Yeni Üyelik
20.
Bölüm

BÖLÜM 18: GEÇMİŞİN SİLÜETİ

@duskusu_mona

 

 

BÖLÜM 18: GEÇMİŞİN SİLÜETİ

 

 

 

 

"Her şeyimi kaybettim. Bundan sonra kendimi kaybedeceğim."

 

 

-ANASTASİA

 

 

 

(Yazardan...)

Savrulup giden yıllar gibi savrulup gidiyordu her şey ellerinden... Birer birer... Bazen daha da fazla... Bir güç en iyi şekilde nasıl kullanılabilir? Bir güç en fazla ne kadar müddet muhafaza edilebilir? Ellerinden kayıp gittiği gün ortaya çıkan felaketi kaç ses bir olup susturabilir? Ellerinden kayan kişiye atılan onca suç ve itham kaç kişi tarafından susturulabilir?

Kaybolan şeyler geri gelir mi?

Gelirse eskisi gibi olur mu her şey?

Sabahın ilk ışıkları o gün erken sönmüştü. Hava karardığı an birer akıncı gibi karışmıştı geceye Kral Alaric Finch ve bekçi ordusu... Yanına aldığı birkaç yüzük taşıyıcısı bekçilerle birlikte içinde yanıp tutuşan ufak bir alev topuyla kuzeye doğru gidiyordu. Gece ilk defa bu kadar soğuktu belki de... Atların ayakları altında ezilen çimler ilk kez bu kadar sertti. Hava ilk kez bu kadar şiddetli bir yağmuru salmıştı yeryüzünde. Ve korku ilk kez bir hançer gibi dayanmıştı yüreklere...

Kuzey tek kaderleriydi... Kaderlerini belirleyecek tek yer... Elçileri avuçları altına aldıkları ve onlar hakkında en çok bilgiyi öğrendikleri tek yerdi. Saldırıdan sonra galibiyet aldıkları tek yerdi. Bir kalpti... Ve o kalp durduğunda bekçiler için her şey daha kötü olacaktı...

"Elimizde kaç taşıyıcı var Başbekçi?" diye sordu Kral yanında dört nala atıyla ilerleyen Başbekçi'ye dönerek. Başbekçi yağmurdan suratına yapışan saçlarını kafasını geriye atarak yüzünden çekti.

"On bir Majesteleri." dedi Başbekçi. "Yeterli olmadığı takdirde saraya birkaç bekçi gönderip birkaç taşıyıcı daha getirteceğim Majesteleri."

"On bir yetmez." dedi Kral Alaric kendinden emin bir sesle. İçi korku koksa da sesi bu korkuyu görmezden geliyor ve gür çıkıyordu. Kendinden emin ve gür. "Kaleler yıkıldıysa eğer sayıları epey fazla. On kadar daha taşıyıcı lazım bize."

"Hemen hallediyorum Majesteleri."

Drach, atını yavaşlatarak arkadaki ordunun kendisine yetişmesini bekledi. Kral ise önden hızla kalelerin olduğu yere gidiyordu. Drach, sağ elini kaldırıp işaret parmağındaki yüzüğü parmağında çevirdi ve geldikleri yolu işaret etti. Bekçiler bu hareketin ne anlama geldiğini biliyorlardı. Başbekçi var gücüyle bekçilere seslendi.

"On tane. Hızlı olacaksınız. Eğer gecikirseniz yapacağım ilk iş o parmaklarınızı kesmek olur."

"Emredersiniz Başbekçi’m!"

Ordunun küçük bir kısmı atlarının dizginlerini sertçe çektiler. Yönlerini geldikleri yere çevirerek hızla yanlarından ayrıldılar. Başbekçi atının dizginlerini sertçe tuttu ve hızla Kral'ın peşinden gitmeye başladı. Yağmur yol ilerledikçe şiddetini daha da arttırıyordu. Kafalarından aşağı birer taş düşüyordu sanki... Yağmurun bile ağırlığı artmış gibiydi bu kanlı gecede...

Başbekçi, beraber iz sürdüğü ordusuyla birlikte geceye karışırken birden çok tuhaf bir şey oldu. Önünde yol, Kral ve ordusunun durmasıyla birlikte kapanmıştı. Başbekçi yaşadığı tuhaf şaşkınlıkla birlikte atını ve ordusunu yavaşlattı. Kral atının üzerinde duruyor ve öylece önüne bakıyordu.

Başbekçi, Kral'ın yanına geldiği an önce Kral'a baktı. Sonra ise herkesin baktığı o noktaya... Gözleri irileşirken kaşları çatılıyordu...

Kaleler önlerinde duruyordu... Tek bir işgâl izi bile yoktu. Kaleler zarar görmemişti... Fakat tuhaf olan şeyler de vardı...

Kalelerin önlerinde yerde üst üste koyulmuş bir sürü madalyon duruyordu. Elçilerin madalyonları...

Madalyonlar, Elçilerin güç aldığı elementlerden meydana gelen bir şifaydı. Elçiler, güçlerini kullanırken yorgun düştüklerinde bu madalyonlar onları iyileştirirdi. Madalyonu olmayan bir Elçi, yorgun düşer ve iyileşemez, iyileşemediği gibi eski gücüne bir daha ulaşamazdı. Bir Elçi madalyonsuz olduğunda akıllara iki şey gelirdi. Ya bu Elçi, Kral'ı tarafından ceza verilmiş bir haindir ya da birileri tarafından öldürülmüş bir cesettir.

Bekçiler, Elçileri öldürdüklerinde madalyonlarını toplayıp kendi Kral'larına verirlerdi ve böylelikle karşı saftaki madalyonların sayısını azaltırlardı. Madalyon yaratmak zordur. Keza her yaratılan madalyon için birinin hayatı mahvolmaya mahkûmdur. Uğursuzluklara kapı açmak zorundadır.

Yerde onlarca madalyon duruyordu. Kalelerinde tek bir saldırı olmasa bile kalelerinin önleri madalyonlarla doluydu. Kendi sınırları içerisinde duran madalyonlar ise onlara tek bir ihtimali düşündürüyordu. Burada her ne olduysa birçok Elçi hayatını kaybetmişti. Biri tarafından bu cesetler toplanmış ve götürülmüştü. Madalyonları ise toplanıp kalelerin önüne serilmişti.

Kral çatık kaşlarla atından indiğinde Başbekçi de onunla birlikte indi. Onların ardından atlarında duran bekçiler de teker teker inmeye ve kılıçlarını kemerlerinden çıkarmaya başladılar. Kral hiç tereddüt etmeden madalyonların önüne geldi ve dizlerinin üzerine çökerek madalyonlardan birini eline aldı. Üzerinde Elçilik Krallığı'nın simgesini görür görmez kafası daha da karıştı. Madalyonlar sahte değildi. Birebir gerçekti.

"Ne olmuş burada?" diye mırıldandı bekçilerden biri. Etraflarına dikkatle bakarak bunun bir tuzak olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı.

"Biri bize yardım etmiş." dedi en sonunda Drach. Kral bunu duyunca elindeki madalyonu sıkıp etrafına baktı hızla. Drach ise kafası karışık bir şekilde devam etti. "İyi de kim yardım etmiş olabilir Majesteleri? Bu kadar Elçi'yi alt edebilecek kişi ya da kişiler kim olabilir?"

"Anastasia." dedi Kral birden.

Bekçiler bu ismi duyar duymaz korkuyla kaskatı kesildiler. Kral ise kendinden emindi. Hiçbir savaş ve direniş izi görünmüyordu toprakların üzerinde. Yağmurdan çamur olmuş toprağın üzerinde ise tek bir ayak izi vardı. Bu her kimse tek kişiydi. Onlarca madalyonun sahibi olan bu Elçi'lerin üstesinden tek başına gelmişti. Bu güce bu topraklar üzerinde yalnızca tek bir kişi sahipti.

"Anastasia..." diye mırıldandı Kral. "Geri dönmüş."

Başbekçi sertçe yutkundu. Etrafındaki bekçiler korkuyla birbirlerine yaklaştılar ve etraflarına iyice bakmaya başladılar. Bu ağaçların arasında olabilir miydi? Geri dönmüş olabilir miydi? Şu an onları izliyor olabilir miydi? Bir planın oyuncağı olabilirler miydi?

Anastasia'nın bir planı olabilirdi diye düşündü Kral. Bütün bu kale saldırısı, bu madalyonlar, bu işaret... Hepsi onun planının ve oyunun bir parçasıydı. Kendileri ise onun kuklalarıydı. Her seferinde oyunlarına geliyorlar ve onun kuklaları oluyorlardı. Kral sinirle yerinden kalktı ve etrafına baktı uzun uzun. Kalelerin içinde görevli olan Bekçilerden ses yoktu. Kral bütün bu düşüncelerini susturup bekçilerine kaleyi işaret etti.

"Bekçilerden neden ses yok? Kontrol edin."

"Emredersiniz Majesteleri."

Kalelerin içine doğru ilerleyen bekçiler büyük bir hızla kaleleri incelemeye başladılar. Kral'ın gözleri her yerdeydi. Hissediyordu. Buradaki o tuhaf hava, içine bir zehir gibi işlemişti. O buradaydı... İçinden bir ses bas bas bunu bağırıyordu. Belki daha önceden gelmişti ve şimdi harekete geçmişti. Ama emindi. Anastasia buradaydı.

Çok zaman geçmeden kalelerden bekçiler çıktılar ve Kral'a doğru koşuşturmaya başladılar. "Kaleler boş Majesteleri." dediler hep bir ağızdan.

Kral anlamsızca bekçilere bakarken at seslerinin arttığını işittiler. Başbekçi geldikleri yola doğru bakmaya başladı. Bir sürü at ordusu hırsla bu yöne doğru geliyorlardı. Başbekçi yüzüğüne sarılıp diğer eliyle kılıcını kavradı. Başbekçi, at ordusunu görür görmez afallayarak geriye doğru bir adım attı. Şu an burada neler oluyordu hiçbiri anlamıyordu.

Az önce saraydan taşıyıcı bekçi getirmeleri için gönderdiği askerleri ve kalenin içinde nöbette olmaları gereken bekçileri gördüklerinde herkes kafası karışmış bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı.

"Niye döndünüz siz?" dedi Drach en sonunda sessizliğini bozarak. Hemen ardından kale nöbetçilerine döndü. "Siz niye görev yerinizde değilsiniz?"

"Yolda karşılaştık Başbekçi’m." dedi taşıyıcı yüzük almaya giden bekçilerden biri. "Biz saraya giderken onlar saraydan dönüyordu. Anlamadık."

"Sizin sarayda ne işiniz vardı?" diye sordu Drach bu kez nöbetçilere. Nöbetçilerden biri atından inerek yanıtladı.

