@duskusu_mona
|
BÖLÜM 17: HANEDAN KANI
"Duyuyor musun sessizliği?" "Duyuyor musun sessizliğin bastırdığı o çığlıkları?" "Duyuyor musun zihnimden geçenleri duyduğun gibi yüreğimden de geçenleri?" "Duyuyor musun yaşamak istediğimi?" Hırçın Deniz'in dalgaları gözlerimin önünde öfkeden delirirken Ares ile konuşuyor ve içimi döküyordum ona. Yüzüğünden çıkarmıştım onu. O yüzüğün içinde hapis gibi yaşadığını düşündüğüm için ona elimden geldiğince Dünya'yı tanıması için fırsatlar vermeye çalışıyordum. Çünkü biliyordum, mahkûm olmayı en iyi şekilde biliyordum. Ares'i de yüzüğe mahkûm etmek istemiyordum. Ares arkamda kıpırdanıyor, arada ağaçların altına uzanıyor arada ayaklanıp yanıma geliyor ve benimle Hırçın Deniz'i izliyordu. Gece bütün bir hakimiyetiyle devam ediyordu. Etrafını saran hafif sis ile birlikte içimi tam anlamıyla yansıtmayı başarmıştı yine. Burnumun ucundan geçen kül kokusu öyle çok tanıdık ki... Kendi içiniz yandığı zaman o küllerin kokusu siner üzerinize. Kaşlarımı çattım. Kül kokusu... Hayal değildi. Kül kokuyordu. Yüzümü buruşturarak Hırçın Deniz'in uçurumunun ucuna oturmuş halimle etrafı izlemeye başladım. Biri bir şey mi yakıyordu? Aklıma gelen ani bir aydınlanmayla gözlerimi sabırla kapatıp arkama, Ares'e, döndüm. Yerde duran çalı çırpıları yakıyor ve kendince zaman geçiyordu. Şaşkınlıkla onu seyretmeye başladığımda bana saf saf bakmaya başladı "Ne yapıyorsun Ares?" diye sordum şok içinde. Çıkardığı dumanlarla dikkat çekecekti. Sabırla yerimden kalkıp çalıların olduğu yere gittim. Yerde olan uzun bir dal parçasını elime alıp yanan çalılara sertçe vurmaya başladım. Çalıları sürükleyerek uçurumun kenarına götürmeye çalışırken hayıflanıyordum. "Hayır biz seninle ne yapacağız? Hiç söz dinlemiyorsun ki! Nasıl zapt edeceğim ben seni?" diyerek Ares'e döndüm. Bu anı daha önce yaşamışım gibi bir his belirmişti içimde. Zihnimi zorlayarak bu anı nereden bildiğimi hatırlamaya çalıştım. Hatırlamaya başladım ve hatırladım. Bu benim annemle aramda geçen bir konuşmaydı. Tatlı bir tebessümle başımı yana çevirdim. Annem gibi konuşmuştum. Çocuğunun yaramazlığını zapt etmeye çalışan bir anne edasıyla Ares'e hayıflanıyordum. Düşüncesi bile beni güldürmüştü. Ares şaşkınlıkla gülüşümü seyrederken hiç bozuntuya vermeden gülerek yaktığı çalıları uçurumun kenarına sürükledim ve aşağı yuvarladım. Ares ise merakla arkamdan geliyordu. Onun bu meraklı tavırlarıyla daha çok keyiflenmiştim. "Ne oldu? Niye geldin yine?" diye sordum ona dönerek. Ares başını benim yaptığım gibi yana çevirince şok içinde yaptığı harekete baktım. Onda gerçekten de kendimi görüyorum. "Beni mi taklit ediyorsun sen?" Ares, tıpkı benim yaptığım gibi gür kaşlarını çatınca küçük bir kahkaha attım. Delirmiş gibi görünsem de bu benzerlikler beni keyiflendirmişti. "Çok kötü görünüyorsun. Sen yapma." Ares bir kez daha başını yana çevirince sinir bozukluğuyla gülerek yanına gittim ve eğlenerek uzanıp yelelerini karıştırdım. Ares yaptığım bu harekete bozularak benden geri çekildi ve yelelerini düzeltmeye başladı. Onu bozacak bir hamlesini yakalamıştım sonunda. Elimdeki bir dalı kenara fırlatıp bir çocuk gibi ona uzandım ve yelelerini büyük bir hırsla birbirine karıştırmaya başladım. Ares geri çekilerek benden uzaklaşmaya yeltense de yelelerine tutunarak geride kalmayı önledim. Büyük bir keyifle yeleleriyle oynuyordum ve o da benden kaçmaya çalışıyordu. "Yaramazlık yaptın ve elbette bunun bir cezası olmalıydı. O güzel yelelerin birbirine girsin ki bir daha emrim olmadan hareket etme." Yelelerini elimden geldiğince birbirine karıştırdıktan sonra onu ne hâle çevirdiğimi görebilmek için geri çekildim ve yüzüne baktım. Korkunç ve komik görünüyordu. Kafasını sağa sola sallayarak yelelerini düzeltirken keyifle onu izliyordum. Bu kadar korkunç görünen bir yaratığın aynı zamanda nasıl bu denli tatlı olduğunu sorguluyordum. İkisi bir arada nasıl mümkün olabilirdi? Yelelerini düzelttikten sonra bana göz ucuyla bakarak yaklaşmaya başladı. Ne yapacağını bilmediğim için merakla ona dikkat kesilmiştim. Koca gövdesi bir anda yere eğildi ve yerle birleşti. Kaşlarım çatık onu seyrederken Ares birden beklemediğim bir şekilde başını bana doğru yaklaştırdı. Başının büyüklüğü benim boyum kadar olduğu için ne yapmaya çalıştığını çözememiştim. Ares, başını yere doğru eğip yelelerini bana gösterdiği zaman aklıma gelen şeyle kaşlarım açıldı. Kafasının üzerindeki yeleleri benim önüme doğru yaklaştırmış ve başını yere eğmişti. Yelelerini sevmemi mi istiyordu? Tereddütle ellerim havalandı. Kocaman başının üzerine kadar havalanan ellerim onun siyah yelelerinin üzerinde duraksadı. Bacaklarını düzelttiğini gördüm o an. Bir kedi biri bacaklarını içine doğru çekmiş başını karşımda eğiyordu. Sevgiye muhtaç biriydi o benim gözümde. Ona karşı içimde oluşmaya başlayan zaaf duygusunu kontrol edemiyordum. Ellerimi yelelerine yerleştirdim ve yavaşça asılarak yelelerini okşamaya başladım. Keyifle hırladığını duyunca küçük bir gülümseme yayıldı yüzüme. Hoşuna gitmişti. Derin bir iç çekip yelelerini uzun uzun çekiştirerek okşadım. O ise başı eğik bir şekilde hırladı ve keyifle bana doğru sokuldu. Bir çocuktan farksızdı. İki çocuk kalbinden ibarettik o an. Onu böyle gördükçe duygulanıyordum. Eskiden ne yaşadığını, nasıl bu hale gelebildiğini, Anastasia ile de böyle olup olmadığını, onun da duygusal olmasını... Anlamlandıramadığım onca şey vardı. Bir sürü soru. Cevapsız onca soru. Cevabı aranmayı bekleyen onca soru... Ares ellerimin arasına sığan küçük bir çocuk gibi bana sığınınca ne yapacağımı bilemedim. Çok kırgındı, çok üzgündü, çok hasret doluydu. Anastasia'yı öyle çok özlemişti ki... Bunu gözleri bile anlatıyordu. Kalbi kırık bir kötünün kaybedeceği tek şey kendisi olurdu. Ares'in kalbi kırıktı. Ve o kendini kaybediyordu. Yelelerini okşamayı bıraktım ve derin bir nefes çektim içime. Ares bir süre yelelerini okşamamı bekledi. Benden bir geri dönüş alamayınca başını kaldırıp içime işleyen o koyu mavi gözleriyle bana baktı. Masumiyeti içime bir çiçek ekti sanki. Bu bakış bile o kadar masumdu ve çaresizdi ki... Ona sarılmak, onu sarmalamak en büyük isteğim oluvermişti birden. Usulca ellerimi yüzünün iki yanına yerleştirdim ve sıkıca tuttum. Koyu mavi gözleri öyle güçlüydü ki, bir Dünya barındırıyordu içinde. Bir kâinat dönüyordu derinliklerinde. "Ares..." dedim sessizce. Onu bir anne gibi sevmek istiyordum. Bir annenin çocuğunu sevdiği gibi yüreğimde dinlendirmek istiyordum onu. Fakat bu mümkün olmaktan uzaktı. O Anastasia'nın yarattığı bir silahtı herkesin gözünde. Ona böyle duygusal yaklaşamaz ve duygusal bağlar kuramazdım. Bu saçmalıktı. Atam Kral Ethan'ın sözlerini haklı çıkarmamalıydım. "Seni