapamıyor tek söz bile edemiyordu. Daha bu akşam sıkı sıkı sarılmıştı onunla. Birlikte belki de son kez kavgalarını etmişlerdi. Son kez birbirlerine veda sözlerini zikretmişlerdi. O anlar aklına geldikçe içinde acı büyüyordu. "Anne yapma..." dedi Dean çaresizce. Herkesin aksine onun içinde bir umut kırıntısı yer ediyordu. "Bütün bu bekçileri o bu hâle getirmiş. Mutlaka kendini kurtarmıştır o." dedi Dean umut dolu bir sesle. Kraliçe'nin yeşil gözleri oğlu Dean'a döndü. Oğlunun umut dolu sözlerine inanmıştı. "Biliyorsunuz..." dedi Dean titreyen sesiyle. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. "Rosemarry hırçındır. Ben üç beş Bekçinin onu alt edebildiğini zannetmiyorum." Kraliçe bütün acının içinde ufak da olsa gülümsedi. O sırada Evan da buna inandı. Kardeşinin ne kadar cengâver olduğuna defalarca tanık olmuştu. Kraliçe'nin ellerini tuttuğunda Kraliçe bakışlarını bu kez Evan'a çevirdi. "Onun bu kadar kolay pes edeceğini sanmıyorum anne." dedi ve buruk bir gülümsemeyle ekledi. "Benim ablam kolay kolay pes etmez. Onun için bunlar çocuk oyuncağıdır." dediğinde o an Chris'in de içine bir umut düşmüştü. Aklına hemen Başbekçi’yi o gün nasıl alt ettiği gelmişti. Daha öncesinde ise kız kardeşinin saraydan kaçarak ava gittiği anlar... Ne kadar saklamaya çalışsa da biliyordu. Onu zapt etmek mümkün değildi. "O bizim hırçın dalgalı denizimiz." dedi Caleb gülümseyerek. Kraliçe'nin yüzüne acı dolu bir gülümseme yerleşti. Kızının bu kadar deli savaştığını ve gerçek bir savaşçı olduğunu hatırladığında hem gururla hem de umutla baktı oğullarının gözlerine. Kızının gücünü biliyordu. Oğullarının dediği gibi kolay kolay pes etmezdi. Çocukluğundan beri kılıcı elinden düşürmezdi o. O Rosemarry'di. Ne yapar eder yaşamak için bir yolunu bulurdu. Eğer bulamazsa kendi yolunu kendi çizerdi. "Ben eminim. Biz onu bulduğumuzda o çoktan o hainlerin ellerinden kurtulmuş olacaktır." dedi umut dolu sesiyle Caleb. Kraliçe gözyaşlarını silerek Caleb'a baktı. "Bana kızımı getir Rowan." dedi Kraliçe. Bu bir emirdi. Caleb memnuniyetle gülümsedi ve annesine boyun eğdi. "Emredersiniz Majesteleri." "Ben de geliyorum." dedi yıkılmış ses tonuyla Chris. Sertçe burnunu çekti ve gözü dönmüş bir şekilde Caleb'a döndü. "Ona bunu kim yaptıysa onu kendi ellerimle si-" "Chris..." dedi Caleb cümlenin sonunu tahmin ettiği için. Ardından baştan aşağı kardeşini süzdü. "Bu şekilde gelemezsin. Çok kötü görünüyorsun." dedi emrivaki bir şekilde. Chris alay eder gibi tek kaşını kaldırdığında Caleb devam etti. "Sen Kraliçemiz ile birlikte sarayda kalıyorsun. Ben halledeceğim." "Ne zaman aldın babamdan verasetini?" dedi birden Chris sakin bir ses tonuyla. Oysa bu sakinlik ortamı germişti. Kraliçe dolu gözlerle Chris'e baktı. Caleb anlamamış gibi kaşlarını çattı. "Ne veraseti? Ne saçmalıyorsun sen?" "Böyle emirler veriyorsun ya bana." dedi Chris ve alayla gülümsedi. "Bu emirleri vermen için elinde bir olanak olmalı. Belli ki babamdan kapmışsın verasetini." "Chris..." dedi