"Kral'ın mektubu geldi bize. Saraya dönmemiz gerektiğini ve Elçi'lerin halka saldırıda bulunduğunu, desteğe ihtiyaç olduğuna dair bir mektup. Görünce yola çıktık, saraya gittik. Fakat saraya gittiğimizde her şey olması gerektiği gibiydi. Bir saldırı yoktu. Kral ile konuşmak istediğimizi muhafızlara söylerken sizin sarayda olmadığınızı ve kalelere doğru yol aldığınızı söylediler. Biz de bunun bir tuzak olduğunu anlayıp kalelere geri dönüyorduk ki diğer bekçilerle yolda karşılaştık."

"Onları görünce biz de şaşırdık." diye devam etti diğer ordunun bekçilerinden biri. "Karşılaştığımızda ise taşıyıcı bekçilerle zaman kaybetmemek adına size yardıma geldik."

"Tamam kesin!" dedi Kral öfkeyle ve elini alnına götürüp orada bekletti. Sinirlenmiş ve gerilmişti. Başbekçi kafa karışıklılığı ile Kral'a döndü.

"Bu gerçek olabilir mi Majesteleri?" diye sordu endişeyle. "Anastas-"

"Bilmiyorum Başbekçi’m. Bilmiyorum." dedi Kral ve elindeki kılıcı yere fırlatıp etrafta dolanmaya başladı. Her şey çok karışıktı. Bu Elçilerin mi yoksa Anastasia'nın bir oyunu muydu çözemiyordu. "Hırçın Deniz..." diye mırıldandı Kral kısa bir süre sonra. Eğer buradaki madalyonların sahipleri öldürüldüyse şu an Hırçın Deniz'de olmalıydı. Keskin kayalıkları çoktan kana bulanmış olmalıydı.

Kral yakaladığı bu ihtimalle heyecanla Başbekçi'ye döndü. "Hırçın Deniz'i kontrol et Başbekçi’m. Yanına bir ordu al ve Hırçın Deniz'e gidin."

"Orduya lüzum yok Majesteleri." diye mırıldandı Başbekçi. "Bunun bir tuzak olduğu aşikâr. Yanımda taşıyıcı bekçilerle gitmem tehlikeli. Ola ki bir sorun olursa ben Anka'yı kullanarak oradan uzaklaşırım. Siz saraya dönün."

"Haklısın." dedi Kral bir şeyler çözüyormuş gibi. "Eğer bu Anastasia ise her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeliyiz. Bizi Hırçın Deniz'e çekmek istiyor olabilir." dedi ve ardından Başbekçi'ye ilerleyip omzunu sıvazladı. "Sana her şeyden çok güveniyorum Drach. Geçmişte bize yaptığın onca şeye rağmen..." diye mırıldandı Kral sessizce. Drach sertçe yutkundu. "Seni affettim. Sana güveniyorum. Güvenimi boşa çıkarmayacaksın."

"Asla." dedi Başbekçi başını dikleştirerek. "Bir yemin ettim Majesteleri." diye mırıldandı. "Üstelik bu kez..." Elindeki yüzüğü havaya kaldırıp ona iyice baktı. Ruhunu yansıtan o yüzüğe ve içindeki yaratığa baktı. "... Anka'yı kaybetmeye niyetim yok. O bir kereye mahsus bir hataydı."

"Güzel." dedi Kral gülümseyerek. "Kendine dikkat et."

Kral son kez Başbekçi'ye baktı ve omuzlarından sıkıca tutup sarstı. Gözlerindeki korkusuzluğu ve duruşuyla Kral'a kendini ispatlamayı başarmıştı. Kral ordusuna dönüp elleriyle atları işaret ettiğinde herkes atlarına doğru ilerlemeye başladı. Başbekçi atına bindiği gibi yönünü Hırçın Deniz'in olduğu yere çevirdi. Kalabalık saraya doğru yol almaya başlamışken Drach, derin bir nefes aldı ve atının dizginlerini sıkıca tutarak yol almaya başladı.

Yolların ıslaklığıyla her yanı çamura bulanmıştı. Yağmur üzerinden bir ağırlık gibi çöküyor ve karanlık hiç olmadığı kadar korkutucu yanını salıyordu. Ağaçların arasından hızla geçiyor ve üzerine çarpan dal parçaları ya ona sertçe çarpıp dengesini kaybetmesine sebep oluyor ya da kıyafetlerini, derisini parçalıyordu. Etrafında gördüğü her şeyin ardına dikkatle bakıyor ve bir tuzağa çekilmemek için direniyordu. Parmakları arasındaki Anka Kuşuna güveniyordu. Başına her ne gelirse onunla üstesinden gelebilirdi.

Ellerindeki dizginler kopacakmışçasına sıkıca tutuyordu. Atının bu kaygan çamurda hakimiyetini kaybetmemek için kendini iyice ata yerleştirdiği an kulaklarında hafif bir titreme hissetti. İşittiği bu ses irkilmesine sebep oldu. Sıkıca tuttuğu dizginleri sertçe kendine doğru asılarak atını durdurmaya çalıştı ve durduğu an kulağını açıp daha dikkatli dinlemeye başladı.

Bir kükreme...

Bir kükreme duyuyordu...

Kükremenin yanında yer alan adım sesleri...

Başbekçi atından dikkatle indi ve yavaş adımlarla sesin geldiği yöne ilerlemeye başladı. Hırçın Deniz'e gelmeye az kalmışken karşılaştığı bu tuhaf kükreme sesinin ona ait olduğunu düşünüyordu. Saf Karanlığa...

Adımları biraz daha yaklaştığında ormanın ortasında Elçilerin sınırından, Bekçilerin sınırına giren siyah pelerinli ince birini gördü. Yanındaki gördüğü şey ise şok olmasına sebep olmuştu.

Hayal görüyor olmalıydı... Yanında duran devasa siyah aslan gözleri önünde toza dönüşüp pelerinli kişinin parmağına doğru ilerlediğinde gözleri yerinden çıkacak gibiydi. Kral haklı mıydı? Anastasia gerçekten gelmiş miydi? Burada mıydı? Karşısında...

Pelerinli kişi yüzüğüne sızan karanlıktan sonra adımlarını buradan uzaklaştırmaya çalışırken Başbekçi birden saklandığı yerden çıkıp var gücüyle pelerinli kişiye bağırdı. "Anastasia!"

Pelerinlinin adımları duraksadı. Başbekçi geldiğinden beri onu arkası dönük bir şekilde görmüştü. Yüzünü görememişti. Şimdi arkasını döndüğünde ve Anastasia'nın o efsanelerde anlatılan koyu mavi gözleriyle karşılaşsa ne yapacaktı bilmiyordu.

"Sen olduğunu biliyorum. Gördüm!" diye bağırdı Başbekçi korkusuzca. "Senden korkmuyorum."

Başbekçi kılıcını hışırtıyla çıkarttığı ve birkaç adım daha ona doğru attı. "Ölümün tadına bakacağın o gün geldi."

 

 

 

(Rosemarry'den...)

 

 

(Birkaç saat önce...)

Korkudan titreyen bedenim daha büyük bir korkuyla kaskatı kesildi. Düşüncelerimi takip edemiyordum o an. Bütün bir Dünya anlamsız gelmeye başlamış ve o an neyin içinde olduğumu, neyin içinde var olmaya çalıştığımı anlamlandıramamaya başlamıştı. Kısa süreliğine bütün bir algımı kaybetmiştim.

Hiçbir şey yolunda değildi ve hiçbir şey düzelecek gibi de değildi.

Kral'ın bir hışımla 'Başbekçiyi çağırın!' haykırışlarıyla odadan çıktığını hatırlayabiliyordum. Erkek kardeşlerim ne yapacaklarını bilemez bir şekilde odada benimle birlikte kalakalmışlardı. Yaşadıkları şoku atlatamamışlardı. Yıllardır o kaleler üzerinden hakimiyetimiz vardı. Gözlerimizin önünde yok oluşu ve bu kadar hızlı bir savaş girişimini beklemiyorduk. Bu darbeye hazırlıklı bile değildik. Kral ordusuyla avdan daha yeni dönmüştü.

O an benimle ilgili olan konuyu tamamen aklımdan çıkarmıştım. Evlilik konusu anında zihnimden silindi ve tek bir şey kaldı. Saf Karanlık...

Elçilerin sayıları fazla olmalıydı. Kaleleri yerle bir etmek için güçlü ve fazla bir orduya ihtiyacı vardı. Kral oraya büyük bir orduyla gitmeliydi. Eğer yolda onlara hazırlanan tuzaklar olursa bu ordumuzun sayısı azalabilirdi ve her türlü o kaleleri kaybedebilirdik. Yüzüklerin hepsini kullanmak gerekiyordu. Fakat bu da bir tuzak olabilirdi. Yüzüklerin hepsi kuzeye giderse krallığı koruyacak kimse kalmayacaktı ve belki de krallığa saldıracaklardı. Yüzükler paylaştırılamıyordu. Paylaştırıldığı an ya krallık ya da kuzey ellerimizden kayıp gidiyordu.

Bu yüzden aklımda çok büyük bir fikir vardı. Bu fikir her ne kadar beni ele verecek düzeyde olsa da kendi krallığım için bunu yapmalıydım. İlerideki krallık sakinlerinin kaderlerini o doyumsuz Elçilere bırakamazdım.

"Bir şeyler yapmalıyız." dedi Chris en sonunda sessizliği bozarak. Hışımla Caleb'a döndü ve çaresizce gözlerine baktı. "Biz de orada olmalıyız."

"Kral'ı duymadın mı?" dedi Caleb. Sesinde tek bir kaygı bile yoktu. "Varislerin orada olmaması gerekiyor. Başımıza bir şey gelirse tah-"

"Ne tahtı Caleb!" Chris var gücüyle bağırdığında yerimde sıçradım. Onun gür sesi beni kendime getirmişti. Yaşadığım şoktan çıkmayı başarmış ve artık kafamı düşünebilecek bir hale getirmiştim. Bir şeyler yapmalıydım. Caleb ve Chris aralarında tartışırken ben plan yapıyordum.

Kral birazdan kendisine bir ordu seçip kuzeye doğru yola koyulacaktı. Yanında yüklü bir orduyla gideceğinden şüphem yoktu. Kuzeye onlardan önce varabilir miydim? Bunu başarabilir ve onlardan önce orada her ne dönüyorsa buna bir şekilde son verip saraya dönebilir miydim? Her şeyden önce orada karşılaştığım Elçiler beni ve Saf Karanlığı görürse bundan sonra ne olurdu? Belki bir hayal sanabilirlerdi. Belki peşime düşebilirlerdi. Belki beni bulurlar ve ölüme mahkûm edebilirlerdi. Belki... Belki de...

O an yaşadığım bu büyük farkındalıkla kalbimin hızlandığını hissettim. Çünkü bu daha öncesinde hep olmaktan çekindiğim ama hayran olduğum kişinin taklidini yapacağım anlamına geliyordu... Anastasia'nın...

Heyecanla taht odasının kapısına doğru ilerlediğimde Chris'in sesini işittim arkamdan.

