Yeni Üyelik
16.
Bölüm

BÖLÜM 14: ANASTASİA'NIN PLANI

@duskusu_mona

BÖLÜM 14: ANASTASİA’NIN PLANI

 

Bedenimde hissettiğim değişim, içimde saklanan ruhumu ortaya çıkarıyordu. Bu zamana kadar yapmaktan korktuğum her şey toprağın altından filizlenen bir çiçek, sonbaharda dökülen yaprakların baharda yeniden canlanması ve güneşin dağların ardından yeniden doğması gibiydi. Bedenimde yaşadığım bu farklılık benliğimi fark edişimdi. Kendi sesimi duyuşum, yıkılışımı fark edişimdi. Günden güne bir mum gibi eridiğimi gösteren bir aynaydı kimine göre... Bir uçurumun kenarında solgun bir çiçek olmak değil, o uçurumun kenarında karların arasından çıkan bir kardelendi belki de.

Her şey bir anda var olmuş ve her şey bir anda yok olmuştu.

Karanlığın yüzüğü ortaya çıkmıştı. Yıllar sonra benim parmaklarımda hayat bulmuştu. Tutunacak bir dal gibi görüyordu beni. Sert rüzgârın esintisiyle kopmak üzere olan o daldaki son yapraktı belki de. Bir umut tutunmuştu bana. Bir umut...

Oysa o tutunduğu ağacın köklerinin kuruduğunu bilmiyordu. O ağacın kuruduğunu bilmiyordu.

Ölmek ve yer ile buluşmak üzere olan bir yaprak koca bir ağaca can verir miydi? Tek başına... Kimsesizken...

Veriyormuş...

O yaprak beni çok büyük bir yanlıştan döndürmüştü. Bir anlık öfke ve yaşadığım ölüm korkusuyla kendimi bulmuştum o uçurumda. Hırçın dalgaların kulaklarımı sağır ettiği o uçurum benim ölüm çukurum olacaktı bu gece. Bu yaprak... Öyle bir tutunmuştu ki dallarıma... O an fark etmiştim. Benim görevim sadece yaşamak değildi. Aynı zamanda yaşatmaktı...

Yaşamak için başlattığım bu savaşta yaşatmak için de savaşacaktım. Zira yaşamayı seçmek kendimi, yaşatmayı seçmek herkesi kurtarırdı.

Ben yalnızca kendimi değil. Herkesi yaşatmak istiyordum. Irkı, soyu, kanı fark etmeksizin. Ardena'da daha fazla kan dökülmesini istemiyordum. O kanların barınması gereken yer Ardena'nın uğursuz toprakları ve korku dolu suları olmamalıydı. O kanlar damarlarında akmalıydı. Ait oldukları yerde.

Bu gece verdiğim karar ile birlikte tek gayem bu olacaktı. Ben yaşarsam onları yaşatmak için her şeyi yapacaktım. Fakat ben ölürsem, öldürülürsem, onlar çoktan kendi mezarlarını kazmış olacaklardı. Tek eksik ise toprağın üstünde gezen bedenleri olacaktı. Zamanı geldiğinde kendi elleriyle açtıkları o mezara gireceklerdi.

Parmağımda duran siyah yüzüğü döndürüyordum parmağımın etrafında. Her çevirdiğimde çocukluğumdan birkaç anı beliriyordu gözümün önünde.

"Saf Karanlığı bulursak Elçileri yenebilir miyiz sahiden?" diyordu küçük Chris'in sesi. Kral ise gülüyordu.

"Elçiler ne ki..." diyordu Kral keyifli bir kahkahanın arasında. "Bütün bir Dünya'yı fethederiz o yüzükle."

Yüzümde küçük bir gülümseme belirdi ve yüzüğü bir kez daha döndürdüm parmağımda.

"Anastasia yüzüğü nereye sakladı peki?" diyordu Caleb'ın meraklı sesi.

Kral hayıflandı.

"Bilmiyoruz Rowan... Anastasia bu Dünya'dan kendini azat edeli bir buçuk asrı geçti. Yıllardır ne Elçiler ne de Bekçiler o yüzüğü bulamadı. Ardena'nın altını üstüne getirdiler. Yüzük yok."

"Ya hepsi bir efsaneyse?" diyordum küçücük halimle. Kral gülüyordu.

"O dönemin maharetli sanatçıları Anastasia ve Saf Karanlığın resimlerini çizmiş Sevgili Rosemarry. Üstelik Saf Karanlığın yarattığı yıkım hâlâ duruyor. Hırçın Deniz buna en büyük örnektir."

"Hırçın Deniz mi? Ne yapmış ki oraya?" Kral derin bir iç çekti Caleb'ın sorusuyla.

"Hırçın Deniz eskiden sakin bir denizdi çocuklar. Kayaları bu kadar dik ve keskin değildi. Uçurumun altında akıp giden normal bir denizdi. Anastasia, büyükanneniz Kraliçe Marry'den kaçmak için Saf Karanlığı kullanarak orada büyük bir yıkım yaptı. Uçurumun bir kısmı denize karıştı. Zamanla denizin suyu çekildi ve keskin kayaları ortaya çıktı. Dalgaları da Anastasia gittiğinden beri hırçınlaştı."

Başımı hafifçe yana yatırarak yüzüğü seyretmeye başladım. Ares ile tanıştığım ilk an aklıma gelmişti. Bütün bir orman uyanmış gibi susmuştu. Hırçın Deniz'in dalgaları uçurumun en üstüne kadar yükselmişti. Aklıma gelen her yeni farkındalıkla eksik parçalar tamamlanıyordu. Geriye ise yüzümde bir gülümseme kalıyordu.

Kraliçenin odasındaki o güzel çiçek kokuları bütün bedenime işlemişti. Sıcacık yatağının içerisinde dün gece yaşadığım her şeyi unutuyor ve kendimi tamamen ona adamaya hazırlanıyordum. Saf Karanlığa...

Oda bomboştu ve hiç kimse yokken onu biraz daha çözmek istiyordum. Gizemini, varlığını... Onu nasıl kullanabileceğimi öğrenmek istiyordum.

Parmaklarımın arasında yüzüğü biraz daha çevirmeye başladığımda yine bir anı canlandı gözümün önünde.

"Göreceksin Rose," diyordu küçük Chris. "Saf Karanlığı bir gün bulacağım ve tahta çıkıp her iki krallığa da hükmedeceğim." Ona gülüyordum.

"Ağabeyim Caleb varken o biraz zor sevgili kardeşim. Üstelik Saf Karanlığı bulamazsın. Hiç kimse bulamamış biz mi bulacağız?"

"Neden olmasın? Onu bulup Dünya'ya hükmetmek istemez miydin?"

Parmağımda çevirmekte olduğum yüzüğü çevirmeyi bıraktım birden. Chris'in çocukken söyledikleri zihnime yeni yeni geliyordu. O bu yüzüğü istiyor ve her iki krallığa da hükmetmek istiyordu. Bu yüzük benim ellerimdeydi. Yüzüğün varlığından yalnızca benim haberim vardı.

Bunu bir sır olarak saklamalıydım. Zira bu yüzüğün varlığını öğrenen herhangi biri bütün bir düzeni kendi lehine çevirerek alt üst edebilirdi. Kâinatın en tehlikeli yüzüğüydü bu. Kötü birinin eline geçmesi halinde her şey mahvolurdu. Ardena artık bir ölüm çukuru değil, bir mezarlığa dönerdi. İçinde binlerce ırkın cesetlerinin barındığı bir mezarlık.

Elçilerin eline geçmesi halinde bütün bir Bekçilik Krallığını kaybederdik.

Bekçiler Krallığının eline geçerse bütün bir Elçilik Krallığı yok olurdu.

Her iki krallığın eline geçmesi bir diğerinin yok oluşunu sembolize ediyordu. Ve şu an benim ellerimdeydi. Bir Bekçinin ellerinde...

Başımı eğip yüzüğe baktım yeniden. Bu savaşı bitirebilirdim. Bu savaşı şu an yatağımdan kalkıp tek gecede bitirebilir ve bütün bir krallığı yok edebilirdim. Ellerimdeydi... Bu güç benim ellerimdeydi. Krallığımın galibiyeti ellerimdeydi...

Yüzük ellerimde gezinirken o simsiyah parlaklığında gözlerimi gördüm. Bunu gerçekten istiyor muydu bu gözler? Karşı Krallığın soyunu tamamen kurutup kendi Krallığımı zafere kavuşturmak istiyor muydu?

