@duskusu_mona
|
BÖLÜM 13: SAF KARANLIK
(Rosemarry'den...)
Bazı savaşlar başlar... Biter... Bazı güçler doğar... Ve doğdukları gibi bir gün sonsuza kadar batarlar... Bazı isimler vardır kahraman olan. Ve bazı isimler vardır korkuyla, nefretle anılan... Bir savaş başladığında o topraklar kan gölüne dönüşür. Ve bir güç doğduğunda o topraklar bu kez kanlarla değil, cansız bedenlere dönüşür. Ne savaşçılar doğup öldü bu topraklarda. Ne canlar feda edildi daha adının bile iyi gelmediği bu sınırlar arasında. Ve ne güçler doğup gömüldü tarihin serin sularına... Hepsi geride kaldı. Hepsi geçmişte. Geçmiş bir daha nasıl çıkıp gelebilsin önümüze? O güçler, o kahramanlar nasıl dirilsin gömüldükleri topraklardan? Nasıl bir tekerrürdü bu? Dünya tekerrürlerle dönerdi. Ancak bu... Bu tekerrür olamayacak kadar imkansızdı. Karşımdaydı... Nefes alıyor, nefes veriyor, koyu mavi gözleriyle tam gözlerimin içine bakıyordu. Ayın ışığı yüzünü yansıtıyor ve nefes alırken görebildiğim beyaz dişleri her an saldıracak gibi görünüyordu gözüme. Ellerim, ayaklarım, beynim titriyordu o an... Karşımda duruyordu. Ve ben buna hâlâ inanmıyordum. İnanamazdım. Bu mümkün olamazdı... Çocukluğum onun efsaneleriyle geçmişti. Ne kadar güçlü ve tehlikeli bir yüzük olduğuyla ilgili bir sürü trajik hikayeler anlatılmıştı. Hepsini hayranlıkla dinleyip böyle bir güce sahip olmanın hayalleriyle yanıp tutuşmuştum. Ona hayrandım. Onun gücüne hayrandım. Ona sahip olmak istiyordum... Fakat şu an... Şu an bambaşka şeyler düşünüyordum. Hâlâ eskisi kadar kararlı olmadığıma emin olduğum andı şu an... Gözlerimi kırpıştırarak gözlerimdeki yaşları akıttım. Ağzım bir karış açık onu seyrediyordum. Sadece onu seyrediyor ve ona bakıyordum. Şaşkındım. Şok içerisindeydim. Karşımdaydı... Bu öyle saçma bir cümleydi ki şu an... Karşımdaydı... Bir anlığına tereddütle başımı arkama çevirip uçuruma baktım. Kendimi aşağı atmış ve ölmüş olabilir miydim? Öldüğüm an da en büyük hayranı olduğum Saf Karanlığı mı görmüştüm? Ama o zaman Anastasia'yı da görürdüm. Her ne kadar ona benzemeyi istemesem ve yaptıklarını doğru bulmasam da onun gücüne de hayrandım. Eğer öldüysem onu da görmek istiyordum. İnanın bana o an ölmek ve hayal görmek bile şu anki içinde bulunduğum durumdan daha olasıydı... Yıllar... Saf Karanlık yıllardır bir yüzüğün içerisindeydi ve bu yüzük şimdi benim parmaklarımdaydı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Ben bu yüzüğü hayatımın hangi noktasında bulmuştum? Hafızam çalışmıyordu bile! Başımı kaldırıp onun uzun boyuna baktım. Efsanelere nazaran daha devasa ve görkemliydi. Yaşadığım şoktan olsa gerek henüz ona bir korku beslediğimi beden dilimle yansıtamamıştım. "Bu imkânsız." diye mırıldandım sessizce. Buna inanamaz gibi. Koyu mavi gözlerine baktım. Korkunç görünüyordu. Ama bir o kadar da ihtişamlı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Onun güzelliği ve görkemliliği beni büyüsü altına çekmişti. Anastasia'nın yegâne yaveriydi o... Gözlerim vücudunda gezindi. Devasa uzunlukta bir gövdesi vardı. Yeleleri bir insanın boyunu aşacak uzunluktaydı. Gözleri, ağzı kocamandı. Tepeden tırnağa simsiyahtı. Burnundaki ufak beyaz nokta hariç tek bir yerinde bile farklı bir renk yoktu. Adının yansıttığı gibiydi. Karanlıktı. Saf bir karanlık... Öyle ki onun kara ve parlak tüyleri beni içine doğru çekmişti. Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp ona doğru bir adım yaklaştım ve tepkisini görmek için başımı kaldırıp koyu mavi gözlerine baktım. Nasıl bu kadar geceyi andırabilirdi bu yaratık? Gözleri gecenin karanlığı ve ayın ışığının arasındaki sıkışan koyu mavinin ta kendisiydi. Tüyleri gecenin geri kalanı gibi simsiyahtı. Burnunun ucundaki nokta ise Ay'ı andırıyordu. Bütün bunların aksine bembeyazdı. Baştan aşağı büyüleyiciydi. Ona hayran kalmıştım. Anlatılanlar ve hayalimde canlanan Saf Karanlıktan çok öteydi. Saf Karanlık gerçekten çok güzeldi... Dolu gözlerimle bir adım daha yaklaştım ona doğru. Sıcak nefesi, dik tuttuğu başından aşağı doğru geliyordu. Başımdan aşağı gelen bu sıcak nefes sıcaklığıyla irkildim. Tepkisizdi. Tek bir tepki bile vermiyordu. Emir mi bekliyordu? Hiçbir şey söylemeden onun gerçek olup olmadığını anlayabilmek için elimde kalan son şeyi gerçekleştirdim ve ön ayaklarının yanına gidip elimi havaya kaldırdım. Bacakları öyle uzundu ki... Karşısında bir yem gibi duruyordum. Oysa beni midesine indirse bile doyamayacak kadar devasaydı. Titreyen ellerim onun sıcacık ve siyah tüylerine değdiğinde kalbim tekledi. Bacağındaki tüylere dokundukça bunun bir hayal olmadığı gerçeği daha çok işlendi zihnime. Titrek bir nefes verdim o an. Gözlerimi yumduğum an bir yaş daha aktı. "Sen gerçeksin..." diye fısıldadım. Boğazından duyduğum hafif hırıltıyla çekinerek geri çekildim ondan. Eski yerime geçip ona aşağıdan bakmaya devam ettim. Mavi gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmıyordu. Doğrudan bana bakıyordu. Bir şeyler söylememi mi bekliyordu? Onunla konuşmamı mı bekliyordu? "Şey... Selam..." dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. O an çok aptalca bir başlangıç yaptığımı fark edip sıkıntılı bir nefes aldım ve dikkatimi toparlamaya çalıştım. Karşında kâinatın en güçlü ve tehlikeli yaratığı var Rose. Sakın yanlış bir şey söyleme. Anastasia'dan bahsetme. Seni her an öldürebilir. Yutkunarak başımı kaldırdım ve ona döndüm. Gözleri gözlerime değince aramızda bir yoğunluk hissettim onunla. Zihnim bomboş bir ortama girmişti sanki. Bunun nasıl olduğunu bir türlü anlayamıyordum. O an az önce uçurumun kenarında benim zihnimde yankılanan sesleri hatırladım. Merakla başımı tekrardan kaldırıp ona baktım. Saf Karanlığa... Sonrasında aklıma büyük bir olasılık geldi ve bu olasılıkla aklımdaki düğümlenen bazı ipler yavaş yavaş çözüldü. Yaşadığım farkındalıkla şok içinde Saf