uyarıcı ses tonuyla Kraliçe. Şu an bu kavganın hiç sırası değildi. Caleb bir anda ayağa kalktığında Chris de dizlerinin üzerine çökmüş halinden ayağa kalktı ve kardeşinin önünde dikildi. Kraliçe ve ikizler gergin bir şekilde ikisini izliyordu. "Aldıysam aldım. Seni ne ilgilendirir?" "Rowan!" dedi bu kez Kraliçe. Oysa ikisi de duymuyordu. Kafa kafaya gelmişler her an bir kavgayla tutuşacaklar gibiydi. Chris sinir bozukluğuyla gülmeye başladığında Caleb ona küçümseyici bakışlar atıyordu. Chris gülmesini bitirdikten sonra gözyaşları içerisinde Caleb'a baktı. Oysa gözlerindeki yaşlar, öfkesini gizlemesine engel olmuyordu. "Sen..." dedi üstüne basa basa. "Bana emir verebilecek bir mertebede değilsin. Önce bunu öğren." "Chris dedim!" dedi Kraliçe son kez daha. Oysa Chris devam ediyordu. "Geliyorum dediysem gelirim. Kalıyorum dediysem kalırım." dedi ve baştan aşağı kardeşi süzerek tıpkı onun yaptığı gibi onu baştan aşağı süzdü. "Seni ne ilgilendirir?" diyerek Caleb'a taklit ettiğinde Caleb dişlerini sıkmaya başladı. "Canın kavga mı etmek istiyor sevgili kardeşim?" dedi ve ilgiyle ekledi. "Şu an sırası değil." "Ne oldu?" dedi Chris. "Bir anda iyi çocuğa dönüştün. Maskeni indirmekten bu derece sakınmış olamazsın." "Benim burada olduğumu unutuyorsunuz." dedi Kraliçe baskın ve gür bir ses tonuyla. Chris ve Caleb hala burun buruna öfkeyle birbirlerine bakarken Kraliçe çöktüğü yerden ayağa kalktı ve oğullarının yanına gitti. "Eğer böyle bir durumda kavga ederseniz bir daha ikinizin de suratına bakmam." dedi Kraliçe keskin bir tonla. "Eğer kız kardeşinizi bu saçma taht kavganız yüzünden bulma fırsatını yitirirsek ikinizi de hayatımın sonuna kadar affetmem." dedi. Chris ve Caleb birbirlerinden bakışlarını ayırmadığında Kraliçe son kez titreyen sesiyle tekrarladı. "Affetmem!" Chris yutkunarak göz ucuyla annesine baktı. Annesinin dağılmış halini görünce ona yıllar evvel verdiği sözü hatırladı. Bayırda ailecek gittikleri bir piknikte onun gözlerinin içine bakarak bir söz vermişti. O sözü tutmalıydı. Bakışlarını annesinin kızaran gözlerinden ayırmadan dudaklarını araladı. "Atımı hazırlasınlar. Gelen gelsin." dedi ve son kez Caleb'a baktı. "Kalan kalsın." dedi dişlerinin arasından. Ardından bir hışımla odadan çıkıp gitti. Onun odadan çıkmasıyla Caleb da peşinden ilerlediğinde Kraliçe'nin başı döndü. Dengesini kaybedecek gibi olurken ikizler iki yanında belirdi ve annelerini tuttular. "İyi misiniz Majesteleri?" Kraliçe derin nefesler alarak kendine gelmeye çalıştı. "Bu odayı temizleyin derhâl." dedi hizmetli bekçilere. Ardından ikizlere döndü. Bu odada boğulduğunu hissediyordu. "Odama götürür müsünüz beni?" dedi çaresizce oğullarına bakarak. İkizler annelerini dinleyerek onu odadan çıkardılar. Gece soğuktu. Gece keskindi. Sessizdi. Orman sessizdi. Ardena belki de yıllar sonra ilk defa bu kadar sessizdi. Bir felaketin öncesi daima sağır edici olan şey o sessizliktir. Ardena o gün sessizdi. Tek bir ses vardı. O da Ardena'nın