Ben barış istiyordum. Her iki Krallığın da barış içinde olmasını ve bütün bu savaşın sona ermesini istiyordum. Birilerinin yok olması demek barış demek değildi. Elçileri yok ettiğim zaman bu topraklar yine kanla dolacaktı. Ağaçların kökleri yine kanla sulanacak, çiçekleri yine kan kokacaktı. Ben bunu istemiyordum. Ben bu savaşı kazanmak da istemiyordum. Yalnızca barış istiyordum.

Derin bir nefes aldım ve yüzükle oynamayı bırakıp bakışlarımı pencereye çevirdim. Hava aydınlanmak üzereydi. Güneş kendini yavaş yavaş gösterirken Ares yine zihnime gülümseyeceğim bir şeyler gönderiyordu.

"Ve gün batar, biz doğarken..."

Kendi kendime gülümsedim ve yüzüğün beyaz noktasına parmağımı değdirerek ona kendi düşüncelerimi gönderdim. "Gün doğuyor. İçerideyken günü göremiyor musun?"

Gülerek gözlerimi araladım ve onun cevabını beklemeye başladım. Başımı yastığıma geri yasladım ve gözlerimi kapattım. Açtığımda bütün odanın karanlık olduğunu görünce korkuyla yerimde sıçradım. Ne yapıyordu bu? Başımızı belaya sokacaktı!

Telaşla yüzüğün beyaz noktasına yeniden dokundum. ''Derhâl bu kendine buyruk halinden vazgeçeceksin Ares! Yoksa seni elimden alırlar. Ben emir vermeden yaprak bile kıpırdatmanı istemiyorum."

Odamdaki karanlık yavaş yavaş yok olurken rahat bir şekilde tuttuğum nefesimi bıraktım. O an yaşadığım bu garipliğin beni keyiflendirdiğini fark etmiştim. Kendi kendime konuşmuyordum ilk kez. Odama kendimi kapatıp bütün gün kendi düşüncelerimle konuşur ve bir çıkış yolu arardım kendime. Hüzün dolu bir gülümsemeyle parmağıma baktım. Parmağımın üzerinde duran yüzüğe.

Yalnız değildim... Düşüncelerimi dinleyen biri vardı yanımda... Benimle konuşan, beni dinleyen, bana itaat eden biri vardı.

Kendi kendime gülmeye başladım. Üzerimdeki sarı geceliği düzelterek yatağımdan kalktım. Bütün bir gece bekçiler tarafından iyice temizlenmiştim. Kan kokusunu üzerimden çekip atmışlardı. Üzerime giydirdikleri mis kokulu gecelikle kendimi sarayda ilk defa bu kadar güvende hissetmiştim.

Yataktan kalktıktan sonra odada öylece gezmeye başladım. Aklımda tek bir şey vardı. O da bu odadan bir yolunu bularak çıkmam ve bir yerlerde Saf Karanlığı kullanmayı öğrenmem. Onunla biraz daha vakit geçirmek istiyordum. Onu öğrenmek istiyordum. Bir şekilde bir bahane bularak saraydan çıkmalıydım. Saraydan kaçmalıydım.

Dün gece yaşadığım bu büyük girişim yüzünden pek kolay olmayacaktı. Prenses Dione'un olmadığı her gün bir şekilde kaçardım bu saraydan. Kaçmak benim için kolay olandı. Ancak şu an böyle büyük bir suikast girişiminden sonra bu saraydan kolay kolay kaçamazdım. Saf Karanlığı sarayın en kuytu odasında dahi olsa dışarı çıkaramazdım zira sarayın her katında en az iki veya üç bekçi olurdu ve bir şekilde bizi duyardı.

Sıkıntıyla ofladım ve odanın içinde bir yerlere bakmaya başladım. Bir çıkış yolu olmalıydı. Gözlerimi annemin penceresine çevirdim. Aklıma gelen düşünceyle bir umut pencereye yaklaştım ve aşağıya doğru baktım. Çok yüksekti. Buradan atlarsam kendime zarar verirdim. Ortalama bir ağaç boyu olsaydı çok rahat atlardım fakat burası çok yüksekti.

Umutsuzca pencerenin yanından ayrıldım ve sağ elimi sol elime götürüp yüzükle oynamaya devam ettim. Yüzükle oynarken aklıma gelen ani bir fikirle durdum. Bakışlarımı yavaşça elime çevirdim.

Yüzük çok göz önündeydi. Ve onu hiç çıkarmadığım bir gün bir şekilde anlaşılırdı. Buna bir çözüm yolu bulmalıydım. Telaşla odanın içine bakınmaya başladım. Kraliçe'nin kıyafetlerinin olduğu odaya girdim bir hışımla. Karşıma çıkan ilk şey elbiseleriydi. Onların hemen yanında da uzun ve kısa olmak üzere iki tür eldiven vardı. Eldiven... Bu belki olabilirdi.

Kısa eldivenlerden birine uzandım. Siyah bir tanesini hemen gördüğüm gibi elime geçirdim. Geceliğim ile hiç uyumlu durmuyordu. Ama bu beni bir süre idare ederdi. En azından başka bir çözüm yolu bulana kadar.

Onu korumalıydım. Onu saklamalıydım. Herkesten... En yakınımdan, kanımdan bile... Zira bunun şakası yoktu. İçine girdiğim bu iş çok büyük ve tehlikeliydi. Dikkatli davranmalıydım ve her adımımı kontrol etmeliydim. Tek bir açık bile bırakmamalıydım ardımda. O açık beni bir şekilde alt ederdi. Gözlem yeteneğimi artık hiç olmadığı kadar açık tutmalıydım.

Yatağa geri döndüm ve ucuna oturup başımı sarayın büyük şamdanlarına diktim. Üzerlerinde yanan mumları seyrettim. Zayıf bir mum ışığını andırıyordum. Gücüm her an tükenecekmiş gibiydi. Üzerime savrulan rüzgâr beni söndürmek için miydi yoksa güçlendirmek için miydi? Araftaydım. Ama bu arafa rağmen o rüzgârı istiyordum. O rüzgâra sahip olmak istiyor ve ucunda ne olursa olsun buna katlanmak istiyorum.

"Kraliçenin odasında mı?" diye bir ses duydum koridorun başından. O an duruşumu düzelttim. Kralın sesiydi...

Yanında birkaç bekçiyle geliyor olmalıydı. Dün akşam Caleb, Krala bir haber gönderdiklerini ve Kralın geri dönmesini istediklerini yazan bir mektup göndermişlerdi. Başıma gelenleri yazdıkları bir mektup... Kral gelmiş olmalıydı. Telaşlı sesini işittiğim an yutkunarak kendimi yatağa uzattım ve yorganı üzerime çektim. Ellerimi yorganın altına sakladım.

Kapımın aniden açılışıyla Kral'ın dağılmış ve korkmuş suratını görmem bir oldu. Yerimde hafifçe doğrulduğumda Kral hızlı adımlarla yanıma geldi ve eğilip sıkıca bana sarıldı.

"Rosemarry?" dedi endişe dolu sesiyle. Kolları beni sıkı sıkı sararken ona sarılmadım. Ellerimi gizlemeye çalışıyordum.

"İyiyim." dedim sadece. Kral endişeyle benden ayrıldı ve yüzüme baktı. Yüzümdeki düz ifadeyi görünce şaşırmıştı.

"İyi misin gerçekten?" diye sordu. Gözleri her an yerinden çıkacak gibiydi. Mahcup bir şekilde eğildim ve kucağıma baktım.

"Sadece halkından birkaç bekçiyi öldürmek zorunda kaldım." diye mırıldandım suçluluk duygusuyla. "Affet baba."

Kral benim mahcupluğum karşısında afallamıştı. Yavaşça yatağın ucuna oturduğunda düşen başımı kaldırıp bana baktı. Ben ise karşısında ağlamadım. Tek bir damla gözyaşı bile dökmedim. Zira bugünden sonra döktüğüm her bir gözyaşı toprağa düştüğü an aleve dönüşecekti. Alev ve karanlığa...

Kral elini çeneme yerleştirerek alnıma uzandı ve alnıma dolu dolu bir öpücük bıraktı. "İnan bana bu umurumda bile değil Rosemarry. Umurumda değil." dedi. Sesi o kadar bitkindi ki... Dün akşam aldığı haberle kaleleri kontrol etmek için yola koyulmuştu. Sonra o yoldan kızının suikast haberini alarak geri dönmüştü. Gözünde tek bir uyku tanesi bile yoktu. Yorgundu, bitkindi, suratı kıpkırmızıydı. "Sen iyisin. Ötesi yok..."

