Yeni Üyelik
18.
Bölüm

BÖLÜM 16: KAN İLE CAN

@duskusu_mona

 

 

 

BÖLÜM 16: KAN İLE CAN

 

 

 

 

"Önceden güçsüzdüm zira karşılarında her şeye sahip olan biri vardı. Ama şimdi... Şimdi karşılarında kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan birini görecekler. Ve bu onların kâbusları olacak."

 

 

 

-ANASTASİA

 

Bir aslan uyuduğu zaman orman susar. Aslan uyandığı zaman orman ona boyun eğer. Aslan kükrediği zaman orman korkudan irkilir. Ve aslan öldüğü zaman orman bir boşluğa dönüşür.

Taç ya da bir tahta sahip bile olmayan aslan doğduğu zaman gördüğü hürmetle ormana hükmeder ve öldüğü zaman aynı hürmetle orman ona boyun eğer.

Ormanların yegâne kralı olarak tanınan bir aslan için bunlar değişmez şeylerdir. Herkes kuralı bilir. Herkes onun doğduğu zaman bir kral olacağını bilerek onun doğumunu kutlar. Kurallar önceden bellidir ve herkes tarafından bilinir. Peki ya bu kural nerede yer alır?

Ne için bir aslan kral olabiliyorken bir kartal kral olamaz? Kurallar her daim uyulmak için mi vardır? Ya da o kurallar sahiden var mıdır?

Kurallar, herkesin ağzından kolayca çıkabilen şeylerdir. Bazı kurallar yalanların kılıflarına sarılır. Kural olarak itaat edilen onca şey, kâinatın ve içinde barındırdığı bütün varlıkların vazgeçilmesi olur. Onlara göre en büyük sadakat belirtisi bu kurallara uymaktır. Kurallara uymak ve başkalarına uydurtmak da kralına ve halkına olan sadakatinin göstergesi olur. Sevilen ve saygı duyan bir kişiye dönüşürsün.

Kurallar yıkılamaz. Eleştirilemez. Zira eleştirildiği an bile zindanın o soğuk duvarlarında geceler gündüzlerin, gündüzler gecelerin kardeşi oluverir.

Ardena... Dünya'nın unutulduğu bir diyar...

Kurallarının olduğu bir diyar...

Yalnızca kadınlara özgü kuralların olduğu bir kâinat...

Yıllar öncesinde bu toprakları on iki farklı krallık paylaşırmış. Elçiler ve Bekçilerin de dahil olduğu bu krallıklar çeşit çeşit varlıklardan ibaretmiş. Sonra Ardena'nın görüp görebileceği en büyük savaş meydana gelmiş. Kıtalar ayrılmış, krallıkların nesilleri birer birer yok olmuş. On iki krallık da yavaş yavaş yok olup gitmiş bu topraklardan. Elçiler diğer varlıklara nazaran daha güçlü oldukları için bu savaşta en büyük galibiyeti Elçiler kazanmış. Ardena'nın çoğu topraklarını onlar kazanmış ve himayesi altına almış. Sonrası ise doğru mu yanlış mı bir tereddütten ibaret... On iki krallığın on tanesi yerle bir olmuş. Yalnızca Elçiler ve Bekçiler kalmış Ardena’nın üzerinde.

Bu savaştan sonra ise kaybettiğimiz onca toprağı Yüce Atamız Kral Ethan ve yarattığı o kırk sekiz yüzükle geri kazanmıştık. Savaşın bittiğini sanırken aslında daha nice savaşın antlaşmasına imza atmıştık meğer... Topraklarımızı geri almak bize birçok bekçinin ölümüne neden olmuştu. Zira gözü doymayan Elçiler, kaybettikleri o toprakları kabullenmiyor ve geri almak için bu anlamsız savaşa devam ediyorlardı.

Hayat dengesizce bir çarkta dönüyordu. Dengesinin olmamasının sebebi bunca şeyin yaşanmasına rağmen bekçilerin hâlâ bir olmayı öğrenememesiydi. Dışarıdaki tehlikeyi görmezden gelerek içerideki kusurları dile getirmek onlar için daha büyük bir zaferdi.

Kalelerimizi yıkan Elçiler değildii en büyük düşmanlarımız, kurallarımıza itaat etmeyen bekçilerimizdi.

Soyumuzu bitirmek için aramızdan her geçen gün birilerini öldürmek değildi esas hainlik, bir prensesin yaşamasıydı...

Tahtı Elçiler yüzünden kaybetmek değildi en büyük kayıp, bir kadın varisin tahta geçmesiydi...

Kendi krallığım her daim iç meseleleri daha üstte tutarlardı. Başımızda onca tehdit ve tehlike varken onlar için en büyük tehlikeler bunlardı. Dengesizliğin uyumunu yakalamışlardı kendi aralarında.

Onlar için kendi halkını yaşatmak önde gelmiyordu. Onlar için kendi halkını bir şekilde yok etmek önde geliyordu.

Hayatlarını mahveden onca Elçinin intikamı için değil, bir prensesin yaşadığı için öldürülmemesi onlara bir intikam gibi geliyordu.

Hayatımı elimden almak için çabalıyorlardı, kendi hayatları ellerinden kayıp giderken...

Havada çarpışan kılıçların parlaklığıyla gözlerim kamaşmıştı. Gözlerimi ağır ağır kırparken kılıçların sesleri, heyecanlandıran bir hale getiriyordu ruhumu. Bekçilerin eğitimlerdeki verdiği çabaları gördükçe istemsizce gururlanıyordum. Onlarla aramız pek iyi olmasa ve onlar beni kendilerine düşman olarak bilseler de ben onların günden güne gelişmelerine ve güçlenmelerine seviniyordum. Gururla savaşçı bekçilerimi bahçenin kenarından izliyor ve onlara elimden geldiğince destek vermeye çalışıyordum. Kazanan her bir bekçime var gücümle coşkuyla sesleniyor ve çok başarılı olduğunu haykırıyordum. İçimdeki heyecanı bir şekilde atmam gerekiyordu.

Önümde gerçekleşen onca düello arasında gidip gelmekten gözlerim şaşkına dönmüştü. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle onların başarılarına tanık olmak terapi gibiydi. Hayatımda en zevk aldığım şeyin bu olduğuna karar vermiştim.

Her biri terden nefes alamaz bir hale gelince az önceki verdiğim kararımın ne kadar doğru olduğuna karar verdim. Onlar için küçük bir sürpriz yapmak istemiştim ve bundan hoşlanacaklarına emindim.

"Majesteleri..."

Arkamdan gelen sesle başımı çevirip arkama baktım. Julia yanında beş hizmetli kadın bekçiyle ellerinde tepsi tepsi soğuk şerbetlerle gelince kocaman gülümsedim. Julia gülümseyen pembe yanaklarıyla yanıma geldi ve başıyla bana selam verdi. Ona kocaman gülümsedim ve diğer bekçilerimin ellerindeki şerbetlere baktım.

"Sana bu konuda güvenebileceğimi biliyordum." dedim büyük bir mutlulukla. Julia utanarak başını eğdiğince sessizce kıkırdadım. Bu tatlı halleri beni mest ediyordu.

Bekçilerin ellerindeki tepsilere sırayla baktıktan sonra arkamı döndüm ve eğitimdeki savaşçı bekçilere seslendim. "Düellolarınıza ara verin sevgili bekçilerim!" diye bağırdım gür bir sesle. Havada çarpışan kılıç sesleri birer birer azaldı. Her birinin dağılmış saçları, terlemiş vücutları ve nefes nefese hallerine bir bir baktım. Hemen ardından küçük bir tebessümle devam ettim. "Bugün çok çalıştınız ve hakkını vermeliyim ki hepiniz çok başarılıydınız. Bunu bugün hepinize en az ikişer kez söylemiş olabilirim." Yüzlerinde minnetle birlikte oluşan tebessümler içimi ısıtmıştı. Onlarla aramda olan bu soğuk duvarlar yavaş yavaş gün ışığıyla ısınıyordu sanki. Bu durum beni mutlu ediyordu. "Bu küçük sürprizimi kabul edin lütfen..." dedim minnet dolu bir sesle. "Topraklarınızı korumak adına verdiğiniz bu çabanın karşılığında küçük bir minnet borcu. Bugün hepiniz beni çok gururlandırdınız."

Bekçiler birbirlerine baktılar şaşkınca. Benden böyle bir şey beklemedikleri açıktı. Gülümsedim ve bekçilerimin ellerindeki tepsilerden birini aldım. Her iki ellerinde de tepsiler olduğu için taşımakta zorlanacaklarını düşündüm. Elime bir tanesini aldıktan sonra hizmetli bekçilerime başımla savaşçı bekleri gösterdim. "Dağıtalım sevgili bekçilerim."