"Rose nereye!" diye bağırdı güçlü bir sesle. Gözyaşlarımla kızaran gözlerimi ona çevirdiğimde ne kadar kötü bir halde olduğumu anlayıp gergin halini bıraktı rahatça. Sesimi olabildiğince kötü çıkarmaya çabaladım.

"İyi hissetmiyorum." dedim boğuk bir sesle. Chris bana çaresiz bir şekilde bakarken o an olabildiğince zavallı biri gibi görünmeye çalışıyordum. "Yalnız kalmak istiyorum. Kuzeyle ilgili bir haber gelirse bana sonra söyleyin. Gerçekten iyi değilim."

"Tamam Rosemarry." dedi Caleb ilgiyle. "Bugün biraz zor bir gündü senin için. Biraz dinlen."

Caleb'a ufak bir tebessüm edip odadan çıktım ve hızlı adımlarla kendi odama doğru ilerlemeye başladım. Odama doğru ilerlerken aklımdan yapacaklarımı sıralıyor ve tekrar ediyordum. Tekrar etmemin sebebi herhangi bir açık bırakmamaktı. Eğer ardımda en ufak bir açık bile bırakırsam bu benim sonum olurdu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeliydim. Ağzımdan çıkacak sözleri en anlaşılır ve en Anastasia olanlarından seçmeliydim. Kendimi, benliğimi tamamen bırakarak ona dönüşmeliydim bu gece. Bu bizim tek kurtuluşumuz olacaktı.

Odama girer girmez kapımı kapatıp havada duran demiri indirdim ve kapıyı kilitledim. Parmağımdaki yüzükle oynarken bir yandan da hızla planımı gözden geçirmeye çalışıyordum. Bir eksik, bir mantıksızlık, bir hata... Bunlara en az şekilde yer vermeliydim. Ve her şeyden önce...

Onun gibi konuşmalıydım. Hareketlerim, tavırlarım, Ares ile olan bağım... Bütün bunlara dikkat etmeliydim. Neticede ortaya büyük bir şey çıkarıyordum. Bu geceki meydana gelecek sözler bir şekilde yayılabilirdi. Bunun olmasına izin veremezdim. Peki nasıl olacaktı bu?

Parmağımdaki yüzüğü çevirirken bir anlığına beyaz noktaya tenimin değdiğini ve zihnimde tek bir sözün yer aldığını hissettim.

 

 

"Küle çevir onları!"

Anastasia'nın o sessiz ancak net sesi irkilmeme neden olmuştu. Onları öldürmeli miydim?

Aklımı yitirmişim gibi ellerimi başıma yerleştirip odanın içinde dolanmaya başladım. Öldürmek... Onları öldüremezdim. Onları öldürmem demek kendime verdiğim o sözü çiğnemek demekti. Kan dökmek istemiyordum. Birinin kanı üzerinde zaferimi kutlamak istemiyordum.

"Düşün... Düşün..."

Odanın içinde dolanmaktan ve girdiğim bu stres dolu şeyden bir hayli kendimi kaybetme evresine gelmiştim. Bu gece büyük bir kayıp yaşayacaktık. Bu aşikârdı. Ya kuzey ya da krallık gidecekti. Elçiler beklemediğimiz bir anda, savaştan hemen sonra güçlerini yitirmemişler gibi bize yeniden saldırıyorlardı. Nasıl bu denli güçlü kalmayı başarabiliyorlardı?

Dışarıdan işittiğim Başbekçi'nin güçlü sesiyle ellerimi başımdan uzaklaştırdım. Taşıyıcı bekçilerin olduğu o özel küçük kaleye ilerliyordu. Bütün taşıyıcı bekçiler yüzüklerini kazandıktan sonra orada yaşamaya ve bizim göz önümüzde olurlardı. Kırk sekiz yüzüğün otuz dokuz tanesi dağıtılmıştı. Yanlarında ne kadar yüzük götüreceklerdi acaba?

Stresten dudaklarımı ısırmaya başladığımda daha fazla zaman kaybetmenin mantıksız olduğuna kanaat getirdim. Aklımdaki planı en ince ayrıntısına kadar planlayacak vaktim yoktu. İşgâl altındaydık ve mantıklı bir plana yer veremeyecek kadar dar bir durumdaydık.

Telaşla giysilerimin olduğu küçük odaya daldım ve elime ilk geçen pelerini geçirdim. Siyah uzun pelerinimi üzerime atar atmaz kendime yüzümün bir kısmını kapatabilecek siyah, bez bir maske aldım. Masamda duran hançerlerin hepsini pelerinim ve savaşçı kıyafetimin ceplerine doldurdum. Masada duran kemerimi de aldım ve hiç bekletmeden iki yanıma sağıma ve soluma iki tane kılıç yerleştirdim. En sonunda ok kutumu ve yayımı da aldım ve odamın kapısına doğru ilerledim. Odamın kapısında duraksayıp koridoru dinlemeye başladım.

Çok ileride başlayan hızlı adım seslerinden Kral'ın ordusunun hazırlıklarına başlandığını işittim. İyi bir zamanlamaydı. Herkes hazırlıklarla meşguldü.

Hızla balkonuma adımlamaya başladım ve balkonumun karanlık kısmına sessizce ilerledim. Hemen aşağıda atların üzerine kılıçlar, eğerler, kalın dizginler hazırlanmaya başlanmıştı. Balkonumun en ucuna gidip aşağıya baktım. Aşağıya atlarsam çok fazla zarar görmeyebilirdim. Fakat işimi şansa bırakmamalıydım.

Balkonumun hemen ilerisinde kalan ağaca çevirdim bakışlarımı. Gözüme bir dal kestirmeye çalıştım. Bütün dallar inceydi ve atladığım an kırılabilirdi. Öfkeyle soluğumu bıraktığımda tek çarenin aşağı atlamak olduğuna karar verdim.

Bekçilik özelliklerimi en iyi şekilde kullanarak kulaklarımı ve gözlerimi dört açtım. Ortamın en müsait olduğu zaman ise tereddüt dahi etmeden balkonun korkuluklarından kendimi yere attım. Saniyeler içerisinde yerle buluştuğumda ayağımı çok hafif incitmiştim. Diğer bekçilere nazaran güçlerim keskin olsa da bu aldığım küçük hasar beni şaşırtmamıştı. Neticede bu uzaklıktan normal bir bekçi atlasaydı çok rahat bir şekilde bacaklarını kaybedebilirdi.

Hızla sarayın olduğu duvarlardan uzaklaştım ve bahçenin duvarlarına ilerlemeye başladım. Koşarak bahçe duvarlarına geldiğimde önceden açtığım küçük yoluma girmek için yerde duran büyük taşı itmeye başladım. Yıllardır burayı tek biri bile fark etmemişti. Yıllardır bu saraydan kaçabilecek tek yolumdu bu.

Taşı ittikten sonra açtığım o küçük tünele girdim ve taşı yeniden bu deliği kapatmak adına üzerime çekmeye çalıştım. Gözlerime toprak parçaları girince sızlanmaya başladım. Taşı tamamen üzerime çektiğimde her yer kararmıştı. Gözlerimi en keskin şekilde açarak tünelde ilerlemeye başladım. Tünelin ucuna geldiğim an bahçe duvarının arkasında kalan çukurun üzerindeki diğer büyük taşı da ittim ve gecenin o loş aydınlığına kavuştuğumda rahat bir nefes aldım. Çukurun kenarlarına ellerimi yerleştirip oradan destek alarak yukarı sıçradım. Tam anlamıyla dışarı çıktıktan sonra çukurumun fark edilmemesi için büyük taşı çukurun üzerine ittim ve kapattım.

Saraydan çıkar çıkmaz Kuzey'e doğru ilerlemeye başladım. Güney tarafta kasaba ve orman duruyordu. Ters yöne doğru saraydan iyice uzaklaştıktan sonra var gücümle koşmaya başladım.

Saraydan artık görünmeyecek bir şekilde uzaklaştıktan sonra adımlarımı yavaşlattım. Nefes nefese kendime gelmeye çalıştım. Bekçilik gücümle oraya yetişemezdim. Koşarken yolda nefessizlikten ölebilirdim. Ya da Kral ve ordusu atlarıyla birlikte benden önce oraya varabilirlerdi.

Etrafıma bakındım hızla. Bir at görebilmeyi umdum. Fakat etrafta tek bir canlı bile yoktu. Hiçbir şey göremeyince koşmaya başladım tekrardan. Kalelere daha önce hiç gitmemiştim. Fakat nerede olduklarını Kral'ın odasındaki Ardena'nın haritasından biraz da olsa biliyordum. Tek bir sorun vardı. O da hızdı...

Bir elimi dizlerime diğer elimi de bir ağaca yerleştirerek iki büklüm dinlenmeye çalıştım. Bu böyle olmayacaktı. Koşarak oraya yetişemezdim. Üstelik hiç durmadan da koşamazdım. Nefesim yetmezdi. Böyle aralıklar verdiğimde ise yaptığım tek şey zaman kaybıydı.

Karnımın ağrısıyla ellerimi karnıma yerleştirdim ve hızlı adımlarla ilerlemeye çalıştım. Fakat her adımımda karnımın sol tarafı ağrıyordu. Acıyla inleyerek kendimi yere bıraktım. Dizlerimin üzerine çöküp kendimi hızla dinlendirmeye çalıştım. "Aptal beden..." diye mırıldanıyordum. Bir yandan da etrafımdaki ağaçların arasından bir at çıkmasını umuyordum.

Nefessizlikle yere eğildiğimde ay ışığı, parmağımdaki yüzüğün üzerine çarptı. Kaşlarımı çatarak elimi havaya kaldırdım ve yüzüğe baktım. Aklıma gelen şey ne kadar olasıydı? Bu gerçekten olabilir miydi? Daha önce bunu kimse denememişti. Ya tehlikeliyse?

"Ares! Göster kendini!" dedim birden kendimi kaybetmiş bir şekilde. Ares yüzükten süzülen karanlık parçalarla birlikte karşımda belirince heyecandan kalbim hızlanmaya başlamıştı. Bu delilikti! Bu yaptığım şey tam anlamıyla delilikti. "Eğil." diye emrettim koyu mavi gözlerine. Başını yana yatırıp bana anlamamış gibi yaptığında dudağımın ucunda kalan son nefesimle tekrardan emrettim. "Eğil!"

Ares anlam veremeyerek emrime itaat etti ve dizlerinin üzerine çökerek eğildi. Hiç beklemeden nefes nefese yanına ilerledim. Belinin olduğu kısma gelerek onu derisinden tuttum ve tepesine tırmanmaya başladım. Tanrım! Bu yaptığım şeyi Anastasia görse ne derdi?

Ares garip bir şekilde başını çevirerek bana bakmaya çalışıyordu fakat ben çoktan aklımı kaybetmiştim. Onun üzerine çıktıktan sonra kafasına doğru kendimi ittirerek yaklaştım ve sert yelelerini ellerimin arasına bir dizginmişçesine aldım. Bu halimi kim görse bana gülerdi. Buna emindim.