"Kaleler..." diye mırıldandım birden. Kral anlamayarak bana baktığında devam ettim. "Kaleleri kaybettik mi?" dedim tereddütle. Kaleleri kaybetmek demek bütün bir hakimiyeti kaybetmek demekti.

Kral birden sinir bozukluğuyla güldü. "Ölmek üzereydin ve hâlâ halkını mı düşünüyorsun?" diye sordu kendini tutamayarak. Bu kez sesindeki ufak bir sinir tınısı hissetmiştim. Bunu düşünmeme sinirlenmişti.

"Her şey Krallık için baba." dedim kendimden emin bir sesle. O, bu sözlerimin anlamını bilmiyordu. İleride anlayacaktı. Fakat şu an yalnızca buruk bir şekilde gülümsemekle yetindi.

"Sakın bunları düşünme." dedi Kral saçlarımı okşarken. "Ben bu emri vereni bulup cezasını kendi ellerimle vereceğim."

"Sakın." dedim birden. Gözlerime yerleşen korkuyu gördüğü an durdu. "Bu suikast girişimi yüzünden bir bekçinin daha canını alamayız. Yoksa bir dahaki sefere bu kurban yalnızca ben olmayacağım Majesteleri." dedim hızla. Kral çatık kaşlarla beni izliyordu. Kızması umurumda değildi. Bu yüzden kimsenin canından olmasını istemiyordum. "Benim yüzümden tek bir kişinin bile ölmesini istemiyorum. Bu saraydan çıkacaksa eğer benim cenazem çıkacak bir başkasının değil."

"Yeter Rosemarry." dedi Kral öfkesini bastıran bir sakinlikle. Sesindeki otoriter tavrı hissetmiştim. "Bu konuyla ben ilgileneceğim. Sen birkaç gün saraydan çıkma. Annenin odasında kal."

"Ama-"

"İtiraz istemiyorum Rosemarry." dedi baskın bir sesle. Yalvaran gözlerle ona baktığımda ise acımadan ekledi. "Emrimdir." Ona kırıldığımı göstermek için saçlarımı okşayan ellerini uzaklaştırdım kendimi çekerek. Kral bu tavrıma alınmıştı fakat umurumda değildi. Bu zamana kadar alınan her karar ve emirin kurbanı benim özgürlüğüm oluyordu. "Rosemarry..." diye mırıldandı şefkât dolu bir sesle. "Seni kaybedemem. Anlamıyor musun?"

Çaresiz gözleri tek bir şeyi haykırıyordu gözlerime. Tek bir şey... Beni yaşatmak için uğraşıyor ve bunun için mücadele veriyordu. Bir kayıp istemiyordu. Eğer o kayıp ailesinden biri olacaksa da her şeye hazırlıklıydı. Bakışları her şeye hazırlıklı olduğunu net bir şekilde ele veriyordu. Elindeki yüzüğe kaydı bakışlarım. Alev rengine sahip olan o muhteşem işlemelerle donatılmış yüzüğe. Görünüşü bile ne kadar üstün ve ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu.

Ejderha... Gökyüzünün Yegâne Bekçisi... Gücünü ateşten alıyordu. Yeteneğini ise gökyüzünden. Bütün bir gökyüzüne hükmedebilirdi tek bir haykırışıyla. Kâinatın en görkemli yüzüğü ve yaratığıydı. Nice Krallar taşımıştı onu parmaklarında. Her Kral onu layığıyla taşımıştı ve hakkını vermişlerdi. Savaşlarda en çok namı duyulan yüzüklerden biriydi.

Başımı kaldırıp kralın gözlerine baktım. Yüzündeki ifade öyle yoğundu ki... Sanki bu yüzüğü her şey için kullanabileceğini iddia eden gözlerle bakıyordu. Yüzükler sadece savaşlar için kullanılmak zorundaydı. Savaşlar ve barışlar için... Eğer kendi lehimize kullanırsak bu büyük bir yükümlülük getirirdi. Eğer Kral şu an gözlerindeki öfkeyle hareket ederek bu yüzüğü beni kaybetmemek için kullanırsa halk tarafından büyük bir isyana olanak sağlardı.

Böylesine görkemli bir yüzüğü, halkın gözünde değeri bile olmayan bir kraliyet mensubu biri için kullanmak halkın karşı çıktığı bir durumdu. Kral bunu yaparsa tahttan indirilmeye kadar giderdi sonu. O tahttan indirilir ve en büyük oğlu Caleb tahta geçerdi. Kral ise sonsuza kadar zindanda mahkûm olarak kalırdı. Bunlar daha önce yaşanmamış şeylerdi. Hiçbir Kral kendi tahtını sallamamak için böyle bir şey göze almamıştı. Bunu göze almaya çekinmişler ve kızlarının ölümlerine göz yummuşlardı. Fakat karşımdaki öfke dolu gözler bunun aksini yapacağını haykırıyordu. Bu gözleri tanıyordum. Benim babam diğer Krallar gibi böyle bir duruma göz yummayacak kadar adil biriydi. O adaletiyle sevilirdi bütün krallıkta. Onun her kararı saygıyla dinlenirdi. Herkes ona adaletinden ötürü saygı duyar ve önünde eğilirdi. En doğru kararları o verir ve halkı memnun etmek için mutlaka ortak bir yol bulurdu.

Gözleri kıpkırmızıydı. Gözlerinde patlamayı bekleyen büyük bir tufan vardı. Bu gecenin yaşanmamasını diledim o an. Zira bu gece yalnızca bana değil... Herkese zarar vermişti. En çok da ona... Babama...

Krallığın eline düşmesine göz yumamazdım. Onu krallığın vicdanına da bırakamazdım. Ailemi bundan olabildiğinde uzak tutmak zorundaydım. Bu bekçiler ile benim aramda bir davaydı. Bir başkası bu davaya dahil olursa ölecek tek kişi o olacaktı. Ne ben ne de bekçiler... Araya giren her kimse günün sonunda bu topraklar onun bedenini alacaktı içine.

Ürkek bir şekilde uzanıp babamın ellerine uzandım ve sıkıca tuttum. Elleri buz gibiydi. Kıpkırmızı gözleri benim yeşil gözlerime değince kocaman gülümsedim. "Tamam..." dedim sessizce. Yüzündeki öfke dolu ifadeyi titrettiğimi görmüştüm. "Siz benim iyiliğimi istiyorsunuz Majesteleri. Ve ben buna seve seve boyun eğeceğim. Şüpheniz olmasın..."

Kral'ın yorgun yüzü gevşedi. Gözlerindeki öfke bir sis bulutu gibi yavaşça geçip gitti ve gözleri bir gün ışığı gibi parlamaya başladı. O bana böyle bakınca ben daha çok gülümsedim. Ellerini bir an olsun bırakmadım. Birbirimize destek vermeye ihtiyacımız vardı.

Kral tek elini ellerimden ayırdı ve saçlarımda gezdirdi. Beni usulca severken acı bir iç çekti. "Rosemarry..." diye mırıldandı az önceki sert tonun aksine yumuşacık bir tonla. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." Yüzümde oluşan histerik gülümsemeyle krala baktığımda bana duygulu gözlerle baktığını gördüm. Gözlerinde akmayı bekleyen bir yaş bekliyordu. Direnen bir yaş... "Ne zaman büyüdün sen böyle?"

Hüzünle güldüm. Kral gülmemi izledi usulca.

"Çok erken büyüdün, farkındayım..." dedi bu kez. "On yedi yaşında birden olgun biri gibi davrandığın için binlerce kez özür dilerim senden." Başımı yana eğdiğimde kral devam etti. Suçluluk duyuyordu. "Seni bu hâle getirmek zorunda bırakan o düzenin farkındayım. Bilmezsin ki seni hapsetmek zorunda kaldığım o düzenin yıllardır zincirlerine takılıyım."

"Senin bir suçun yok baba..." diye mırıldandım usulca. Hüzünle gülümsedim üzülmemesi için. Derin bir nefes aldım. "Herkesin bir savaşı vardır. Benim de savaşım buymuş." Kral'ın gözlerinde bekleyen o gözyaşı bir inci tanesi gibi düştü gözlerimin önünde. Karşısında günden güne ölmek üzere olan ve ölüme yaklaşan bir evladı duruyordu ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Uzanıp yaşını silmek istesem de bunu yapmadım. Kendimi tuttum. Kral'ı karşımda aciz hissettirmemek istiyordum.