Karanlığa döndüm. Gerçek miydi? Söylenenlere göre Saf Karanlık ve Anastasia arasında inanılmaz bir bağ vardı. Anlatılan efsaneler aklıma geliyordu bir bir. Anastasia ağzını bile açmadan Saf Karanlığa koca bir orduyu yakması için emir verebiliyordu. Ve bu her zaman çok akıl karıştırıcı bir detay olarak insanların aklına düşmüştü. Zira bu yüzüklerin özellikleri basitti. Her biri birer elemente sahipti. Sahip oldukları elementler haricinde her yaratığın kendine özgü sadece bir yeteneği olurdu. Bazıları ışığı temsil ederlerdi. Bazıları doğayı, denizi... Saf Karanlık adı üstünde karanlığa hükmediyordu. Onun ateş elementine sahip olduğu herkes tarafından biliniyordu. Özel yeteneği de karanlıktı. İnsanları karanlığa hapseder ve orada ruhlarını yavaş yavaş emerdi. Fakat herkesin bildiği buydu. Tereddütle Saf Karanlığa baktım. "Sen..." dedim tereddütle. "Benim zihnime kendi adını fısıldadın." Saf Karanlık hiçbir tepki vermedi. Gözlerini yavaşça kırpıştırınca içine düştüğüm bu şaşkınlık tufanından sırıtarak çıktım. Taşlar şimdi yerine oturuyordu. Saf Karanlığın marifetleri gücü ve ihtişamıyla kalmıyordu. Normal yüzükler yalnızca tek bir yeteneğe sahipti. Oysa şimdiki fark ettiğim şey Saf Karanlığın iki yeteneğe sahip olmasıydı. Biri karanlıktı... Biri zihinle iletişim kurabilmekti... Anastasia bu şekilde koca bir orduyu yok ediyordu. Zihniyle ona emir veriyordu. Peki bunu nasıl yapıyordu? Zihnime fısıldadığı anları hatırlamaya çalıştım. Fakat bununla ilgili hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Gözlerimi kısarak Saf Karanlığa baktım. "Sen..." dedim şüpheci bir ses tonuyla. "Benimle nasıl iletişime geçiyorsun?" dedim ve ekledim. "O fısıltıları nasıl gönderiyorsun zihnime?" O an Saf Karanlık ilk defa gözlerini gözlerimden ayırdı ve elime baktı. Sol elime... Onun bakışlarını takip edip sol elime baktım. Yüzüğe bakıyordu. Kaşlarımı çatarak sol elimdeki yüzüğü incelemeye başladım ve yine merakla Ares'e döndüm. "Yüzükle mi?" diye sordum merakla. Ares yeniden gözlerini gözlerime dikti. Tepkisizliği beni ürkütüyordu. "Yüzük hâlâ parmaklarımda. Neden şu an fısıldamıyorsun?" Duruyordu. Zihnime ulaşmaya mı çalışıyordu? Tepkisiz bir şekilde dururken yüzüğü incelemeye başladım. Kaçırdığım bir nokta olmalıydı. Bir nokta... Nokta... Beyaz... Beyaz nokta! Heyecanla kanlı ellerimde duran yüzükteki beyaz noktayı aramaya başladım. Parmağımın iç kısmına doğru dönmüştü. Üzerindeki beyaz noktaya yaklaştırdım bakışlarımı. Ardından bir şey fark ettim. Bütün o fısıltıların gerçekleştiği zaman ortak olarak yaptığım tek şeye... Yumruk yaptığım elime. Ve yumruk yapmamla o beyaz noktanın avucumun içinde kalmasıyla birlikte tenime değmesine. Umutla gözlerimi irileştirip Saf Karanlığa döndüm. "Beyaz nokta?" diye sorduğumda belki de o an ilk defa iletişimime cevap verdi ve gözlerini uzunca yumup açtı. Heyecanla gülümsedim. Fark ettiğim gerçekle bunu hemen denemek istedim. Yüzüğün beyaz kısmını dışa çevirdim. Hevesle sol baş parmağımı işaret parmağıma takılı olan yüzüğün üzerindeki beyaz noktaya değdirdim ve o an zihnim yeniden o boşluğa düştü... Fısıltılarla dolu olan o boşluğa... "Buradayım..." diyordu bir fısıltı. Bu sesin artık Anastasia'nın sesi olduğunu biliyordum. Ares onun sesini zihninde tutuyordu ve benimle tanıştırıyordu adeta. "Buradayım Ares... Yanındayım..." diyordu şefkât dolu bir sesle. "Endişe etme. Sen de ben de yalnızız. Bir olunca bu boşluk sona erecek. Sana söz veriyorum." diyordu umut dolu ve kırgın bir sesle. "Sana bütün kalbimle söz veriyorum. Anastasia sözlerini daima tutar..." Sonra bir başka konuşması canlandı zihnimde. Onun sesini duymak içimi titretiyordu. Öyle sakin ve duru bir sesi vardı ki... O ürkünç fısıltıların aksine sesi öyle yumuşaktı ki... "Kraliçe Marry herkese zarar veriyor." diyordu bu kez. Sesi az önceki yumuşaklığının aksine toktu. Netti ve sertti. "Onu durdurmak için her şeyi yapıyorum ve krallık bana hain diyor." dedi bu kez umutsuz bir sesle. Ares'e dertlerini ve yaşadıklarını anlatıyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya devam ettiğinde Anastasia içimi yıkan son sözlerini zikretti. "Ben onların katilini durdurmaya çalışıyorum. Onlara yardım ediyorum. Onları bu zulümden kurtarmaya çalışıyorum ama insanlar bunu anlamıyorlar. Benden nefret ediyorlar Ares..." dedi kırgın bir sesle. Halka kırgındı. Onun kırgınlığı beni bile yıkmıştı. "Ben onları yaşadıkları bu korkunç şeylerden uzak tutmaya çalıştıkça onlar beni öldürmek için can atıyorlar. Beni öldürmek için fırsat kolluyorlar." dedi ve sert bir soluk aldı. "Ama andım olsun ki bu yaptıklarını, bana yaptıkları her şeyi bir bir ödeteceğim onlara." dedi deli bir solukla. "Bundan sonra canaysa cana, kanaysa kana!" Zihnimdeki sesler susunca Ares'e döndüm. Gözleri bu kez hüzünle bakıyordu. Korkunç gelmiyordu gözüme. Gözlerinde hasret vardı. Gözlerinde çaresizlik ve yalnızlık vardı. Kâinatın en kudretli yüzüğü karşımda küçük bir yavru gibiydi. Annesi tarafından yalnız bırakılan bir yavru... O an Anastasia ile aralarında olan bağın bir bekçi-yüzük ilişkisinden de fazla olduğuna tanık oldum. Ares karşımda Anastasia'yı özlüyordu. Onunla ilgili anıları zihninde saklamıştı ve şu an acı çekiyordu. "Sen onu özlüyorsun..." dedim titreyen sesimle. Ares o an gözlerini gözlerimden çekip yere bakmaya başladı. Canım acımıştı... Bu kadar adı ve namı duyulan bir yaratığın karşımdaki yıkılmış hali beni mahvetmişti. "Onun için çağırdın beni... Değil mi?" dedim bir çıkarım yapar gibi. "Seni Anastasia'ya kavuşturmam için?" Ares umutla bana baktığında kalbim tekledi. Benden bunu istiyordu. Beni bu yüzden çağırmıştı. Bana bu yüzden kendini defalarca göstermeye çalışmış ve adını zihnime bırakmıştı. Gök gürledi yeniden. Kara bulutlar toplandı yine başımızın üzerine. Bu kez korku dolu değildi. Bu kez acı