Bir efsanevi yaratığın üzerine biniyordum!

Ares tuhaf mırıltılar çıkararak bana bakmaya çalışsa da yelelerini sertçe kendime doğru asıldım. Ve ağzımdan tek bir söz çıktı. "Kuzeye!"

Ares eğildiği yerden yavaşça kalktığında kaybettiğim dengemle bir an yere kayıp düşecektim. Bedeni o kadar büyüktü ki her hareketinde yere yuvarlanmak olasıydı. Ares tam anlamıyla ayağa kalktığında ne kadar yüksekte olduğumu gördüm ve şaşırdım. Onun bakış açısına sahip olduğum bu kısa süre zarfında görüş alanımın daha da açıldığını gördüm. Bu iyi bir haberdi.

Ares yönünü kuzeye doğru dönerken üzerinden savrulmamak için kalın yelelerinin arasına sindim. Vücudumu onun üzerine hafifçe yatırdım ve düşmemek için onun yelelerini sıkıca tuttum. Ares, beni düşürmemek için koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Bu hızla oraya ulaşabilmek mümkün değildi. Düşmeyi göze alarak yelelerinin arasından ona seslendim. "Daha hızlı!"

Ares emrimi aldığında tereddütle bana dönecek gibi olsa da sertçe yelesini kendime çekip bana bakmasını engelledim. En sonunda Ares daha fazla dayanamadı ve hızla koşmaya başladı. Öyle bir hızla koşuyordu ki üzerinden her an savrulacak bir parşömen parçasından ibarettim sanki o an. Yeleleri savrulmamı engellese de görüş alanımı fazlasıyla kapatıyordu. Bütün bir vücudumu bir battaniye gibi kaplamıştı yeleleri.

Ares rüzgâra meydan okuyordu. Sanki hava o koştuğunda ikiye yarılıyordu ve ona izin veriyordu. Gece üzerine çökmek yerine yolu onun için aydınlatıyor gibiydi. O an bunun ne kadar zevkli bir şey olduğunu fark ettim. Onun üzerinde rüzgâra meydan okumak keyifliydi.

Savrulmaktan korkan bedenimi yavaşça havaya kaldırıp Ares'in kafasının üzerinden yola bakmaya çalıştım. Her şey o kadar hızlı bir şekilde kayboluyordu ki gözlerimin önünde. Var ile yok gibiydi her şey... Gördüğüm an hepsi düz birer çizgiye dönüşüyorlar ve ardımda kalıyordu. Yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi.

Başımdaki pelerin kafamdan çıkmaya başladığında düzeltmek yerine keyifle kendimi rüzgâra teslim ettim. Yüzüme ve bedenime çarpan rüzgârın verdiği o temiz hisle birlikte mest olmuştum. Ares var gücüyle yorulmaksızın koşarken ben onun üzerinde zevkle kendimi, zihnimi temizliyordum sanki. Buna ihtiyacım varmışçasına...

O anki delilik hissiyle Ares'in yelelerini tutan ellerimden birini bıraktım ve büyük bir keyifle havaya kaldırdım. Rüzgâr elimin arasından geçip gidiyordu. Zevkle gülmeye başladım.

Arkaya savrulan ve rüzgârı delen elimi bir süre yukarıda beklettikten sonra elimi indirip pelerinimin başlığına götürdüm. Sarı saçlarımı pelerinimin başlığı ile örttükten sonra eski yerimi alarak yelelerin arasına sığındım.

Ares, hızla ilerlerken artık yaklaştığımızı hissediyordum. Kulaklarımı açma gereği hissettiğimde işittiğim ilk şey güçlü ve fazla adımların kalelere doğru ilerlediğiydi. Heyecanla seslerin geldiği noktaya yoğunlaştığımda hemen solumuzdaki yoldan geldiklerini işittim. Öfkeyle dişlerimi sıktım ve kendimden emin bir şekilde Ares'in yelelerini tutan ellerimi sağıma doğru çektim. Ares vermek istediğim emri algılayıp kafasını sola doğru çevirdi ve oraya ilerlemeye başladı. Hemen bir elimle kutumdaki oklardan birine uzandım ve bir ok aldım. Ardından omzuma astığım yayımı da aldım ve orduyu görmeyi hedefledim. Önlerine çıkabilirdik ya da onlar biraz daha solumuzdan gelebilirlerdi.

O an çok büyük bir şey meydana geldi. Tam da düşündüğüm büyüklükte olmasının sebebi Elçilerin atlarının duraksamalarıydı.

Tam solumuzdan geliyorlardı. Tereddüt bile etmeden Ares'in yelelerini sertçe kendime çektim ve onu durdurdum. Ares, yönünü orduya doğru döndüğü an kalbimin durduğu andı. Karşımda duran Elçi ordusu gözümü korkutmuştu. Fakat korkan tek kişi ben değildim. Elçiler gördükleri şey karşısında şok içinde atlarını durdurup bana ve Ares'e bakmaya başladılar.

O an tarihi bir an yaşıyor gibiydik. Elçiler... Büyük düşmanlarımız... Tam karşımda duruyorlardı. Belki aralarında Kral da vardı. Göremiyordum. Çünkü çok fazlalardı.

Onlar ise karşılarında gördükleri şeyin doğru olup olmadığını sorguluyorlardı.

Bazıları atlarının yönünü değiştirmeye kalkıştığında Ares var gücüyle kükredi. Ve işte o an... O an Elçilerin tam anlamıyla akıllarını yitirdikleri andı.

Bazıları kendilerini kaybederek atlarından yere düşüp bayıldılar. Bazılar atlarından inerek titreyen ellerine kılıç aldılar. Bir kısmı ise şoklarını atlatamadan atlarının üzerinde Ares'e bakmaya devam ettiler.

Gece, her iki taraf için de düşmüştü. Karanlık, her iki tarafın da içindeydi.

Kalbimin hızlılığına aldırış etmeden derin bir nefes aldım ve Ares'in üzerinden sertçe yere atladım. Bir elimle yerden destek alırken başımı hafifçe kaldırıp onlara baktığımda tir tir titrediklerini görüyordum. Dilleri bile çözülmemişti. Eğildiğim yerden yavaşça doğrulurken birkaç adım gerilediler. Fakat bu Ares'i kızdırdı ve daha gür bir şekilde kükremeye başladı. Elçilerin ellerindeki kılıçlar birer birer yere düştü. Heyecandan düzensizleşen nefesimi düzelttim ve Anastasia gibi gözükmeye çalışarak dik bir şekilde onlara doğru baktım. Ellerimde duran ok ve yayı gerdiğim an Elçiler birer birer dizlerinin üzerine çökmeye başladılar.

"Yüce Tanrım..." diyordu bir tanesi büyük bir hayretle. "Bu gerçek olabilir mi?"

"A-anastasia?"

Yutkundum. Bir asra yakın zamandır ismi bile tüylerini ürpertirken şimdi karşılarında olduğunu bilmeleri onları korkutmuştu. Akıllarını yitirenler vardı, inanamayanlar, inanıp kendini korumak isteyenler fakat koruyamayanlar...

Gerdiğim okumu önümde diz çökmeleriyle yavaşça indirdim ve onlara baktım. Gözlerim pelerinimin altında kaldığı için göremiyorlardı. Fakat duruşum bile onları korkudan titretmeye yetmişti.

Karşımda duran orduya doğru bir adım attığım an Elçilerin sertçe yutkunduğunu ve geri çekilmeye yeltendiklerini işittim. Bu gücün sahibi olmanın verdiği hisle bürünmüştü her yanım. Bu nasıl bir kudretti böyle? Tek bir adımım herkesi böylesine dize getirebiliyordu. Tek bir hareketim önümde yüzlerce Elçinin diz çökmesine sebep oluyordu. Bu nasıl bir güçtü böyle? Bu nasıl bir histi?

Düşmanlarımın önümde diz çöktüğü hissi bana cesaret verse de onların bana değil, Anastasia'ya diz çöktüklerini biliyordum. Fakat bu bile... Bu bile içimdeki o küçük hissi uyandırıyordu. O minik cesaret ateşini alevlendiriyordu.

Yönümü Ares'e çevirdim. Bambaşka bakıyordu. Koyu mavi gözleri her ne kadar deniz kadar mavi olsa da o an kıpkırmızı gibiydi. Bakışları... Bana olan o naif ve yumuşak bakışları Elçilerin karşısında o kadar sertti ki... Bir kaya parçası gibi sertti. Acımasız ve korkusuzdu. Benim yanımda zayıf ve duygusal halinden sonra onu böylesine görmek beni heyecanlandırmıştı. Onunla ilk karşılaştığımız zaman aklıma gelmişti ve bu küçük bir tebessümün nedeni oluvermişti.

Onun o duygusal tarafını gördükten sonra başkalarının karşısında zayıf durmaması için kendimden ödün vermemiştim. Oysa o bu gücü nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Dengeyi çok iyi koruyordu ve elindeki gücü en iyi şekilde kullanıyordu. Ona hayrandım. Ona, gücüne, iradesine, dengesine... Her yönüyle en iyisiydi o... Her şekilde...

Yönümü Elçilere çevirdim. Gözleri üzerimde bile dolaşamayacak kadar korkaktı. Önümde bir köle gibi diz çökmüş, başlarını eğmişlerdi. Sessizce boğazımı temizlemeye çalıştım. Birazdan burası Kral ve ordusuyla dolacaktı. Bu işi bir an önce bitirmeli ve gitmeliydim.

"Gerçek mi o?" diye bir mırıltı çıktı aralarından. Hiçbir tepki vermeden yalnızca onları seyrediyordum ve bu bile onlar için fazlaydı.

Yıllardır ortada görünmeyen biri vardı karşılarında. Efsaneleriyle büyümüşler, onun gücünün hayranlığına kapılmışlar ve yine günün sonunda onun gibi her iki krallığa da hükmedebilecek bir gücü kazanmak için hayaller kurmuşlardı. Krallığıma açtıkları ve bitmek bilmeyen savaşlarının sebebi de buydu. Her ne kadar bize itiraf edemeseler de kaybettiğimiz toprakları alacağız bahanesinin ardına gizlenerek Anastasia olmak isteyen o krallık, şimdi karşımda dizleri üzerine çökmüştü. Korkuyorlardı, titriyorlardı, gözleri gözlerime bile değemeyecek kadardı korkuları... Önüme serilen ve yerle buluşan dizlerinin üzerinde öylece Ares ve bana bakıyorlardı. Tek bir kelimem bile onları korkudan öldürmeye yetebilirdi.

"Sınırı geçtiniz." dediğimde sesimi duyan Elçilerden bazılarının kalplerini tuttuklarını gördüm. Bir kısmı hâlâ şokunu atlatamamışken bazıları şoklarını geride bırakmış ve kaçmak için fırsat kollamaya başlamışlardı. Hakimiyet ellerimdeyken devam ettim. "Kaçan olursa acımam. Alırım canını."