Hizmetli bekçilerimle birlikte teker teker bütün savaşçı bekçilere ellerimizdeki soğuk şerbetleri dağıtmaya başladık. Bekçilerin yüzlerindeki çocuk sevinci içimdeki mutluluğu semaya yükseltiyordu. Onları böyle mutlu edebildiğimi görmek beni daha çok mutlu ediyordu. Bir başkasının mutluluğu nasıl beni bu denli mutlu edebiliyordu?

"Teşekkürler prenses..." diyerek birer birer tepsimdeki şerbetleri aldılar. Hepsi büyük bir iştahla içerek derin nefesler aldılar. Şafak vakti, yorgunluktan nefesleri kesilen bekçilerim için böyle güzel bir hediyeyi uygun görmüştüm. Ve gördüğüm kadarıyla bundan şikayetçi değillerdi. Hallerinden memnunlardı.

Hizmetli bekçilerimle bütün şerbetleri dağıttık. Bir tepsi daha şerbet arttığında tereddüt etmeden hizmetli bekçilerime döndüm. "Geri kalanını da sizler için sevgili bekçilerim. Buraya getirirken yorulmuşsunuzdur. Afiyet olsun sizlere de."

Hizmetli bekçilerim yüzüme öyle bir şaşkınlıkla baktılar ki... Yüzlerindeki şaşkınlık giderek masumâne bir gülümsemeye dönüştü. Onları düşünmem kendilerini bu kadar değerli hissettirebildiğine ilk kez şahit oluyordum. O an kendi kendime bir karar verdim. Bekçilerime arada böyle jestler yapmak istiyordum. Halkımın buna ihtiyacı olduğunu görebilmiştim bugün. Biraz da olsa ilgiye ve kıymetli hissettirilmeye ihtiyaçları vardı ve bunu görmek beni hüzünlendirmişti. Onları en iyi şekilde bu topraklarda huzura erdirmek istiyordum. Ertesi gün öldüklerinde bu topraklarda göz yaşı değil, gülen yüzler kalsın istiyordum.

"Neler oluyor burada?"

Gür ve tehditkâr bir ses... Güçlü ve aynı zamanda sakin... Ritimli, ağır adımlar...

Elimdeki boş tepsiyle birlikte omzumun üzerinden göz ucuyla arkama baktım. Başbekçi elleri arkasında birleşmiş bir halde buraya doğru geliyordu. Umursamaz bir tavırla gülümseyerek bekçilerime döndüm. Bekçiler ellerindeki şerbetleri içmeyi bırakmış başları eğik bir şekilde Başbekçi'yi bekliyorlardı. Bir kısmı ellerindeki bardakları arkalarına saklayınca derin bir nefes aldım. Korkuyorlardı. Her zamanki gibi...

Başbekçi'nin adımları hemen yanımda bitince sabırla yumduğum gözlerimi açıp ona baktım. Uzun boyuna yetişen gözlerim o an yüzündeki garip ifadeyle karşılaştı. Garipti çünkü yüz hatları gerginken gözlerinin içinde ufak bir gülümseme var gibiydi. Mutlu mu olmuştu yoksa kızgın mıydı?

Gergin bir ortam yaratmamak ve bekçilerimi germemek adına küçük bir tebessümle elimdeki tepsiyi kaldırıp Başbekçi'ye gösterdim. "Bekçilerime küçük bir sürpriz yapmak istedim. Bugün çok çalıştılar bunun bir karşılığı olmalıydı."

"Bunun bir karşılığı olacak zaten Majesteleri." dedi sakin ama bir o kadar da baskın bir sesle. "Bu eğitimlerden sonra neredeyse her biri birer yüzüğe sahip olacak."

Gerildiğimi hissettim. Bakışlarımı yere çevirip ona fark ettirmeden bekçilere döndüm. Ellerindeki bardakları artık hepsi arkasında saklıyordu. Öfkelenmiştim. Küçük bir durumu bile bir olaya çevirmenin ne denli bir saçmalık olduğunu anlamasını bekliyordum. Fakat anlamıyordu. Bana üstten bakmaya devam ediyordu.

"Elbette bir yüzüğe sahip olacaklar. Buna olan inancım bugün gördüğüm o çaba ve gayretle birlikte inanın bana daha da arttı." dedim olumlu bir sesle. Elimdeki tepsiyi hizmetli bekçilerimden birine uzattım ve dikkatimi tamamen Başbekçi'ye verdim. "Ben sadece kendi çapımda ufak bir jest yapmak istemiştim ama görüyorum ki bu sizi rahatsız etti."

"Hayır aksine." dedi birden. "Öğrencilerimle bu denli ilgilenmeniz beni mutlu etti. Teşekkürlerim size aittir."

Küçük bir gülümsemeyle karşılık verdim. Bu söylediğine ne denli inanacağımı bile bilemiyordum.

"Korku bir şeyleri sakladığın zaman belli olur derdi sevgili halam." dedim ve onun gözlerinin içine baktım anlaması için. "Sizce de öyle mi?"

Başbekçi önce bir süre bana baktı. Yüzüme bakıp bir şeyler yakalamayı beklerken ona istediği şeyi verdim ve bakışlarımı bekçilere çevirdim. Başbekçi benimle birlikte bekçilere döndü ve ellerindeki şerbetleri arkalarında sakladıklarını görünce şaşkınca kaşlarını çattı. Arkasında bağladığı elleri çözülüp vücudunun iki yanına sallanınca ben de oldukça şaşırmıştım. Bunun sebebi o değildi anlaşılan.

Merakla ona döndüğümde o kaşları çatık bir halde bekçilere bakıyordu. "Bir sorun mu var arkadaşlar? Niçin içmiyorsunuz?" dedi ve kısa bir süre bana baktı. "Prensesiniz sizin için küçük bir jest yapmış. Ona ayıp etmeyelim lütfen."

Bekçiler önce birbirlerine baktılar. Ardından yavaşça arkalarından bardaklarını çıkardılar ve yudumlamaya başladılar. Çatık kaşlarla Başbekçi'ye döndüğümde Başbekçi yavaşça bana doğru eğilip fısıldamaya başladı. Bu hareket ani gerçekleştiği için kaskatı kesilmiştim.

"Size yemin ederim bu benimle alakalı değil Majesteleri." dedi fısıltıyla. Nefesiyle birlikte nefes almayı bıraktım. "Ben hiçbir zaman böyle bir şey için hiçbir bekçime ceza vermedim." dedi ve benden uzaklaştı ağır ağır. Gözlerine baktığımda bu konuda oldukça samimi olduğunu görebilmiştim.

"Sizden önce olmuş olmalı." diye mırıldandım sessizce. Duyduğuna emindim. "Sizden önceki Başbekçi biraz gamsız ve ilgisizdi onlara karşı. Anlaşılan böyle şeylere de kızan biriydi." Tahminlerimin bu yönde olmasının sebepleri vardı. Birinci sebebim eski Başbekçi'yi tanıyordum. Her ne kadar işinde iyi biri olsa da bunu yalnızca iş olduğu için yapıyordu. Gönülden yapmıyordu. Üstelik oldukça kaba bir dille ve tuhaf noktaları sorun eden biriydi. Sevgili halam bir erkek olarak Dünya'ya gelseydi hiç şüphesiz onun gibi biri olarak Dünya'ya geleceğini düşünürdüm. Birbirlerine benzeyen noktaları fazlaydı. İkinci sebebim ise yeni Başbekçi yavaş da olsa tanıyor olmamdı. Onun diğer Başbekçilerin aksine işine ne denli sahip çıktığı ve hakkını verdiği gözlerim önündeydi. Her bir bekçiye ayrı bir ilgi duyuyordu. Onları gözlemleyip onları not ederek uygun birer yüzük seçiyordu. O gün o yüzük töreninde gözüme girmeyi başarmıştı.

"Anladım." dedi Başbekçi ve geri çekilip bekçilerini seyretti. Bekçiler, hafif esen rüzgârın eşliğinde büyük bir iştahla şerbetlerini yudumladılar. Bazıları ikinci bardakları da içmek için hizmetli bekçilerin yanına ilerlerken gülümsemeden edemedim. İçlerinde yanan savaş ateşi havanın hafif hafif kararması, rüzgârın mayışmış esintisi ve şerbetlerindeki buz gibi soğuklukla akıp gidiyordu. Birbirlerine bakan o kan çanağına dönen gözler şimdi huzur dolu bakışlara dönmüştü. Birbirleriyle sohbet ediyorlar ve gelecekteki hayatları hakkında planlar yapıyorlardı. Ülke dışına çıkmak isteyenler, çocuk sahibi olmak isteyenler, ailesinin yanına dönmek isteyenler... Her birini öyle bir hüzünle izliyordum ki...