bir daha böyle görmek istemiyorum." Ares bu kez beni taklit etmeden kaşlarını kendi yaptığı gibi hafifçe çattı. Dudaklarımı yalayıp içimden geçmek bile istemeyen o sözleri söyleyiverdim. "Senin böyle hüzünlü davranman bize hiçbir şey kazandırmayacak. Sen kâinatın en güçlü yaratığısın. Bu kadar duygusal olursan sana Anastasia'yı geri veremem." dedim emin bir şekilde. Ona bunları söylediğime inanamıyordum. İçim paramparça oluyordu. Ama yapmak zorundaydım. Onunla duygusal bir bağ kurmam en çok ikimize zarar verecekti. "Bugün sondu. Yarın böyle üzgün olmayacaksın. Gücünü toparlayacaksın. Daha seninle yapacağımız onca şey var. Anladın mı beni?" Durdu. Yüzüme baktı. Baktı... Baktı... Hiçbir tepki vermedi. Neden böyle davrandığımı çözmeye çalışıyor gibiydi. "Dünya'nın etrafımızda dönmesini istiyorsak önce kendi etrafımızda dönmeyi bırakacağız." dedim ardından. "Sürekli üzülüp durmayacağız." Ares sakince kollarımın arasındaki yerinden ayrılınca bu hareketi beni üzmüştü. Elbette amacım üzülmesini engellemek ve bu hüznünü ört bas etmekti. İleri adım atabilmemiz için bu önemli bir noktaydı. Duygusal olduğumuz her an aklıma Kral Ethan'ın o haksız olduğu sözleri aklıma geliyor ve haklı çıkmasından korkuyordum. Bu yüzden bazı şeyleri feda etmeliydik. Hüznümüzü, üzgünlüğümüzü, acımızı... Ares diğer yüzükler gibi bir savaş aletiydi. Bir silahtı. Onunla duygusal bir bağ kuramazdım. Mesafemi korumalıydım. Fakat ona kıyamıyordum. Gözlerinden kayıp giden parçalar vardı. O parçaların her birini teker teker bulup onu iyileştirmek istiyordum. Kocaman sarılmak istiyordum. Yalnız olmadığını göstermek istiyordum. Ben buradayım diyebilmek istiyordum. Ares çekingen bir şekilde benden uzaklaşınca öylece bakakaldım. Yelelerini okşayan ellerim havada öylece kaldı. Sanki buraya geri dön, demek ister gibi. Ares ormanın içine doğru gidip uzun bir ağacın dallarıyla oynamaya başladı. Çok tuhaftı. Ruhu büyümemiş bir çocuk gibiydi. Tıpkı benim gibi. İkimiz de büyümek zorunda bırakılmıştık sanki. Dalları burnuyla dürtüyor ve dallarındaki kurumuş yaprakları düşürüyordu. Başım hafifçe yana eğildi. Ellerim göğsümün altında birleşti istemsizce ve şefkatle onu seyretmeye başladım. Teker teker bütün ağaçların yanına gidiyor ve upuzun boyuyla ağaçları sallıyordu. Kuruyan yaprakları düşürünce üzerinden büyük patisiyle basarak geçiyor ve çıkan sesten keyif alıyordu. Güçlü nefesiyle üzerine bastığı yaprakları savuşturuyor kendince eğleniyordu. Etraftaki tuhaf görünümlü bitkilere yaklaşıp kokluyor ve burnu kaşınınca geri çekiliyordu. Anastasia'yı düşünüyordum. Onu ve Anastasia'yı... Aralarındaki bağı... Hayatım boyunca hep bir efsanevi yüzüğe bekçilik etmek istemiştim. Onunla duygusal bir bağ kurmaksızın, yaratığı yalnızca kendi halkım için kullanmayı hayal etmiştim defalarca. Savaş için onu en iyi şekilde kullandığım düşlere kendimi öyle kaptırmıştım ki çocukken... Şimdi bir yaratık vardı ellerimde. Fakat hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmuyordu. Bu tamamen kontrolüm dışında gerçekleşiyordu. Ben her ne kadar onunla arama mesafe koymaya çalışsam da bir şekilde yine ona bağlanırken buluyordum kendimi. Doğru mu yapıyordum? Onunla aramdaki bağı doğru mu kullanıyordum? Ondan uzaklaşmak ve yalnızca bekçi-yaratık ilişkisi daha mı doğru kalıyordu? İşte tam bu an Anastasia'yı düşünüyordum. O nasıl bir bağ kurmuştu? O ne yapmıştı? Benim gibi duygusal yaklaştıkça kendini uzaklaştırmış mıydı ondan? Ares, bana Anastasia ile olan anılarını gösterdikçe aralarında gerçek bir dost bağı görüyor gibiydim. Bir çıkar ilişkisi söz konusu gibi durmuyordu. Anastasia yaşadığı şeyleri Ares'e anlatmaktan çekinmiyordu. Ares de onu seviyordu ve şu an karşımda ona karşı duyduğu hasretle yanıp tutuşuyordu. 'İleri gidiyorsun Rose.' diye mırıldandım kendi içime doğru. Yanlış yapıyordum. Ona, onun bir silah olduğu gerçeğini aşılamaya çalışıyordum ve o da bundan rahatsız oluyordu. O elbette bir silahtı fakat onun da duygularının olduğunu görebiliyordum. Ona bir silah olduğu gerçeğini hatırlatmak canını daha fazla yakıyor olmalıydı. Neticede bunun bir benzerini yaşayarak büyümüştüm. Hayatım boyunca kendimi sunmak için bir malzeme olarak büyütülmüştüm. Büyüdüğümde kendimi birine sunacak ve hayata getirdiğim çocuklarla yaşamımı güvence altına alacağımı aşılamıştı halam Prenses Dione. Şimdi tıpkı onun gibi davranmıyor muydum? Onun yaptığı aynı şeyi Ares'e yapmıyor muydum? Suçlulukla başımı yere eğdim. Kral Ethan'ın o mantıkdışı sözleri beni kendimden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Kadınların duygusal birer varlık olduğunu ve bu yüzden bir yüzüğe bekçilik etmeyi beceremeyecekleri tezini çürütmeye çalışırken karşımdaki yaratığı çürütüyordum farkında olmadan. Ona karşı tutunduğum bu soğuk tavırlar Kral Ethan'ı haklı çıkarmayacaktı evet ama karşımda yapayalnız kalan bir yaratık vardı. Gücünün ve değerinin farkında bile olmayan o yaratığın duyguları ve eksik parçaları vardı. Duyguları ağır ve baskındı, eksik parçaları ise keskin birer hançer gibiydi. Kendime ördüğüm bu sahte duvarı kırmanın vaktinin geldiğini düşündüm o an. Anastasia ona karşı nasıl yaklaşıyordu bilmiyordum. Onun gibi yaklaşmak da istemiyordum. Ben Anastasia olmak istemiyordum. Ben Rosemarry olmak istiyordum. Prenses Rosemarry değil, Kralın kızı değil, ölü bir beden olarak da değil. Sadece Rosemarry olarak yaklaşmak istiyordum ona. Hiçbir mertebe gözetmeksizin... Hiçbir nam, hiçbir başarı, hiçbir engeli kafaya takarak değil... Tamamen kendimle. İlk defa birinin yanında gerçekten kendim olmak istiyordum. Kendim gibi davranmak, gerçek ben olmak istiyordum. Bekçilerden sakladığım o duygusal tarafımı ilk defa birine göstermek istiyordum. Güçlü durmak istemiyordum. Ben duygusal olmak istiyordum. Saf Karanlığın yanında, ben gerçek olmak istiyordum. Göğsümün altına bağladığım ellerimi çözdüm ve yavaş adımlarla ona doğru ilerlemeye başladım. Ares, adım seslerimi duyunca oynadığı ağaç dalından uzaklaştı. Koyu mavi gözleri ağaçların gölgesi altında simsiyah görünüyordu kendi gibi. Sessizce yutkundum ve onun önünde durdum. Ares bir şey söyleyeceğimi düşündüğü için başını yavaşça bana doğru eğdi. Kafası bedenimin hizasına doğru eğilince duygusal bir şekilde gülümsedim. Akıllıydı. Yüzüğün takılı olduğu sol elimi havaya kaldırdım. Sanki denizin engel koyduğu bir adaya ulaşmak üzereydim. Uçurumun ardındaki denize, bulutların arasındaki ay ile güneşe, ağaçların arasındaki o taze meyvelere, bahar kokusunun arasında açan bir çiçeğe; başıboş bir rüzgâr ile uçan bir kuşun yeryüzündeki toprağa ilk uzanışı gibi ona dokunmak üzereydim. Onu keşfetmek istiyordum. Ona uzak kalmak istemiyordum daha fazla. Ona