doluydu. Sertçe yutkunduğumda titreyen sesimle yanıt verdim ona. "Ben bunu yapamam Ares." dedim çaresizce. Ares bakışlarını sertleştirdiğinde korksam da bunu belli etmemeye çalıştım. Başımı çaresizce iki yana salladım. "Benden istediğin bu şey çok... Çok büyük ve..." dedim ve istemeye istemeye ekledim. "İmkânsız..." Ares dişlerini göstererek hırlamaya başladığında öfkelenmemesi için iki elimi de havaya kaldırdım durması için. "Dur! Sinirlenme!" dedim ve hemen açıkladım. "Onu herkes aradı. Bulamadı. Bütün bir Ardena'da siyah bir gül aradı krallıklar. Yıllarca..." dedim. Ares dişlerinin arasından yine soluk aldığında korkuyla tamamladım cümlemi. "Yok." dedim ve tekrar ettim. "Hiçbir yerde yok." Ares dişlerini sakladı. Üzüntü dolu bir inilti çıkardığında yaşadığım duygu bedenimi aştı. Koyu mavi gözleri öyle bakıyordu ki acısı sanki bulaşıcıydı. Tek bir bakışıyla bile beni bu acıya sürüklüyordu. Onu anlamak kolaydı... Onu yaşamak da... Yaşadığım durum tuhaf ve garip olsa da onu sevmiştim. Onu halihazırda efsanelerde dinlediğim andan beri sevmiştim. Fakat şimdi başkaydı. Ona karşı bakış açım değişmişti. Kimsesiz kalmış bir yavruydu o şimdi gözümde. Yapayalnız... Anastasia'nın verdiği sözlerle ayakta kalmaya çalışan ve şu an bana muhtaç olan biriydi artık. Korkusuzca bir adım attım ona doğru. Çıkardığı inilti öyle canımı yakmıştı ki... Önüne geldiğimde başını eğip bana baktı. Ona gülümsemeye çalıştım. "Bu kadar çok mu sevdin onu?" diye sorduğumda koyu mavi gözleri titredi önümde. Bu gerçekten inanılmazdı. Anastasia gibi korkunç bir kadının biriyle sevgi bağı kurmuş olması... Üstelik o sevgi bağını kendi elleriyle yaratmış bir yaratıkla kurması paha biçilemezdi. Gözlerim bu anlara şahit oluyor ve her geçen zaman daha içime işliyordu bu bağları. Elimde olmadan başparmağımı yeniden yüzüğün üzerindeki beyaz noktaya değdirdim. Bir şeyler daha anlatmasını istiyordum. Bekledim... bekledim... Hiçbir şey göstermedi. Hiçbir anı parçası bırakmadı zihnime. Hüzünle parmağımı çektim beyaz noktadan ve onun düşen başıyla karanlığın kapattığı ama hâlâ bir ay gibi parıldayan gözlerine baktım. "Benimle tanışmak istemez misin?" Başı hâlâ yere doğru eğikti. Ona gülümseyerek samimi bir şekilde yaklaşmaya çalışıyordum. Bütün anlatılanların aksine o korkunç değildi. O yalnızdı. İnsanlar ise her zamanki gibi bundan korkmuştu. Başı hâlâ eğikken tek omzumu kaldırıp gülümseyerek ona baktım. "Rosemarry ben." dedim usulca. Gözleri merakla bana döndü. "Soy adımı ve soyumu boş ver." dedim ve ekledim. "Sen beni böyle bil." Bir umut yüzüğün üzerindeki beyaz noktaya dokundum. Adını ondan duymak istiyordum. Bir süre bana baktı. Yüzüğünden çıktığından beri ilk defa beni baştan aşağı süzüyordu. Beni tanımak istiyordu. Bakışları baştan aşağı beni süzdükten sonra başını kaldırıp bana üstten baktı. "Ares..." gibi bir fısıltı kulaklarıma dolunca kocaman gülümsedim. "Ares..." dedim sesli bir şekilde. Gülümsemem hâlâ devam ederken elimde olmadan ona elimi uzattım. Başına dokunmak ve onu okşamak istiyordum. Ares yaklaşmadı. Bozuntuya vermedim ve elimi havada tutmaya devam ettim. "Çok güzelsin..." diye mırıldanmaya başladım onun büyüsüyle. Bunu söyleme gereği duyuyordum. "Efsanelerde anlatılanlardan bile çok güzelsin..." dedim ve ekledim. "Çok masum görünüyorsun..." dedim onun en tehlikeli yüzük olduğunu bile bile. Başımı eğdim elim havadayken. Eğer bana yaklaşmak istiyorsa ve buna çekiniyorsa ona olabildiğince fırsat tanımaya çalışıyordum. "Biliyor musun? Az önce intihar etmek üzereydim." dedim birden. Anastasia ona içini döküyordu. Bunu ben de yapmak istedim o an. İçimdekileri kimselere anlatamıyordum ve ona anlatmak istedim. "Bu gece ilk kez ölüme bu kadar yakındım." dedim ve titrek bir nefes verip acıyla dizlerimin üzerine çöktüm. Artık bütün bunlara dayanamıyordum. Saf Karanlık karşımdaydı. Ben önünde diz çökmüş ağlıyordum. Canım çıkarcasına ağlıyordum. "Ardena'dan nefret ediyorum." dedim ağlamamın arasında. Ares'in sadece bacaklarını görüyordum. Dümdüz duruyordu. Oysa ben devam ettim. "O da benden nefret ediyor." dedim ve acıyla başımı yere eğdim. "Beni öldürmek için can atan bir halkım var. Onların ise her fırsatta onları korumak için canından vazgeçen aptal bir prensesleri..." dedim ve bir hıçkırık bıraktım. "Sadece yaşamak istedim. Bu bile herkesin gözüne battı." dediğimde öfkeyle soludum. "Şu aptal denizin içine atıp sonsuza kadar kurtaracaktım kendimi. Ama şimdi de sen çıktın karşıma." dedim ve gözyaşları içinde başımı kaldırıp onun yüzüne baktım. Mavi gözleri üzerimdeydi. "Üstelik sen de acı çekiyorsun. Benden yardım istiyorsun." dedim ve çaresizce başımı iki yana salladım. "Benim kendime bile yardım edecek gücüm yok. Sana nasıl yardım edeyim?" Yutkundum ve titrek bir nefes aldım. "Ares..." dedim birden onun gözlerinin tam içine bakarak. "Beni öldür." Ares'in gözleri sertleşti. Bakışları öyle bir öfkeye teslim oldu ki... Fakat o an bunu bile umursamayacak bir hâldeydim. Onun karşısında diz çökmüş beni öldürmesi için ona yalvarıyordum. "Ben sana yardım edemem. Ben kendime de yardım edemem." diye açıkladım. "Al benim canımı." dedim tek nefeste. İçimde söndüremediğim o ateş artık bana sıçramak istiyordu. Beni küle çevirmek, küllerini Ardena'nın rüzgârlarında savrulmak istiyordu. "Kendine yardım edebilecek daha güçlü bekçiler seni bulacaktır. Ben şu an acı çeken bir köleden farksızım." dedim. Kendimi ilk kez birinin karşısında bu kadar aşağı görüyordum. İlk defa bu kadar çaresiz olduğumu dile getiriyor ve artık bir köle olduğumu kabul ediyordum. "Küle çevir beni. Sana emrediyorum." dedim sertçe gözlerine bakarak. Ares öfkeyle dişlerini gösterdi ve başıyla bana doğru eğilmeye başladı. Yapacak mıydı? Gerçekten beni öldürecek miydi? Ne bekliyordum ki? Bu kısa zaman içerisinde benimle arasında bir sevgi bağı