meşhur Hırçın Deniz'inin sesi. Hırçın Deniz'in keskin kayalıklarına çarpan o dalgaların sesleri. Rosemarry o uçuruma gelmişti. O uçurumun kenarına oturmuştu ve bacaklarını o denizin üzerine doğru sarkıtmıştı. Gözlerindeki yaşlar denizden gelen rüzgârla kurumuştu. Gözleri yalnızca aşağıdaki kayalıklara bakıyordu. O kayalıklarda parçalanmanın nasıl bir duygu olduğunu düşünüyordu? Dudakları kupkuruydu. Boğazı düğümlenmiş gibiydi. Bedeni bir ruh gibiydi. Üzerindeki beyaz geceliği kandan görünmüyordu. Kan kokuyordu ve o bundan rahatsız bile değildi. Zira aklından tek bir şey geçiyordu. O kayalıklarla tanışmak. Yıllar evvel dinlediği bir efsanede buraya Anastasia ayak basmıştı. Saf Karanlık ile sık sık bu uçurumun kenarına gelip her iki krallığa da bakarmış Anastasia. Rosemarry o an başını kaldırıp iki krallığa baktı. İki farklı sarayın kalelerine baktı. Bulutlardan ve sislerden zor görünse de gördüğü kalelere bakmayı sürdürdü. "Olmadı." diye bir şeyler çıktı kurumuş dudaklarından. "Yapamadım." dedi hemen ardından. Ellerindeki kana baktı. Ellerini boydan boya kaplayan kana ve üzerine. "İyi biri olmayı beceremedim. Kendi halkımdan Bekçiler öldürdüm." dedi acı içinde. Gözlerinden birer damla süzüldü o an. O canını korumuştu. Fakat bunu yapmak için öldürmüştü. Elçileri öldürdüğünde bu kadar pişmanlık duymuyordu. Oysa kendi halkından... Kendi halkından öldürdüğü insanlar onun vicdanını aşıyordu. O an bu uçurumun başında olan o bekçinin söyledikleri geldi yine aklına. Ardından Prenses Dione'un sözleri. "Kraliçe Marry'nin torunusun sen. Ona layık bir torunsun!" Rosemarry acı içinde gözlerini kapattı. Kraliçe Marry kendi halkından insanlara savaş açmıştı. Rosemarry kendi halkından bekçiler öldürmüştü. Bir hıçkırık koptu o an dudaklarının arasından. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha. Elleriyle yakasını tuttu ve asıldı. Nefes almak ister gibi. Öyle çaresiz ve öyle kötü bir durumdaydı ki. Dönüşmeye korktuğu şeye dönüşmenin farkındalığını yaşıyordu ve bu ona ağır geliyordu. Rosemarry hıçkırarak ağlamaya devam ederken kendinden geçmiş gibiydi. O an yaşadığı şey bunca yılın verdiği duygu yüküydü. Merhameti onu boğuyor, vicdanı onu dar odalara hapsediyor ve aklı onu içten içe yok ediyordu. Elleriyle yakasını biraz daha çekiştirdi. "İstemedim..." diye mırıldandı hıçkırıklarının arasında. Başını göğe kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Sanki Dünya onu suçluyordu. Ardena onu suçluyordu ve Rosemarry ise açıklama yapmak istiyordu. Hıçkırıklarının arasında devam etti. "Sana yemin ederim Ardena..." dedi ve devam etti. "Ben istemedim. Yaşamayı ben istemedim sana yemin ederim." Ardena... Kimine göre bir ölüm çukuru. Kimine göre bir tutsak. Kimilerine göre bir zafer bayrağı... Rosemarry başını yeniden göğe kaldırdı. Kendine yediremez gibi başını iki yana salladı ve ağlamaya devam etti. "İstemedim." diyordu kendinden geçmiş gibi. Ardena ona cevap verir ki sertçe rüzgârlarını üzerine savurdu. Rosemarry