karşı olan bu zaafım giderek artırıyordu ve ben önünde boyun eğip bu duyguya biat ediyordum. Elim yavaşça ona uzandı. Kalın ve sert yelelerine dokunduğum an gözlerimi kapadım. Onu hissetmek istedim. Varlığını, hüznünü, taşıdığı yükü... Titreyen ellerim yelelerini okşarken Ares'in şaşırdığını tahmin edebiliyordum. Az önceki ona karşı olan tavrım yüzünden benden uzaklaşmaya yeltendiğinde sakince onu durdurdum ve gözlerinin içine baktım gülerek. Kalbim heyecandan yerinden çıkacak gibiydi. Ares'in gözleri üzerimde dolaştı ağır ağır. Sanki yıllardır eksik olan bir parçasını tamamlıyor gibiydi gözlerimde, bedenimde... Gözlerindeki titremeyle içimin parçalandığını hissettim. Tereddüt bile etmeden diğer elimi de kaldırdım ve onu da yüzünün altındaki yelelere götürdüm. Başımı onun burnuna doğru yasladığımda sakince hırladığını hissettim. Acı dolu bir inlemeydi bu. Gözlerim dolmaya başlamıştı. Annesiz kalan bir çocuk gibi kollarımın arasında acıyla inliyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyor ve ona sadece sarılmakla yetiniyordum. Yıllarca yüzüğün içinde hapis kalmış ve bağlı olduğu tek kişiden, Anastasia'dan, ayrı kalmış olması onu çok yıpratmıştı. Hayatla tanışmak istiyordu. Kalbinin atmasını, başının okşanmasını, sıcacık bir kucağın arasında acısını yaşamak istiyordu. Ona karşı ilk başlarda edindiğim tavır yüzünden kendime kızıyordum. O, bu kadar yardıma muhtaçken arkamı dönüp ondan uzaklaştığım her anı yok etmek istiyordum. Onunla ilk tanıştığımızda ona karşı başkaldırımı, onu kendimden uzaklaştırmaya çalışmamı... Kendimden öyle çok utanıyordum ki... "Geçecek..." dedim sessizce. Küçük bir inilti daha çıkardığında ağlamak istiyordum. Kesik kesik nefesler alarak alnımı onun alnına yaslamaya çalıştım. Acısını kollarım arasında yaşamasına izin verdim. "Söz veriyorum sana yaşatılan her şeyi beraber aşacağız." dedim ellerimi yelelerinde dolaştırarak. Burnunun ucundaki beyaz noktaya gözüm çarptığında acıyla gülümsedim. Kederinin içindeki ufak bir umut parçasıydı o beyaz nokta. "Acılarımızı bu beyaz noktanla kapatacağız söz veriyorum." deyip işaret parmağımı beyaz noktasına götürdüm ve hafifçe iki kere art arda parmağımla oraya vurdum. Ares bundan keyif alınca gülümsemem daha da büyüdü. Bir kez daha aynı hareketi yaptım. Keyifle kıpırdandı. Bu hareketim hoşuna gitmişti. "Her şey geçecek. Özgürlüğümüzü kazanacağız." Ares'ten yavaşça uzaklaştım. Devasa yüzünde gezdirdim heyecandan titreyen ellerimi. Onun karşısında olmak bile hâlâ inanılmaz geliyorken şimdi onunla böyle bir bağ kurmak daha da inanılmaz geliyordu. "Saatlerdir buradayız. Gün doğmak üzere." dedim. Bir elim yüzünü okşarken hırçın denize doğru döndüm. Onun ardında kalan dağların arasından yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan güneşe baktım. Bütün geceyi Ares ile birlikte ormanda geçirmiştik. "Artık saraya dönme vakti. Yokluğumuz fark edilmesin." dedim ona dönerek. Ares yavaşça başını sallayıp ellerim arasından uzaklaştı. "Ait olduğun yere dön." dememle birlikte Ares gözlerini kapattı ve yavaş yavaş gözlerimin önünde toz parçaları eşliğinde yok oldu. Toz parçaları hafif bir esintiyle parmaklarım arasında yüzüğe ilerledi ve oraya yerleşti. Ares yüzüğüne dönünce pelerinimin başlığını kafama geçirdim ve kumaş maskemi taktım. İki krallığın da birbirleri için sınıf diye nitelendirilen Fısıltılar Ormanında ilerlemeye başladım. Adımlarım hızlı ve çevikti. Birazdan burası babamın nöbetçi yaptığı bekçilerle dolacaktı. Tabii saldırı yapmayı planlayan Elçiler ile de... En kısa zamanda buradan uzaklaşmalıydım. Ağaçların arasından hızla koşuyordum. Ayaklarım altında ezilen dal ve yaprak parçalarını umursamadan kasabaya ulaşmaya çalışıyordum. İki krallığın arasında kalan bu orman her gün olduğu gibi ölümle dolacaktı. Gün doğuyor ve her şeyi göz önüne seriyordu. Bir yandan koşarken diğer yandan kulaklarımı iyice açmış etrafımdaki sesleri dinlemeye çalışıyordum. Bir elim cebimdeki hançerdeyken diğer elim suratıma çarpan dal parçalarını uzaklaştırmaya çalışıyordu. O kadar hızlı koşmuştum ki farkında bile olmadan kasabaya kadar gelmiştim. Yokuşun aşağısında kalan kasabaya inmeden önce nefes nefese halimi düzeltmeye çalıştım. Sabah sabah nefes nefese bir şekilde bekçilere gözükmek dikkat çekebilirdi. Nefesimi düzene soktuktan sonra ağır adımlarla başımdaki pelerini çıkarmadan kasabaya inmeye başladım. Sabahın ilk ışıklarıyla ellerindeki yemeklerle işlerine giden bekçileri görmüştüm. Çoğu sebzelerini satmak için tezgâh kurmaya çalışırken birçoğu da sabahın ilk saatleri ile saraydaki eğitimlere katılmaya gidiyorlardı. O kalabalığa katılarak saraya girmeye karar vermiştim. Tam o esnada kulaklarım bir ses işitti. "Buralarda olmalı. Derhâl git ve bana kız kardeşimi bul. Aksi takdirde canını alırım senin." Chris'in evlerin önünde bir asker bekçiyle hararetli bir şekilde konuşmalarına tanık olunca adımlarım duraksadı. Yavaşça başımı çevirip onu görmeye çalıştım. Üzerinde tıpkı benim gibi bekçilere tanınmamak için bir pelerin ve maske vardı. Kaşlarımı çatarak ona baktım. Endişeli ve öfkeliydi. Tanrım saraydan kaçtığımı nasıl fark edebilmişti bu? Dün gece bana yaptığı iyilikten sonra odasına gitmişti. Ben ise içim içimi yediği için kendimi ormana atmıştım. Anlaşılan beni kontrol etmek için gelmişti ve beni bulamayınca soluğu kasabaya inerek almıştı. Ve yine anladığım kadarıyla burada olduğundan saray halkının haberi de yoktu. Bu kılık ve kıyafete bakılacak olursa o da tıpkı benim gibi gizlice buraya gelmişti. İnsanların dikkatini çekmemek adına adımlarımın yönünü değiştirdim ve Chris ile yanındaki askerinin yanına ilerlemeye başladım. Chris'in yanına yaklaşınca adımlarımı yavaşlattım ve sessizce konuşmaya başladım. "Buradayım." deyip hiçbir şey olmamış gibi adımlarımı durdurmadan önünden geçip saraya doğru ilerlemeye başladım. Chris'in bir süre sonra adım seslerini arkamda işitmiştim. Benden yaklaşık on adım kadar uzakta geliyordu. Duyacağımı tahmin ederek mırıldanmaya başladı. "Neredesin sen?" dedi öfkeli bir sesle. Yönümü ona dönmeden adımlarımı sarayın olduğu yokuşa doğru ilerlettim. Duymasını ümit ederek mırıldandım ben de. "Gece o hâlde sarayda kalamazdım. Dışarı çıkmam gerekiyordu." Ses gelmedi. Öfkeyle soluduğunu işittim. Buna aldırış vermeden bekçilerin yere bıraktığı boş bir sepeti elime geçirdim ve normal bir bekçi gibi içine ağaçlardan topladığım meyveleri doldurmaya başladım. Saraya ancak elimde erzaklarla girebilirdim. Bu hâlde beni eğitime almazlardı. Sığınmacı gibi görünüyordum. Keza Chris de öyle. Bekçiler tuhaf bir şekilde bana bakarak yanımdan geçiyor ve saraya doğru ilerliyorlardı. Göz teması kurmamaya özen gösterdim ve ağaçtaki