"Çocukluğunu bile yaşayamadın..." dedi Kral hüzünle. O an bunu yalnızca benim değil, Kral'ın da fark ettiğini gördüm. Benim bir çocukluğum yoktu. Çocukluğum kılıçtı. Çocukluğum hançerdi. Çocukluğum ölüm korkusuydu. Bunu herkesin bu denli görebilmesi de içinde bulunduğum çaresizliği en iyi şekilde gösteren bir tabloydu. Bir mum ışığı sönse bile karanlık olsa dahi benim çaresizliğim ay gibi yansırdı karanlığa...

"Çocukluğum burada." dedim Kral'ın elini kalbimin üzerine götürerek. Kral acıyla bana bakarken ben devam ettim. "Ve sana, bana bu zamana kadar tanıdığın o eşsiz imkânlar için minnettar. Benim çocukluğum sana minnettar baba." dediğimde gözlerimden bir damla yaş süzüldü. "Sen diğer prensesler gibi beni bir odaya kapatmadın. Bana savaşmayı öğrettin. Kılıç kullandırttın. Ben ve çocukluğum sana minnettarız."

"Bunca şeye rağmen bu düzene başkaldırmadın." dedi Kral birden. Ellerini tutan ellerim gevşedi. Gözlerimi ağır ağır kırpıştırarak ona baktığımda Kral devam etti. "Bir kez bile itiraz etmedin, isyan etmedin. Bir hataya düşmedin. Gurur duyuyorum seninle..."

Ağır ağır yutkundum. Kral her şeyi bir bir sayarken başımdan aşağıya yağmur yağıyordu. O yağmur beni temizlemiyordu. Aksine ağırlaştırıyordu. Dün gece verdiğim karar ve yaptığım şeyle o ağırlık beni yere doğru çekiyordu. Yerin dibine... Belki de ait olduğum yere.

Başımı kaldırıp Kralın yüzüne bakamadım. Bunu yapabilecek kadar masum değildim artık. Zira ben suçların en büyüğüne girmiştim. Bir yüzüğe kadın olduğum hâlde bekçilik etmeye başlamıştım. Üstelik bu sıradan bir yüzük de değildi. Karanlığın Yüzüğüydü... Herkesin aradığı yüzüktü.

Rahatsızca yerimde kıpırdandım. Kral endişeyle bana bakıyordu. "Bir ağrın mı var yoksa?" diye sordu ilgiyle. Yüzüne bakmadan cevapladım.

"Başım döndü... Birden oldu... Geçer şimdi." diye bir şeyler söyledim. Ne söylediğimi sözler ağzımdan çıktıktan sonra hatırlamıyordum bile. Kafam dağılmıştı. Kral ilgiyle yüzümü okşadı.

"Ben seni istirahat etmen için yalnız bırakayım o zaman." dedi sessizce. Bana doğru eğilip alnıma son defa küçük bir öpücük bıraktı ve geri çekildi. Başımı kaldırmadan yatağıma uzandım ve yorganı üzerime çektiğim gibi gözlerimi kapattım. Kral bir süre ayaktayken beni izledi. Bunu odadaki varlığından hissediyordum. Sonrasında odanın kapı sesini duydum. Adım seslerinin koridordan uzaklaşmasıyla kapattığım gözlerimi araladım.

Sol elimi yorganın altından çıkardım. Eldivenli elimi seyrederken içimde dönüp dolaşan suçluluk duygusu bir alev gibi tutuşmuştu. Fakat geri dönüşü yoktu. Bunun geri dönüşü olamazdı. Zira ben geri dönersem bu yüzük Ardena için felaket olabilecek potansiyeldeydi.

Gözlerimi kapattım ve kendimi uzun düşüncelere bıraktım. İki seçeneğim vardı.

Ya bu yüzüğü çok güvendiğim ve niyeti benimle aynı olan birine verecektim ve üzerimdeki bu suçluluk duygusu ile aileme ihanet ettiğim düşüncesini atacaktım.

Ya da yüzüğe son nefesime kadar ben bekçilik edecek ve bu süre zarfında bütün bu ihanet duygusu ile suçluluk duygusunu görmezden gelmeye çalışacaktım...

Kulaklarıma Anastasia'nın fısıltı doldu o an...

'Dünya ne tuhaf değil mi Ares? Sallanan bir kayık gibi. Rüzgâr nereye savurursa insanlık o yöne gidiyor ve kimse neden diye sormuyor.'

*** 

Keskin bir dal kolumu sıyırarak geceliğimi parçalarken geriye bir kez bile dönmedim ve önüme bakarak emin adımlarla ilerlemeye devam ettim. Altımda ezdiğim topraktan ilk defa güç alıyor, tenime vuran rüzgârın savurduğu yönün tersine doğru ilerlediğim için yüzümde oluşan çarpık gülümsemeyle verdiğim kararı sorguluyordum. Aşina olduğum o dalga sesleri kulaklarıma varınca keyfim daha da arttı. Ayaklarımın altında ezilen yaprak sesleri haksızlığın sesleriydi. Hemcinsleri dallardayken kendileri yerde olduğu için bunu bir haksızlık olarak görüyorlardı sanki. Her ses onların çığlıklarını andırıyordu. Oysa bilmiyorlardı. Dünya'nın dengesi yoktu. Dengesizliğinin en iyi kanıtı ise hayattı. Yaşamdı. İnsanlardı. İnsanlıktı.

Adımlarımı durdurup ormanı dinledim. Kimse yoktu. Yalnızca ağaçlar, yapraklar, toprak, gökyüzü, deniz ve ben...

Elimdeki eldivenleri ağır ağır çıkarıp yere bıraktım. Başımı gökten indirip elimdeki yüzüğe baktım. Kararım kesin ve netti. Bu kararımda ne ben ne de bir başkası zarar görmeyecekti. Kendimi ve ailemi en iyi şekilde koruyacaktım. Çünkü yaşamak için önce yaşatmalıydım. Hem kendimi hem de ailemi.

Bekledim... Uzun bir süre bekledim. Gözlerim her yerdeydi. Anın gelmesini bekliyordu. Anın gelmesini ve kararımı icraate geçirebilmeyi.

Ormanın huysuz sesiyle tüylerim ürperdi. Başımı çevirip ağaçların hışırtılı seslerini dinledim. Ruhumu temizleyen o hışırtı sesleri artık eskisi kadar temiz değildi. Hepsi ölüme mahkûm gibiydi gözlerimde. Yere düşecekleri ve ayaklar altında ezildiğinde son haykırışlarını dile getirecekleri anı bekliyorlardı. Tıpkı benim gibi. Gülümsedim.

Havanın karardığını hissettiğimde başımı havaya kaldırdım. Kara bulutlar gelmişti. Beklediğim an sonunda gelmişti.

"Ares!" dedim gür bir sesle ormanı uyandırır gibi. "Göster kendini!"

Karanlık bulutlar gökten yere indi ve karşımda belirmeyi bekleyen karanlık yuvarlağa hayat verir gibi etrafını sarmaladı. Kozasından çıkan bir kelebek gibi etrafındaki bulutların arasından çıkan Ares'in ilk önce koyu mavi gözleriyle karşılaştım. Ardından yavaş yavaş bedeni belirdi bulutların arasından. Ağzımın kenarındaki ufak gülümseme bu anı her ne zaman yaşarsam yaşayayım her seferinde ihtişamına kapıldığımın göstergesiydi.

Tam anlamıyla karşımda dikildiğinde artık kara bulutlar gitmişti. Tamamen o vardı karşımda. Devasa cüssesi ilk anki gibi büyük gelmemişti bu sefer. Göz aşinalığını elde etmiştim en sonunda.

Yavaş ve temkinli bir adımla karşısına geçtim ve gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayırmadım. Kendimden oldukça emin bir şekilde karşısına geçip konuşmaya başladım.

"Seni öğrenmeliyim Saf Karanlık..." dedim net bir sesle. Ares yüzüme dümdüz bakarken devam ettim. "Zira kendimi, ailemi, bekçilerimi ve elçileri yaşatmam için iyi bir bekçi olmalıyım. Her şeyden önce sana layık bir bekçi olmalıyım."

Kararım buydu. Bir başkasına Ares'i vermek Ardena'nın ölüm fermanını teslim etmek gibi bir şeydi. Onu kimsenin adaletine bırakamazdım. Diyarda namı adaletle anılan birine bile bırakamazdım onu. Zira adalet kimine göre ölümken kimine göre yaşatmaktı.