acıyla gözlerini kapattı. "Ama şimdi istediğini yapacağım." dedi gözleri kapalı bir şekilde. Boğazı düğümlense de devam etti. Ardena soğuk rüzgarlarıyla onu uçurumdan geri savurmaya çalışıyordu. Rosemarry gözünü açmadı. Ağlamasını durdurdu. "Başından beri istemedin beni." dedi Rosemarry kendinden geçmiş bir şekilde. Aşağı baktı. Hırçın dalgalarından kayalıklara çarpmasını izledi bir süre. O sesi dinledi. O çarpma sesini. Az sonra o seslerden birine dönüşecekti. Yeşil gözleri ağır ağır aralandı. Kan dolu ellerine baktı son kez. Titrek bir nefes aldı. "Bu elleri..." dedi ve sesi kesildi. Konuşmakta bile zorlanıyordu. "Bu elleri ancak senin suyun temizleyebilir." Ellerini indirip denizin dalgalarına baktı. Kendinden emindi. Bu zamana kadar yaşadığı ve yaşattığı her şeyden kurtulmak istiyordu. Doğduğundan beri ona ölümün tadını anlatırlardı. Onun çukuruna düşmemesini isterlerdi. Ve bunu yapmak için koca bir hayatı mahvetmişlerdi. Her seferinde kendini bir şekilde ayağa kaldırıp direnmişti olan her şeye. Oysa şimdi... Hissediyordu. İçinde bir yerlerde onun torunu olduğunu ve onun gibi zalim birine dönüştüğünü hissediyordu. Zira ellerinde tıpkı büyük annesi gibi kendi halkının kanı vardı. Kendi halkını öldürmüştü kendi elleriyle. Kraliçe Marry gibi... En büyük korkusu gibi... Bunu kendine yediremezdi. Ona dönüşmektense ölmeyi yeğlerdi. Gözlerinden iki damla yaş düştü. Gözyaşları uçurumun aşağısına Hırçın Deniz'in kanlı sularına düştü. Rosemarry bunu fark edince sinir bozukluğuyla gülümsedi. Histerik olarak tek omzu havaya kalktı. "Bak." dedi titreyen sesiyle. "Sen de istiyorsun beni. Sevdin gözyaşlarımı." Yutkundu. Başını son kez göğe kaldırdı ve Arneda'nın kan dolu havasını içine çekti. Sanki içine Ardena'yı doldurdu. İçinde Ardena'yla gidecekti. Yine kurtulamamıştı ondan. Ellerini yumruk yaparak sıktı. O an yine zihninde bir şeyler dolanmaya başladı. Öfkeyle dişlerini sıktı. Bu sesler artık onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bacakları uçurumdan aşağı sallanıyordu. Sesleri duymamak için dikkatini aşağıya verdi. Sert kayalıklara baktı. İçinden Ardena'ya veda ediyordu. İçinden ailesine veda ediyordu. Bu bir vedaydı. Hiç başlamamış bir hayatın bitişinin vedasıydı. Rosemarry dolu gözleriyle Hırçın Deniz'e bakarken denizin ortasında dalgaların oluşturduğu bir silüet gördüğünü fark etti. Gözlerini kırpıştırarak doğru olup olmadığını anlamaya çalışırken güçlü bir çınlama sesi doldurdu kulaklarını. Rosemarry duyduğu çınlamayla ellerini kulaklarına götürdü. Oysa bu çınlama susmuyordu. Acı içinde inlemeye başladı. Bu ses öyle sağı ediciydi ki... Sesler kulağında gezerken bütün sesler bir anda kesildi. Seslerin kesilmesiyle Rosemarry durdu. Nefes nefese neler olduğunu anlayamadan etrafına bakmaya yeltendiğinde bir fısıltı doldurdu zihnini. "Ares..." diyordu fısıltı. Bu ismi daha önceden duymuştu. Kafa karışıklılığı ile bu ismin ne demek olduğunu düşünmeye başladı. Düşündü... Düşündü... Bulamadı. Başını