armutlardan toplayıp sepetime doldurdum. Chris'in adımları yaklaşınca uzak durması için boğazımı temizledim. Kasabanın ortasında yan yana aynı kılıkta görülmemeliydik. Dikkat çekerdi. "Ben önden gidiyorum. Arkamdan geleceksin. Duydun mu beni?" "Duymamam mümkün mü Chris? Neyim ben, insan mı?" dedim alayla. Chris alayımla öfkeli bir soluk aldı ve bu kez o benim önüme geçti. O önümden adımlarken elimdeki sepeti olabildiğince elmalar, armutlarla doldurmuştum. Armutlardan bir tanesini elime alıp yemeye kalkıştığımda Chris'in askerinin arkamdan gelen sesini işittim. "Maskenizi indirmeyin Majesteleri. Hâlâ kasabadayız." Derin bir nefesle elimdeki armudu aniden arkama doğru fırlattım. Omzumun üzerinden armudu tutup tutmadığını görmeye çalıştığımda armudu başarıyla yakaladığını gördüm. Birden bu askerin bana oldukça tanıdık geldiğini fark ettim. Maskesinin ardından bana bakan ela gözlerinde bir tanıdıklık aramaya çalışıyordum. Bekçi, elindeki armudu gördükten sonra diğer elindeki hançeri elinde ustalıkla çevirerek bana teşekkür ettiğini belli etti. Gözlerim şok içinde aralandı. Bu kadarı da olamazdı. "Drach?" dedim şok içerisinde. İlk defa ona adıyla hitap ediyordum. Bu tamamen şaşkınlığımdan kaynaklanıyordu. "Emredin Majesteleri." dedi keyifle. Etrafımızdaki kasaba halkı artık tam anlamıyla bütün dikkatleri üstümüze çektiğinde aralarından iri yapılı bir tanesi yanımıza geldi. "Bu adam seni rahatsız mı ediyor kızım?" Chris önümüzden ilerlerken bir anda durup yönünü bize çevirdi. İri yapılı adamın kastettiği kişi Başbekçi’ydi. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yanlış anladınız." diye mırıldandım başımı yere eğerek. Mümkün olduğunca karşımdaki adama bakmamaya çalışıyordum. "Eşkıya mısın sen?" dedi birden Başbekçi’ye doğru ilerleyerek. Korkuyla bakışlarımı Chris'e çevirdim. Chris koşar adımlarla yanımıza geldi. "Kızı duydun. Yanlış anlıyorsun." dedi Drach oldukça sakin bir tavırla. Korkudan ellerim titremeye başlamıştı. Dikkat çekmemek için uğraşırken şu an bütün kasaba halkı bize bakıyordu. "Sabahtan beri izliyorum seni. Kızın peşini bırakmıyorsun. Kız korkudan kaçıyor senden. Aptal mıyım ben?" "Aptal olup olmadığınız konusunda henüz bir fikrim yok ama yanlış anladığınız kesin bayım. Daha fazla uzatmanın manası yok." dedi Başbekçi alayla. Adam öfkelenerek Drach'in kolunu sertçe tuttuğunda korkuyla elimdeki sepeti bırakıp adamın kolunu kavradım ve sertçe o iri koluna baskı uygulamaya başladım. Adam ile Drach'in arasına girmemle öne eğik başım havalandı ve yeşil ürkütücü gözlerimi adamın kahverengi koyu gözlerine çevirdim. Adam gözlerimi görür görmez kaşlarını çattı ve ardından kolunun üzerinde duran koluma baktı. Chris yanıma doğru bir hamlede bulununca onu elimle durdurdum. Bu adam beni yüksek ihtimalle tanımıştı ve başım belaya çoktan girmişti. En azından Chris'in tanınmaması gerekiyordu. "Yanlış anladın dedi sana. Ne diye hâlâ uzatıyorsun?" dedim ürkütücü bir sesle. Etrafımızda aniden beliren kalabalıkla artık tam anlamıyla başımız belaya girmişti. "Yapma." dedi Başbekçi arkamdan fısıltıyla. Canımı korumaya çalışıyordu. Adamın kolunu sertçe Drach'in kolundan ayırdım ve kendisine doğru ittirerek onu hafifçe savurdum. Adam gücüm karşısında şok içinde sendeledi. Benden böyle bir kuvvet beklemediği açık ve netti. Fakat şaşırdığı nokta bununla kalmıyordu. Adam gözlerini, gözlerimden bir an olsun ayırmıyordu. "Gidelim. Hemen." dedi Chris fısıltıyla. Tam o esnada bu iri adam arkasından büyük bir kılıcı hışırtıyla çıkardı. Kalabalık arasından korku dolu çığlıklar yükselirken emin olduğum tek bir şey vardı. Şu an karşımda cellatlarımdan biri duruyordu. "Rose! Geri çekil!" Chris'in bağırmasıyla tek bir adım bile atmadan cebimdeki hançere yöneldim. Başbekçi hemen kolunu önüme attı ve beni arkasına alıp kendi kılıcını çıkardı. Chris ve Drach, adamın karşısında kılıçlarıyla çıktığında adamın bir kafa hareketiyle etrafımızdaki kalabalıktan birkaç kişi daha kılıçlarını çıkarmaya başladı. İşte o an felaketi yaşıyorduk. "Korkma tamam mı?" dedi Chris bana doğru ve hemen ardından Başbekçi'ye döndü. "Ben onları oyalayacağım sen de kız kardeşimi derhâl çıkaracaksın Başbekçi. Anladın mı?" "Emredersiniz Majesteleri." Drach bana doğru yaklaştı. Hemen arkasında olan bana siper oluyor ve korumaya çalışıyordu. Oysa bilmediği bir nokta vardı. Arkamızda kalan birkaç celladım daha vardı. Endişeyle cebimdeki hançerime uzandım. Bir kılıcın karşısında küçük hançerimle arkamdaki cellatlarımı savuracağımı umut ederken Chris birden herkesi korkudan titretecek bir emir verdi. "Sıra sende Kor Alevin Bekçisi!" Şok içinde Chris'e döndüğümde önümde duran Drach kılıcını diğer eline aldı ve sağ elini havaya kaldırarak var gücüyle bağırdı. "Anka! Göster kendini!" Drach'in yüzüğünden süzülen kızıl bir ateş havalanarak gökyüzüne yükseldiğinde şok içinde kalakalmıştım. Kral görecekti. Kral kasaba halkına karşı bir efsanevi yaratık kullandığımızı görecek ve bizi mahvedecekti. Üstelik bu emri veren Chris'e de çok büyük bir ceza verecekti. Etrafımızda toplanan ve ellerinde kılıç tutan bekçiler, Drach'in bağırışıyla birlikte bizden birer adım uzaklaştılar. Güneş'in doğmasına gerek kalmadan Anka Kuşu ateş yumağından kanatlarını gürce açarak çıktı. Devasa bir vücudu ve upuzun bir kuyruğu vardı. Baştan aşağı alevlerden oluşuyordu. Kanatları arasında odun ateşinden fırlamış alevler duruyordu. Kıpkırmızıydı. Kanatlarının ve kuyruğunun aralarından sarı tüyler fışkırıyordu. Başının üzerinde o sarı tüylerden oluşan bir işleme duruyor ve bu onun bir taç taktığını tahmin ettiriyordu. Sarı tüylerinden bir taç... Daha önce onu bu kadar yakından görmemiştim. Onun bu ihtişamı karşısında ağzım açık bir şekilde kalakalmıştım. "Eğer şimdi buradan uzaklaşmazsanız size acımayacağım sevgili bekçilerim." dedi Chris var gücüyle. Artık herkes onun prens olduğunu duymuş, öğrenmişti. "Size buradan uzaklaşmanızı emrediyorum. Derhâl!" "Prensesin canını almadan olmaz!" diye yükseldi aralarından biri. Üzerime düşen ani endişeyle Drach'e doğru yaklaştım. Arkasına korkuyla sindiğimi görünce bir elini arkasına uzattı. Tutmamı istediğini düşünerek elini tuttum. Buz gibi elim onun ateş gibi yanan ellerine değince irkildim. Anka kuşu tepemizde var gücüyle haykırıyor ve etrafımızdaki katillerim bize direniyordu. "Korkmayın. Kılınıza bile zarar veremeyecekler." Drach elimi bırakmadan diğer elindeki kılıcıyla bize yaklaşan bekçileri savuruyordu. O karışıklık içerisinde parmaklarımda duran yüzüğe, Ares'e, baktım. Şu an onu ortaya çıkarırsam her şekilde kurtulurduk buradan. Fakat bundan sonrasında hiç kurtulamayacağım bir noktaya doğru sürüklenmeme sebep olurdu bu. Düşünmeye başladım. Ares