Çok düşünmüştüm. Bütün bir günü yatağımda yatarak ve duvarları izleyerek ne olacağını düşünerek geçirmiştim. Güvendiğim insanlar vardı hayatımda. Fakat adaletine güvenmediklerim de vardı. Zira onların adaleti ölümle birebirdi. Ben ölüm istemiyordum. Bu savaşı, bu kanlı savaşı en az ölümle bitirmek istiyordum. Çünkü biliyordum, ölüm bir çözüm yolu değildi. Barış istiyorsam bu barıştan herkes nasibini almalıydı. Özgürlük için canına kastettiğim bir elçinin ailesi ardından gözyaşları dökerken ben zaferimi kutlayamazdım. Bir göz yaşı bile barışı kuruturdu bu topraklardan. Tek bir kan damlası bile bitirirdi bu özgürlük düşünü, barış gayesini... Zira barış tek taraflı olmazdı. Barış iki taraflı olurdu. İki tarafın da huzur içinde yaşamasıyla mümkün olurdu. Bir taraf ölürken diğer tarafın bunu kutlaması ve bayrak asması katliamdı. Bunun adına barış koyanlar ise bu saçma düzenin zincirlerine vurulan o kurbanlardan başkası değillerdi.

Başımı kaldırıp Ares' baktım. Bu zamana kadar ben de bu yanlışın içinde sürüklenmiştim. İçinde yaşadığım bu düzen tıpkı diğer insanlar gibi beni de bu yanlışa sürüklemişti. Öldürmeyi marifet sanmış ve halkımın gözüne girebilmek için öldürmeyi seçmiştim. Fakat bu bir çözüm yolu değildi. O gün... Evli Elçiyi uçurumdan aşağı yuvarladığımız o gün bu küçük ışıltı belirmişti içimde fakat sesimi çıkaramamıştım. Zira atalarımın keskin bir şekilde bize direttiği bir inanış vardı. Merhametin olduğu yerde güç barınmaz diye... Bu tamamen yanlıştı. Tıpkı bu düzen gibi... İnsanlar gücü öldürmek sanıyordu. Asıl gücün yaşatmak olduğunu onlara ben öğretecektim. Onları ve kendimi yaşatarak ben öğretecektim.

Sertçe burnumu çekip bir adım daha attım Ares'e doğru. "Bana marifetlerini göster ben de sana planı kısaca izah edeyim Saf Karanlığım..." dedim. Bu hitap tarzıyla içimde oluşan güdüye gülümsedim. Bu hitabı çok seveceğimi şimdiden hissediyordum. Ares bana bakarken ben devam ettim. "Zihnimle iletişim kurabildiğini biliyorum. Karanlığa hükmettiğini bütün bir kâinat gibi ben de biliyorum. Tıpkı gücünü ateşten aldığını bildiğim gibi..." dediğimde Ares durdu sanki başka hiçbir şey yokmuş gibi. Oysa buna inanıp inanmamak arasında gidiyordum. Tereddüt bile etmeden söze girdim. "Fakat ben marifetlerinin bununla sınırlı kaldığına inanmıyorum neticede karşımda büyük ve tehlikeli bir güç duruyor." dedim ve ekledim. "Ve her gücün içinde bir sır parçası vardır. Senin de içinde bundan olduğuna eminim. Benimle paylaşmadığın ve Ardena'nın bilmediği bir gücün daha var öyle değil mi?"

Ares durdu ve suratıma baktı. Ona kendimden emin bir şekilde baktım. Bu fikrime kesinlikle inandığıma dair bakmaya çalıştım. Karşımda çaresiz kalmasını ve bana o gücünü göstermesini bekledim. Fakat o bunu yapmak yerine yine her zamanki gibi gözlerini uzunca yumup açtı. Bunun anlamını biliyordum.

"Demek ki sakladığın bir gücün olduğunu kabul ediyorsun." dediğimde bir kez daha gözlerini uzunca kapayıp açtı. Etkilenmiş bir şekilde kaşlarımı kaldırdım. Kendimce tahminler yapmaya çalışsam da bu pek mümkün olmadı. Geriye ne kalmış olabilirdi ki? Bu yaratığın daha ne gibi bir gücü olabilirdi de büyük yıkımlara yol açmış olabilirdi.

Tam o esnada kulaklarıma gelen dalga sesleriyle durdum. Dalga sesleriyle aklıma aynı anda gelen o anı parçasını hatırladım.

"Hırçın Deniz eskiden sakin bir denizdi çocuklar. Kayaları bu kadar dik ve keskin değildi. Uçurumun altında akıp giden normal bir denizdi. Anastasia, büyükanneniz Kraliçe Marry'den kaçmak için Saf Karanlığı kullanarak orada büyük bir yıkım yaptı. Uçurumun bir kısmı denize karıştı. Zamanla denizin suyu çekildi ve keskin kayaları ortaya çıktı. Dalgaları da Anastasia gittiğinden beri hırçınlaştı."

Hırçın Deniz'in dalgaları...

Büyük bir şüpheyle bakışlarımı hırçın denizin olduğu yere doğru çevirdim. Dalgaları kulaklarımda yankılanırken bu kez aklımdaki parça parça olan kısımlar kendi kendine eşleşti. Büyük bir şokla yönümü Ares'e döndüm. Düşündüğüm şey mümkün olabilir miydi? Eğer mümkünse bu yüzük gerçekten sıra dışıydı.

Tereddütle sol elimi kaldırıp omzumun üzerinden başparmağımla hırçın denizi işaret ettim. Gözlerimi kısarak ona şüpheyle bir adım attığımda Ares'in gülümsediğini gördüm ve adımlarımı durdurdum. Hayır... Bu mümkün olamazdı. Bu kadarı çok fazlaydı. Bu kadarı olmamalıydı... Bu olamazdı!

"S-su?" Ağzımdan zorla çıkan şeyle Ares gözlerini uzunca yumarken bacaklarımın titrediğini hissettim. Bu nasıl mümkün olabilirdi?

Bir yüzük nasıl iki elemente aynı anda sahip olabilirdi. Bu iki yeteneğe sahip olmasından bile daha büyük bir şeydi.

Heyecandan hızlanan kalbim yüzümdeki ateşi harlıyordu. Omzumun üzerinden hırçın denizi gösteren elim titreyerek indi ve bedenimden aşağı sallanmaya başladı. Başımı kaldırıp gözlerine baktım.

'Nasıl?' diye soruyordum kendi içimden. Nasıl bir güçtü bu böyle? Nasıl bütün her şeye sahip olabiliyordu. Nasıl birbirinden bağımsız bunca güç bir araya geldiğinde uyumsuzluğun uyumu sağlanabiliyordu. Gözlerim titredi onun gözlerine bakarken.

"Bu mümkün değil." dedim en sonunda şokumu atlatarak. Ares merakla beni izlerken kendime yediremiyormuş gibi konuşmaya devam ettim. "Bir yaratık hiçbir şekilde iki elemente aynı anda sahip olamaz. Yüzüğün renginden bile bu bellidir." dediğimde duraksadım. Aklıma yüzüğün rengi geldiğinde üzerimden bir kova soğuk su bırakılmış gibiydim. Bocalamıştım.

Ateş ve su... Birleştiğinde kararırdı yerdeki tabaka, simsiyah olurdu. Birleştiklerinde ortaya çıkan dumanlar ise beyaz olurdu. Yüzük simsiyahtı. Tıpkı suyun ve ateşin birleşimi gibi. Üstünde beyaz bir nokta duruyordu. Bu birleşmenin içerisindeki ufak bir aydınlık kapı gibi. Bu bulutlar etrafı karartırıyordu. Saf bir karanlık gibi...

Şok içinde kızarmış suratımla Ares'e döndüm. Baştan aşağı onu inceledim. Bu kadar olağanüstü bir şeyin var oluşunu izliyordum sanki ona baktığımda. Ateşin ve suyun çarpışmasının sonucunun en iyi haliydi o. En iyi resmedilmiş ve hayata geçirilmiş haliydi. Ona her an daha da hayran kalıyordum elimde olmadan. Çözülmesi beklenen bir sır gibiydi. Her geçen gün yeni bir şeyler yakalıyordum onda beni içine çeken. Ve yine ona hayran kalarak bitiriyordum günü. Tıpkı bugün olduğu gibi.

Suratımda aptal bir gülümseme oluştu o an. Anastasia'nın kudretine kendi gözlerimle tanık oluyordum. Onun o eşsiz gücü ve görkemi karşısında duran saygımın boyu artmıştı. Saf Karanlık bir mucize olmasının yanı sıra hayatın eşsiz bir parçası gibiydi. O hayatın en saf yansıtılmış haliydi.