Gözlerimin önünde onlarca hayat vardı. Hepsinin birbirinden farklı hayalleri, planları, umutları vardı. Sanki hiç savaş yokmuş gibi böyle konuşmaları içimi üzmeye yetmişti. Buruk bir tebessümle her birinin üzerinde gezdirdim gözlerimi. Her birinin hayalini işittim. Her bir hayalde tüylerim ürperdi. Birbirleri ile olan mücadelede gösterdikleri hırs bir duvar gibi yıkılırken kendi benlikleriyle kendilerini yeniden tanıtıyorlardı birbirlerine. Mutlulardı. Her şeye rağmen yüzlerindeki o gülümsemeyi görmek bana her şeyi unutturmuştu. Umut dolu sözleri bana cesaret vermişti.

İçimde var oldu bir cesaret tufanı... Esti, gürledi, içimdeki şeylerin önceliklerin yerlerini değiştirdi. Onları yaşatmak için aldığım karar hayatımın en doğru kararıydı. Onlar yaşamayı hak ediyorlardı. Onları son nefesime kadar koruyacaktım. Umutları, hayalleri bir gün tıpkı kendi öz benlikleri gibi var olsun diye son nefesime kadar onlar için savaşacaktım. Halkım için... Halkım yaşamak istiyordu. Savaşmam için başka bir sebebe ihtiyacım yoktu.

"Ya siz Majesteleri?" dedi yanımdan gelen ses. Drach'in sesi... Bakışlarımı bekçilerimden ayıramadım. O ise bunu umursamadı ve devam etti. "Savaş bittikten sonra sizin hayaliniz nedir?"

Gözlerim bir boşluğun girdabına girdi. Düşüncelerim bir anda yeniden birbirlerini tamamlamaya çalıştı. Bir hayalim var mıydı? Savaş bittikten sonra ne gibi bir hayalim olabilirdi ki? Benim bekçilerim gibi böyle mutlu hayallerimin yer edebileceği bir zeminim yoktu. Benim zeminim çatlaktı. En ufak bir sarsıntı o zemini yıkacak ve hayallerimle birlikte yıkılacaktı her şey. Ben ölmek için doğmuştum. Herkes ölmek için doğardı özünde. Ancak benim ölümümün zamanı belliydi. Benim ölümüm yaşım çok ilerlemeden olacaktı. Bu yüzden geleceğe dair hayaller kurmayı yıllar evvel bırakmıştım. Zira bana biçilen ömür parçası bir meçhulden ibaretti.

"Benim bir hayalim yok sevgili Başbekçim." diye mırıldandım sessizce. İç çektim sanki bütün bu sıkıntım içime girince geçip gidecekmiş gibi. "Geleceğe dair planlar yapabilmem için bir geleceğimin olması gerek. O da hali hazırda bende yok. Unuttun mu?" diyerek yönümü tamamen ona döndüm. Ela gözlerindeki o renk sorduğu bu sorunun cevabını çoktan tahmin etmişçesine koyulaşmıştı sanki hüzünden. Sorduğu soru yüzünden kendini kötü hissettiğini görebiliyordum. Bozuntuya vermedim ve kocaman gülümsedim onun acı dolu ela gözlerine karşılık. "Ben ölüyorum."

Gözleri titredi. Boynundaki adem elmasının hareketlendiğini görünce acı içinde yutkundum. Ama gülümsememi yüzümden düşürmedim. "Günden güne ölen birisi eğer gelecek hakkında planlar kuruyorsa ya beklediği ölüm bir yalandan ibarettir ya da o kişi bir hayalperesttir." dedim.

Başbekçi yönünü ağır ağır bana döndü. Söylediğim şeyi anlamadığını görebilmiştim. Ona bu bulmacalı sözlerim arasından bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Bunu yapmak ve onun kafasının karıştığını görmek beni eğlendirmişti. Kaşlarının aldığı o katı halle birlikte son kez söze girdim.

"Ve şunu sakın unutma." dedim ve işaret parmağımı havaya kaldırıp göğsüne bastırıp uyarıcı bir şekilde onu dürttüm. "Ben bir hayalperest değilim."

Sağ dudakları hafifçe yukarı kıvrıldığında aynı şekilde ben de dudaklarımı yukarı kıvırdım. Birbirimizin imalı gülüşünü seyrettik. Gözlerindeki hayranlık dolu parıltılara şahit olduğum her an kalbimin atışı hızlanıyordu. Onun gözünde iyi bir yerde olduğumu bilmek bana kendimi daha güçlü hissettiriyordu. Onun takdiri her şeyden daha önemliydi o an. Gözleri bana takdir eder bir eğitmen edasıyla bakıyordu. Ve ben bunun karşısında kendimden emin bir şekilde gülümsüyordum.

"O hâlde gelecek için bir hayal kurmaya başlayın Majesteleri." dedi Başbekçi. "Zira gelecek sizi bekliyor. Ona en iyi şekli vermeniz lazım. Ona bir hayal borcunuz var."

Mutluluktan dilim tutulmuştu. Onun karşısında ona yaşayacağımı söylüyordum imalarımla. Ona her şeye rağmen yaşayacağımı anlatmaya çalışıyordum ve o da buna inanıyordu. Yaşayacağıma inanan sayılı bekçilerden biriydi. İnandığı yetmiyormuş gibi bir de destek oluyordu. Minnet dolu bir gülümsemeyle ona baktıktan sonra arkamı döndüm ve Julia'nın elindeki tepside kalan şerbetlerden birini aldım. Başbekçi'ye dönüp soğuk olan şerbeti ona uzattım.

"Bugün sizin için de yorucu olmuş olmalı. İkramımı kabul eder misiniz Sevgili Başbekçim?"

Başbekçi memnuniyetle başıyla bana selam verdi ve elimdeki şerbeti aldı. Elime dokunduğunda yüzüğünün soğukluğunu hissedip irkilmiştim. Anka Kuşu'nun o soğuk yüzüğü tüylerimi ürpertmişti. Başbekçi şerbetini yudumlarken kalabalığın arasından Marlon'ın bize doğru yaklaştığını gördüm. Onu görünce yüzümdeki gülümseme daha da artmıştı.

Marlon yanıma gelir gelmez, "Sen hâlâ gitmedin mi?" diye sorduğunda gözlerimi havaya dikip sabır diledim. Sabahtan beri en az on kez yanıma gelip beni korumak için yanımda nöbet tutmuş ve inatla saraya dönmemi istemişti. Sonra da eğitimlerine katılmaya gitmişti ama yeniden gitmediğimi görünce yeniden yanıma gelmişti. Ölmemem için en çok direnen ismin Marlon olduğuna karar verdim o an kendi çapımda ve sinir bozukluğuyla güldüm.

"Gitmek zorunda olduğumu düşünmüyorum Marlon. Biri bana saldırırsa sen ona cevabını verirsin diye düşünüyorum." dedim alayla yüzüğünü göstererek. Marlon sinirle yanaklarını şişirdi. Sincap Yüzüğüne yeni yeni alışmaya başlamıştı ve onu günden güne tuhaf bir şekilde sevmeye başlamıştı. Yüzüğüne alay ettiğim anda da bir babanın evladını koruması gibi bana pençelerini çıkartıp yüzüğünü koruyordu. Başbekçi yanımızda olduğu için bugün yalnızca gözlerini kocaman açarak beni uyarmayı tercih etmişti.

"Tabii korurum." dedi Marlon. Etkilenmiş bir şekilde kaşlarımı kaldırdıktan sonra son kez bekçilerime baktım. Onların mutlu ve huzurlu halleri bir kez daha içime bahar kokusunu bıraktığında o kokuyu içime çekecekmişim gibi derin bir nefes aldım. Başbekçi ve Marlon'a döndüm son kez.

"Hava karardı. Gitsem iyi olur." dedim kısaca. Zira birkaç saat önce Kral müsait olduğum bir zamanda yanına uğramamı istemişti. Yanına gitsem iyi olacaktı. Daha fazla bekletmemin bir anlamı yoktu. "Sizlere iyi geceler diliyorum sevgili bekçilerim."

"İyi geceler Majesteleri." dedi Başbekçi. Başımla onu memnuniyetle karşıladım.

"İyi geceler Rose." dedi Marlon ve ekledi. "Kendine çok iyi bak olur mu?"

Gülümsedim duygusallıkla. "Söz." dedim hemen ardından oldukça emin bir sesle. İkisinin de gözlerinde mutluluk görüyordum. Mutluluğun ellerini tutan endişenin gölgesini de görebiliyordum. Gözlerindeki endişe bu geceyi çıkaramayacağım ile ilgiliydi. Her gün aynı şey vardı gözlerinde... Bu geceyi de çıkarabilir mi korkusu...

Adımlarım saraya doğru yöneldi. Bastığım toprak parçası ayaklarımın altından kayıp gidiyor gibiydi. Ruhum, içinde bulunduğu bedeni artık taşıyamıyordu. Yorulmuştum. Bedenimle ve ruhumla yorulmuştum. Düşünmekten yorulmuştum. Her gece uykusuz kalıp cellatlarımı beklemekten yorulmuştum. Ama yaşamaktan henüz yorulmamıştım. Yorulmaya da niyetli değildim. Bütün bu yorgunluklar yüzümde buruk bir tebessüm bırakıyordu. Yorgunluklarım bir gün kocaman gülümsemelere dönüşeceği için şimdilik buruk bir tebessümle adımlarımı ilerletiyordum.