Birkaç adım yaklaştım. Tam önlerinde durduğumda düşmanlarımın karşımda dizleri üzerinde korkudan yüzüme bile bakamamalarına daha yakından şahit oldum. İçimde sürekli dönüp dolaşan yanlış bir şey yapma korkusu dolanıyordu. Onların karşısında bir anlık heyecanla Anastasia olmadığımı ortaya çıkarmaktan korkuyordum. Konuşmak bile o kadar zor geliyordu ki o an... Fakat bir şekilde ağzımı açıp onları buradan uzaklaştırmak adına konuşmaya başlamalıydım. Kral ve ordusu yaklaşıyordu. Kaybedecek zamanımız yoktu. Omzumun üzerinden hafifçe Ares'e doğru baktım. Ares bir emir bekliyordu. Ardından önüme döndüm ve net bir şekilde önümde dizleri üzerinde olan Elçilere seslendim.

"Uzaklaşın buradan Sevgili Elçilerim..." diye mırıldandım. Elçiler şaşkın bir şekilde bana bakmaya başladıklarına açıklama gereği duydum. "Bekçiler birazdan buraya gelmiş olacaklar."

"Bizi neden uzaklaştırıyorsunuz Majesteleri?" Aralarından çıkan cılız sese kulak verdim. Kalabalığın arasından başı eğik olan Elçilerin arasında onu görmekle meşguldüm. Gece giderek ıssızlaşıyordu. Yağmur yağmaya başlamak üzereydi. Bulutlar çoktan gökyüzünün tamamını kaplamış ve o ürkütücü sesiyle içleri titretmeye başlamıştı. Toprak kokusu şimdiden her yanımızı çevirmişti. "Onların safına mı geçtiniz yoksa?"

Sorusuyla duraksadım. Fazla mı kendi safımı tutmuştum? Bir açık vermemek için uğraşırken en büyük açığı onlara vermiş olamazdım değil mi?

"Ne cüret!" diye sesini yükseltti hemen önünde duran siyah saçlı kaslı Elçi. Öfkeyle arkasına döndü. "Karşında Majesteleri Anastasia var!"

"Sorun yok sevgili elçim..." dedim soğukkanlılıkla. Öfkeli Elçi mahcup bir şekilde önüne döndüğünde olabildiğince kuracağım cümlelerin kelimelerini seçmeye özen gösteriyordum. Herhangi bir kelime bile hayatımı bitirebilirdi. Bütün bu ordu bir kelimemle üzerime saldırabilirdi. Derin bir nefes aldıktan sonra söze girdim. "Bildiğiniz üzere kanım Bekçilerin de Elçilerin de ortak aktığı bir nehir niteliğinde. Amacım sizleri uzaklaştırmak değil, kurtarmak. Zira oldukça kalabalık bir orduyla geliyorlar. Acımayacaklar."

"Biz onların üstesinden geliriz Majesteleri." dedi kumral Elçi. Sesindeki deli doluluk onun ne kadar cesur bir savaşçı olduğunu işaret ediyordu. "Bize güvenin." Son sözüyle birlikte onlar görmese de tek kaşımı alayla havalandırdım. Elçiler ve onlara güvenmek... O an kendimi tutamadan Anastasia olarak değil Rosemarry olarak konuşmaya başladım.

"Sınırı geçmemek adına yemin eden bir krallığa nasıl güven duyabilirim Sevgili Elçim?" dedim alınganlıkla. Sanki o an tamamen kendim onlarla konuşuyormuş gibiydim. Öfkemi dizginlemeye çalıştım. Sakin ol Rose... Elçileri bir an önce uzaklaştır ve gerisini boş ver... "Buradan derhâl gideceksiniz. En ufak bir taşın yerini bile değiştirmeden gideceksiniz. Canınızı yakmak istemiyorum. Artık kan dökmek istemiyorum. Beni zorlamayın." dedim kendimi kontrol ederek. Kendimi kaybetmemek için elimi yumruk yaptım. Anastasia'nın hafif mırıltıları zihnimde yer edince titrediğimi hissediyordum. Ona dönüşmemek için mücadele verdiğim bütün günlerden sonra bugün o'ydum...

"Ama onlar bizim topraklarımızda. Burası bizim topraklarımız." dediler hâlâ itiraz ederek. Göğsümü şişirdim.

"Burası Bekçilerin toprakları." dedim ısrarla. "Ne onlar sizin sınırınıza ne de siz onların sınırlarına giremezsiniz. Ola ki bu durum tersi şekilde işledi, ben yine aynı şeyi yaparım. Burada bir adaletsizlik göremiyorum."

"Topraklarımızı çaldılar." Sabır dolu bir nefes çektim. Onları bu bildikleri şeyden uzaklaştırmak mümkün değildi. Söyledikleri şeyleri hep bir ağızdan tekrarlamaktan başka şey yapmıyorlardı. Onları ikna etmeyi bir yana bırakmıştım. Onlara bazı şeyleri göstermek istiyordum. Toprakları sandıkları yeri artık daha fazla işgal etmemeleri gerektiğini, bunu yaparak sadece kendilerini yorduklarını ve kendi halkını öldürdüklerini anlatmaya çalışıyordum.

"On krallık yıktınız." dedim yine aynı sabırla. Olabildiğince sakin ve kontrollü yaklaşmaya çalışıyordum. "Yıkılan krallıkların topraklarında yaşam sürüyorsunuz. Daha ne istiyorsunuz?"

"Maje-" diye bir itiraz daha gelecekken bu kez Elçinin sesini sertçe kestim.

"Tekrar etmek istemiyorum Sevgili Elçilerim!" dedim daha fazla dayanamayarak. Kulağıma gelen hayvanların ayak sesleri beni giderek ürkütüyordu. Birazdan burada olacaklardı ve bu manzarayla karşılaştıklarında her şey mahvolacaktı. Ormandaki hayvanların adım sesleri ince ince ulaşıyordu kulaklarıma ve her duyduğumda geriliyordum. Sanki onlar geliyormuş gibi bir his veriyordu ormandan gelen her ses. Daha fazla zaman kaybetmeye niyetim yoktu. Az önceki sakin ve ılımlı tavrımı bir kenarı bıraktım ve sertçe konuşmaya devam ettim. "Can yakmak istemediğimi belirtmiştim. Güneş'in battığı yer sizin, doğduğu yer Bekçilerin topraklarıdır. Başka da sözüm yoktur." dedim öfkeyle. Sesimin yüksekliği karşısında başlarını daha da yere eğdiler. Karşımda aciz bir şekilde duruyorlardı. Öfkemle karşılaşmayı beklememiş olabilirlerdi. Ya da bu tanıdığım toleransın dozunu aşmış olduklarının farkına da varmış olabilirlerdi. Ne oldu bilmiyordum fakat bu sözlerimden sonra tek biri bile ağzını açıp itiraz etmeye kalkmadı. Teyit etmek amacıyla az önceki yüksek sesimi biraz azaltarak ekledim. "Anladınız mı?"

"Yüce Anastasia'm..." dedi en öndeki Elçi. Merakla yönümü ona döndüğümde başını hafifçe kaldırıp göz ucuyla bana baktığını gördüm. "Bugün değilse de bir gün bu topraklar bizim olacak."

"Bugün olmasın o zaman." dedim. Çenem gerilmişti ve bu gerginlik çoktan başımı ağrıtmıştı. Bir yandan etrafı dinliyor diğer yandan Elçileri ikna etmeye çalışıyordum. İçinde bulunduğum stres bacaklarımdaki titremeyle beni yere sığmaya niyetliydi. Fakat direniyordum. Arkamda Saf Karanlık duruyordu. Ondan güç almaya çalışıyor ve ayakta kalmaya direniyordum. "Ola ki o bahsettiğin gün gelirse bugünkü kadar merhametli olmam. Bilmiş olun." dedim. Gök gürledi bir kez daha. Onlara tanıdığım onca fırsatı umursamadan keskin bir şekilde söze girdim. "Madalyonlarınızı yere bırakın."

"Nasıl?" diye başları hafifçe havalanırken havanın tekrardan gürlemesiyle daha yüksek bir sesle tekrar ettim. Planımı gerçekleştirmek için geç kalıyorduk. Zaman kaybediyorduk.

"Madalyonlarınız... Çıkarıp yere bırakın."

"Fakat..." diye itiraz eden biri daha çıkınca onlara doğru öfkeli büyük bir adım attım ve işaret parmağımı onlara kaldırıp ikaz ederek net bir sesle konuşmaya başladım.

"Bekçiler birazdan buraya gelecekler. Buradan kaçmanız mümkün değil çünkü çoktan yolu yarıladılar. Sizi onlara ölü göstererek kafalarını karıştırmalı ve sınırdan çıkmanız için zaman kazanmamız lazım. Cesetlerinizi göremeseler de madalyonlarınızı görecekler ve Hırçın Deniz'e gitmeye başlayacaklar. Biz de tam tersi sınıra doğru ilerleyeceğiz. Böylelikle her iki taraf da kan dökmeden bu olay burada bitecek." diye planımı anlattım tek tek. Başları artık tam anlamıyla havalandı ve bana bakmaya çalıştılar. Onları kurtarmak için hazırladığım bu plan ilgilerini çekmişe benziyordu. Onlara karşı bir güven kazandığımı çoktan hissediyordum. Neticede onların canını kurtarmam için bir plandı bu.

"Madalyonlarımızı sonra geri verecek misiniz?" diye sordu bir Elçi. Net bir şekilde cevapladım.

"Hayır. Bu sizin cezanız Sevgili Elçilerim. Sınıra girmenizin cezası. Bundan sonraki hayatınızda madalyonsuz yaşayacaksınız. İtiraz eden varsa bir adım öne çıksın. Canınızı ancak bu şartla bağışlarım." dedim ve son kez ekledim. "Ya şu an o madalyonlarınızı çıkarırsınız ya da ben hepinizin madalyonlarınızı cesetlerinizin üzerinden toplarım. Karar sizindir Sevgili Elçilerim."

Korkuyla yutkundular. Bu dediğimi yapabilecek miydim bilmiyordum. Onları öldürmek istemiyordum. Kendime bir söz vermiştim. Artık daha fazla can almak ve bir katil olarak yaşamak istemiyordum. Geçmişte krallığın öne sürdüğü o katı kurallar yüzünden çok fazla Elçinin canını almıştım. Artık istemiyordum. Ne onları ailelerinden koparmak ne de sevdiklerini öldürmek istemiyordum. Çocuklarını yetim, eşlerini yalnız bırakmak istemiyordum. Karşımdaki elçi ordusu bir sürü elçinin hayatını karartabilecek kadar fazlaydı. Her birinin bir ailesi, sevdikleri, dostları, çocukları vardı. Hesaplayınca sadece onların değil, bütün elçilerin canını yakıyordum. Bunu sürdürmek yerine durdurmayı seçmiştim. Kendimi bir şekilde durduruyor ve bu savaşı en az kayıpla bitirmeye çalışıyordum.