oluştuğunu mu? Ares, tam da karşıma eğildi. Burnu burnuma değmek üzereydi. Nefesi bütün yüzümü kaplıyordu. Dişlerinin arasından çıkan o sıcak nefesi yakıcıydı. Yavaş yavaş ateşi hissediyordum. Ona boğulacağımı ve küle dönüşeceğimden emindim. Tek bir nefesle bu gece herkes istediğine ulaşacaktı. Halkım ve ben nihayet refaha ulaşacaktık. Ares birden yüzüme doğru sertçe kükrediğinde neye uğradığımı şaşırarak yüzümü sola çevirdim. Öyle sert kükremişti ki kulağım bir süreliğine donmuştu sanki. Duyma refleksim bir anda bocalamıştı. Bir uğultu vardı... Ares'in kükremesiyle savrulan saçlarımı düzelttim ve öfkeyle ona yeşil gözlerimle sertçe bakmaya başladım. Beni yakmamıştı. O da bana mavi gözleriyle sertçe bakıyordu. Öfkeyle dişlerimi sıkmaya başladığımda o da dişlerini sıkmaya başladı. Burun buruna birbirimize öfkeyle bakıyorduk. "Emrime biat etmedin." dedim öfkeyle dişlerimin arasından. "Ne bekliyordum ki zaten? Halkım bana itaat etmezken sen mi itaat edecektin bana?" diye öfkemi kustum suratıma. Karşımda güçlü ve tehlikeli bir yaratık olduğunu unuttum o an. Öfkeli bir şekilde beni öldüreceğini umursamadan ona sertçe bakmaya devam ediyordum. O da bana... Bir savaşın ortasındaydık sanki ikimiz de... Birbirimizden başka çaremiz olmadığı gibi birbirimizden başka düşmanımız da yok gibiydi. "Demek sen de bana düşman olmaya çalışıyorsun?" dediğimde dişlerini gösterdi yeniden. Karşımdaydı ve bana çaresizce yegâne bekçisini bulmam için yalvarıyordu. Ben ise ona gücümün olmadığını söylüyor ve beni öldürmesini istiyordum. İkimiz de kendimize ait acılarımızın yörüngesinde dönüyorduk çaresizce. O yörüngeleri kırmaya ikimizin de gücü kalmamıştı. Karşımdaki mavi gözler yorgundu. Onca zamandır yaşadığı şeyler onu yormuştu. Benim gözlerim bitkindi... Yıllardır beni büyüten o sözler artık bana ağır geliyordu. Kaldıramıyordum hiçbirini. Günden güne altında ezilmeye devam ediyordum. Kendimi göstermeye çalıştığım ilk anda da boğazıma bir zincir dolanmıştı. Ne yapabilirdim artık? Bundan sonra ne yapardım? Halka kendimi yeniden sevdirmeye mi çalışacaktım? Buna bile gücüm kalmamıştı. Her şeye en baştan başlamaya gücüm kalmamıştı. Tek bir yolum vardı. O da arkamdaki uçurumda duruyordu. Acı içinde gülümseyerek Ares'e baktım. "Ben bu gece ölüyorum Ares." dedim sessizce. Burnu hâlâ burnumdaydı ve öfkeyle soluyordu. Devam ettim. "Beni bu gece hiç kimse ölümden ayıramaz." O bana üstten bakmaya devam ederken birden ayağa kalktım. Başını hafifçe kaldırıp boy hizama geldiğinde ona bir kez daha acı içinde gülümsedim ve arkamı döndüm. Uçurumun kenarına doğru yürümeye başladığımda rüzgâr büyük bir güçle beni geri savurmaya çalışıyordu. Gülümsedim. 'Hani beni istemiyordun Ardena?' dedim içimden. 'Ne diye beni buradan uzaklaştırmaya çalışıyorsun şimdi?' Rüzgâr durmadı. Fakat ben de durmadım. Adımlarım uçurumun kenarında durunca aşağıya baktım. Buradan aşağıya attığım onca ceset geldi aklıma. Hiçbir acıma duygusu belirmedi bu kez. O an kafamda her şeyi bitirmiştim. Bütün duygularımı ve yıllarca sakladığım merhamet duygumu burada bırakıyordum. Bugün benim ölüm günümdü. Cellatlarımın ölmem için uygun gördüğü gündü bugün. Bugünü layığı ile bitirmeliydim. Derin bir nefes aldım. İçimden ailemin her bir üyesine veda konuşmaları yaptım. Her birinin yüzüne son kez baktım gözlerimi kapayarak. Her birinin sesini son kez anımsadım zihnimde. Marlon... Benim yegâne yoldaşım... Onu geride bırakmanın verdiği acı hisle bir damla gözyaşı aktı gitti yanaklarımdan. Gözlerimi araladım ve elimdeki yüzüğe baktım bu kez. "Merhaba Saf Karanlık." dedim ve yüzüğe uzandım. Parmağımdan yavaşça çıkarırken hüzünle son kez seslendim ona. "Hoşça kal Saf Karanlık..." Yüzüğü parmağımdan çıkarmama ramak kala önümde birden kara bulutlar toplanmaya başladı. Kara bulutlar uçurumun aşağısını tamamen kapattığında olan biteni anlamaya çalışıyordum. Etrafımla kapanan bulutlar yüzünden hiçbir şey göremiyordum. Uçurumdan aşağısı kararmıştı. Karşımdaki krallıkların kaleleri görünmüyordu. Bunu yapabilecek tek bir gücün olduğunu fark ettiğimde öfkeyle arkamı döndüm. Ares'in büyük cüssesi ve mavi gözleriyle karşılaşınca öfkeyle dişlerimi sıktım. Oysa o gözleriyle parmağımdaki yüzüğü işaret ediyordu. "Seni dinlemek istemiyorum. Çek şu bulutlarını." dedim sertçe. Oysa o benden daha sert bir tepki vererek sertçe kükredi. Ağaçların üzerindeki kuşlar güçlü kanat çırpışlarıyla geceye karıştığında sabırla gözlerimi yumdum. Parmağımın ucuna kadar getirdiğim yüzüğü geriye ittirip eski yerine yerleştirdim ve beyaz noktaya dokundum. Anastasia'nın sesini işittim tekrardan. Fakat bu kez farklı bir ses daha vardı. Yaşlı ve halsiz bir kadın sesi... Sesine naiflik işleyen bir kadın... Bu yabancı kadın sesiyle kaşlarımı çattım. "Kendini hiç gerçekten yalnız hissettin mi?" diye sordu kadının olgun sesi. Sesindeki tınıyla ve sorduğu soruyla ürperdiğimi hissettim. Kendimi gerçekten yalnız hissetmiş miydim? Anastasia'nın iç çektiğini duydum. "Ben hep yalnızdım Cadı." dedi kırgın bir sesle. Sesi az önceki sesine göre daha küçücüktü. Yaşı küçük olmalıydı. Anastasia'nın kırgın sesi içimi acıtmıştı. "Hayatımın hiçbir anında birinin olduğunu hatırlamıyorum." dediğinde kalbimin hızlandığına şahit oldum. "Buna alıştığın hâlde neden hâlâ böyle umutsuzsun o zaman?" diye sordu kadın. "Yoruldum. Kendilerine adalet diye aşıladıkları şeyin bir zehirden ibaret olduğunu görememelerinden çok yoruldum." "Dinle. Yorulmak senin güçlü olduğunu ve yol aldığını gösterir. Buraya kadar yol aldın. Şimdi ne zamanı biliyor musun?" "Ne zamanı?" Bir süre sessizlik oldu. Gözlerim kapalıydı ve sesleri kulaklarımdaydı. Zihnimdeydi. O sıcaklığı hissediyordum ve sanki ben de onlarla birlikte bir sohbet içerisindeymişim gibi hissediyordum. Anastasia'nın sessizliğinin ardından kadın söze girdi. "Yalnız kalma