Taht odasına doğru giden merdivenlerin önünde durdurdum adımlarımı. Kral benimle ne ile ilgili konuşacaktı bilmiyordum. Ama içimden bir ses bu konu hakkında konuşacağını söylüyordu bana. Güvenliğim konusunda. Fakat bunların aksine içimde küçük bir de endişe topu dolanıyordu. Parmağımdaki yüzük...

Bu zamana kadar kimse onu fark etmemişti. Fark etmemeleri için birkaç kez eldiven takarak dolaşmıştım. Ardından eldiven takmayı bırakmıştım ve yüzüğümü yüzük parmağımda daha az dikkat çekmesi için takmıştım. Üzerindeki beyaz noktalı yeri elimin içine doğru çevirmiştim. Dışarıdan tamamen siyah dümdüz bir yüzük olarak görünüyordu. Onun kâinatın en güçlü yüzüğü olduğunu anlamak güçtü. Ama imkânsız değildi. Yoksa Kral bunu fark etmiş olabilir miydi?

Derin bir nefes çektim içime. Ellerim korkudan buz kesilmiş gözlerim sürekli taht odasına çıkan merdivenlerin üzerinde titrekçe geziyordu. Eğer onun varlığını anlarlarsa parmaklarım kesilirdi. Belki idam bile edilebilirdim. Her şeyden önemlisi Saf Karanlık bir başkasına geçerdi. Ve bu bizim için felaket olabilirdi. Büyük güçleri kullanmak her zaman zor olurdu. Ben bile şu an onu kullanmakta güçlük çekiyordum. Bir başkası bu yüzüğe nasıl bekçilik edebilirdi ki? Etse bile tek gayesi Elçiler Krallığını yok etmek iken bu gücü bu gaye için kullanmaz mıydı? Buna izin veremezdim. On Krallığın kanı dökülmüştü bu topraklara. On krallık da yok olmuştu. On birinci krallığın yok olmasına izin veremezdim. Bu kanlı savaşta bundan sonra tek bir krallık bile alaşağı olmayacaktı.

Titrek bir adım atarak merdivenlerden çıkmaya başladım. Adımlarım bir bir merdivenleri bitirdi ve tam kapının önündeki muhafızların önünde durdu. Muhafızlar birbirlerine baktılar. "Kral beni emretmişti." dedim hemen. Biri öne atıldı.

"Teyit edip geliyorum prenses."

Hiçbir tepki vermeden beklemeye başladım. Yalan söylediğimi her fırsatta düşünmelerini ne tetikliyordu bunu anlamıyordum. Sinirimi gizlemeye ve oldukça olgun bir tepkiyle karşılık vermeye çalışıyordum. Muhafızlardan biri içerideki muhafızlardan birine seslendi. "Kralın kızı geldi. Kral çağırmış."

Hitap tarzını duyunca kanımın çekildiğini hissetmiştim. Sanırım her şey bir yana bu durum canımı daha çok sıkıyordu. Saygıdan yoksun bu muhafızlara kısık bakışlarla baktım. Kendi mertebelerini benimkinden üstün gördüklerini fark ettim. Bozuntuya vermedim ve küçük bir tebessümle diğer muhafıza baktım. Başını doğrudan karşıdaki duvara doğru kaldırmıştı.

"Geçebilirsiniz prenses." dedi bir diğer bekçi. Başımla onaylayarak odanın içine doğru bir adım attım.

Devasa odanın içinde küçücük bedenimle tahtının yanındaki masada oturarak elindeki kâğıt parçalarıyla uğraşan kralı görünce önünde saygıyla eğildim. Kral büyük bir mutlulukla yerinden kalktı ve bana doğru gelmeye başladı.

"Rosemarry..." dedi avuçlarıyla başımı tutarak. Alnıma küçük bir öpücük kondurdu. "Hoş geldin..."

"Hoş buldum Majesteleri. Bana müsait olduğum bir zamanda sizi ziyaret etmemi istemiştiniz."

"Evet. Seninle bir konu hakkında konuşmak istiyorum." dedi. Yüzündeki ifadeden ne ile ilgili konuşacağını bir türlü anlayamamıştım. "Gel ayakta kalma öyle. Oturalım."

Başımla onaylayıp onun adımlarını takip ettim. Odanın içerisindeki muhafız bekçilerin yavaş yavaş odadan çıktığını gördüm o an. Neler oluyordu böyle? Korkuyla avuçlarımı sıktığımda yüzükteki beyaz noktaya dokunduğumu ve zihnimin bir boşluğa düştüğünü hissettim. Saf Karanlığın zihnine... Hiçbir şey söylemiyordu. O da sabırsızlıkla neler olacağını bekliyordu anlaşılan.

Az önceki masasının etrafında duran bir sandalyeyi kendime doğru çektim ve yavaşça oturdum. Kral yüzündeki garip bir ifadeyle korkarak bana bakıyordu. Kaşlarım çatıldı ağır ağır. "Bir şey oldu." diye mırıldandım sessizce. Kral bakışlarını kaldırdı. Kahve gözleri çaresizlikle yanıp tutuşmuştu. O an bir şeylerin ters gittiğinde tamamen emin olduğum andı. "Kraliçe mi?" dedim hemen endişeden titreyen sesimle.

"Kraliçe gayet iyi, sağlıklı." dedi Kral. Kesik bir nefes aldım.

"Bebek?" diye sordum bu kez tereddütle. Kral onun da iyi olduğunu belli eden bir bakışla içimi ısıttı. "Kardeşlerim?"

"Herkes çok iyi Rosemarry. Endişelenme." dedi Kral naif bir ses tonuyla.

Gözlerimi ağır ağır kırpıştırarak Krala baktım. Öyleyse neydi bu gözlerin hüznün sebebi? "B-ben mi?" diye sordum birden aklıma gelen son gelen şeyle.

Kral sustu. Başını masadaki şamdanın üzerinde duran mumun alevlerine çevirdi. Kalbimin hızlanmasıyla ve kanımın sıcaklığıyla terlemeye başlamam bir oldu. Midemde hissettiğim krampla birlikte yerimde doğruldum. Benimle ilgiliydi. Ben bir şey yapmıştım. Gözlerindeki çaresizliğin sebebi bu muydu? Benim yapmış olduğum bir şey?

Saf Karanlığı mı öğrenmişti? Tanrım... Yalvarırım sana... Saf Karanlığı öğrenmiş olmasın... Onu kaybedersem elimde hiçbir şey kalmayacak ve ölüme doğru sürüklenecektim. Benimle birlikte bütün bir krallık da ölüme sürüklenecekti.

Kral derin bir nefes çekti içine. Gözlerini yavaşça gözlerime değdirdi ve gülümsemeye çalıştı. "Rosemarry..." dedi ağır ağır. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." Gözlerim dolmaya başlamıştı. Söyleyeceği şeyden giderek korkmaya başlamıştım. Bu sıcak yaklaşımı normalde içimi ısıtırken şu an beni üşütüyordu. Ellerim kaskatı kesilmişti. Kendi kendime destek olabilmek için sağ elimin üzerine sol elimi yerleştirip okşadım. Biz yanlış bir şey yapmadık Rose... Sakin ol... Bize hiç kimse bir şey yapamaz. Yapamayacak... "Senin de yerine getirmen gereken bir vazifen olduğunu yıllar evvel söylemiştim sana. Şimdi o vazifeni yerine getirme vakti." dedi tek nefeste.

Ellerim şok içinde boşluğa düştü. Omuzlarım alçalırken başım hayretle havalandı. Yüzümde öyle bir ifade vardı ki... Hiçbir gerilme ifadesi yapmamama rağmen yüzümde bir gerilme vardı. Bir ağrı... Dolan gözlerim akmamak için kendini oldukça fazla zorluyordu. Ben yanlış mı işitiyordum? Kral... Kral bana... Kral bana gerçekten bunları söylüyor muydu?

Hayır, dedim kendi içime doğru. Hayır... Kral bunun kararını kesin bir şekilde vermiş olamaz. Prenses ile mi konuşmuştu? Prensesin planı mıydı bütün bunlar? Aklı sıra benden intikam mı almak istiyordu.

Beni evlendirmeyi düşünüyordu. Çünkü yıllardır bunun benim bir vazifem olduğunu dile getirip durmuşlardı. Hayatım boyunca bu anın gelmemesi için sürekli ailemden kaçmayı denemiştim. Yine aynı duvarın o soğukluğuyla yüzleşmiş ve artık kaçacak hiçbir yer bırakmamıştım.

Kendi babam bunu bana yapamaz diyordum içimden. O benim mutlu olmayacağım bir şeyin kararını veremez diyordum. O bana kıyamaz...