Elçiler bir süre ses çıkarmadan önlerine baktılar. Kafalarında bir şey tarttıkları açıktı. Bana güvenen bir kısım olsa da güvenmeyen bir kısım da vardı. Tek korkum ise bana, Anastasia olduğumu kanıtlamamı istemeleriydi. Bu istekleri halihazırda içinde bulundukları korkudan dolayı akıllarına gelmez diye ummuştum. Fakat mutlaka aralarından biri akıllı çıkacak ve sağlıklı düşünüp bir kanıt isteyecekti. Zira herhangi bir bekçinin de Saf Karanlığı bulması ve bir pelerin ile maskenin ardına gizlenerek onların karşılarına çıkması olasıydı. Tek isteğim bu olasılığın akıllarına gelmemesi ve korku dolu saf halleriyle bana inanmalarıydı. Ne söylersem söyleyeyim bana inanmalarıydı.

Aralarından biri başını kaldırıp tam anlamıyla korkusuzca yüzüme baktı. O an kalbimin hızlandığını hissediyordum. Aklımdaki o istemediğim olasılık gerçekleşmiş olamazdı değil mi? Eğer gerçekleştiyse yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Büyük bir oyun oynamıştım ve bu oyunu kaybetmek istemiyordum. Bu oyunu ve içine aldığım kişileri birer kukla yapmıştım. Tıpkı Anastasia hakkında söylenenleri bir bir yapmıştım. Fakat zorundaydım. Kalelerimizi kaybedemezdik. Elçileri de öldüremezdim. Tek ortak payda buydu ve bunun olması için de onların bana koşulsuz şartsız inanmalarıydı. Aralarından biri bu önemli noktayı akıl ettiği an ne sözümün ne varlığımın ne de Saf Karanlığın bir anlamı kalıyordu. Tek umudum korkularının kör ettiği göz ve akıllarıyla peşime düşmeleriydi.

Doğrudan bana bakan Elçi dudaklarını araladığı an nefesimi tuttum. O an elleri havalandığını fark ettim ve istemsizce benim de ellerim cebimdeki kılıcıma doğru gitti. Oysa elçi ellerini boynundaki madalyonuna götürüyordu. Şaşkınlıkla ve nefesimi tutmuş bir şekilde onu izlerken o boynundaki madalyonunu yavaşça boynunda çıkardı. Gözlerim onun üzerinden ve tepkilerinden bir an olsun ayrılmadı. Aksi bir hareketini kolluyor ve bunun için hazırda bekliyordum. Ama Elçiler beni şaşırtıyordu.

Elçinin boynundaki madalyonu sesli bir şekilde çıkarmasıyla sırayla her bir Elçi yavaşça madalyonlarını çıkarıp önlerine yerleştirdiler. Hayret dolu gözlerle onları seyrediyordum. İnanıyorlardı. Benim Anastasia olduğuma tam anlamıyla inanmışlardı. Sorgulamadan...

Kılıcımın hemen yanında duraksayan elim şaşkınlıkla vücudumdan aşağı salladığında gözlerim Elçilerin ve çıkardıkları madalyonların üzerinde geziyordu. Bu kadar kolay mıydı her şey? Onları sözüm altına almak, onların bana koşulsuz şartsız yalnızca öfkeyle konuşmam... Bütün bunlar yeterli miydi üst olabilmek için?

"Madalyonlarımız..." diye mırıldandı ilk madalyonunu çıkaran Elçi. "... sizindir Majesteleri Anastasia..."

Ellerimin titrediğini hissediyordum. Gözlerim tuhaf bir şekilde bu hareketleriyle ve sadakatleriyle dolmaya başlamıştı. Aralarından biri ayaklandı ve büyük bir incelikle dizleri üzerine çöken Elçilerin önlerindeki madalyonları bir bir topladı. Hepsini topladıktan sonra cebinden çıkardığı bir torbanın içine doldurdu ve torbayı getirip önüme bıraktı. Şokumu hâlâ atlatamamıştım. Anastasia'ya gerçekten bu kadar sadıklar mıydı? Kendi krallığım olsa ne yapardı diye düşündüm o an... Kendi krallığım Anastasia'yı görseydi... Bana kalırsa ona saldırırlardı. Çünkü ona kızgınlardı. Kraliyet Ailesinden bir Kraliçe ve prensesi katletmişti.

"Ares." Arkamı dönmeden önümde duran torbayı ellerimin arasına aldım ve konuşmaya devam ettim. "Elçilerin yanında kal. Kaçan olursa öldürmekten çekinme. Madalyonları kalelerin olduğu yere koyup geliyorum."

Ares itaatkâr bir şekilde boynunu eğdi ve dizleri üzerinde olan elçilerin önüne geçti. Gitmeden önce hızlıca sayılarını saydım. Beş yüz seksen dokuz kişilerdi. Gelince tekrardan sayılarını kontrol edecektim. Her ne kadar onlar bana güvenseler de ben onlara güvenmiyordum.

Yanlarından ayrılıp Bekçilik özelliğimde koşarak kalelerin olduğu yere gittim. Elçileri yakaladığım yer ve kalelerin olduğu yer arasındaki mesafe azdı. Bu yüzden şanslıydım. Tam vaktinde yakalamıştım onları. Kalelerin önüne geldiğimde elimdeki torbayı ters çevirip kalelerin önüne teker teker madalyonları döktüm. Bu bir işaretti ve onların bu işaretimi anlayacaklarını biliyordum. Onlara birinin yardım ettiğini düşüneceklerdi ve bu kişinin Anastasia olduğunu düşüneceklerdi. Halihazırda Elçiler de beni gördükleri için bu olasılığın ihtimali artacaktı ve her iki Krallık da Anastasia'nın ile Saf Karanlığın peşine düşeceklerdi. Böylelikle savaşmaya ara vereceklerdi. Bu yarattığım ufak zamanda ise ben büyük bir plan hazırlamaya başlayacaktım. Bu savaşın bitmesi için çok büyük bir plan hazırlayacak ve kendimi buna hazırlayacaktım. Yanıma yoldaşlar bulabilirdim. Bu savaş artık bitecekti. Buna inancım bugün verdiğim bu kararla daha da artmıştı.

Bir felaketi kendi lehime çevirmiştim bugün. Ve bu kararımla savaşa bir son verecektim. Yakında Saf Karanlık ile her şeyi ve herkesi dize getirecektim. Önce savaşı bitirecek ve can kaybını önleyecek sonra da kendi krallığımın o saçma sapan düzenini kıracaktım.

Eskiler, yeni şeylerin en büyük temeli olduğu gibi, bazen de en büyük engeli olurdu.

Madalyonların her birini bıraktığımdan emin olduktan sonra torbayı cebime sıkıştırdım ve var gücümle koşmaya başladım. Ağaçların arasından hızla geçiyor, küçük tepelerin üstünden genişçe zıplıyordum. Yağmur yavaş yavaş çiselemeye başlamıştı. Botlarım ve kıyafetlerime sıçrayan çamurlar beni kirli değil, temiz hissettiriyordu. Doğa her zaman iyi gelirdi insana. Üzerine yapışan çamur bile iyi gelirdi... Bir pranganın eşiğinden kurtulup çamura bulanan mahkûm gibiydim. Ayağımdaki prangadan kurtulup çamurda özgürlüğümün tadını çıkarıyordum.

Hızlı bir şekilde Elçilerin yanına döndüğümde uzaktan onları saymaya başladım. Çoğu yerinde gibiydi. Bazı tanıdık yüzler hala yerlerindeydi. Ares'in yanına gelip soluklanırken saymaya devam ettim. Tamdı.

Onları tamamen doğru saydığımdan emin olduktan sonra bakışlarım Ares'e döndü ve o an tuhaf bir şey oldu. Ares sanki benim ne isteyeceğimi anlamış gibi birden yere doğru eğilip onun üzerine çıkmam için bana yardım etti. O an yaşadığım duyguyu kendime bile tarif edemiyordum. Birbirimizi anlamamız ve hissetmemiz çok başka bir boyuttu. Onun beni anlayabilmesi ve bir sonraki hareketimi tahmin etmesi anlamsızca duygulandırmıştı. Ona karşı içimde oluşan bu zaaf giderek şiddetini arttırıyordu ve beni korkutuyordu. Bir gün bu zaafın avuçları arasında parçalanmaktan korkuyordum. Bu zaafın beni bir uçurum kenarına çıkaracağından, dipsiz bir kuyuya bırakacağından, gökyüzümü karatıp yeryüzümü ayaklarımın altından alacağından korkuyordum. Bu küçük canavarı sevmek istiyordum ama bundan korkuyordum.

Ares üzerine çıkmamı beklerken içine düştüğüm duygusallıkla ona uzandım ve yavaşça tırmandım bedenine. Üstüne çıktığım an yelelerini elime aldım ve içimdeki duygusallığa engel olamayarak bedenine elimi değdirip okşadım. Ares, keyifle mırıldanırken gülümsedim. Ufak çaplı sevgi sarmalımızdan sonra Ares dikkatle eğildiği yerden doğruldu. Buna hâlâ alışamamıştım ve dengemi yine kaybetmiş, düşmenin eşiğinden Ares'in kalın yelelerini sertçe çekerek kurtulmuştum. O kadar sert çekmiştim ki Ares'in keyifli mırıltıları acı bir inlemeye dönüşmüştü. Elçilerin duymaması için fısıltıyla ona özür diledim. Ares başını sağa sola sallayarak kendini toparladı.

Elçiler karşımda birer birer ayaklanıp atlarına binerken onlara tek bir emir verdim.

"Düşün önüme. Kaçmaya kalkan olursa acıma beklemeyin benden."

"Emredersiniz Yüce Anastasia'm..."

Atlarına binen Elçiler büyük bir süratle atlarının dizginlerine asılıp yol almaya başladılar. Bilerek arkadan onları takip ediyor ve kaçmalarını önlüyordum. Ki aralarından kaçmaya kalkan olursa ne yapacağımı hâlâ bilemiyordum. Öldürmemeliydim. Bu gece tek bir ceset bile çıkmayacaktı bu ormandan.

Elçilerle birlikte sınıra doğru ilerlerken derin bir iç çektim. Rahat ve ferah bir iç çekmeydi bu... Büyük bir beladan onları döndürmüş ve büyük bir kaos ortamını engellemiştim. Her iki tarafı da zararsız bir şekilde kontrol altına almıştım. Bu hamlem büyük bir şeye mâl olmuştu evet. Ama değmişti. Neticede Ares'i ortaya çıkarıp onların karşısına geçmeseydim ya biz kaleleri kaybetmiş olacaktık ya da o savaş muharebesinde Elçiler sevdiklerini, eşlerini, çocuklarını... Bu gece her iki krallık için de kayıp olmamıştı. Bundan böyle de olmayacaktı. Tek bir cana bile bütün bir Ardena'yı ayağa kaldıracağımı hissediyordum. Elimdeki güç büyüktü ve aklımı kaçırdığım zaman bu gücü nasıl kullanırdım kestiremiyordum. Fakat bundan böyle haksızlık karşısında susmayacağım artık kesin ve netti.