zamanı..." dedi yumuşak bir ses tonuyla. Ses tonu birini kucaklayabilecek kadar sıcaktı. Huzurluydu. Kimdi bu? Anastasia ile konuşan bu kadın kim olabilirdi? Kraliçe Marry olamazdı. "Ne?" Anastasia'nın kafası karışık ses tonunu işittiğimde gülümsedim. Onu hayrete düşerken duymuştum. Hâlâ inanılmaz geliyordu. Onun gibi büyük birinin şu an zihnimde biriyle konuşuyor olması... Paha biçilemez bir duyguydu. "Kendin söyledin. Bu zamana kadar hayatımda birinin olduğunu hatırlamıyorum diye. Aynı zamanda yorulduğunu söyledin. Az önce sana yorulmanın güçlü olduğun anlamına geldiğinden bahsettim. Bu sen yalnızken daha güçlü olduğun anlamını taşır dedim. Sen yalnızken daha güçlüsün çünkü. Sen gücünü yalnızlığından alıyorsun." "Öyle mi diyorsun?" Anastasia'nın kırgın sesinde ufak bir umut kırıntısı hissettim o an. "Yanında birileri varsa kendi gücünün farkına varamazsın. Fakat senin yanında kimse yok. Bu senin en büyük şansın. Gücünü fark edebilmek için çok büyük bir şans." "Ya yalnızlık bana zarar verirse?" dediğini işittim Anastasia'nın. O an kendimden bir parça buldum bu sözler arasında. Sertçe yutkunduğumda kadının sesini işittim. "Yalnızlık sana zarar veremez. Eğer yanında bir insan olsaydı sen o zaman kendine zarar verirdin Ucube. Korkman gereken kişi kendin değilsin. İnsanlar..." Gözlerim aralandı ve Ares'e baktım. Gözlerim bu sözlerle dolmuştu yeniden. Kadın sanki o an Anastasia'ya değil bana da söylüyordu bütün bunları. Kesik bir nefes aldığımda gözlerim açıkken sesler zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. Yalnızca Ares'in gözlerine baktım gözyaşları içinde. Sesler devam ediyordu. "Ya kendime zarar verirsem? Bir gün." O an gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Arkamı dönüp bulutların kapattığı uçuruma baktım. Göremiyordum ama varlığını biliyordum. Ağır ağır Ares'e döndüm. Boğazımda biriken hıçkırıklar çıkmak için bir sebep arıyordu. Ares gözlerime baktı sadece. Sanki bu konuşmayı kendisi bana yapıyor gibiydi. Az önceki kendimi ölümle buluşturma düşüncemin ardından sanki bu konuşmayı Ares ile ben yapıyorduk. Sertçe burnumu çektiğimde sesler yankılanmaya devam etti. "Sen yaşamak için her şeyi göze aldın Ucube. Hayatının dizginlerini bir başkasına teslim etmedin. Onların kanlı ellerine dizginlerini vermektense sen o dizginleri kendi eline aldın. Kendine en büyük gücü verdin sen. Yaşamak... Sen bundan sonra istesen de kendine zarar veremezsin. Çünkü sen yaşamayı seçtin." Durdum. Ares bana bakmaya devam ederken ben sadece durdum. Burada neden olduğumu düşündüm. Az önce yatağımda huzurla uyurken bir anda beni öldürmeye kalkmalarını gözlerimin önünden geçirdim. Balodayken arkamda duran celladımı düşündüm. Hanedanımda katledilen o yedi prensesi düşündüm. Prenses Dione'a karşı olan başkaldırımı düşündüm. Yıllarca çocuk yaşımdan beri kılıç tutmayı öğrenmemi, beni öldürenlere karşı her defasında hazırlıklı olduğumu ve bu zamana kadar herkese karşı korkusuzca göğüs gerdiğim anları hatırladım. Tekrardan uçurumun kenarına döndüm. Ares, uçuruma dönmemle kara bulutlarını dağıttı ve tekrardan uçurumu görünür hale getirdi. O an bana bir mesaj vermeye çalışıyordu. 'Hâlâ atlamak istiyor musun?' idi vermeye çalıştığı mesajı... Ona dönmedim. Uçurumdan aşağı baktım. Dalgaları seyrettim. "İyi ki varsın Cadı. Ruhuma ayna tuttuğun için sana teşekkür ederim." Anastasia'nın sesini işittiğimde bedenim irkildi. "Her ruhun bir aynaya ihtiyacı vardır Ucube. İçinde bulunduğu bedeni nasıl hırpaladığını görebilmesi için..." dedi kadın. Gözlerimden bir bir aktı yaşlar. Bu sözlerle bir anda geriye doğru bir adım attım. O an kendimle konuşmak istedim. Ne yapıyoruz burada Rose? Biz o duvarların içinde ölmemek için direnirken neden şimdi ölümün kollarına atıyoruz kendimizi? O dalgalarla buluştuğumuzda ne olacak yıllardır verdiğimiz onca mücadele? Geride bıraktıklarımız? Rose... Bir ölüyoruz... Gayemizi bir kenara atıyor ve ölüme yürüyoruz. O zaman neden öğrendik bunca şeyi? Neden mücadele verdik? Neden yaşamak için direndik bir gün kendimizi bir uçurumdan yuvarlayacaksak? Biz seninle yaşamayı seçmiştik oysaki... Tıpkı Anastasia gibi yaşamayı seçmiştik. Şimdi neden ondan vazgeçiyoruz? Bu bizim hakkımız. Herkesin en doğal hakkını biz savaşarak alıyoruz. Bununla gurur duymamız gerekmez mi? Gözlerimi Ares'e çevirdim. O an zihnimdeki çatışmalarımı duymuş olduğunu fark ettim. Yüzünde doğru düşündüğüme dair bir ifade vardı. Yüzünde memnun ve onaylayan bir ifade vardı. Gözyaşları içinde hafifçe gülümsediğimde zihnime birkaç söz daha gönderdi. "Ruhum sana minnettar Cadı." dedi Anastasia. Bunu sanki ben Ares'e söylüyordum. "Ve ben de sana hayranım Ucube..." diyordu yanındaki kadın. Yönümü tamamen Ares'e döndüm. Bana bakışlarındaki o değişikliği fark ettiğim an kendime geldiğimi hissettim. Yavaş yavaş eski Rosemarry'e dönüştüğümü hissettim. O her yanlışa başkaldıran Rosemarry'e... Kendisi için savaşan ve yalnız hissettiği her anında kendisine sarılan Rosemarry'e... Çocukluğuna verdiği sözü tutmaya çalışan Rosemarry'e... Ellerimdeki kanlara baktım o an. Kanları gördüğüm an kendi kendime gülmeye başlamıştım. Bu gece yaptığım şeyler aklıma geldikçe keyiflenmiştim. Bütün cellatları bir bir öldürdüğüm gözümün önünde geldikçe kendimden geçmiş gibi gülüyordum. Ares karşımda hiçbir tepki vermeden benim delirişimi seyrediyordu. Bunun adı delirmeydi. Bunun tek nedeni ise yanımdaki insanlardı. Bana bu zamana kadar ölüm gerçeğini aşılayarak beni sürekli bununla tehdit ederek hayatımın dizginlerini ele alan insanlardı. Gülmekten eğilen başımı kaldırdım ve Ares'e baktım. Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş soldu. Ciddi bir ifadeyle Ares'e doğru büyük bir adım attım. O ise yalnızca beni izliyordu. Bir adım daha attım ve başımı hafifçe yana yatırdım. Ares merakla bana bakarken ben tam karşısında dikildim. Ondan küçük olduğumu umursamadan sert bir şekilde söze girdim. "Büyük bir yanlış yaptın." dedim gülerek. Elimle uçurumu işaret ettin. "Beni ölüm kararımdan çevirdin." dedim hemen ardından. Ares şaşırmış gibi bana bakıyordu. "Ve şimdi yaşamak için her şeyi yapacak biri duruyor karşında. O şeyler yanlış olsa bile." dedim üstüne basa basa. Bu büyük bir adımdı. Şu an büyük bir suça adım atıyordum. Atalarımın koyduğu o kuralları çiğniyordum. Cezası idam olan bir yolu seçiyordum. Bunu yaparken aklımdan tek bir şey bile geçmiyordu. Tek bir kuşku kırıntısı bile yoktu. Aklımda kendime sorduğum tek bir soru vardı. Gerçekten yaşamak istiyor muydum? Ve tek bir cevabı vardı. Her şeyden çok. Ben yaşamayı seçmiştim. Yaşamak için gireceğim her yola hazırdım. O yol bir uçuruma çıksa da... O yol gün ışığıyla dolu bir diyara çıksa da... O yol bir karanlığa çıksa da ve o yol ölüme çıksa da... Ben hazırdım. Kendimi yaşatmak için hazırdım. Ve bunun vebalini üzerime fazlasıyla alıyordum. Bu bir anlık heyecanla verdiğim bir karar değildi. Bir anlık gözümün dönüşüyle verdiğim bir karar da değildi. İleride bunun yüzünden pişmanlık duymayacaktım. Ben bu kararımı kendimden emin bir şekilde veriyordum ve kimsenin buna engel olmasına da izin vermeyecektim. "Sen..." dedim sert bir şekilde. Kendimden son derece emindim. Bakışlarım netti ve keskindi. "Saf Karanlık..." diye mırıldandım ve ellerimi yumruk haline getirip sertçe sıktım. O an atalarımın sözlerini ezdiğim için bir kez olsun canım yanmamıştı. Acımamıştım bile. Onların yasalarına ihanet ediyordum ama umurumda bile değildi. "Bundan sonra senin bekçin benim." Bütün ormanı ölüm sessizliği bürüdü sanki. Kuşların sesleri bir anda kesildi. Hırçın Deniz'in dalgaları bile kulağıma gelmiyordu artık. Ares'in şaşkın gözlerini gördüğümde keyifle dudaklarımı yukarı kıvırdım. Arkamda bir uçurum duruyordu. Uçurumun altında Hırçın Deniz... Hırçın Deniz'in iki ayrı ucunda Elçiler ve Bekçiler Krallıkları... Ben ise onların tam önündeydim. Benim önümde kâinatın en güçlü yaratığı duruyordu. Yüzüğü ise parmaklarımda... Soyum, neslim, kanım... Hiçbiri umurumda değildi. Yaşamak için kötü olmak gerekiyorsa ben kötü olacaktım. Zira bu işe girmem beni kötü biri yapacaktı. Atalarımın koyduğu kuralları çiğnemem beni kötü biri olarak gösterecekti ailemin ve halkın gözünde. Ares'in mavi gözleri irileştiğinde devam ettim. "Ben Gökyüzü'nün Bekçisi Kral Alaric Finch ve de Kraliçe Amara'nın yegâne kızı Prenses Rosemarry Finch." dedim tek nefeste. "Saf Karanlığın Yegâne Bekçisi." Bunu söylerken içim titremişti. Fakat bu yola artık büyük bir adım atmıştım. Bir yüzük kullanmam ve ona bekçilik etmem yasaktı. İdam cezasıydı. Zira kadınlar yüzük kullanamazdı. Ancak artık o devir kapanmıştı. Gerekirse bunun için de savaşacaktım. Kadınların hak ettiği o yüzükler için de savaşacaktım. Her şey yavaş yavaş olacaktı. Benim mücadelem artık yalnızca yaşamımla kalmayacaktı. Ben bu hissi hak edenler için de savaşacaktım. Krallığım için ve bu kuralı yıkmak için savaşacaktım. "Ve sen Saf Karanlık." dedim ona doğru. Ares dikkatle beni dinliyordu. "Bu yolcuğum boyunca bana biat edeceksin. Bekçine, yegâne bekçine boyun eğeceksin. Düşmanlarımla gözünü bile kırpmadan savaşacaksın. Halkım için, doğruluk için, özgürlük için ve adalet için savaşacaksın. Bu yolculukla sen ve ben biriz." dedim üstüne basa basa. Ardından sessiz bir şekilde ekledim. "Herkese karşı sen ve ben." Ares bir süre yüzüme baktı. Oldukça kararlı bir şekilde ona bakıyordum. Sesim keskin yüzüm ciddiydi. Az önceki intihar kararımdan beni döndürdüğü için şu an pişman mıydı emin olamıyordum. Fakat beni öyle bir yoldan döndürdüyse sonuçlarına katlanacaktı. Zira ben bütün zayıflığımı, bütün kırgınlığımı ve acımı o uçurumdan kara bulutlar eşliğinde Hırçın Deniz'in keskin dalgalarına fırlatmıştım. Ares birden şaşıracağım bir şekilde boynunu eğdi ve ön dizlerinden birini içeri doğru kıvırdı. Bana boyun eğiyordu. Yaşadığım duyguyla ne tepki vereceğimi bilemedim. Kâinatın en güçlü ve tehlikeli yüzüğü karşımda bana boyun eğiyor ve bana biat ettiğini kabul ediyordu. Yüzümde kocaman bir gülümseme belirdiğinde o an bunun bir karşılığı olacağını düşünüyordum. Ona doğru ilerledim ve eğdiği başını tutup yavaşça kaldırdım. Gözleri gözlerime değdiğinde güler bir yüzle ona baktım. "Eğer istediğim şeylere sahip olursam senin için onu arayacağım." dedim. Gözlerinde bir titreme gördüm o an. Heyecandan kaynaklanan bir titremeydi bu. Gülerek ona baktım ve alnımı onun burnuna doğru yasladım. Sert yelelerinde ellerimi gezdirdim ve onun nefesiyle ısındım bir süre. "Korkma..." dedim. Titriyordu. "Bize bundan sonra kimse bir şey yapamaz." diye mırıldandım sessizce. Bir elim yelelerini okşuyor diğer elim yüzünde geziyordu. "Çünkü biz yaşamayı seçtik." Gözlerime öyle bir baktı ki... O an bu kararın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha hissettim. Başını yavaşça bana eğdi. Çaresizce bana sokulduğunda birbirimizden başka kimsemiz olmadığını hissettim. İkimiz de aynıydık. Yaşamak için çabalayan ve çaresizce yaşamak için mücadele veren iki yalnızdık. "Rose!" Ormanın derinliklerinden işittiğim gür sesle anında Ares'ten ayrıldım. Bu ses... Chris'in sesiydi. Endişeli gözlerimi Ares'e çevirdim. Ona baktığımda ise o bunu bir tehlike olarak algıladığı için hırçınca dişlerini göstererek ormana yönelmeye başladı. Telaşla onu durdurmak için önüne geçmeye çalıştım. "Hayır. Hayır!" dedim güçlü bir fısıltıyla. Chris yakınlardaydı ve seslerimizi işitebilirdi. "Ağabeyim o benim. Tehlike yok." Ares bana döndü ve ona emir vermem için beklemeye başladı. Kulaklarımı iyice açıp ormanı dinlemeye başladım. At sesleri duyuyordum hem de birden fazla. Kalabalıklardı ve buraya doğru geliyorlardı. Endişeyle gözlerimi araladım. "Yüzüğüne