çevirip ormana bakmaya çalıştı bu kez. Biri mi vardı ormanda? Onun fısıltısı mıydı bu? Oyun mu oynuyordu? "Kimsin?" diye ormana seslendi Rosemarry. O an zihninde yine aynı fısıltı yankılandı. "Ares..." diyordu ısrarla. Rosemarry sinirlendi. Çenesi gerilirken uçurumun kenarından geriye çekilip kafasını ormanın derinliklerine uzattı. Biri onunla kesinlikle oyun oynuyordu. "Ares..." dedi bir kez daha fısıltı. Rosemarry öfkeyle konuşmaya başladı. "Her neysen çık ortaya!" dedi titreyen sesiyle. "Oyun oynama benimle." Ses gelmedi. Rosemarry o an durdu. Ormanın tam ortasında durdu. Arkasında kalan uçuruma baktı omzunun üzerinden. Sonra yeniden başını ormana çevirdi. Ormanın içine... Başını kaldırıp ağaçların tepelerine baktı birileri var mı diye. Hiçbir şey yoktu. Öfkeyle soluklandı ve o an tarihi tekerrür ettiren bir şeyi zikretti dudaklarının arasından. "Ares!" dedi öfkeyle ormana bağırarak. Oyun oynayan bu aylağın adı bu olmalıydı. Sonra öyle bir şey dedi ki bütün orman uyandı sanki uykusundan. "Göster kendini!" Ormanda büyük uğultular yayılmaya başladı. Hırçın Deniz'in dalgaları o kadar coşmuştu ki... Uçuruma kadar uzanıyordu dalgaları... Rosemarry korkuyla etrafına bakıyordu. Kendi etrafında dönüp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sonra bir rüzgâr... Ki öyle bir rüzgâr ki... Bütün ağaçlar o an köklerinden çıkıp Hırçın Deniz'in dalgalarına atacaktı kendilerini. Ağaçlardan hep birlikte yükselen kuşların kanat sesleri gecenin en huzur verici sesiyken birden en ürkütücü sesine dönüşmüştü. Rosemarry korkuyla geri adımladı. Uçuruma doğru. O an bir ses duyuldu göklerden. Kara bulutların içinden çıkan bu sesle Rosemarry olduğu yere çakıldığını hissetti. Korkuyla başını uçuruma çevirdi ve başını göğe kaldırdı. Bulutlar... Kara bulutlar... Birleşiyordu... Ve sanki kükrüyordu. Rosemarry arkasında büyük bir hareketlilik sezdi. Fakat arkasına dönüp bakmaya cesaret edemedi zira bu hissettiği hareketlilik bir bedene aitti. Ve bu beden devasa bir bedendi. O an aklında öldürdüğü bekçilerden birinin sözleri geldi. Rosemarry bekçinin son sözlerini hatırladığı an titremeye başladı. "Saf Karanlık... Onu bulmuşsunuz..." Rosemarry yaşadığı şokla sol elini kaldırdı ve elindeki yüzüğe baktı. Yüzüğün beyaz noktası parmak içine doğru kaymıştı. Yumruk yaptığında avcuna değen beyaz noktaya baktı korkuyla. Ona bakarken gözleri titriyordu adeta. Olabilir miydi bu? Bu gerçekten olmuş olabilir miydi? "Hayır..." dedi Rosemarry kendinden geçmiş gibi. "Bu mümkün olamaz." dedi hemen ardından korkuyla. Sonra ensesinde bir nefes sesi hissetti. Ve işte o an bütün vücudu kaskatı kesildi. İçinde atan kalbi içinden çıkmak için büyük bir savaş veriyordu. Bu nefes gerçekti. Bunu hissedebiliyordu. Omzunun üzerinden bakmaya çalışsa da bunu yapamadı. Cesaret edemedi. Titreyen elleriyle elindeki yüzüğe bakmaya çalıştı. Simsiyahtı... Tıpkı anlatılanlar gibi... Üstünde beyaz bir nokta vardı. Bu ise hiç anlatılmamıştı... Rosemarry'nin saçları