Kısa ve hızlı bir yolculuğun ardından sınıra geldiğimizde derin bir iç çektim. Büyük bir beladan her iki tarafı da kurtarabildiğim için kendime büyük bir teşekkür ettim. Elçilerin her biri sınıra yaklaştığımızda duraksadı. Ares'in yelelerini hafifçe çekiştirerek onu durdurdum. Bir şey söyleyeceklerdi anlaşılan.

Aralarından biri, başından beri bana açıklama yapan, madalyonunu ilk çıkaran ve itiraz eden bir Elçi ki bunun onların lideri olduğunu düşünüyordum, atının yönünü çevirip bana döndü. Merakla onu seyrettiğimde yağmurun altında ve ayın loş ışığında bana minnetle gülümsediğini gördüm.

"Canımızı bağışladığınız için teşekkür ederiz Majesteleri Anastasia." dedi Elçi büyük bir minnetle. Maskenin ardından gülümsesem de o bunu görememişti. "Söz veriyoruz geldiğinizi kimseye söylemeyeceğiz."

"Hayır." dedim birden. Elçi anlamsızca kaşlarını çattığında planımı devreye sokmanın vaktinin geldiğini düşünüyordum. Bu büyük planımın ilk ve en önemli adımıydı. "Susmanızı istemiyorum. Sizden güvercin olmanızı istiyorum."

"Nasıl?" diye sordu Elçi şaşkınlık mahmurluğuyla. "Sizi gördüğümüzü kimseye söylemememizi istemeyecek misiniz bizden?"

"Hayır." dedim bir kez daha kendimden oldukça emin bir sesle. Şaşkınlığı giderek artıyordu ve kafası karışıyordu. Ne yapmaya çalıştığımı çözmeye çalışıyor olabilirdi. "Tam aksine. Beni gördüğünüzü, gördüğün bütün Elçilere duyuracaksın. Tek bir Elçi bile benim geri döndüğümü bilmezse o vakit alırım canını."

Elçi şok içinde bana bakakaldı. Bu net tavrıma ben de şaşırmıştım. Tuhaf bir şekilde giderek Anastasia olduğumu düşünüyor ve dozu biraz kaçıyor gibiydim. Bu fazla gücün sarhoşluğuna kapılmamak için kendimi uyardım.

Elçi önce arkasını dönüp ordusuna baktı şaşkınca. Ordusu da ondan farksızdı. Ne yapacaklarını bilmiyorlar ve öylece başlarının ne diyeceğini bekliyorlardı. Oysa başları da ne diyeceğini bilmiyordu.

"E-emredersiniz..." diye mırıldandığını işittim. Elimi kaldırıp onlara gitmeleri için izin verdiğimde son sürat atlarıyla kaybolup gittiler.

Rahatça nefesimi dışarı bıraktım ve ellerimi yüzüme götürüp orada beklettim. Az önce yaşadıklarımı gözlerimin önünden geçiriyor ve bir hata yapıp yapmadığımı teyit etmeye çalışıyordum. Yanlış bir söz, tavır, bilgi... Her ne kadar bütün bu olanları şu an korkularından idrak edemeseler de korkuları yok olduğunda mutlaka akıllarına bir şüphe düşecekti. Her biri en az bir kez 'Acaba' diyecekler ve peşime düşeceklerdi. Bu geçici bir önlemdi. Krallıklarına Anastasia'nın gelişini yaymalarını umuyordum. Eğer bu bilgi yayılırsa ve peşime Anastasia olarak düşerlerse hiçbir sorun olmayacaktı. Fakat peşime Anastasia kılığına girmiş biri gibi düşerlerse bu her şeyi mahvederdi.

Uzanıp Ares'in alnına ulaştım ve okşamaya başladım. Tam o sırada gözlerim ilerideki hareketliliğe kaydı. Merakla gözlerimi kısıp onları seyrettiğim an ordunun arasından bir tane atın bu yana doğru geldiğini gördüm. Korkudan kalbim titremişti. Bütün bir vücudum kaskatı kesilmişti. Bir açık mı vermiştim. Hızlıca aklımdan az önceki konuşmaları geçiriyordum. Oysa aklım durmuş gibiydi. Kendimi kaybetmemeliydim. Bir sorun olduğu aşikârdı. Liderleri atıyla önümde durduğunda hızla etrafı inceledim. Etrafımı çevreleyip bana bir tuzak kurmuş olabilirlerdi. Onlara oynadığım bu oyuna inanmamış olabilirlerdi.

"Majesteleri Anastasia." diye seslendi atının üzerindeyken. O an atının arkasında birinin bedenini görebilmiştim. Kaşlarımı çatarak onu seyrettiğimde liderleri atından indi ve atının üzerindeki bedeni tekmeyle yere düşürdü. Dehşetle onu izlerken Ares'in üzerinden indim. Telaşla birkaç adım öne doğru attım.

"Bu ne şimdi?"

"Kaçmaya çalıştı Majesteleri." dedi liderleri. Merakla ona dikkatimi verdim. "Madalyonları geri almak için ordudan ayrıldı ve son sürat bizden uzaklaşmaya kalktı. Biz de onu vurduk."

Sertçe yutkundum. O an bedenin üzerindeki oku fark ettim. Okun etrafından sızan ve şimdiden kıyafeti kana bulayan görüntü bugün benim elde etmek istemediğim bir görüntüydü. Görmemek için elimden geleni yaptığım ve olmasından kaçındığım o görüntü şimdi karşımdaydı. Öfkeyle liderlerine doğru bir adım attım.

"Onu ben de durdurabilirdim. Canını almak size mi düştü?" diye sordum öfkeyle. Lider büyük bir sadakatle başını eğdi ve ellerini önünde birleştirdi.

"Üzgünüm Majesteleri. Fakat onlar benim kontrolüm altındaydı ve görev başında isyan çıkaranlara böyle bir ceza verme yetkisine sahibim." dedi liderleri. Şok içerisinde onu izliyordum. "Hırçın Deniz'e götürüp kurtulacağım ondan."

Gözlerimi kısarak ona baktım. Bu bir plan olabilir miydi? Belki de bu beden bir ceset değildi.

Dikkatli olmalıydım. Ayık olmalıydım. En ufak bir hataya bile yer vermemeliydim.

Beklemediği bir teklifle ona "Geri dön. Onu ben götüreceğim. Bu gece yeterince batıda bulundunuz. Bu kadarı yeterli." dedim. Şaşkın ve korku dolu bir yüz ifadesi bekliyordum. Fakat öyle olmadı. Oldukça olağan bir şekilde ayağıyla cesedi bana doğru itti.

"Emredersiniz Majesteleri..."

Atına doğru ilerledi. Ben hâlâ şok içinde onu izlerken tereddüt bile etmeden atına bindi ve arkasına bile bakmadan yanımızdan uzaklaştı. Doğru söylemiş olabilir miydi?

Şüpheyle cesede doğru yaklaştım ve üzerine eğilip boynuna işaret ve orta parmağımı yerleştirip nabzını kontrol ettim. Ölüydü. İçime düşen şüphe daha da alevlendi. Bu kez göğsünden yediği oka ulaştım ve oku sertçe saplandığı yerden çıkardım. Gerçekten yaralanmıştı. Gerçekten yaşamıyordu. Anastasia'ya bu kadar sadıklar mıydı gerçekten?

Cesedi kucaklayıp sırtıma attım. Yağmurun altında Ares'e doğru adımladım ve Ares'in tepesine tırmandım yine. Cesedi hemen önüme yerleştirdim. Bu gecenin artık bitmesi gerekiyordu. Bu gece artık bitmeliydi.

Hırçın Deniz'e dönmek demek Kral ve ordusuyla karşılaşmak demekti. Bu büyük bir riskti. Cesedi denize atıp kurtulmaktan başka çarem yoktu. Ormana öylece bırakamazdım çünkü Elçilere güvenmiyordum. Bunun altından bir şeyler çıkabilirdi.

Ares kocaman adımlarıyla yine rüzgârı delerek koşmaya başlayınca başımın ağrıdığını hissetmiştim. Gece beni çok yormuştu. Bütün bir gün zaten stresli geçmişti. Gece de onun gibi stresli geçiyordu ve artık bedenim tüm bunları kaldıramaz bir hâle bürünmüştü. Bütün kemiklerimin ağrıdığını hissediyordum. Başım öyle yoğunlaşmıştı ki kendi sisimin içinde kaybolan bir kuş gibiydim. Açık havayı arıyor ve bulanık havanın içinde kendimi kaybediyordum.

Ares sayesinde kısa süren yolculuktan sonra yorgun ve kırgın halimle Hırçın Deniz'e doğru baktım. Önümde duran erkek Elçi cesedine Ares'in üzerinden yere doğru attım. Hemen ardından ben de kendimi yere attım. Karanlıktan ve yağmurun sağanaklığından cesedi inceleyememiştim. Yüzünü göremiyordum. Ayaklarımla onu iterek uçurumun kenarına getirdim. Ayaklarım altındayken son kez ona baktım. Şu an bunu yapıyor olduğuma inanamıyordum. Bu geceyi kan dökmeden bitirmeye çalışırken günün sonunda ayaklarımın altında olan ve uçurumdan aşağı düşecek olan cesedi görmem bütün benliğimi yıkmıştı. Bunun olmaması için kendime söz vermişken yine buradaydım işte. Yanımda bir ceset, altımda kızgın dalgalar...

Gözlerimi kapatıp bu anı görmek istemediğim için cesedi aşağı doğru yuvarladım. Kızgın dalgaların arasına düşen o ağır sesle aşağı bile bakmadan yönümü Ares'e çevirdim. Koyu mavi gözlerine gözyaşları içinde bitkin bir şekilde bakıyordum. Neye üzüldüğümü ve neye bu kadar yorulduğumu çok iyi biliyordu. Artık onunla aramızdaki bu bağ her ne seviyedeyse biz birbirimizi tek bir bakışla bile anlayabiliyorduk ve birbirimizin duygularını paylaşabiliyorduk. Gözlerindeki hüzün benim gözlerimdeki hüzündü.

"Olmamak için söz vermiştim, yine buradayım." dedim acı içinde Ares'e bakarak. "Hiç bitmeyecek bir kâbus gibi bu..." Gözlerim boşluğa dalıp gidiyordu. Vücudum yağmurun ağırlığıyla yere çökmek üzereydi. Adımlarım bir kağnı gibi ağır, nefesim bir kuş gibi cılızdı. Güçlükle başımı kaldırıp Ares'e baktım ve acı içinde gülümsedim. "Bugünlük bu kadar..." dedim ve yüzüğüm takılı olan elimi kaldırdım. "Ait olduğun yere dönme vakti."