Aklıma takılan şeyle kaşlarımı çattım. Bakışlarımı yere çevirerek bunu düşünmeye başladım. Efsanelerde ve tarih kitaplarında Ares, karanlık ve ateşle anılıyordu. Zihinle anılmamasının sebebini anlayabiliyordum. Bu Anastasia'nın bir savaş stratejisi olmalıydı. Zihninden komut vererek insanları katletmek işine geliyor olmalıydı. Fakat hatırlamıyordum... Ne tarih kitaplarında ne de efsanelerde Ares'in su gücü hakkında tek bir satır bile hatırlamıyordum. Ki yoktu... Böyle bir şeyin sözü dahi geçmiyordu. Tanık olan herhangi biri de yoktu. Bir anonim bile yoktu. Neden su özelliğini bir kez olsun kullanmamıştı? Merakla başımı kaldırıp ona baktım.

"Bu zamana kadar bu gücü sadece Hırçın Deniz'i yaratmak için mi kullandın?" diye sordum sorumu gevelemeden. Ares yine onaylar bir şekilde gözlerini yumduğunda aklımı karıştıran bu detay daha da kendini belli etmişti. Bu da Anastasia'nın bir oyunu olabilir miydi? Hiç kullanmadığı bu gücü kullanacağı bir an olmalıydı. Bu güç öylesine durmuyordu.

Bu durumda bu gücü benim kullanmam da doğru olmazdı. Zira Ares'i tanıyanlar onu karanlık ve ateş olarak tanıyordu. Su gücünü bilmeleri kimse için iyi olmazdı. Bu gücü kötüye kullananlar için de iyi olmazdı. Çünkü elinde olan bu iki büyük gücü, su ve ateşi kafasına göre kullanarak bütün bir Ardena'yı yok edebilirlerdi. Ares sandığımdan ve sandıklarından da fazlasıydı. O kâinatın esas gücüydü.

"Anastasia'nın bir planı var..." diye sesli düşündüğümde Ares onun adını söylememle yerinde kıpırdandı. Ona dikkatimi vermeden düşünmeye devam ediyordum. "Ama ne? Ne olabilir? Düşün Rose..."

Yerimde dolanırken yaptığım tek şey bu gücü ne için sakladığıydı. İyi bir şey mi yoksa kötü bir şey için mi saklıyordu? Bunun gizemi kolay kolay çözülecek gibi durmuyordu. Buna ayrı bir zaman ayırmalı ve detaylıca düşünmeliydim. Şu an fazla vaktim yoktu. Saraydaki yokluğum fark edilmeden buradaki işimi bitirmeli ve saraya dönmeliydim. Hızla Ares'e döndüm.

"Dinle Saf Karanlığım..." dedim. Hitap tarzımı duyunca kısa bir süre boş boş suratıma baktı. Buna aldırmadan devam ettim. "Seninle tek bir amacımız olacak. Önce beni sonra da bütün bir Ardena'yı yaşatacağız." dedim kendimden emin bir sesle. "Bu topraklarda tek bir çiçek bile dalından öylesine koparılıp ölmeyecek. Bundan sonra sebepsiz ölümler olmayacak. Sen ve ben yok etmek için değil yaşatmak için savaşacağız." dedim keskin bir dille. Öncesinde Anastasia ile her şeyi yakıp yıktıkları için bu sert konuşmayı onunla yapmalıydım. "Eğer emrimden bir an olsun çıkarsan Anastasia'yı unut." dedim en sonunda acımasızca. "Tek bir hatanda onu bulmaya tenezzül bile etmem. Öncelikle bunu bilmeni ve aklına not etmeni isterim."

Ares gözleriyle yüzüğü işaret edince konuşmamı yarıda kesip yüzüğe baktım. Beyaz noktayı işaret ediyordu. Bir şey söyleyecekti. Merakla baş parmağımı beyaz noktaya değdirdim.

"Tek bir hatanda onu bulmaya tenezzül bile etmem. Öncelikle bunu bilmeni ve aklına not etmeni isterim."

Kendi sesimi kendi zihnimde duyunca gülümsedim. Zihnine bu söylediğimi not etmiş ve not ettiğine dair kanıtını da bana göstermişti. Gülerek gözlerimi açtım ve ona baktım. Gözüme o kadar masum ve yalnız geliyordu ki... Çok tatlıydı... Hareketleri, zihnimle sürekli konuşup beni yalnız bırakmaması ve beni kendimle güldürmesi. Ona sert konuşamayacağımı fark edip bu konuşmayı bitirmeyi hedefledim. Tatlı bakışlarla bana baktığında üzerimdeki o sert mizaç bir anda yıkılmıştı. Gülerek ona baktım.

"Diğer kuralları sonra anlatırım. Şimdi öğret bakalım Saf Karanlık." dedim heyecanlı bir şekilde. "Güçlerini nasıl kullanacağım."

Ares yeniden gözleriyle yüzüğü işaret ettiğinde bu kez bekletmeden beyaz noktaya bastım. Anastasia'nın sesinden duyduğum ilk komut 'Küle çevir onları...' oldu. Heyecanla gözlerimi araladım ve duruşumu düzeltip ona baktım. Merakla beni beklediğini görünce onun bu hali daha da sevimli bir halde bürünüyordu.

Yerden kurumuş bir dal parçası aldım ve havaya kaldırdım. Gözlerimle dal parçasını işaret ettim. "Küle çevir bunu." dedim. Ares tuhaf bakışlarla bana bakmaya başladığında o an kâinatın en güçlü yüzüğüne gösterdiğim muamele sinirden gülmeme sebep olmuştu. Koca bir Ardena'yı kasıp kavuran bir yaratığa elimdeki dal parçasını yakmasını emrediyordum ve o da haliyle bunu garipsiyordu. Gülerek ona baktım. "Karşında Anastasia yok Ares." dedim gülerek. "O eski hareketli hayatını maalesef ki geride bırakmak zorundasın. Biz seninle daha sakin bir hayat süreceğiz. Bu da aklına kazıyacağın ikinci kural olsun."

Ares gözlerini yüzüğe çevirdiğinde gülerek yüzüğün beyaz noktasına dokundum.

"O eski hareketli hayatını maalesef ki geride bırakmak zorundasın. Biz seninle daha sakin bir hayat süreceğiz. Bu da aklına kazıyacağın ikinci kural olsun."

Küçük bir kahkahayla gözlerimi araladım. Bu çok eğlenceliydi.

Onu takdir eder bir şekilde elimdeki dalı havaya kaldırdım. "Hızlı öğreniyorsun. Sevdim bunu."

Ares dizlerini kıvırarak başını eğdi ve kendince teşekkür etti. Onunla aramda her ne kadar çıkar ilişkilerinden doğan bir bağ olsa da ona karşı küçük bir sempati beslediğimi fark ettim o an. Aramızdaki bu bağ tatlı ve eğlenceliydi.

"Küle çevir bunu." dedim bir kez daha. Ares önce bana baktı dümdüz. Ardından dal parçasına baktı ve ağzından küçük bir alev topu gönderip dalı yaktı. Dalın yanmasıyla dalı hırçın denize doğru fırlattım. Bu kadar küçük müydü ağzından çıkan alevler? Ben daha büyüğünü beklemiştim. "Umarım alevlerin bu kadar küçük değildir." dediğimde bana üstün bir bakış attı. Ardından hiç beklemeyeceğim bir şekilde başını havaya kaldırdı ve göğe doğru sertçe kükremeye başladı. Bu sırada ağzından alevler çıkıyordu. Alevlerin büyüklüğü ve yoğunluğu karşısında dilim tutulmuştu. Ağzından çıkan alevler bütün bir ormanı aydınlatacak kadar büyüktü. Bir ejderhadan farksız bile olabilirdi. "Vay canına..." diye bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından.

Ares alevleri durdurup başını eğdi ve yeniden bana çevirdi. Ona etkilenmiş gibi baktıktan sonra duruşumu bozmadan ona emretmeye devam ettim. "Sıradaki marifetini göreyim." diyerek yüzüğü havaya kaldırdım ve ona göstererek beyaz noktaya bastım. Ares anında zihnime yine Anastasia'nın sesini gönderdi.

"Karanlığa göm onları!"

"Karanlığa hapset onları!"

"Karanlıkla tanıştır onları!"

Gözlerim aralandı. Her bir emri öyle gür söylüyordu ki... Gerçekten bir mücadele içerisinde kendi sesini kaybettiğine şahit olmuştum. Bu kadar güçlü ve gür bir ses tonuna sahip biri değildim. Anastasia'dan sonra çok sakin göründüğümü hissettim o an. Ares gibi yüce bir gücün karşısında bir kedi mırıltısı gibi emirler veriyordum. Anastasia'nın gür sesleri beni kendime getirmişti. Boğazımı temizledim ve göğsümü kabartarak ona emrettim.