yokken kendimi nasıl koruduğumu... En iyi olduğum şeyi... Üzerime düşen ani parlamayla Drach'in elindeki kılıcı sertçe ondan aldım. Drach, "Majesteleri!" diye bana gür bir şekilde seslendi. Onu dinlemedim ve ondan uzaklaşıp kalabalığın karşısına geçtim. Chris beni yakalamaya yeltense de kolunu sertçe üzerimden savurdum. Kalabalığı karşıma aldığım an pelerinimin başlığını ve maskemi çıkardım. Ardından pelerinimin ipliğini çözüp bir çırpıda yere fırlattım. Chris ve Drach endişeyle bir iki adım ardımda duruyorlardı. Anka ise üzerimde duruyordu. "Canımı almak isteyenler bir adım öne çıksın!" dedim korkusuz bir şekilde. Kalbim içeride büyük bir hızla bedenimi parçalarcasına atıyordu. Fakat aklımdan ve bileğimdeki güçten geçen tek şey onlara yıllardır duymaları gereken cevabı vermekti. "O adımı dikkatli atın bekçilerim. Zira o adım sizi bu topraklardan koparabilecek bir adım da olabilir. Eşleriniz, çocuklarınız varsa onlarla vedalaşarak atın bu adımı!" "Rose!" "Kimsiniz siz?" deyiverdim bir anda öfkeyle. Sesim olabildiğince yüksek çıkıyor bedenim ise heyecandan tir tir titriyordu. Kendimden geçmiş gibi bir anda hırsla konuşmaya başladım. "Az önce peşimden gelen bir adama eşkıya diyen sizler ne sandınız şu anki hallerinizi? Ne farkı kaldı sizin eşkıyalardan?" dedim bağırarak. Yüzümün kızardığını ve boğazımın titrediğini hissediyordum. "Elçiler ellerimizdeki toprakları almak için günden güne güçlenirken siz batıl bir inanca tutunmuş gidiyorsunuz!" dedim sertçe çekinmeden. Artık çekinmiyordum. Artık konuşmak istiyordum. "Siz benim canımın peşine düşeceğinize kendi canınızın peşine düşsenize! Elçiler topraklarımıza girip sizin canınızı aldıklarında ne yapacaksınız?" diye haykırdım bütün bir kasaba dolusu. Kalabalığın gözlerindeki ufak parlamayı görsem de bu onların kılıçlarını bırakmalarını sağlamadı. "Bir can için onca candan vazgeçiyorsunuz öyle mi?" "Majesteleri..." diye söze giren Drach'in sözünü kestim. "Anka'yı yüzüğüne koy." dedim net bir şekilde. "Halkıma kendi silahıyla saldırmak da ne demek?" dedim hemen ardından öfkeyle Chris'e dönerek. Chris korkuyla verdiği bu kararın ne kadar mantıksız olduğunu daha yeni yeni fark ediyordu. Onun bir orduyu bile yönetemeyeceği bu andan bile belliydi. "Anka'yı görmek istemiyorum dedim sana Kor Alevin Bekçisi. Yaratığını ait olduğu yere geri koy." "Anka! Ait olduğun yere dön." Anka, kanatlarıyla kendini kapattı ve bir alev topuna dönüşüp Başbekçi'nin havaya kaldırdığı elindeki yüzüğüne süzülerek yerleşti. Kalabalığa tekrardan döndüm. Gözlerindeki o öldürme hırsı durmamıştı. Aksine alevlenmiş gibiydi. "Ailesine ve yüce atamız Kral Ethan Ficnh'e başkaldırıyor." dedi aralarından tiz bir ses. Öfkeyle soluk aldığımda bu söz bütün bir kalabalığı alevlendirmişti. Herkes kılıçlarını havaya kaldırıp coşkuyla haykırmaya başladı. Chris endişeyle yanıma gelip kalabalığa seslendi. "O kılıçları derhâl indirin!" dedi var gücüyle. "Emrediyorum size. Kral Alaric Finch'in oğlu Prens Chris Finch olarak size emrediyorum!" dedi sertçe. Sonunda elindeki imkânı kullanmak aklına gelmişti. Hemen yüzüğe sarılmak bir çözüm değildi. Kalabalık bir süre sessizlikle birbirlerine baktılar. Chris'i tanıyorlardı ve onu seven bir kesim var gibi görünüyordu. "Ya emrimi dinlersiniz ya da Kral buraya gelir." dedi birden. Merakla ona döndüğümde alayla gülümsedi. "Az önce Anka Kuşu'nu mutlaka görmüştür ve neler olup bittiğini anlamak için yola çıkmıştır bile. Sizlerin böyle kızına karşı kılıç çektiğinizi görmesini istiyorsanız hiç durmayın." Chris'in tam da dediği olmuştu. Kasabanın yokuşunun üzerinden gelen güçlü at sesleriyle gözlerimi sıkıca yumdum. Asıl sorun şu an başlıyordu. Kral geliyordu. Kral yanında büyük bir at ordusuyla yokuştan aşağı inerken bizi gördü ve şaşkınlıkla kaşlarını çattı. Suçluluk duygusuyla başımı yere eğince atlardan birinin sertçe bağırmasıyla havaya kalkan kılıçlar yavaşça yere indi. Kral hışımla atından inerek yanımıza doğru geldiğinde korkmaya başlamıştım. Gözleri önce Chris'in sonra da benim üzerimde gezdi. Koyu kahve gözleri korkudan ve öfkeden yok oluyordu. "Neler oluyor burada?" diye gürledi kalabalığa doğru. İlk defa onu bu kadar öfkeli görüyordum. Haykırmasıyla birlikte ürpermiştim. Dizlerim titremeye başladığında yalnız olmadığımı fark ettim. Chris'in ve kalabalığın da tıpkı benim gibi korkuyla başını yere eğdiğini görebilmiştim. Kral kalabalığın önünde duran ve elinde kılıç tutan bir bekçinin kılıcını sertçe alarak yere fırlattı. "Ne bu haliniz?" "M-majesteleri..." diye mırıldandı önünde duran bekçilerden biri. Kral nefes nefese kalabalığın arasından geçti ve bekçilerin ellerinde tuttuğu bütün kılıçları bir bir yere fırlattı. Onu ilk defa kendini kaybederken görüyordum ve bu hali beni çok korkutmuştu. Korkuyla Chris'e doğru yaklaştım. "Chris..." dedim ağlamaklı bir sesle. Chris başını kaldırmadan derin bir nefes çekti içine. "Çok özür dilerim." "Sonra Rose." Pişmanlıkla geriye doğru çekilip Kralı izlediğimde o hala kalabalığa var gücüyle bağırıyordu. "Sizi hep el üstünde tuttum. Bu mu karşılığı? Evlatlarıma kılıç çekmek mi? Düşmanlarımız mı sandınız kendinizi? O doyumsuz Elçiler gibi mi oluyorsunuz şimdi?" "Asla Majesteleri..." "Bu rezalet ne o zaman!" Kral yüzü kıpkırmızı bir şekilde nefes nefese yanımıza geldi. Chris ile bana baktı. "Bir şey yaptılar mı?" diye sordu bastırdığı öfkesiyle. İkimiz de aynı anda başımızı olumsuz anlamda salladık. "Derhâl atlara binin ve saraya gidin." dedi sertçe. Hiçbir şey söylemeden dediğini yapıp bir ata ikimiz bindik. Başbekçi, Kral'ın yanında kaldı. Kral, ona kızmak yerine bu bekçiler için ne ceza vereceklerini konuşmaya başlamışlardı. Biz ise yanımızda küçük bir orduyla atlarımızın üzerinde sarayın yoluna koyulmuştuk. Stresten ve birazdan yaşayacağımız şeyler yüzünden ağlamak istiyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Evan, Dean ve Caleb da bize katılmış ve Kral'ı beklemeye koyulmuşlardı. Kraliçe'nin hiçbir şeyden haberi yoktu. Chris ile birlikte çocukken yaptığımız yaramazlıklardan sonra ilk defa yan yana bu odaya geliyorduk. Bu oda bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Burada aldığım cezalar, hakkımda alınan kararlar... Evlendirileceğimi öğrendiğim an... Her şey uzaklaşıyordu benden. Kendim bile... *** "Hiç mi kendinizi düşünmediniz?" diyordu Caleb bilmem kaçıncı kez. Buraya geldiğimizden beri sürekli Kral gibi bizi azarlamakla meşguldü. Sıkıntılı bir nefes bıraktığımda Caleb devam ediyordu. "Sizi anlamıyorum. Kendinizi sanki hiç tehlike yokmuşçasına daha kaç defa atacaksınız halkın kılıçlarının önüne?" dediğinde Chris'in de öfkelendiğini görebiliyordum. "Üstelik Anka'yı ortaya çıkarmak da ne