"Artık zamanı geldi." diyordu yetmezmiş gibi. İçime söylediğim her bir sözü böylesine umutsuzluğun zindanlarına kapatıyordu. "İtibarımız senin ve doğacak çocuklarının ellerinde olacak. Bizim geleceğimizi sen yaşatacaksın." Daha fazla duymak istemediğimi belli etmek adına gözlerimi sıkıca yumdum. Kral bu hareketimden sonra bir süre sessiz kaldı. Ben ise bu anın yaşanıyor olduğu gerçeğine inanmamaya kararlıydım. Titreyen ellerim kalbimin üzerinde ilerledi. Bu yaşanamazdı. Bu söylenenler ya bir hayalden ibaretti ya da inanmak istemediğim gerçeklere... Daha on yedi yaşındaydım... Kimine göre bu doğru bir zamandı. Benim için ise bu doğru zaman falan değildi. On yedi yaşımda toprağın altında yatan bir ölüden ne farkım olurdu bu söylenenler gerçek olursa. "Şu an anlamıyor olabilirsin. Ama anlayacaksın. Zamanla..."

Gözlerimi açmadım. Hâlâ bunun bir hayal olduğuna inanmak istiyordum.

Hayatım boyunca bir sarayda erkek çocuk doğurmayı bekleyecektim. Bu kâbustu. Kılıcımı, okumu, yayımı bırakıp Ares'i bırakıp öylece kocaman bir sarayın o inletici duvarları arasında hayatımı çürütecektim. Bunu kabul edemezdim. Bu mümkün olamayacak kadar korkunçtu.

Kralın hareketlendiğini işitince endişeyle gözlerimi araladım. Masadan kalkıp kapıya doğru ilerlerken telaşla sesli bir şekilde ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla oturduğum sandalye yeri buldu. Umursamadan acı içinde krala seslendim.

"Majesteleri!"

"İtiraz istemiyorum Rosemarry." dedi lafımı bile dinlemeden. İçimde oluşan o dürtü her şeyin ne kadar korkunç derecede gerçek olduğunu anımsattığında sertçe yutkundum. Hayatım bir başkasının elinde un ufak oluyordu ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. "Bu benim için de zor bir karar. Bir gün hepimiz alışacağız inan bana." deyip bir kez daha kapıya doğru ilerlediğinde bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından. Öne doğru atılıp acı içinde bağırdım.

"Baba!"

Adımları kapının önünde durdu. Bana dönmedi. Ben ise dizlerimin üzerine çökmemek için kendimi zor tutuyordum. Nefesim beni boğuyordu. Aklım o kadar hızlı çalışıyordu ki sürekli o sarayın duvarlarında hapis kaldığım görüntüler gözlerimin önüne geliyordu. Aklımı yitirmek üzereydim.

Gözlerimden damla damla yaşlar döküldü. Söylediğim her şey onun için önemsiz olacaktı. Ama onunla Kral-Prenses gibi konuşmayacaktım. Baba-Kız olarak konuşacaktım. "Benim vazifem sizi yaşatmak." dedim boğuk çıkan sesimle. Küçük bir çocuk gibi o görmese de tek omzumu havaya kaldırdım. "Ya ben?" dediğimde ağzımdan bir hıçkırık daha koptu. Kralın duruşu dikleşti. Omzunun üzerinden bana bakmaya çalıştığını gördüm. Kesik kesik çıkan nefeslerimle konuşmaya devam etmeye çalıştım. "Beni yaşatmak kimin vazifesi?"

Hiçbir şey söylemedi. Ona içinde bulunduğum durumu anlatmaya çalışıyordum ve anlamasını bekliyordum. Bunu yapmak zorunda değildi. Beni evlendirmek zorunda değildi. Evet, bunu iyiliğim için yapıyordu. Zira geçtiğimiz günlerde iki kez suikast girişimime şahit olmuştu. Ama çözüm bu değildi. Çözüm bu olamazdı. Beni kurtarmaya çalışırken beni öldürdüğünün farkında değildi.

Acı boğazımı düğümledi. Bir süre sessizce o arkası dönük bir şekilde kaldı ben ise ağladım. Elimden tek gelen şey buydu çünkü. Aksi şeyler söylemek istesem de bunu bir isyan olarak anlayabileceğini düşünerek sustum. Yanlış bir şey söylememeliydim. O her ne kadar benim babam olsa da aynı zamanda benim kralımdı. Ona saygısızlık yapmamın bir cezası olurdu.

Kral bir kez daha kapıya yeltendiğinde korkuyla bir kez daha öne atıldım ve konuşmaya başladım. "Bu iki eşsiz kanı taşımaları için doğuracağım çocuklarla o karanlık duvarlar arasında günden güne ölürken kim yaşatacak beni?"

Sorularım havada kaldı. Hiçbir şey söylemeden öylece ayakta duruyordu. Yalnızlıkla parmağımdaki yüzüğe baktım. Ares oradaydı. Beni duyuyor ve beni hissediyordu. Bunu bilmek bile içimde oluşan yalnızlığı bir nebze olsun zapt edebilmişti. Onun varlığını bilmekle içimde aniden bir cesaret yumağı belirdi. Bu yumak giderek bir ateşe dönüştü. İçimde oradan oraya sıçrayan ve beni yavaş yavaş yakan bir ateşe... İçimdeki karanlığı aydınlatan ama aynı zamanda yakan bir ateşti.

Ağlamayı bıraktım. Başımı kralın olduğu yöne doğru çevirdim ve sertçe burnumu çektim. Ellerimde gözlerimdeki yaşı tek hamlede silip attım. Titreyen dudaklarımla az önceki sakin halime karşılık biraz da sert bir şekilde söze girdim. "Sen benden sizi yaşatmamı değil. Sizi yaşatmam için kendimi feda etmemi istiyorsun." dedim acımasızca. Yaptığı şeyin karşılığı tam olarak buydu. Her ne kadar kabul etmek istemese de yaptığı şeyin farkına varmalıydı. Ağır ağır arkasını dönünce dikkatini çekebildiğimi gördüm. "Ben ne olacağım?"

"Konunun uzamasını istemiyorum Rosemarry." dedi uzun bir sessizliğinin ardından. "Anlayışla karşılamanı rica ediyorum senden. Lütfen zorlaştırma." Tek kaşımı havada kaldırdım alayla. Şu an karşımdaki kişi benim babam olamazdı. Prenses Dione'u görüyordum karşımda. Sanki benimle babam değil de o konuşuyordu. Bunların hepsi onun sözleriydi. O an prensesin babamla bir konuşma yapmış olabileceğine ihtimal verdim. Zira bu ani kararın başka mantıklı bir açıklaması yoktu.

Suikast girişimlerimi önlemek için alabileceği onca önlem varken böylesine saçma bir önlem alması kadar saçmaydı o söyledikleri. Prensesin söylediği her şeyi kendi konuşması haline getirmişti ve şimdi de bana sunuyordu. Aptal değildim. Prensesin böyle bir amacı olduğunu ve yıllarca kralı yavaş yavaş pençesi arasına aldığını gözlerimle görmüştüm. Bu an da onlardan biriydi. Gözümle görmesem bile onun sözlerini babamın ağzından işitmek prensesin varlığını acıyla hissettirmişti.

"Zorlaştırma dediğin konu benim hayatım baba." diye çıkıştım. Artık saygı çerçevelerini kırıp atmıştım bir köşeye. Konu benim hayatıma geldiği an bütün çerçeveler bir bir kırılmıştı zihnimde. "Başından beri aydınlığa kavuşamayan hayatım."

Kral şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Kendinin farkına varamıyorsun değil mi Rosemarry? Şu an nasıl bir gücün sahibi olduğundan bihabersin. Senin yerinde olmak isteyen onca bekçi varken sen buna sitem ediyorsun."

Tahminlerimde yanılmıyordum. Bu onun sözleriydi. Cümlesi cümlesi onun sözleriydi.

Krala doğru bir adım attım ve durdum. Kral dikkatle beni ve vereceğim tepkileri izliyordu. Öfkelendiğimi görüyor ve saygı kurallarını çiğnediğimi görüyor ama ses çıkarmıyordu. Zira haklı olan ses çıkarmasını bilirdi. Kral bu konuda baştan aşağı haksız olduğunu adı gibi iyi biliyor ama beni bu karara diretmeye çalışmaktan vazgeçmiyordu.

"Hiç kimse kendisinin karar veremediği bir hayatın kölesi olmayı kabul etmez Majesteleri." dedim tek nefeste. Kral şok içinde başını yana eğdi.

"Sen bir köle olduğunu mu düşünüyorsun yoksa?" diye sorduğunda duraksadım. Bu soruya vereceğim yanıt benim, kral ile aramdaki bağın kaderini belirleyecekti. Babam ile olan bağımı ya koparmaya başlayacaktı ya da daha da kuvvetlendirecekti. Ben bu bağın kopmasını göze alıyordum. Zira başından beri bana verilen bu hayatta ben hariç herkesin söz hakkı olmuştu.