arkasındaki nefes sesleri savruluyordu. Sıcak nefes Rosemarry'yi ısıtmıyordu o an. Aksine. Kaskatı kesilmişti. Bir buz gibi... Kaşlarını çatarak bütün bu olanlara anlam vermeye çalıştı. Ardından hissettiği nefes sesi bir hırlamaya dönüştüğünde Rosemarry yaşadığı şokun etkisinden çıkmak istedi. Ağır ağır arkasına döndü gözyaşları içinde. Gördüğü şeyle gözleri irileşti. Ağzı bir karış aralanırken dizlerinin titrediğini hissetti. Dizleri onu taşımayacak bir hale gelmişti. Karşısında simsiyah devasa bir aslan duruyordu... Çok büyüktü... Kapkaraydı... Kocaman ve upuzun yeleleri vardı. Rosemarry'nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Bu aslan hayal ettiğinden de büyüktü. Bir bacağı iki normal insan boyundaydı. Gövdesi upuzundu. İriydi. Devasa bir kafası vardı. Rosemarry gözlerini kapatıp tekrardan açtı. Görüntü gitmiyordu. Bu hayal değildi. Tam karşısındaydı. Efsanelere konu olan ve kâinatın en güçlü, en tehlikeli yaratığı karşısındaydı. Herkesin korktuğu ve korkudan tir tir titrediği, yüzüne bile bakıldığında kalp krizi geçirterek insanları öldüren o yaratığın koyu mavi gözlerine bakıyordu. "S-sen?" diyebildi dudaklarının arasından Rosemarry. Bu nasıl mümkün olabilmişti. Kafası şu an öyle karışmıştı ki... "O-o musun?" diye sorduğunda karşısındaki aslan hiçbir tepki vermiyordu. O an havada toplanan kara bulutlar ayın ışığının karşısından çekildi. Ay ışığı tamamıyla karşısındaki aslanı aydınlatmaya başladığında yüzü artık daha netti. Yüzündeki çizgiler, o keskin bakışlar ve... Ve... Beyaz nokta... Rosemarry kaşlarını çatarak aslanın burnunun ucundaki beyaz noktaya baktı merakla. Bütün vücudu kapkaraydı. Oysa burnunun ucunda bir parmak izi boyutlarında beyaz bir nokta bulunuyordu. Bu Rosemarry'nin içini ürpertmişti. Gözleri yavaşça elindeki yüzüğüne kaydı. Simsiyah yüzüğünün üstündeki beyaz noktaya baktı hayretle. Ardından döndü ve yeniden aslana baktı. "Saf Karanlık..." dedi hayret dolu bir fısıltıyla ve işte o an... O an Saf Karanlık yıllar sonra hayata dönmenin verdiği coşkuyla gür bir sesle kükredi. Bütün orman uyandı sanki. Bütün bir Ardena uyandı. Bir şimşek gibi kükremesi. Bütün bir diyar onu duyabilmişti bu kükremeyle... Bütün bitkiler uyanmıştı... Hırçın Deniz coşkuyla dalgalarını çarpıyordu kayalarına... Gökyüzü ise sanki Saf Karanlığa izin verir gibi geceyi ona bırakıyordu. Kara bulutları ve gecenin karanlığını Saf Karanlığa bırakıyordu. Zamanında emanet ettiği karanlığı büyük bir zevkle ona geri veriyordu. Hayal değildi. Rüya değildi. Gerçekti... Kâinatın en güçlü yüzüğü, kâinatın en güçlü hükümdarıyla birlikte bir bilinmezliğe gömülmüştü zamanında. Oysa şimdi... Şimdi yeniden hayata dönüyordu... Anastasia hâlâ yoktu... O hâlâ kendini hapsettiği o siyah gülden azat edilememişti. Fakat onun yegâne yardımcısı, yarattığı, bekçilik ettiği, hayat verdiği biricik yüzüğü... Saf Karanlığı geri dönmüştü... Bu kez bambaşka bir bekçinin elleri arasında... Her rüya bir gün kâbusun mahkûmu olur... |
0% |