demek? Kendi halkınıza savaş mı açıyorsunuz büyükannemiz Kraliçe Marry gibi?" "Kullanmayacaktım." dedi Chris saatler sonra sesini çıkararak. "Kralı çağırmak için bir hamleydi o." "Neyse ne!" dedi Caleb birden. Bu nedensiz esip gürlemesinin sebebini anlayamıyordum. Tahtın sahibi gibi konuşuyordu ve buna ilk kez şahit oluyordum. "Hiçbir mazeret kabul edilemez bunun karşısında. Resmen bütün halkının önünde bir efsanevi yüzüğün ortaya çıkmasının emrini verdin sen!" "Sen çok mu masumsun Caleb?" diye sordu bir anda Chris ince bir imayla. Bu tartışmanın uzayacağını anlayıp araya girdim. "Yapmayın." dedim zor çıkan sesimle. "Sen konuşmamalısın Rosemarry." dedi birden Caleb. Şok içinde gözlerim büyüdü. Caleb'a döndüğüm an Caleb çoktan gözlerinde beni bitirmiş gibiydi. "Senin daha gün bile doğmadan ne işin vardı kasabada? Saraydan kaçmak da neyin nesi?" Hayal kırıklığı içinde Caleb'a bakıyordum. Bana destek olmak yerine beni azarlıyordu. "Rose ile böyle konuşma." dedi Chris. "Kral onu evlendirmeye çalışıyor istemediği biriyle. Bu ona ağır gelmiş neden anlamak istemiyorsun?" "Krala başkaldırması doğru mu Chris?" Hayretim giderek artıyordu. Caleb'ın böyle bir tepki vereceği aklımın ucundan bile geçmeyecek bir ihtimalken şu an her şey gerçekti. Nasıl olur da beni korumak için bana söz veren kişi bugün sözünden dönüp bana bu sözleri zikredebilirdi? "Bu bir başkaldırma değil Caleb. Bilmeden konuşma artık!" diye bağırdı Chris. O bağırınca odada sessizlik hakimiyet sürdü. Chris içinde tuttuğu öfkeyle bir anda gürlemeye başladı. "Hem sen kimsin? Kimsin de bizi böyle azarlayabiliyorsun? Ne sanıyorsun kendini?" "Ben kralın en büyük oğluyum Chris." dedi Caleb birden. İnanamaz gözlerle ona bakıyordum. Onu daha önce bu sözleri söylerken, bu tavırları sergilerken görmemiştim. Kendi benliğini bunca yıl benden nasıl saklamış olabilirdi. Chris bu sözü duymaktan bıkmış gibi gözlerini sinirle yumduğunda bu sözü daha önceden de duyduğunu anlamıştım. "Bırak da bu sözleri kraldan duyalım sevgili ağabeyciğim." dedim araya girerek. Bu kez acımasız bir şekilde konuşan taraf ben olmalıydım. "Zira bu dikkate almamızda daha etkili olacak." Caleb tuhaf bir şekilde gülümseyerek duruşunu dikleştirdi. Onun nasıl bu kadar çabuk bu hâle bürünebildiğine anlam veremiyordum. Taht savaşına erken başladığı yetmiyormuş gibi hakimiyeti de erkenden ele geçirmişti. Onu nasıl bu denli yanlış tanıdığımı sorguluyordum kendi içimde. Bana olan bu küçümser gülümseyişini asla unutmayacaktım. Muhafızların emin adımlarının seslerini işitir işitmez kaskatı kesildim. Kral geliyordu. Bunu fark etmem üzerinden çok geçmeden kapı aralandı ve Kral yanındaki muhafızlar ile birlikte odaya doğru bir adım atıp durdu. Her birimizin üzerinde gezdi kendinden emin ve sert bakışları. Bütün evlatlarına bir bir baktı... Baktı... Öfke dolu bir soluk çekip yanımıza doğru gelmeye başladığında kalbim verdiğim nefesle birlikte çıkacak gibiydi. Kral tam karşımızda dikilip ellerini arkasında bağladı. İri bedeni ve kaskatı vücuduyla karşımızda bir heykel gibi duruyordu. Gözleri üstten bize bakıyordu. Öfkeliydi. Onun emrini hiçe sayıp evlenmekten kaçan biri durumuna düşmüştüm gözünde. Sadece yalnız kalmak istemiştim ama bu bile bir başkaldırı gibi görünüyordu onların gözlerine. "Siz ne zaman böyle oldunuz?" diye sordu Kral normal bir ses tonuyla. "Ava gittiğim ve topraklarımızı korumaya çalıştığım zamanlarda size başkaldırma gibi bir hakkınız olduğunu kim söyledi, kim öğretti?" Başımı yere eğdiğim an Kral beni görmüşçesine "Kaldır başını." dedi sertçe. Benimle böyle emrivaki konuşmasına alışık değildim. İstemsizce aptal gözlerim dolmaya başlamıştı. Vücudumun baskı altında kaldığım her anda gözyaşı salgılaması öfkemi daha da arttırıyordu. Başımı yavaşça kaldırıp Kral'ın yüzüne baktım. "Başkaldırıp saraydan kaçtığın yetmiyormuş gibi bir de suratıma utanmadan bakabiliyorsun öyle mi?" İçimden alayla gülümsedim. Prenses Dione her ne yaptıysa bana bu zamana kadar, babam da aynısını yapıyordu. Onlar kardeş olduğu gerçeğini çok çabuk unutmuştum. Çelişiyordu. Kaldır başını diyen de yüzüme bakma diyen de aynı kişiydi. Karşımda Prenses Dione'un gölgesini görüyordum sanki. O kara gölgesini... "Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Benim emirlerime itiraz edecek hakkı size kim tanıdı?" diye bağırdı Kral. Odada yankılanan sesi sersemlememe sebep oldu. Yavaşça sendelemeye başlıyordum. Oysa Kral acımasızca büründüğü o hararetli haliyle devam ediyordu. "Ben ne diyorsam onu yapmak zorundasınız. Kararlarıma itaat etmek, boyun eğmek zorundasınız." diyordu sanki onun kararını çiğnemişim gibi. Bunu açıklayamazdım. İzah edemezdim. Kendimi yalnız hissetmek için ormana gittiğimi söylemem onların gözünde yalandan başka şey olmayacaktı. Ben onların gözünde alçak bir hain durumuna düşmüştüm. Kral'ın emirlerine biat etmeyen kafasına göre davranan saygısız ve isyankâr biriydim. Bunu düzeltemezdim. "Bu gördüğünüz sarayı size ben bahşettim. Damarlarınızdaki o kutsal kanı ben bahşettim. Siz benim sayemde saygı görüyorsunuz, benim sayemde herkes size itaat ediyor. Bütün bunları size bahşetmem size tek bir sorumluluk sağlar. O da itaat. Sözümün üzerinde söz istemiyorum bundan sonra." Bütün evlatlarına tek tek baktı bunları söylerken. En çok da bana... "Eğer bu konuşmayı bir kez daha yapmak durumunda kalırsam işte o vakit size verdiğim her şeyi tek tek geri alırım. Herkes mertebesinin hakkını verecek. Herkes yerini bilecek. Bu böyleydi, böyle de devam edecek!" Bağırmaları bütün bir sarayı sarsacak kadar kuvvetliydi. Bir Kral ne kadar Kral olabiliyorsa o şu an öyleydi. Kendinin farkına varıyormuşçasına kendini çocuklarına bir kez daha kendi ağzından hatırlatma gereği duymuştu. "Anladın mı Rowan?" diye sordu Caleb'a dönerek. Caleb itaatkâr bir şekilde başını salladı. "Anladım Majesteleri." "Ya sen Chris?" diye Chris'e döndü bu sefer. Ellerimin titremesi ve başımın dönmesini görmezden gelmeye çalışıyordum. Her an yere yığılacak gibiydim. Kendimi zapt edemediğim bir noktaya sürüklenmiştim. Kontrolümden çıkıyordum. Bedenim benden bağımsız tepkiler veriyordu. "Anladım Majesteleri." diyebildi kısık bir sesle Chris. O an onu da bu bataklığa sürüklediğim için kendimden nefret ediyordum. "Dean? Evan?" "Anladım Majesteleri." "Anladım Majesteleri." "Ya sen Rosemarry?" Sustum önce. Tek kelime etmedim. Çünkü ağzımdan çıkacak her 'Haklısınız' sözü benim bu sendeleyen bedenimi yere serecekti. Bunca baskı, bunca tehdit, bunca zorlama, bunca yalan... Hepsi öyle ağır geliyordu ki artık. Sanki hiç doğmayacak bir güneş, hiç açmayacak bir çiçek, hiç gelmeyecek bahar, hiç akmayacak bir nehir gibi imkânsızlıklar imkânlarım dahilimde olmuştu. Bütün bu olumsuz düşünceler için yeni ihtimaller doğuyordu. Altımdaki toprak kayıp gidiyordu. Beni o boşluğa bir kez daha bırakıyordu. Hayatım birkaç kabul sözcüğü karşısında başkalarının dizleri önünde boyun eğiyordu. "Bir soru sordum Rosemarry." diye tekrarladığında acıyla gözlerimi yumdum. Daha fazla kaldıramıyordum. Her şey giderek daha da kötüleşiyordu. Ölüm hissi daha önce hiç bu kadar yakın olmamıştı. O cellatlarım yatağımdayken boynuma zincir geçirip beni boğmaya kalktıklarında bile ölüme bugünkü kadar yakın değildim. Başımı kaldırmaya cüret edemedim. Odaya yayılan hafif rutubet kokusu ve Kraliçe'nin dikip buraya da yerleştirdiği Gardenyaların kokularıyla bu rutubeti bastırmaya ve temiz bir nefes çekmeye çalışıyordum içime. Ellerimle av kıyafetimi sıkmaya başladım. Gözlerimi kapatarak dudaklarımı araladım. "Bana verdiğiniz bir şey yok Majesteleri." deyip yutkundum hemen. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki... Taht odasındaki boşluklara çarpıp herkesin kulağına giren o cılız sesim, cılızlığının aksine büyük bir etki yaratıyordu. Bu sessizlik içimi içten ise yese de kendimde bulduğum bir cüretle başım önüme eğik devam ettim. "Damarlarımda akan kanı siz bile göremezken bekçiler nasıl görüp itaat etsin bana? Siz bana verdiğiniz her şeyi zaten aldınız benden." Sözlerim acımasız olduğu kadar gerçekti. Haddimi aştığımın farkındaydım. Dünkü evlilik konusundan sonra böyle bir konu açılması ve şimdi her şeyden şikâyetçi şımarık bir çocuk gibi görünmek benim de canımı sıkıyordu. Fakat yapabileceğim bir şey yoktu. Kendimi bir şekilde bu bilinmezlikten kurtarmak zorundaydım. "Hâlâ bana isyan mı ediyorsun sen?" dedi Kral hayret dolu ve hüsran kokan sesiyle. Başımı biraz daha yere eğdim ve bir süre cevap vermedim. Kral bana doğru büyük bir adım atınca korkudan başımın döndüğünü hissediyordum. İstemeye istemeye dudaklarımı araladım. "Bunun adı isyan mı?" diye sordum zor çıkan sesimle. Bir fısıltı ne denli bir yıkıma sebep olabilirdi? Bunu bugün hep birlikte öğreniyorduk. Zira ağzımdan çıkan her bir fısıltı öyle büyüktü ki onlara göre. Bu sözleri halktan sıradan bir bekçi söylediği an şu an canı Kral'ın kılıçları arasındaydı. Kendi kanından birinin karşısında ise yalnızca ağırlığını koyarak yetiniyordu. "Sana daha önce kimsenin sahip olmadığı imkânlar tanıdık." dedi hayal kırıklığıyla. "Atalarından hangi prenses kılıç tutup er meydanına çıkmış. Söyle." dedi bir adım daha yanıma gelerek. Aramızdaki mesafe giderek azalıyordu ve bu bile kalbimi delicesine hızlandırmaya yetiyordu. Korkudan nefes bile alamıyordum. Başımdan aşağı tir tir titriyordum ve Kral da bunu görüyordu. Görmesine rağmen kendini durduramıyor, durduramadığı gibi üzerime gelmeye devam ediyordu. "Söyle!" diye bağırdı en sonunda taşan sabrının verdiği hiddetle. Geriye doğru sendelediğimde Chris'in yanıma doğru bir hamle yaptığını fark ettim fakat Caleb tarafından durduruldu. Chris merakla Caleb'a döndüğünde Caleb ona gözlerimi yumarak anlamadığım bir işaret yaptı. Ben ise kaybolan dengemi toparlamaya çalışmakla meşguldüm. "Kralım..." diye bir ses çıktı en sonunda Chris'ten. Bu bir yardım sesiydi. Caleb, kısık bir sesle, "Chris bırakalım. Bizlik bir şey yok." diye mırıldandı. Ona karşı olan bu minnetim her geçen zaman yok oluyordu. Beni bu kadar çabuk silip atışına şahit olduğum her an kendimi bir yokluğa alıştırmışım gibi hissediyordum. Ya da bir boşluğa... Kral bana doğru bir adım daha atıp artık aramızdaki mesafeyi kapatınca yere yığılmamak için yalvarıyordum kendime. Bu çok fazlaydı. Tam tepemde bana üstten bakıyordu. Öfkeyle soluduğunu duyuyor olmak ve bu sert tavırları kanımı soğutmaya yetmişti. "Baba!" Chris acı içinde bağırdığından gözlerimi tamamen kapattım. Korkumu dizginlemeye çalışırken Chris devam ediyordu. "Yapma, lütfen... Çok kötü günler geçiriyor. Lütfen, bağışlayın kız kardeşimi..." diyordu yalvararak. "Baba lütfen. Başına gelen onca şeyden sonra çok üzüldü. Lütfen." "Karışma Chris." diye çekiştirdiğini işittim Caleb'ın. Chris ise onun kolları arasında çırpınıyordu. Kendi kendime alayla gülümsedim. Caleb, Chris'i kralın öfkesinden koruyordu. Beni ise bu öfkenin girdabında yalnız bırakıyordu. "Yarın gelecekler." dedi Kral birden. Bunu duymamla vücudum kaskatı kesildi. Kral ise oldukça net bir sesle devam etti. "Bir kez daha isyan ederse-" "Öldürür müsünüz?" Ağzımdan çıkan bastırdığım öfke kelimeleri bir anda dökülüverdi. Başımı hafifçe kaldırarak Kral'ın tepkisi görmeye çalışsam da bunu yapamadım. Nefeslerim giderek sıklaşmaya başladı ve en sonunda ağlamaya başladım. Bu kadar baskıya daha fazla dayanamadım. Gözlerimden sicim sicim yaşlar dökülürken bana ne kadar zarar verdiklerini gösterebilmek için en sonunda başımı kaldırıp Kral'ın kahve gözlerine baktım. Yüzündeki çizgiler o kadar gerilmişti ki yok gibiydi. Yanaklarında beliren ince çıkıntıdan dişlerini sıktığı ve gözlerindeki netlikten benden çoktan nefret etmeye başladığını görebiliyordum. Gözyaşları içindeki kızarmış suratımı görmesi için başımı tamamen havaya kaldırdım. Titreyen ellerimi görebilsin diye kıyafetimi tutmayı bıraktım ve kollarımı iki yanıma sarkıttım. Kendimi gizlemekten çekinmedim onun karşısında. Kendimi en doğal haliyle gösterdim. "Rose. Yapma. Sus lütfen." dedi Chris acı içinde Caleb'ın kolları arasında. Onu dinlemeden gözlerimi Kral'ın gözlerinden ayırmadan başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Yüzümü sallarken gözlerimden düşen bir damla yaş dudaklarıma değdi ve o an sanki kapanmış olan bilincim açıldı. Bu ıslaklık, beynimde bazı şeylerin oluşmasını sağladı. Korkudan kendini siper alan aklım ve düşüncelerim bir bir geldi dudaklarımın arasına. "İdam emrimi verebilirsiniz Majesteleri. Zira halkın kanlı ellerinden olmaktansa sizin ellerinizde ölmek isterim." "Rose..." diye bir kez daha araya giren Chris'i Caleb sert bir şekilde uyardı. "Chris. Dur artık. Başımızı belaya sokacaksın." "Yarın." dedi Kral hiçbir şeyi önemsemeden. "Başka sözüm yoktur." Gözlerini benden ayırıp Chris ve Caleb'a dönerken gözyaşları içinde yaptıklarını takip ediyordum. Emindi. Kesindi. Kararını gerçekleştirecek o gücü görmüştüm gözünde ve o tınıyı işitmiştim zihnimin en karanlık noktasında. Bu kadar olamazdı. Bu kadar kolay olamazdı tüm bunlar. Benden tek bir kararla vazgeçemezlerdi. Sırf hanedan kanını yüceltmek için namı duyulan bir aileden çocuk yapmam için zorlayamazlardı. Sırf yaşamak için tek yolum buymuş gibi bana bu yolu diretemezlerdi. Bu verdikleri karar ne yaşamamı sağlayacaktı ne de hanedanımızın kanını yüceltecekti. Kendilerine kurdukları bu düzenin yalanları arasında boğulmaya mahkumlardı benim gözümde. Daha kan can verilecekti bu