"Kölelerin bir hayatları yoktur Majesteleri." diye konuşmaya başladım. "Başlarındaki kişinin yazıp çizdiği bir hikayedir onların hayatları. Her şey önceden bellidir. Onlar şekil veremezler. Sadece uymak zorundadırlar. Şimdi söyleyin bana." dedim ve titreyen sesimle çekinerek ekledim. "Ne farkı var?"

Gözlerindeki hayal kırıklığı canımı acıtmıştı. Bu attığım adım çok büyük bir adımdı. Artık babamla eskisi gibi olamayacağımı bilerek atmıştım bu adımı. Bir köleydim. Buna inanmak istese de istemese de gerçek buydu. Sürekli her şeyin iyi olduğu yalanından sıkılmıştım. Gerçekleri görmek zorundaydı. Bu neye mal olursa olsun artık birinin benim hayatımın benim hayatım olduğunu bilmeliydi.

"Beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattın." Acıyla yutkundum. Gözlerimin önünde birbirimize kırılıyorduk. Birbirimizden kopuyorduk. "Senden böyle bir tepki beklemiyordum. Sen ailenin hayatı için kendini bile feda edebilecek kadar bağlısın bizlere. Fakat aynı şeyi ailenin itibarı için yapamıyorsun!" diye bağırdı oda dolusu. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes çektim içime. Dudaklarıma gelen o acı sözleri bir bir söyledim deli cesaretimle.

"Hiçbir zaman kan ile canı aynı kefeye koymadım Majesteleri."

Gözlerimi açmaktan korktum. Onun gözlerinde edindiğim yerden kayıp düşüşümü görmek istemedim. Ona başkaldırıyordum. İsyan ediyordum. Dizlerimin titremeye başladığını hissettim. Yere düşmek üzereydim. O kadar stres ve korku doluydum ki... Bu sözlerimden bir şey anlamasını bekleyerek bir umut parçasına tutunuyordum. Fakat o kararlıydı. Zira sözleri kulaklarıma ulaşınca yaşadığım şey tam anlamıyla koca bir hiçlikti.

"Daha fazla konuşmayalım. Yoksa senin ile ilgili bütün düşüncelerim değişecek. Ve inan bana... Bunun olmasını istemiyorum." Gözlerimi aralayıp başımı kaldırdım. Kahve gözleri öfkeden koyulaşmıştı. Yutkunarak ona, dolu yeşil gözlerimle baktığımda dişlerinin arasından konuşmaya devam etti. "Yarın bir mektup göndereceğim. Birkaç gün içerisinde de düğünü yaparız."

Odadan çıkıp gittiğinde öylece kaldım. Titreyen dizlerim yaşadığım şokun etkisiyle daha fazla dayanamadı. Dizlerimin üzerine ne zaman çöktüğümü bile hatırlamıyordum. Ellerim yerle buluştuğunda gözlerimden tane tane aktı yaşlarım. Başımın donukluğu ve vücudumun tepkisizliği ile taht odasının ortasında hayatımın ellerimden kayıp gidişiyle oluşan boşluğa düştüm.

Daha kaç Dünya yıkılacaktı başıma?

İçime çektiğim nefeslerin alev toplarından farkı yoktu. Ciğerlerime ulaştığı an her yanı yakacak kadar kuvvetliydi. Arta kalan külleri ise karanlıkta kaybolmaya mahkumdu.

Ben yavaş yavaş ölüyordum. Halkımın yapamadığı şeyi bana kendi özbeöz babam yapıyordu.

Ben ölüyordum.

Herkes... Herkes karşı çıkmıştı yaşadığım hayata. Hiçbir suçumun olmadığı, hiçbir hatamın olmadığı hayatım başkalarına göre en büyük suç en büyük hataydı. Karşı çıkmaları gereken onca şey varken hayatıma karşı çıkmaları bütün sinirlerimi mahvediyordu. Başkaldırmaları gereken onca şey varken niçin benim yörüngemi kırmaya çalışıyorlardı?

Dünya'mı başıma yıkıyorlardı. Her defasında... İçimde var olan denizleri kurutuyorlar, ormanları yakıyorlar, havayı kirletiyorlar, toprakları kanla dolduruyorlardı.

Kendi aldığım nefesin hesabını neden bu kadar insan tutuyordu?

Ellerimde un ufak olan bir hayat vardı. Giderek toz parçalarına dönüşen o hayat, Ardena'nın hayasızca esen rüzgarlarına kapılarak uçsuz bucaksız diyarlarla tanışmaya gidiyordu. Ardena'da bulamadığı o canlılığı rüzgârla birlikte başka bir diyarlarda arıyordu sanki. Kralın yarı açık camından sızan ince rüzgâr, ruhumun parçalarını hayatımın külleriyle birlikte benden götürüyordu. Bu beden onlara artık yeterince fazla gelmişti. Gitmek istiyorlardı... Benden, Ardena'dan, maruz kaldıkları her şeyden...

Bir ruhun evidir bir beden.

Eğer o ruh günden güne yok oluyorsa o vakit o beden ona bir ev değil, bir zindan olur. Zira mahsur kaldığı yerden çıkmak için uğraşırken çıkamadığını görmek ona kendini bir mahkummuş gibi hissettirir.

Ruhum özgürlüğün tadına bile varamadan uzaklaşıp gidiyordu. Ancak bilmiyordu. Bu Dünya uçsuz bucaksız değildi. Sonu vardı. Dönüp dolaşacağı yer yine kendi benliğiydi. Bedenimdi.

Sertçe yutkundum. Yere yerleştirip destek aldığım ellerimi yumruğa çevirdim. Yumruğa çevirmemle tenim beyaz noktaya değdi ve o an zihnim yine onun sesiyle doldu.

"Bu yüzden hiçbir zaman hayatımı bir başkasının ellerine bırakmadım Ares. Çünkü biliyordum. Onlar kendi hayatını düşünerek benim hayatımı mahvedecekti."

Yere eğdiğim başım gözyaşları içinde havalandı ve tam karşımda kalan krallığımızın bayrağının üzerinde gezindi. Bayrağın hafif esintiyle dalgalanışına baktım gözyaşları içinde.

"Hayatın senin ellerinde değilse eğer, o hayat senin değildir."

İçimin ince ince sızladığını hissettim.

"Dünya'ya hükmetmek istiyorsan önce bir hayatın olmalı Ares. Bana hak görmedikleri o hayatı aldığım zaman, bana boyun eğdikleri zaman olacak. Ve ben kimseye acımayacağım. Zira ellerinin arasından birinin hayatını alarak onlar bana en büyük acımasızlığı yaptılar. Elleri arasında kalan o kanlı zincirleri boynuma geçiremedikleri gibi şimdi de o zincirleri kendi boyunlarına geçirmek isteyecekler. Melez olmak çok şey kaybetmeme sebep oldu. Önceden güçsüzdüm zira karşılarında her şeye sahip olan biri vardı. Ama şimdi... Şimdi karşılarında kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan birini görecekler. Ve bu onların kâbusları olacak. Saf Karanlığımın pençeleri arasında kalan alevlerle kaplı bir kâbus bu. Rüya bitti. Sırada biz varız Ares. Sen ve ben. Ve inan bana bu bile kulağa korkunç geliyor."

Yumruk yaptığım ellerim yavaş yavaş açılırken gözlerimi yüzüğe çevirdim. Ares'in gözlerine bakıyordum sanki o an. O masmavi gözleri benim gözlerime sarılıyordu. Zihnime gönderdiği bu anı parçasıyla içimin titrediğini hissediyordum. Anastasia ile kaderlerimiz ortaktı. İkimizin de kendine ait bir hayatı olmamıştı. O melez olduğu için ölüme mahkûmken ben kralın kızı olduğum için ölüme mahkûmdum. İkimiz de hayatta kalma savaşı veriyorduk. O bu savaşı layığıyla kazanmıştı. Sıra bendeydi.

Fakat bu kez ben bile bu sorunu nasıl aşabileceğimi bilmiyordum.

Belki de şansım Anastasia gibi iyi gitmeyecekti. Söz konusu evlilikti. Kralın hükmüyle gerçekleşen bir evlilik. Bunu nasıl durdurabilirdim? Buna nasıl gücüm yeterdi?

Burnumu çekip ayağa kalkmaya çalıştığımda gözlerimin buğulandığını ve yerin altımdan kayıp gittiğini hissettim. Gözlerim hafif hafif kararmaya başlamışken yanımda duran taş kadehlerden birine tutundum. Kaybettiğim dengemi nefesler alarak düzeltmeye çalıştım.

"Topla kendini Rose." diye mırıldandım kendi kendime. Sol elimi başıma götürüp orada beklettim bir süre. Gözlerimi kırpıştırarak bulanıklaşan görüntülerin geri gelmesini bekledim. Kollarımda, karnımda, başımda gezen ince sızının geçmesini diledim. Sonra duraksadım. Neyin içinde olduğuma bir de mantıklı bakış açımla bakmayı denedim. Ve o an fark ettiğim şey kanımı dondurmuştu.