dön Saf Karanlığım. Burası birazdan kalabalıklaşacak." dedim. Ares anında beni dinledi. Karanlık bir bulut yığını etrafını sardı ve kaybolup gitti gözlerimin önünden. Rahat bir nefes verdikten sonra ne yapacağımı bilemeyerek bir ağacın önüne oturup Chris'in beni bulmasını bekledim. Aniden ortaya çıkmam doğru olmazdı. Burada onları bekleyecektim. "ROSE!" dedi bütün bir ormanı yerinden oynatarak. Kalbim heyecanla atarken o an elimdeki yüzüğü saklamak için geceliğimin kollarını çekiştirdim. Bana uzun gelen geceliğim ellerimi gizleyince kendimi sakinleştirmeye çalıştım ve olduğum yerde boş boş yere bakmaya devam ettim. Gece yaşadığım onca şeyden sonra böyle enerji dolu gözükemezdim. Durgun ve yorgun gözükmeliydim. "Uçuruma gidiyorum ben! Siz de ormana dağılın. DERHÂL!" Atı hızla bulunduğum yere geliyordu. Başımı önüme eğdim ve dizlerimi karnıma çektim. Başımı dizlerimin arasına gömüp kendimce saklanmayı denedim. Atın ayak sesleri önümde durduğunda Chris'in endişeli seslerini işittim. "Rose?" dedi ve attan sert bir şekilde indi. Koşar adımlarla önüme geldi ve elleriyle kafamı tutup kaldırdı. Gözlerim onun endişeli ve dağılmış suratında gezerken kendimi ağlamaya zorladım. "Rose... İyi misin? Tamam geçti." dedi ve birden bana sıkıca sarıldı. Ben ise ona karşılık vermedim. Üzerindeki pelerinini çıkarmaya başladı hemen ve bana sarmalamaya çalıştı. "Yanındayım. Artık senin kılına bile zarar veremezler." deyip benden ayrıldı. O an zorlayarak doldurduğum gözlerimi kırpıştırdım ve bir yaş akmasını sağladım. Chris acıyla yüzümden akan yaşı sildi ve üzerime baktı. Kanlar içerisinde kalan beyaz geceliğime baktı. Öfkeyle ormana doğru seslendi. "DERHÂL BURAYA GELİYORSUNUZ! UÇURUMA GELİN!" Sesi öyle gür ve baskındı ki... Onu ilk kez bu kadar kendini kaybetmiş bir şekilde görüyordum. "Chris..." diye mırıldandım güçsüzce. "Söyle bi’tanem..." dedi Chris. Yüzüm hala onun avuçları arasındaydı. Birden eğilip alnını alnıma dayadı ve acıyla burnunu çekti. "Çok korktum Rose. Aklım çıktı." dedi. Gözlerimi onun yorgun gözlerine çevirdim. Kıpkırmızıydı. Elleri tir tir titriyordu korkudan. Kendimi tutamadım ve elimi onun yüzüne yerleştirdim. "İyiyim." dedim sessizce. O an yanımızdaki atların ayak sesleri daha da çoğalıyordu. "İyisin..." dedi Chris titreyen sesiyle. Alnını alnımdan ayırdı ve acı içinde gülerek bana baktı. "Yaşıyorsun." dedi inanamaz gibi. Elimde olmadan gözyaşları içinde gülümsediğimde Chris beni tuttu ve göğsüne sıkıca bastırıp başını göğe çevirdi. Bütün ormanın ve Ardena'nın duymasını ister gibi gökyüzüne doğru haykırdı. "BENİM KIZ KARDEŞİM YAŞIYOR!" dedi coşkuyla. Onun göğsünde dinlendiğimde o haykırmaya devam ediyordu. "HERKES DUYSUN! KARDEŞİM YAŞIYOR!" Chris büyük bir kahkaha attı. Kolları beni bırakmayacak kadar sıkı sıkı sarılmıştı bedenime. Bekçilerden birine döndüğünü hissettim. "Çabuk bir başlık verin." dedi. Bekçiler hemen atlarından getirdikleri siyah bir başlığı Chris'e uzattılar. Chris telaşla başlığı kafama geçirdi ve pelerinle vücudumu sararak beni kucağına aldı. Bir bebek gibi beni kucağında atına doğru taşıdığında tek yaptığım şey savunmasızmışım gibi gözükerek Chris'in kucağına sokulmaktı. "Atımı getirin!" Bekçiler hızla Chris'in atını getirdiler. Chris atı gelir gelmez beni kucağındayken atına yerleştirdi. Onun atına bindiğim an ağırlaşan başımı Chris tutmaya çalıştı. "Evimize dönüyoruz Rose. Endişelenme. Geçecek..." diye mırıldanıyordu. Hemen arkama bindi ve atın dizginlerini tuttu. "Geçecek kardeşim... Annemiz seni bekliyor." "Annem..." diye mırıldandım kendi kendime. Onun mahvolmuş hali gözümün önüne geldiğinde telaşla Chris'e döndüm. "O iyi mi?" diye sorabildim güçsüzlükle. Chris atının dizginlerini sertçe tuttu ve hareket etmeye başladık. O an burada duyduğumdan fazla at olduğunu fark ettim. Yaklaşık altmış-yetmiş kişilik bir bekçi grubu vardı. "Herkes iyi kardeşim." dedi Chris sığ ağaçların arasından sertçe geçerken. "Herkes seni bekliyor." dedi ve atıyla hızla ormanın içinden geçmeye başladı. Başımı çevirip arkamızda kalan bekçilere bakıyordum. Hepsi peşimizden geliyordu. Başımı önüme çevirdim ve yorgun bir şekilde Chris'in göğsüne yaslandım. "Biriniz Prens Caleb'a haber vermeye gitsin. Prensesi bulduk." "Emredersiniz Majesteleri." Aralarından biri gruptan ayrıldı ve farklı bir yöne doğru gitmeye başladı. O an beni arayan başka bir grubun daha olduğunu anladım. Bunu düşünmeyerek kendimi Chris'e yasladım ve yol boyunca uyumaya çalıştım. Kasabanın içinden geçtiğimizde herkesin gözü üstümdeydi. Bakan bir daha bakıyordu. Ellerindeki meşaleleriyle yavaşça sokaklarından geçen bu atlara ve Chris' bakıyorlardı. Bazılarının yüzündeki öfke dolu bakışları görebiliyordum başlığım altından. Her birinin gözlerinde kin ve nefret vardı bana karşı. Bozuntuya vermeyerek önüme döndüm. Ölmememden şikâyetçi olanlar vardı. Onlara inat yaşayacaktım. *** Atın adımları saraya ulaştığında bekçiler sarayın kapılarını açtılar. Saraydaki bütün bekçiler dışarıdaydı. Bu görüntüyü görmemle şaşırarak yerimde doğrulmuştum. Chris atını yavaşça sarayın kapısının önüne götürürken bütün hizmetli bekçiler ellerinde yemek, kıyafet ve şifalı sularla bekliyorlardı. O an kalabalık ikiye ayrıldı ve aralarından Kraliçe çıktı. Üzerinde gecelikleri vardı. Onu öyle görünce acıyan içimle Chris'e durmasını söyledim. Chris atını durdurdu. Hiçbir şey söylemeden attan hızla indim ve Kraliçe'ye doğru ilerlemeye başladım. Chris de hemen arkamdan attan inmişti. Sanki her an bana bir şey olacakmış gibi hemen arkamdan geliyordu. Başımdaki başlığı çıkardım ve Kraliçe'nin önünde durdum. Kraliçe'nin yeşil gözleri kan çanağına dönmüştü. Gözleri şişmişti ve sanki yüzünde birkaç yılın daha yaşlılığı görünüyordu. "Anne..." dedim titreyen sesimle. Kraliçe kendini daha fazla tutamadı ve kollarını sıkıca bana sardı. "Kızım..." dedi başını boynuma gömerek. O an kendimi tuttuğum duvarlarımın yıkıldığı andı. Anneme sarıldığım her an kendimi yıkıyordum resmen. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım ve anneme güçsüzce sarılmaya çalıştım. Annem beni bir an olsun bırakmıyordu. Sürekli saçlarıma öpücükler konduruyor ve kokumu içine çekiyordu. "Sözümü tuttum Kraliçe'm..." dedi arkamdaki ses. Chris'in sesi. "Size kardeşimi buldum ve getirdim." Kraliçe gözyaşları içinde diğer koluyla Chris'e uzandı ve sıkıca Chris'e sarıldı. İkimizi de kollarının arasına aldı ve kokumuzu defalarca içine çekti. Bir yandan ağlıyor diğer yandan bizi bırakmayarak sıkıca sarılıyordu. Bizi bırakmaktan korkuyordu. "Size bir şey olursa ben nasıl yaşarım?" dedi Kraliçe ağlarken. "Siz benim canımdan parçalarsınız. Size kalkan ellerin dolaştığı bu yerde ben nasıl barınabilirim?" "Deme öyle anne." dedim. Bedenim onun kolları arasında tir tir titriyordu. Ondan ayrıldım ve yeşil gözlerine baktım. İkimiz de yıkılmıştık. "Bak iyiyim ben." dedim gözyaşları içinde gülümseyerek. Kraliçe anne şefkatiyle ellerini yüzümde gezdirdi ve hıçkırdı. "Biliyorum. Biliyordum." dedi gözyaşları içinde. "Senin o odadan ölü çıkman imkânsızdı zaten." dedi Kraliçe gülerek. "Buna inanmadığım için kendimi ne kadar suçluyorum bir bilsen." "Lütfen..." dedim yüzümde dolaşan elini tutarak. Eline küçük bir öpücük kondurdum ve yüzümdeki yerine geri koydum. "Bu gece konuşmayalım bunları." dedim acı çeker gibi. Kraliçe baştan aşağı beni inceledi. Kan içinde kalan beyaz geceliğimi gördüğü an içinden bir şeyler kopup gitti sanki. Acı içinde gözlerime baktığında gözlerinde suçluluk olduğunu gördüm. Belki de beni koruyamadığı için ve şu an bu hâlde bulunduğum için kendini suçluyordu. "Derhâl hekim çağırın!" dedi Kraliçe gür bir sesle. Onu ilk kez bu kadar öfkeli ve sinirli görüyordum. Onun bu halini görünce şaşkınlıkla Chris'e döndüm. Chris de şaşırmıştı. "Prenses bu akşam benimle kalacak. Derhâl odama temiz kıyafetler getireceksiniz! Banyoyu da hazırlayın! Çabuk." Kendini kaybetmiş gibi hizmetli bekçilere emir yağdırıyordu. Onun bu haline daha öncesinde hiç tanıdık değildim bu yüzden garipsemiştim. Chris koluma girdi ve gözleriyle sarayı işaret etti. "Sana yardım edeyim." dedi ve beni saraya götürmeye başladı. "Caleb nerede?" diye sordum o an aklıma gelen şeyle. Yolda onun hakkında bir emir vermişti. O da beni arıyordu. Chris sıkıntılı bir nefes bıraktı. "Peşimizden geliyordur." Sarayın koridorlarından her zamanki gibi rahatsız edici bakışlarla geçiyorduk. Üstüm başım çamur ve kan içindeydi. Yüzümdeki hançer ve kılıç yaraları, boynumdaki zincir izleriyle herkesin karşısında ölmemiş bir şekilde yürüyerek geçiyordum. Bekçilerin huzursuz gözleri üzerimdeydi. Bana bakan o kin dolu gözler dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. Bana karşı olan nefretlerinin bir sonu yoktu. Tıpkı bir sebebi olmadığı gibi... Batıl bir inancın peşinden sürükleniyorlardı. Beni de peşlerinde götürüyorlardı. İnançları onların mezarı olacaktı. Bundan bihaberlerdi. Adımlarım Kraliçe'nin odasının önünde durdu. Muhafızlar önce şaşkın gözlerle beni baştan aşağı incelediler. Hemen ardından kapıyı benim için açtılar. Gözlerimi kaldırıp onlara bakacak gücü bile bulamıyordum o an kendimde. Odanın içine girdiğimizde Chris beni bir an olsun bırakmamıştı. Kolumdan tutarak yürümem için bana destek veriyordu. Beni özenle bir sandalyeye oturttu ve hemen karşımda dizlerinin üzerine çökerek ellerimi tuttu. Ellerimdeki kanı önemsemeden ellerime hasret dolu bir öpücük kondurdu. Bir eli ellerimdeyken diğer elini saçlarıma götürdü. Islanan ve çamurdan kirlenen saçlarımda gezdirdi ellerini acıyla. "Koruyamadım seni." dedi sessizce acı çekercesine. Gözlerimi ona çevirdim. Kendisini suçluyordu ve bundan acı çekiyordu. "Ama sana yemin ederim Rose..." Gözlerinde hırs ve öfke vardı. Merakla onu seyrettiğimde gözlerindeki damarların daha da kızardığını gördüm. "Bundan böyle sana kötü bir şey söyleyeni bile yaşatmayacağım." "Hayır." dedim onun sözüne karşılık. Chris afallamış gibi bana baktı. Ben ise oldukça kararlı bir şekilde duruşumu düzelttim. "Bu savaş benim savaşım. Sen karışmayacaksın." "Rose?" dedi büyük bir hayretle. Sözünü kestim. "Bu akşam seninle ne konuştuk Chris?" diye sordum. Chris inanamaz gözlerle bana bakınca devam ettim. "Benim yüzümden sana zarar gelirse işte ben o zaman ölürüm. Anlıyor musun?" dedim çaresizce. Chris bana onaylamaz gözlerle bakarken kendimi geriye attım ve gerçeklerden bahsettim ona. "Ben onların gözünde uğursuz biriyim. Yıllardır süregelen bir inanç bu. Eğer onlara engel olursan bu kan davası sana da sıçrayacak. Beni korumak isteyen herkese de." Chris bunu kendine yediremez gibi gözlerini yumdu. Biliyordu. O da bunları adı gibi biliyordu ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Fakat bunu hatırlatmak zorundaydım. Bu davada onların yeri yoktu. Olursa işte o zaman kendimi o uçurumlardan yuvarlardım. Benim yüzümden kimse ölmeyecekti. Bunu istemiyordum. "Bu böyle daha nereye kadar gidecek Rose?" dedi acı içinde. Sesi titriyordu. Sertçe yutkundum ve ona nazaran kendimi kaybetmedim. Düşen yüzünü çenesinden tutarak kaldırdım ve yüzünü yüzüme hizalayıp kocaman gülümsedim ona. "Bana hiçbir şey olmayacak." dedim sessizce. Chris anlamamış gibi kaşlarını çatarken ben devam ettim. "Bugünden sonra tek bir kişi bile bana zarar veremez artık. Sana söz veriyorum." "Bu da ne demek?" dedi Chris merakla. Ellerimi ondan ayırdım ve geriye yaslanarak ona baktım. Bakışlarımdaki kararlılık onun gözlerini titretmişti. "Çünkü bugünden sonra..." diye mırıldandım. Odadaki sessizlik tüyler ürperticiydi. Dudaklarımın arasından çıkacak sözler ise kararımın keskinliğini en iyi yansıtan aynaydı. "Hançerlerine bırak kanımı, gözyaşım bile değmeyecek."
|
0% |