"Karanlığa..." deyip duraksadım. Tanrım çok güzel başlamıştım! Ne diyecektim ben şimdi? Bir sürü şey saymıştı hangi birini söyleyecektim? Kararsız kalmıştım. "Karanlığa gömelim onları?" dedim tereddütle Ares'e bakarak. Ares dişlerini göstererek gülümsediğini belli ettiğinde kendi halime ben de güldüm. Tanrım nasıl alışacaktım ben buna? "Olmadı sanki?" dediğimde Ares duruşunu düzeltti ve emri yeniden bekledi. Bu haline karşılık ona hüzünle baktım. Uysal bir yaratıktı. Söz dinliyordu ve itaat ediyordu. İlk tanıştığımız anki o öfkesi şimdi görünmüyordu bile. Boğazımı temizledim tekrardan. "Karanlığa göm onları!"

Ares dört ayağının üzerinde yavaşça yere doğru eğildi ve başını öne uzatarak ağaçların arasına kükredi. Bakışlarım kükrediği yere döndüğünde ormanın giderek karardığına şahit olmuştum. Ares'in kükrediği yerden farkı anlayabilmek için başımı ormanın diğer tarafına çevirdim. Bizim karanlık sandığımızın karanlık olmadığının kanıtıydı bu... Ormanın bir tarafı aydınlık kalırken diğer tarafı yoğun kara sislerin olduğu bir yere dönüşmüştü. Karanlık ve Saf Karanlığın apayrı şeyler olduğunu öğrenmiştim o an. Ares ormanın o tarafını karanlığa hapsettikten sonra bakışlarını bana çevirdi ve başıyla karanlığı işaret etti. Oraya girmemi istemiyordu değil mi?

"Ne?" dedim şaşkınlıkla. Ares bir kez daha bana başıyla karanlığı işaret ettiğinde ona güvenmediğimi fark etmiştim. Beni yok etmeye çalışmıyordu değil mi? Bana zarar vermezdi? "Neden oraya girmemi istiyorsun?"

Ares gözleriyle yüzüğü işaret etti. Hiç beklemeden beyaz noktaya parmağımı yerleştirdiğimde Anastasia'nın acı inlemelerini duydum.

"Bu nasıl bir şey?" diyordu acıyla. Nefes nefeseydi ve sesi sanki biri tarafından boğuluyor gibiydi. "Buna nasıl alışacağım? Bu karanlık beni içine çekiyor Ares."

Alışmak... Alışmak...

Gözlerim Ares'in koyu mavi gözlerine değdi şüpheyle. Bu yarattığı karanlığa alışmalı mıydım? Buna gerçekten alışmak zorunda mıydım?

"Sakın!" dedi bir anda Anastasia gür sesiyle. "Sakın dağıtma kara bulutlarını Ares. Alışacağım. Onları hapsedeceğim karanlığın zincirlerine önce ben vurulmalıyım. Bu zincirleri ben kırmalı ve o karanlıktan çıkmalıyım. O karanlıktan çıkınca da karanlığın ta kendisine dönüşmeliyim!"

Tüylerim ürpermişti. Sesler zihnimden uzaklaşınca önce ormanı kararttığı yere sonra da onun gözlerine baktım. Karanlığa dönüşmek...

Ares gözlerimi titremeyi görünce başını yana yatırıp bana baktı. Nedense bunun anlamını anlamıştım. Korktuğumu düşünüyordu. Onu anlıyordum. Düşüncesine karşılık kaşlarımı iddialı bir şekilde kaldırıp ona baktım. Ares bir kez daha başıyla karanlığı işaret edince derin bir nefes alıp yürümeye başladım. Adımlarım tek bir yere gidiyordu. Karanlığa...

Nefes seslerim beni tedirgin etmişti. Her bir adımım bana ağır geliyordu. Ellerimin titrediğini belli etmemek için önümde birleştirdim ve karanlığın tam karşısında durdum. Hırçın Deniz'in öfkeli sesleri kulağıma çarparcasına yankılanırken bu seslerin ruhumun acı sesleri olduğunu fark ettim. Bu zamana kadar maruz kaldığım her şeyin altında ezilen ruhumun sesleri... Beni bu suça iten o saçma düzenin zincirlerine vurulan ruhumun sesleri...

Suç... Hayatım boyunca bekçiler tarafından öldürülmemek için sürekli kaçtığım bir yoldu. Her ne yaşadıysam bir kez bile suça boyun eğmemiştim bu zamana kadar. Yaşamak için...

Şimdiyse o suçun tam ortasına atmıştım kendimi. En büyük suça boyun eğmiştim. Bir kadının bir efsanevi yüzüğe bekçilik edemez kuralını gözümü bile kırpmadan çiğnemiştim. Ellerimde bir yüzük vardı. Karşımda bir yaratık. Suçu seçmiştim. Yaşamak için...

Gözlerimi neyle karşılaşacağımı bilmediğim için sıkıca kapattım. Gözlerim kapalıyken karanlığa doğru bir adım attığında havanın yoğunluğu bile nefesimi kesmişti. Gözlerimi aralayıp nefes nefese karanlığa baktım. Bu nasıl bir yoğunluktu böyle? Hava üstten beni aşağı doğru bastırıyor gibiydi. Bir adım daha ileri doğru attığımda tam anlamıyla o karanlığa girmiştim. Karşılaştığım ilk şey olmayan seslerdi... Hırçın Deniz'in o keskin dalgaları yoktu. Geceye eşlik eden böceklerin, baykuşların, diğer kuşların, yaprak seslerinin... Sadece bir uğultu vardı. Bir adım daha atarak karanlığın içinde tam anlamıyla yürümeye başladım. Bir süre kulağımdaki bu uğultu devam ederken nefes seslerim çok net bir şekilde kulaklarıma geliyordu. Üstelik nefes seslerim normale nazaran daha yüksek sesle geliyordu. Kesik bir nefes alıp dudaklarımı araladım.

"Ares?" Birden gelen çınlamayla ellerimi kulaklarıma götürdüm. Güçlü ve rahatsız edici bir çınlamaydı. Dizlerimin üzerine çökmeye çalıştığımda bu yoğunluk bütün bir etrafımı sardı. Artık sadece üstten bastırmıyordu bedenimi. Bedenimin her yanını sardığı için hava beni içime doğru bastırıyordu. Nefeslerim sıklaşınca ve çarpıntım başlayınca kendimi bıraktım. Dizlerimin üstüne çöktüm ve ellerimle kafamı tutarak yere doğru eğildim. Bu ses bile şu an beni öldürebilirdi. Ardından fısıltılar... Zihnim fısıltılarla doluyordu. Fakat fısıltılar anlaşılamayacak kadar karışıktı.

"Ares!" dedim acı içinde. Sesim neden bu kadar yankılı ve yüksek çıkıyordu? Ruhum bedenimden ayrılıyormuş gibiydi. Kendimden bir şeyler eksiliyormuş ve ben orada, karanlığın içinde yavaş yavaş can veriyormuş gibiydim. Saf Karanlık... Kâinatın en tehlikeli yüzüğü... Niçin tehlikeli ve güçlü olduğunu şimdi daha net anlayabilmiştim.

Nefes nefese, "Ares! Bitir artık." dedim. Oysa bitmiyordu. Karanlığı bitirmiyordu. Aksine şiddetini arttırıyordu.

İnsanları böyle bir şeye maruz bırakmak yakmaktan daha acımasızdı. Ateşe vermek bile bunun yanında masum kalıyordu. Bu bambaşka bir şeydi. Bu karanlığın en acı yüzü gibiydi. Gözlerine değen herkesi taşa çeviriyor, etkisiz bırakıyor ve yavaşça onu kendine çeviriyordu.

Anastasia gibi acımasız birine ancak böyle bir güç yaraşırdı.

Acı içinde bir çığlık attım ve ayağa kalktım. Dizlerim öyle titriyordu ki bir adımım bile deprem oluyormuşçasına beni sarsıyordu. Titrek adımlara karanlığın içinde ilerlemeye devam ettim. Bedenim ağırlaşıyor sesler kafamda dönüyordu. İnlemelerim o an acı çeken bir mahkûmdan farksızdı. Hızlı yürümeye çalıştım. Tek bir yöne gidiyordum. Aydınlığa...