Bunu bu kez ben bile aşamazdım...

(Saatler sonra...)

Gece yine çökmüştü her yerin üzerine bir perde nidasıyla. Her şeyi gizleyebileceğini düşünür gibi. Gökyüzünü ikiye bölmüştü gece. Umudunu yitirenler başını kaldırdığında karanlığa bakardı. İçinde umut parçası kalanlar ise aya, yıldızlara... Karanlığın içinde kalan beyaz umut kırıntılarımla birlikte gözlerim hem karanlığın hem de yıldızların üzerine geziniyordu.

Ağladım. Bu zamana kadar hiç durmadan ağladım. Kendimi odama kapattım ve Julia'yı odadan gönderip kendime sarılarak ağladım. Belki saatlerce... Bana göre yıllarca... Yıllarca kendi odamda böyle sessiz ağladığım için bana yıllarca geliyordu. Zamanı durdurdular ve beni o boşluğun içerisinde öylece yapayalnız bıraktılar. Duyularım köreldi sanki. Gözlerim ağlamaktan şişti, gözyaşlarım bir ağacın kökleri gibi kurudu yanaklarımda.

Aklımdan hiçbir şey geçmiyordu. Bir planım yoktu. Yarın ile ilgili, düğün ile ilgili, bunu nasıl durduracağım ile ilgili... Aklım bomboş bir sokak gibiydi. Issızlığın sesi tüyler ürperticiydi. Başıma gelecekleri düşünmeye bile güç bulamıyordum kendimde. Her geçen gün... Yeni bir engel aştığımı düşünüp her geçen gün daha büyük bir engele çarpıyordum. Sonu yok muydu bunun?

Bundan sonra ne olacaktı? Kendimi bir şekilde bu yeni hayatın kalıbına yerleştirsem bile parmaklarım arasındaki yüzüğün varlığı bile bütün dengeyi bozuyordu. Ona bir söz vermiştim. Onunla birlikte kendime de söz vermiştim. Yaşatmak için, yaşamamız için... Oysa ben şimdi ölüyordum. Kendimi yaşatamayacağım bir girdaba sokulmuştum. Giderek kayboluyordum kendi içimde. Ardında kalan çığlıklar, anılarımın kapısından çıkmak için can çekişiyordu içimde. Suskun olan zihnim giderek dolmaya başlıyordu. Duran aklım sürekli 'acaba'larla doluyordu.

Aklıma bir ip gönderip o anıların, soruların ve çığlıkların olduğu kuyuya inip oraya karışmak istemiyordum. Buna halim bile yoktu. Sadece susup böyle oturmak istiyordum. Gökyüzünü izlemek istiyordum.

Yatağımdan doğruldum ve ayağa kalktım. Sarayın duvarlarının varlığını hissettikçe zihnimde bu odada yaşadıklarım aklımda daha fazla canlanmaya başlıyor ve kendimi kaybediyordum. Balkonuma çıktım ağır adımlarla. Balkonumdan görünen ormanla göz göze geldim. Hırçın Deniz'e doğru ilerleyen ve kasabanın arkasında kalan ormana...

Gözüme bürünen ani hırsla birlikte öfke dolu bir nefes aldım. Sarayda kalmak içimi daha da sıkıyordu. Ares ile ormana gidip orada bütün gece boyunca kafamı dinlemek istedim.

Bu fikir giderek daha cazip gelmeye başlamıştı. Kendimden emin bir şekilde balkonun büyük korkuluklarına çıkmaya başladığımda kulağımın titrediğini hissettim. Kendimi durdurdum. Bir adım sesi işitmiştim. Doğru mu işitmiştim?

Algılayabilmek için kulaklarımı iyice açtım. Doğru işitiyordum. Adım sesleri vardı ve buraya doğru geliyordu. Üstelik bu adım sesleri şu an en son konuşmak istediğim birine aitti. Çok az tırmanmaya başladığım balkonun korkuluklarından indim ve yönümü kasabaya çevirdim. Tam o esnada kapım açılmış ve Chris'in sesi kulaklarımı bulmuştu.

"Sevgili kardeşim..." deyip odanın içinde gezindiğini duydum. Biraz odada beni aradıktan sonra balkonun kapısına kadar geldi ve orada durdu. "Rose?" dedi ve yavaş adımlarla yanıma geldi. "Bütün akşam odandan hiç çıkmaman beni şaşırttı. Öldüğünü düşünmeye başlamıştım." dedi alayla ve balkonumun yanında duran bir masaya bir şeyler bıraktığını duydum. Arkam ona dönük olduğu için ne koyduğunu anlamamıştım.

"Hançerlerini getirdim. Temizlettirdikten sonra almamışsın." dedi. Hiçbir şey söylemedim. Arkama bile bakmadım. Chris bu durumdan şüphelenmiş olacak ki yanıma geldi ve tam yanımda durdu. "Rose! Kime diyorum?" Önüme düşen saçlarımın bir tutamını kaldırıp kulağımın arkasına yerleştirdiğinde yüzümü gördü. Ağlamaktan şişmiş ve solmuş yüzümü görünce endişeyle yüzümü kendisine doğru çevirdi. Gözlerine bakmadım. Hiçbir tepki vermedim. Chris korkuyla bana doğru eğildi.

"Rose? Neler oluyor?"

"Haklıydın." gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından. Bu bir kabullenişti. Bu yenilginin kabullenişiydi. Toparlayamayacağım kadar kötü çuvallamıştım bu kez. "Bu Dünya'ya kadın olarak gelmediğin için dua ederken çok haklıydın." dedim ve başımı kaldırıp ona baktım. Chris, yüzümdeki ifadeyi görür görmez bir şeylerin ters gittiğini anladı. Gözlerinde korkuyu görüyordum.

"N-neyden bahsediyorsun sen?" diye sordu tereddütle. Acı için gülümsemeye çalıştım.

"Beni öldürmek istiyor..." Dudaklarımın arasından çıkan sözler karşısında yüzü şekilden şekle girdi. Gözlerindeki korku öfkeye teslim oldu.

"Kim!" diye sordu öfkeyle. Gülümsemem devam etti.

"Kral." dedim tek nefeste. Chris afallayarak bir adım geri çekildi. Ben ise bakışlarımı kasabaya çevirdim. Orada yaşayan bekçilerimin varlığının bilinciyle iç çektim. Yaşamamı istemedikleri gibi hayatımın gidişatına da yön veren o bekçi topluluğu benim krallığımdı. Babamın hükmünü sürdüğü toprakların sakinleri, savaşçılarıydı.

"Rose sen kendinde misin?" diye bir ses geldi yanımdan. "Neyin var?"

"Bir hayatımın olmadığı kesin..." dedim tek düze bir sesle bakışlarım krallıkta dolaşırken. Her bir noktasına tek tek değdi gözlerim. Sanki vedalaşır gibi. Onlara karşı olan bu sıcak tavrımla vedalaşıyordum sanki.

Ben onlara karşı ne kadar iyi yönde adımlar atsam da onlar hayatımı elimden almak istiyorlardı. Prenses ve Krala böylelikle söz hakkı tanıyorlardı. Bu söz hakkı ise beni bir kez daha zincirlere vuruyordu. Bu kez toprağın altında değil. Toprağın üzerinde.

Her ölü toprağın altına gömülmez. Bazı ölüler toprağın üzerinde yaşama bahanesiyle oradan oraya savrulur.

Bugünden sonra onlardan birine dönüşüyordum.

"Rose." dedi Chris kolumdan sertçe tutarak. Beni bir kâbustan uyandırmak istiyordu. Ona bakmam için çabalasa da ona bakmadım. Krallığıma bakıp hüzünle gülümsüyordum. Chris aklımı yitirdiğimi düşünüyor olmalıydı. Oysa benim yitirdiğim şey renkli bir hayatın ta kendisiydi. "Endişelendiriyorsun..."

Tereddüt bile etmeden, kralın bu haberi vermesini beklemeden durağan bir şekilde "Louis Agryris ile evleniyorum." deyiverdim. Bakışlarımı krallıktan çevirip ağır ağır ona çevirdim. Tepkisini görmek istedim.

Kaşları çatıldığı gibi gözlerinde bir anlamamazlık vardı. Bir şüphe vardı. Aynı zamanda içinde bulunduğum durum için bir hüzün. En sonunda her şeyi idrak ettiğinde ise kocaman bir acı.

Onunla daha birkaç gün önce atışsak da ben onun kardeşiydim. Tek kız kardeşi. Ve o benim kötülüğümü istemezdi. Her ne kadar sorumsuz ve serseri bir prens olsa da bana düşkündü. Benim mahvolacağımı biliyor ve benim gibi acı çekmeye şimdiden başlıyordu.

"Ne?" diye sordu garipseyerek. Şok içerisindeydi. "Nasıl oldu bu?"