hanedana? Daha kaç kan akacaktı bu sarayın mermerlerinden? Daha kaç çığlık unutulmak zorunda bırakılacaktı bu kocaman duvarlardan? Onlar gibi olmak istemiyordum. Diğer prensesler gibi olmak istemiyordum. Prenses Dione gibi de olmak istemiyordum. Ben ne ölmek ne de bir başkasının kanına bağlı yaşamak istemiyordum. Kral, kıyafetini savuşturarak yanımdan ayrıldı. Ortaya çıkan esinti hafifçe yüzüme yerleşti. Bu onun bana karşı koyduğu bir tavırdı. Bunun farkındaydım. Adımları Chris'e doğru yöneldi. Benden vazgeçti ve Chris'in yanına doğru ilerlemeye başladı. Ellerimi hafifçe başıma doğru götürdüğümü hatırlıyordum. Hayatım boyunca yaşadığım bütün anlar bir bir aklımda belirlemeye başlıyordu. Ellerim alnımı ağır ağır sıvazlarken Kral'ın sözlerini düşünüyordum. Kanı ve bize emanet ettiği onca şeyi. Altında ezildiğimizden bihaber olduğu onca şeyi... Bize verdiği bütün bu şeylerin birer lütuf olduğunu söylüyordu. Birer hediye... Yerimizde olmak isteyen kişileri dile getirerek asıl yerlerimizde günden güne ölen bizi görmüyordu. Bu ağır yükü bize bir armağan olarak bırakıyordu ve bundan tek bir an olsun rahatsız olmuyordu. Neler yaşayacağımızı tahmin etmiyor ve bizi olabildiğince görmezden geliyordu. Biz ona göre bir denizin akmasına yardımcı olan o akarsu nehirlerinden ibarettik. İçimizden geçen o suyu taşıyabilmek için doğmuş, büyümüş, eğitilmiştik. Yeni akarsu nehirlerini bizim açmamız ve bu denizi olabildiğince yaymamız bizim vazifemizdi. Kral da bu vazifeyi gerçekleştirmesi gereken biriyken şimdi bir zamanlar aynı durumda olduğu bizlere nasıl böyle sözler edebilirdi anlayamıyordum. Bilgisizlik ve tek bir bakış açısıyla daha nereye kadar gideceklerdi? Bu sessizlik daha kaç cana, kana mâl olacaktı? Sesini çıkarmaya niçin kimse cüret edemiyordu? Öylece bir hiçliğin içine yuvarlanmayı nasıl kabul edebiliyorlardı? Niçin konuşmuyorlar, fikirlerini beyan etmiyorlardı? Edenler niçin susturuluyordu? Her bir fikir farklı ışıklardan ibarettir. Bir araya gelen o ışıklar çıkarır bizi karanlıktan... Niçin o ışıklar söndürülüyordu inatla. Niçin bir araya gelmeye cesaret edemiyorlardı? Birinin dur demesini mi bekliyorlardı? İçlerinden birinin dur demesi için miydi tüm bu sessizlik? Benimle aynı fikirde olanlar olabilirdi o kalabalığın içinde. Susmak istemeyenler olabilirdi. Onlara bir şekilde ulaşmalıydım. Bunun tek bir çözüm yolu vardı o da birinin sesini çıkarmasıydı. "Ya biz baba?" Sesim az önceki fısıltılardan daha gürdü. Chris'e yönü dönük olan ve bir şeyler anlatan kral durdu. Tepkisizce omzunun üzerinden bana baktığında göğsüm kabardı. "Sen olmadan bizim bir hiç olduğumuz doğru. Ya biz?" diye sordum ısrarla. "Biz olmadan sen nesin?" Sorum havada kaldı. Tek bir söz bile edemedi. "Bize bu yüce kanı vermeme gibi bir hakkın da vardı. Niçin verdin bize bu kanı? Soy için baba. Soy için..." Sesimin rengi her cümlemde değişiyordu. Bazen kendinden eminken bazen içindeki acının yoğunluğuyla kısılıyordu. Gözlerim ise ondan hiç ayrılmıyordu. Kokusuz gözlerim onun önündeki duvarlara rağmen usanmadan ona bakıyor ve bir şeyler aydınlatmaya çalışıyordu. "Farkında değilsin belki ama biz olmadan sen de bir hiçsin zira biz olmasaydık kanını taşımakla yükümlü olan insanlar olmazdı. Soyumuzu aktaramazdın biz olmasaydık. Değil mi?" Sağ elimi kaldırıp köprücük kemiğime götürdüm ve parmaklarımla yavaş yavaş köprücük kemiğime vurdum. "Ben öleceğim." dedim acı içinde kendimi göstererek. "Ama kardeşlerim yaşayacak ve bir gün içlerinden biri tahta geçecek. Geleceğin hükümdarlarına böyle davranmanı doğru bulmuyorum. Onlara iyi bakmak zorundasın. Kanını onlar aktaracak. Bize verdiğin her şeyi biz de başkalarına vereceğiz çünkü. Üzgünüm ama bunları söylemeliydim." dedim ve son kez ekledim. "Kardeşlerim için..." Kral tek kelime etmedi. Kardeşlerim ise bütün bu anlattıklarımın karşısında şok geçiriyorlardı. Şaşkınlardı, cesaretime. Ve yine şaşkınlardı, duydukları gerçeklere. Karşımda bana söyleyebileceği mantıklı birer savunma yoktu. Olamazdı. Bütün bu yaşananlar için bana sundukları o savunmanın geçerliliği yoktu gözümde. Saçma bir düzenin içindeki her savunma da saçmalığın eseri değil midir? Ağzını açıp bana ettiği her bir söz saçmalığın ta kendisiyken benden buna inanmamı bekleyemezlerdi. Sözleri mantık dışıydı. Sözler işlevsiz olduğu zaman bir insan kendi yolunu bulup yürüyemez. Dilsiz biri başkalarının sözüne uymak zorunda kalarak başkalarının seçtiği yollarda yürür. Kendi yolunu zikredemediği için tercih edemez. Yanında kimse olmadığı için yalnızken o yola adım atamaz. El mahkûm başkalarını izinden gider. Kendi yolu ise yıllarca karanlığın yuvası olur ve insanlar ondan korkarak bir daha girmeye cesaret edemez. Üstleri oraya girmediği için sürü psikolojisiyle o da o yoldan gitmez. Yıllardır atalarından kalan kuralları uygulayan ve o kurallara sadık biriydi benim babam. Bir yanlışın açtığı yolda ilerliyor ve diğer yolun farkına varamıyordu. Ben o yolu biraz olsun aydınlatmaya çalışıyordum. Fakat ne kadar çabalasam da susturulmaya devam ediyordum. Bana bakan kahve gözleri, bir insanın kayboluşu kadar korkunçtu. Evladının gözlerinde kaybolduğunu ve yanlış bir noktaya çekildiğini gösteren o kahve gözler benim sonumdu. Ben Kral'ın gözlerinde tamamen kaybolmuştum. Ben artık onun için bitmiş biriydim. Konuştuğum için, gerçekleri söylediğim için onun gözlerinde artık yerim yoktu. Anlamsızca bakan gözleri hayal kırıklığıyla sarayın zeminindeki mermerlere eğildi. Başını hafifçe eğdiği an arkasında kalan Chris'i görebilmiştim. Chris endişeyle bana bakıyordu. Korkuyordu. Baştan aşağı korktuğunu görebiliyordum bana bakarken. İkizlere döndüğüm zaman ikizler birbirlerine iyice sokulmuş korkuyla kaderimin belirleneceği o anı bekliyorlardı. Kral bana göz ucuyla sertçe baktıktan sonra birden herkesi tedirgin eden bir şey meydana geldi. Sessiz odanın içi, muhafızlar tarafından sertçe açılıp çarpılan bir kapı sesiyle doldu. Bu saygısız ve densiz girişlerine karşılık Caleb öfkeyle harekete geçtiğinde ise muhafızlardan biri can havliyle hepimizi korkutan şeyleri söyledi. "Majesteleri!" dedi nefes nefese muhafızlardan biri Kral'a dönerek. O kadar çok koşmuştu ki ya kendi nefessizliğinde ya da bu kadar terlemesi sonucu her an can verecek gibiydi. O an söyleyeceği şeye kendimi daha da hazırladım. Çok kötü bir şey söyleyecekti. "Kuzey..." diye mırıldandığında gözlerim irileşti. Kral yönünü anında muhafıza çevirdiğinde odadaki herkes bir bir şokunu atlatıp endişeyle muhafızın ağzından çıkacak kelimelere odaklanıyordu. Kuzey... Bekçiler için bir kalp niteliğinde olan Kuzey'deki kalelerimiz... Bahsi bile geçmesi kalbimi sıkıştırıyordu bir mahzene. "Kuzeyi kaybediyoruz." |
0% |