Her bir adımımda daha da çöküyordum sanki. Yere biraz daha yaklaşıyor ve yerle bütünleşiyormuş gibiydi... Adımlarım en sonunda karanlığın bittiği yere geldiğinde kendimi aydınlığa attım ve yere uzandım. O yoğunluğun üzerimden süzüldüğünü hissediyordum. Ares tam arkama geçmiş benim kendime gelmemi bekliyordu. Az önce yaşadığım anlar aklıma gelince bile acıyla kıvranıyordum. Bu nasıl bir güçtü böyle? Yaşarken ruhumun bir kısmı emilmiş gibiydi. Karanlıktan çıkınca ruhumun parçaları yeniden birleşiyordu. Uğultu sesleri sustu ve denizin dalgaları, ormanın sesiyle baş başa kaldım. Bu sesleri duyar duymaz rahat bir nefes verdim. Ares tam başıma dikilmiş bana üstten bakıyordu. Nefes nefese ona baktım.

"Bu çok..." diye mırıldandım. Devamı yoktu. Ares tepeden bana bakmaya devam ediyordu. Halimi görünce başını eğdi ve başımı dürtmeye başladı başıyla. Kalkmama yardım etmeye çalışıyordu. Başıyla beni dik bir şekilde oturtmaya çalıştığında ona yardım ederek oturmaya çalıştım bulunduğum yerde. Koyu mavi gözleri üzerimden bir an olsun ayrılmadı. "Bu çok ağır bir güç..." diye mırıldandım nefesim biraz düzene girdiğinde. "Kimseyi buna maruz bırakmak istemiyorum."

Ares gözlerini uzunca yumdu sanki 'Tamam.' der gibi. Onunla anlaşma noktalarımız hoşuma gidiyordu. Nefes nefeseyken gülümsedim. Hemen ardından uzandığım yere baktım az önceki... Ares... Ares bana yardım etmişti ve beni uzandığım yerden kaldırmıştı. Şaşırmıştım. Atamızın yarattığı yüzükleri düşündüm o an. Hiçbiri bekçisiyle böyle bir bağ kurmamıştı ve bekçileriyle bu kadar ilgili değildi. Anastasia'nın yarattığı yüzük ise bunların tam tersiydi. Bekçisine önem veriyordu. Onu koruyordu. Duygusal bir şekilde ona baktım. "Teşekkür ederim." dedim ve ellerimi birbirine çırparak ayağa kalktım. "Diğer yaratıkların bu denli duyarlı ve sadık olduklarını sanmıyorum."

Ares onu övdüğüm için utanarak başını yere eğince küçük bir kahkaha attım. Bu kadar sevimli olmak zorunda mıydı? Karşımda utanıyor ve başını eğiyordu. Ona sarılmamak için kendimi zor tutuyordum.

Düşündükleri ve anlattıkları gibi bir yaratık olmadığını anlıyordum zamanla. O bu düzenin içine sıkıştırılmış bir kurbandı tıpkı benim gibi. Tek suçu Ardena'da olmaktı. Orada yaşamak zorunda bırakılmaktı. Sevimliydi. Tehlikeliydi. Çok güçlüydü. Sadıktı. Komikti... Bir yaratıktan beklemediğim ne varsa onda vardı.

"Zihin gücünü her an kullanıyoruz zaten. Onu kullanabilirim." dedim. Başka bir gücü yoktu. Su gücü vardı fakat onu kullanmayı öğrenmek istemiyordum. Zira bu konuda hala kararsızdım. "Yoruldun mu?" diye sordum. Başını hayır der gibi salladı. "Gidelim mi?" diye sordum bu kez. Dümdüz bana baktığında bundan emin olmadığını anladım. Tuhaf bir şekilde bakışlarıyla onu anlayabiliyordum. İfadeleri çok tanıdık duruyordu. Tek bir mimiği ile onu anlayabildiğime şaşırıyordum. Bu iyi bir gözlemci olmamdan mı kaynaklıydı emin değildim. "Saraydaki yokluğum fark edilmesin." dedim sıkıntılı bir sesle. Bir şekilde kaçmıştım fakat yokluğumun fark edilmesi an meselesiydi. Bir an önce saraya dönmek zorundaydım. "Gidelim." dediğimde Ares başını öne eğerek emrime biat etti.

O an birkaç adımda onun yanında bittim ve saygıyla eğdiği başına alnımı yasladım tereddüt bile etmeden. Ares şaşkınlıkla başını kaldırmaya yeltendiğinde elimle başını bastırdım aşağıda kalması için. Alnımı onun burnuna yasladım ve iç çektim. Ona karşı bir zaaf oluşuyordu sanki içimde. Ona karşı olan bir sevgi bağı vardı sanki. Küçük bir çocuk gibi savunmasızdı. Küçük bir çocuk gibi sığınıyordu bana.

Upuzun yelelerini okşadım yavaşça. Sevgiye ihtiyacı vardı. Bunu gözleri anlatıyordu. "Gözlerinde hüzün bulutları dolaşıyor..." diye fısıldadım duyabileceği bir şekilde. "Görüyorum." dedim ve alnımı ondan çekip koyu mavi gözlerine baktım. Gözleri yine hüzünle bakıyordu. Yutkundum. Elimi onun yüzünde gezdirdim bir anne şefkâtiyle. Bunu neden yapıyordum bilmiyordum. İhtiyacı olduğunu görüyor ve yapmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. "Ne olursa olsun ben senin yanında olacağım Ares." dedim ve ekledim. "Ben senin yalnızca bekçin değilim. Dostunum da..." dediğimde gözlerinin titrediğini gördüm. Doğru bir şey yaptığımı hissediyordum. Üzerimde oluşan bu duygusallıkla bir kez daha yüzünü okşadım. Simsiyah ve pamuk gibi yumuşak olan tüylerinde gezdirdim ellerimi. Bir anne gibi sevdim onu. "Sana söz veriyorum seni koruyacağım. Bana güvenebilirsin."

Gözlerime bakışını unutamıyordum. Bu bakışların bir anlamı bile yoktu. Acı, hüzün, umut ve mutluluğun bir arada harmanlanmasıydı belki de. Öyle bir baktı ki kendimi onun gecenin rengini akıttığı koyu mavi gözlerinde kaybettim. Nefesinden çıkan hırıltıları dinledim, nefes alırken hareket eden bedenine baktım... Her şeyiyle mükemmel bir yaratıktı. Her şeyiyle ihtişamlı ve görkemliydi. Onun yanında kendimi değersiz hissetmeyi düşünüyordum. Fakat öyle değildi. Onun yanında onu korumak zorunda kalan bir ebeveyn gibi hissediyordum. Zira her iki krallık da canını dişine takmış bir yandan onu arıyordu. Kötü emelleri için onu arıyorlardı. O ise bana tutunmayı seçmişti. Tutunacak bir dal olarak bana güvenmişti. Beni Anastasia ile tanıştırmıştı zihnimde. Beni seçmişti. Ben de onu bırakmayacaktım. Onu bırakırsam kendimi de kaybederdim.

"Seni ne pahasına olursa olsun koruyacağım Ares." dedim duygusal bir sesle ve yelelerinde gezdirdim ellerimi. Uzun ve sert yelelerinde. "Sana her kim zarar verecek bir şey yaparsa gözümü bile kırpmadan buna engel olacağım. Söz veriyorum."

Ares durdu. Gözlerime baktı bir süre. Sanki doğru bir seçim yapmış gibi gözleriyle izledi beni. Bir süre beni seyrettikten sonra içimi titretecek bir hamle yaptı. Başını yardıma muhtaç bir çocuk gibi benim başıma yaklaştırdı. Alnıma yaslanmak istiyordu tekrardan. Gözlerim dolmuştu bu hareketine. Boğazımda oluşan ağırlığı önemsemeden onun bu isteğini yerine getirdim ve başımı onun başına yasladım usulca. Bir elim onun yüzünü okşadı. Alnıma yaslanınca gözlerini kapattı. Buna gerçekten ihtiyacı vardı. Sevgiye ihtiyacı vardı.

Biz parçaları birbirinden koparılmış iki parçaydık. O Anastasia'dan koparılmıştı ben ise yaşamaktan. Parçalarımızı bulmak için birbirimize sığınıyorduk. Ve bu yolda birbirimizin parçası olacaktık...

Zira bu zaaf giderek o duyguya dönüşüyordu. Ona karşı olan bu duygusal bağımın kuvveti artıyordu.

Atalarımın sözleri geldi o an aklıma. Kadınlar duygusal varlıklardır. Onlara yüzük emanet edemeyiz. Duygusal davranmaları sonucunda o yüzüklere bekçilik edemezler ve günün sonunda başarısız olurlar. Duygusallığım beni başarısız kılmayacaktı. Aksine. Duygusallığım bize güç verecekti. Hem Saf Karanlığıma hem de bana...

Loading...
0%