"Ailemizin itibarı için kendimi feda etmemi istiyor." dedim bakışlarımı yere eğerek. Balkonumun beyaz mermerlerinde gezdirdim gözlerimi ve bir noktaya sabitledim. "Ailemizin kanını güçlendirmek için canımı hiçe sayıyor. Ruhumu bir köşeye fırlatıyor." dediğimde içimin acıdığını hissettim. Kendi kalbimi kendi sözlerimle kendi ellerim arasında parçalıyordum. "O duvarlar arasında günden güne öleceğim. Çünkü bu benim vazifem." dediğimde boğazıma yine hıçkırıklar dizildi. Ağlamamaya direndim. Chris'in karşısında hüngür hüngür ağlayamazdım. "Hiç bilmediğim bir diyarda kanımızı güçlendirebilmek için..." diye devam ederken Chris baskın bir sesle beni susturdu.

"Yeter."

Oysa ben durmadım. Başımı bile kaldırmadan gözlerimi kapattım kendimden vazgeçmiş gibi. Tıpkı kralın yaptığı gibi. "Kendi canımdan vazgeçeceğim..." dedim kısık bir sesle.

Erkek çocuk doğurana kadar hayatım doğurarak geçecekti. Sırf bekçilerin biraz olsun saygısını kazanabilmek için her şeyimi bir kenara atıp hayatım boyunca erkek çocuk doğurmak zorundaydım. Ki doğursam bile hala yaşayıp yaşamayacağım meçhuldü. Benim hayatım her şekilde bitmişti. Başkaları çoktan yazıp çizmişti. Bana ise oynamak kalıyordu.

"Hayır." dedi Chris kabullenemez gibi. Bunun önemsiz olduğunu göstermek adına başımı olumsuz yönde sallayarak,

"Kral kararlı. Mektup yarın gidiyor." dedim. Chris benden uzaklaşıp bir süre balkonda dolandı. Kafasını toparlayarak bir çözüm yolu üretmeye çalışıyordu. Ben ise öylece boşluğa gözlerimi dikmiş hayatımın elimden kayıp gidişini o boşluğa benzetiyordum.

"İstemediğini söyledin mi?" diye sordu dolanırken. Alayla kıkırdadım. Aklımı tamamen yitirmiştim.

"Benim fikrimin ne önemi var?" dedim tek omzumu silkerek. Chris çaresizce durup bana baktı. Boşluğa bakmaya devam ettiğimde görüş alanıma geldi ve işaret parmağıyla çenemi tutup havaya kaldırdı başımı. Gözleri gözlerime değdi. Kahverengi gözlerinde acının yanı sıra bir duygu daha vardı. Güçlü ve kararlı bir duyguydu bu.

"Rose..." dedi sakinleştirmek ister gibi yumuşak bir sesle. "Benim güzel kardeşim. Ben annemize bir söz verdim. Seni ne olursa olsun her şeyden ve herkesten koruyacağıma ve bunun için herkesi karşıma alacağıma."

Şok içinde gözlerim büyüdü. Doğru mu anlıyordum? Herkesi karşısına alabileceğinden bahsederken kral da mı bu herkese dahildi? Yüzümde beliren ufak bir tebessümle söze girdim.

"Ne o?" diye mırıldandım. "Soytarı Prens, Vahşi Prensesi Gaddar babasına karşı mı koruyacak?" Chris küçük bir kahkaha attı ve dudaklarını alnıma götürüp ufak bir öpücük bıraktı. Ellerimi tutan ellerini kalbine götürdüğünde kalbinin endişeden ne kadar hızlı attığını hissettim. Dudaklarını alnımda bekleterek sessizce konuştu.

"Soytarı Prensin tek bir kardeşi var." Kaşlarım çatıldı. İtiraz etmeye yeltensem de ellerimi sıkıca tutarak beni durdurdu. "Ben Kral ile konuşacağım. Bu evlilik olmayacak. Sana söz veriyorum."

Hayretle kollarının arasından ayrılıp yüzüne baktım. Ay ışığı yüzüne öyle bir yansımıştı ki yüzündeki ışık sanki umudun parıltısıydı. Her ne olduysa bu sözler karşısında az önce elimden kayıp giden her şeyin içimde hala durduğunu hissetmiştim. Tek bir söz bile bir umut yeşertmişti içime. Chris bana gülümseyerek baktığında hüzünle gülümseyerek ona baktım. Benim için babamı karşısına almayı kabul ediyordu. Bu yaptığı çok büyük bir şeydi. Bunu benim için yapıyordu... Ona karşı mahcup olmuştum.

"Bunu yapabilecek misin gerçekten?" diye sordum umutla. Beni bu durumdan kurtarabilir miydi? Bana yeniden alt üst olmuş hayatımı geri verebilir miydi? Her yanı paramparça olan hayatımı... Ama bir önemi yoktu. Paramparça olan şeyler birleştirilebilir. O parçalar yeter ki benim ellerimde olsun. Ben yine kalkar yeniden en baştan yapardım kendi hayatımı. Tek gerekli olan şey kaybettiğim o parçaları geri kazanmaktı.

"Tek arzunuz bu olsun Majesteleri..." diyerek önümde eğildiğinde keyiflenmiştim. Güçsüzce kıkırdadım ve önümde eğildiğinde baş hizama gelen saçlarını uzanıp karıştırdım.

"Soytarı!" Chris gülerek bana baktı.

"Asma o güzel yüzünü. Benim hırçın dalgalı eşsiz denizim." deyip yanaklarımı okşamaya başladı. "Her ne olursa olsun, seni üzen şeyler beni de üzen şeylerdir. Seni öldüren şeyler beni de öldüren şeylerdir."

"Teşekkür ederim..." dedim duygusallıkla. Ellerine uzanıp ellerini tuttum minnettar bir şekilde. "Eğer bu durumu çözersen istediğin her şeyi yaparım. Söz."

"Her şeyi mi?" dedi Chris gülerek. Ben de güldüm. Chris'in ne isteyebileceğini düşündüm. Aklıma hiçbir şey gelmeyince de büyük bir şey olmayacağını düşündüm.

"Bence her şey." dedim ve ekledim. "Eğer bunu başarırsan benim hayatımı kurtaracaksın. Hayatımı kurtarmanın bir mükafatı gerekli. Dile benden ne dilersen."

"Ağabeyine kocaman sarılman yeterli Rose." dediğinde ortamın büyüsüyle onun gerçekten Chris olup olmadığını anlayamıyordum. Bu kadar duygusal olduğuna yeni tanık oluyordum. "Beni hep sev, bana kırgın olma." dedi ve mahcup bir şekilde ekledi. "Bazen çok sert kavga ediyoruz. Birbirimizi çok kırıyoruz. İkimiz de öfkeyle ne dediğimizi bilmiyoruz. Ama günün sonunda kardeşiz biz. Her ne olursa olsun birbirimizi hiç bırakmayalım olur mu? Birbirimize kırılmayalım."

Söylediği şeyler benim de içimi titretmişti. Bunu içten söylediğine inanıyordum. Bunu söylerken gözlerindeki o ufak pişmanlıkları da görüyordum. Büyüyordu. Gözlerimin önünde sonunda büyüyor, olgunlaşıyordu. Bunu görebilmek bana en büyük hediyeyi vermişti.

Parmakları arasındaki yüzüğe baktım. Bakışlarımın yüzüğe kaydığını görünce o da başını eğip parmaklarına baktı. "İşte tam şu an bu yüzüğü hak etmeye başladın sevgili kardeşim." dedim büyük bir mutlulukla. Gözlerine baktığımda gözlerinde minnettarlık vardı. Memnuniyet ve mutluluğun birbiriyle harmanlandığı bir duygu yaşıyordu. "Büyüyorsun."

"Büyüyoruz." dedi Chris beni düzelterek. "Ama bu hiçbir şeye engel değil."

"Değil." dedim gülümseyerek. Birbirimizin ellerini tuttuk. Birbirimize destek verdik, eksik parçalarımızı tamamladık sanki. "İyi ki geldin." deyiverdim birden duygusallıkla. "Aklımı yitirmek üzereydim."

Ellerini saçlarıma götürdü ve uzanıp saçlarıma da bir öpücük kondurdu. "Sen benim yegânemsin." dedi fısıldayarak. Kokusu içimi doldururken duygusallıktan ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. "Ağabeyler kardeşlerini korumak için vardır Rose. Ben seni ömrümün sonuna kadar koruyacağım." dediğinde daha fazla dayanamadan kollarımı onun boynuna doladım ve sıkıca sarıldım. Chris kollarını belimde birleştirip beni sıkıca sarmaladığında sessiz bir hıçkırık koptu. Başımı onun omzuna gömdüm. Chris ağlamama izin verir gibi başımı okşamaya devam ederken kendimi tamamen ona teslim etmiş gibiydim.

"Ben de seni ömrümün sonuna kadar koruyacağım. Söz veriyorum."

Loading...
0%