Ares toz parçalarına dönüştü. Karanlık toz parçaları yavaş yavaş yüzüğüme süzülüyordu. Ares tamamen kaybolduğunda yıkılmamak için dengemi korumaya çalışıyordum. Yorgunluk, bitkinlik ve Ares gibi güçlü bir yüzük kullanmak bedenime ağır gelmişti. Üstelik yağmur da fazlaydı. Onun altında zincirleri olan bir mahkûm gibiydim

Derin bir nefes aldım ve adımlarımı kendi krallığıma doğru çevirdim. Saraya girebilmek ve bir an önce odama kendimi kapatmak istiyordum. Yarın için hiçbir planım yoktu. Yarın başıma ne gelecekti onu da bilmiyordum. Kral o mektubu gönderir miydi? O ailenin ne beni görmesini ne de sarayın içerisine girmesini istemiyordum. Üzerime düşen felaket parçaları bir araya geldiğinde ben o büyük gölge arasında yok oluyordum.

"Anastasia!"

Arkamdan gelen gür bir sesle adımlarım durdu. Aklımda dönen onca şey ne zaman aklımdan çıkıp gitmişti onu bile fark edememiştim. Arkamı dönmek yerine bu sesin tanıdıklığını çıkarmaya çalışıyordum. Önüme serilen toprak parçası gözlerimin bulanıklığı ile kayıp gidiyordu. Her yer bulanıklaşmaya başlamıştı. Dizlerim çok kısa süreliğine boşaldığında ayakta durmak için direnmeye devam ettim. Ares gibi büyük bir güce bekçilik etmek zordu. Bedenim henüz buna adapte olamamıştı. Zorlanıyordum. Ama bunu yansıtamazdım. Arkamı dönmeden hiçbir tepki vermezken bu tanıdık ses bir kez daha bağırdı.

"Sen olduğunu biliyorum. Gördüm!" dedi gür sesiyle. O an bu sesin sahibini kafamda eşleştirebilmiştim. Tanrım... Bu oydu... "Senden korkmuyorum."

Yavaşça arkamı döndüm. Pelerinim yağmurda öyle çok ıslanmıştı ki üzerime Dünya yıkılmış gibi ağırlaşmıştı.

Başbekçi tam karşımda kılıcıyla birlikte duruyordu. Ardında atını görebiliyordum. Yağmurda saçları dağılmış, yüzü çamura bulanmıştı. Oldukça temkinli bir şekilde bana doğru yaklaşmaya başladı. İçimden kendime küfürler etmeye başladım. Bu geceyi bitirmek için ne kadar acele ettiysem gece bitmiyor üstüne daha büyük sıkıntılar var oluyordu.

Başbekçi'nin Ares'i görmesi hiç iyi değildi. Özellikle de bu gece hiç iyi olmamıştı. Kralın ordusu yakında olmalıydı. Başbekçi, Kral ve ordusunu buraya çektiğinde kendi babama ve ordusuna saldırmak zorunda kalacaktım. Üstlerinde çok fazla yüzük olmalıydı ve hepsiyle başa çıkamazdım. Ares elbette hepsinin başından gelirdi fakat ben iyi değildim. Savaşacak gücü şu an kendimde göremiyordum. Her an yere yığılacak hâldeydim ve bu hâlde onlarla savaşamazdım. Kendi babama ve kendi krallığıma karşı asla savaşamazdım. Çok kötü köşeye sıkışmıştım.

Aklıma herhangi bir plan gelmiyordu. Başbekçi ağır adımlarla yaklaşıyor ben de öylece yerimde duruyordum. Elindeki kılıcının bedenimle buluşmasını bekleyen bir kurban gibiydim.

"Ölümün tadına bakacağın o gün geldi." dedi dişlerinin arasından.

Bir adım daha gelince kendimi uyandırmaya çalıştım bu kâbustan. Gücüm yoktu. Koşacak gücüm bile kalmamıştı. Elime bir kılıç bile alamaz hâldeydim. Ares'i ortaya çıkarmak zorundaydım fakat Ares'i ortaya çıkarırsam bu geceyi ormanda baygın bir hâlde geçirecektim. Gücünün ağırlığı daha da artacaktı.

Başbekçi bir adım daha atınca artık daha fazla dikilmenin bir anlamı olmayacağına karar verip son kalan gücümle koşmaya başladım.

"Gel buraya!"

Arkamdan gelen hızlı adımlar ve benim güçsüz adımlarım... Ormanın içerisinde birbirimizi kovalıyorduk. Var gücümle koşuyor ve onu atlatmaya çalışıyordum. Dikkatini dağıtmak için bir sincap gibi ağaçlara tırmanıyor ve dalların arasından yere atlayıp ters yönlerde koşuyordum. Fakat Başbekçi zeki ve çevikti. Telaşla kurduğum bu tahmin edilebilir taktikleri çok hızlı bir şekilde tahmin ediyor ve benden önce davranıyordu.

Bacaklarım sızlamaya başladı. Nefesim artık tükenmiş, gözlerim giderek kararmıştı. İzimi kaybettiremiyordum. Sürekli birkaç adım arkamda oluyordu.

Ormanın derinliklerindeyken bir anda koşmayı bıraktım. Koşmayı bırakmamla yağmurun şiddeti azaldı. Ayaklarım altındaki çamurda kaymadan arkamı döndüm. Başbekçi hemen arkamda durmuş kılıcını büyük bir güçle tutuyordu. İkimizin de göğsü durmadan inip kalkıyordu. Nefessizliğimizin arasında nefes almaya çalışıyorduk.

Gücüm tam anlamıyla tükenmişti artık. Onun karşısında teslim olmak istemiyordum. Son çare olarak kemerimdeki kılıcı sesli bir şekilde yerinden çıkardım ve ona doğru yöneldim. Drach bu hareketimi hemen anladı.

Gözlerimi kırpıştırarak onu görmeye çalıştım. Koşacak gücüm kalmadıysa kılıç tutmalıydım. En iyi olduğum şeyle kendimi buradan kurtarabilirdim.

Kılıç tutan elime çevirdim bakışlarımı. Yorgunluktan tir tir titriyordu. Aldırmadım. Bakışlarımı tamamen ona diktim.

Bir anda üzerime sertçe saldırmaya başladığında aşina olduğum taktiğine karşılık savunmada kalmaya çalıştım. Kendimi en az şekilde yormaya özen gösteriyordum.

Kılıçlarımız havada çakıştığı an hava güçsüzce kükredi üzerimize. Ağaçlardan kopan yaprak ve dal parçaları etrafımızda bir kasırganın etrafında dönüyormuşçasına savruluyordu. Ayaklarımızın altındaki çamura dönüşen toprak parçası bir bataklık gibi bizi içine çekiyordu. İlk kez onunla iki düşman gibi savaşıyorduk. Ela gözlerindeki o nefret duygusunu her zerreme kadar hissediyordum. Anastasia'dan nefret ediyordu. Onu öldürmek için can atıyordu.

Kılıcını kalbime nişan almıştı. Geriye çekildiği her an sertçe kılıcının ucunu tam da kalbime saplamaya çalışıyordu. Anastasia'yı ortadan kaldırmanın en temiz ve kolay yoluydu. Karşındaki kalbin Anastasia'nın değil de benim kalbim olduğunu bilseydi ne yapardı acaba? Yine böyle nefretle savurur muydu kırık kalbime kılıcını?

Karnıma güçlü bir tekme indiğinde yere savrulmuş ve çamurun üzerinde uzunca sürüklenmiştim. Kılıcım ellerimden kayıp gitmişti. Öksürerek doğrulmaya çalışsam da hiç halim kalmamıştı. Güçsüzlüğüm ve acizliğim karşısında kendime nefret sözcükleri sıralarken başımın üzerine yerleşen kılıca döndüm. Drach, kılıcını tam da boynuma dayamıştı. Tek bir hamlesiyle kafamı kesebilirdi.

"Oyun bitti." dedi.

Güçsüz bir şekilde cebimdeki hançerlerimden birini çıkardım ve kılıcına sertçe vurdum. Kılıcı elleri arasından savrulduğunda ayağıyla bana bir tekme daha atmaya hazırlandı. Yerde yuvarlanarak tekmesinden kurtulmayı başardım ve hızla ayağa kalkıp sırtına hançerimin tersiyle vurdum. Önümde dizleri üzerinde yere düştü. O an gözlerim giderek bulanıklaştı ve ben de tıpkı onun gibi dizlerimin üzerine düştüm. Hançerim ellerimden kayıp gitti. Çamurun üzerinde dizlerim üstüne çökmüşken öleceğimi hissediyordum. İçimde yaşadığım bu tuhaf yoğunluk beni öldürmek ister gibiydi. Acıyla inleyip kendimi yere bıraktım tamamen. Drach ise aldığı darbeden sonra dehşetle beni izliyordu. Saldırmıyor ve öylece kendi kendime yok oluşumu seyrediyordu.

Acıyla inlediğim her an aklımdan Anastasia'nın kahkahaları ve çığlıkları geçiyordu. Kendi içim beni öldürüyordu sanki. Ellerimi başıma götürüp güçsüzlükle ve acıyla bağırdım. Drach, dizlerinin üzerinde kalakalmıştı. Gözleri yerde kendimle can çekişen benim üzerimden bir an olsun ayrılmıyordu. Kontrolü tamamen kaybetmiş gibiydim. Neler oluyordu onu bile çözemiyordum.

 

 

"Her şeyimi kaybettim. Bundan sonra kendimi kaybedeceğim."

Sesi aklımda yankılanıyordu. Bu yüzüğün içinde yaşıyor gibiydi. Sürekli benimleydi ve sürekli geçmişinden bir yerlerden bana sesleniyordu. Ares onun aynası gibiydi. Ares onu yansıtmak için vardı sanki. Durmadan bir şeyler söylüyor ve beni bir sarmaşık gibi kendiyle boğuyordu.

"Sen o değilsin." dediğini işittim hayretle Drach'in. Ellerimi yavaşça başımdan çektim. Sesler azalınca kendimi sakinleştirmek için bütün bir dikkatimi güçsüzce toprağın üzerine düşen yağmur damlalarına çevirdim. Tıpkı benim gibiydiler. Güçsüz oldukları kadar toprakla buluşmaya kararlıydılar.

Drach ayağa kalktı. Yanıma gelip karnıma bir kez daha tekme vurdu. Bu tekmeyle çamurda yuvarlanırken başımdaki başlık ve maske çıkmıştı. Sarı saçlarım çamura bulandığı an Drach'in bana vurmak için kaldırdığı yumruk havada kaldı. Kafamın üzerinde duran güçlü yumruk ve öksürüklerim onu dehşete düşürdü. Artık pes etmiştim. Gücüm tamamen tükenmişti.

Şaşkınlıkla yumruk yaptığı eli açıldı ve başımı tutup kendisine doğru çevirdi. Yeşil gözlerim onun ela gözleriyle buluştuğunda yaşadığı şaşkınlığı zorla görüyordum çünkü bilincim giderek benden uzaklaşıyordu. Gözlerim ağır ağır kapanırken duyduğum tek ses onun hayretler içerisinde adımı ilk kez zikredişiydi.

"Rosemarry?"

Loading...
0%