Yeni Üyelik
21.
Bölüm

BÖLÜM 19: SAF KARANLIĞIN YEGÂNE BEKÇİSİ

@duskusu_mona

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM 19: SAF KARANLIĞIN YEGÂNE BEKÇİSİ

 

 

 

"Aslan uyandığı zaman ormanın söz hükmü kalmaz."

 

 

-ANASTASİA

 

 

Hiç olmadığım kadar yorgun hiç olmadığım kadar ölüydüm. Hatalar, iyi niyetlilerin peşinden sürüklenen bir rüzgârmış meğer. Hafif hafif esen o rüzgâr bir gün, tam da niyetinizi gerçekleştireceğiniz gün sizi bir fırtınanın içine hapsedermiş... Hatasız bir insan olmadığı gibi hatasız bir yol da olmazmış. Ne kadar çabalarsan çabala ne kadar düşünürsen düşün ve kaçarsan kaç o seni yakalarmış günün sonunda. Büyük bir hata ile karşı karşıya geldiğin zaman yapacağın bir şey kalmıyormuş. Ne planların bir işlevi ne düşüncenin bir vasfı...

Ellerim arasından kayıp giden niyetim ve hatamın altında ezildim o gece, yağmur damlalarının altında. Elimi bile kaldıracak halim yokken inat etmiş savaşmayı seçmiştim. Ruhumu biri emerken sanki bir ruhum varmışçasına sarılmıştım kılıcıma ve o kılıç beni yere sermişti. Üzerinde bulunduğum çamur hiç bu kadar rahat gelmemişti daha önce. Vücudum öyle kırgın, yorgun ve halsizdi ki bu çamur parçası bile güvenli geliyordu. İçimdeki ateş öyle cılız bir hale gelmişti ki üzerime düşen yağmur damlaları içimdeki alevleri söndürüyordu.

Gözlerim açılmak için çabalasa da halsizlik bütün bir bedenime zehir gibi işlemişti. Tek yapabildiğim şey ise yüzüğün takılı olduğu sol elimi güçsüzce sıkmak ve Başbekçi'nin onu benden almasını engellemekti.

Gözlerim ağır ağır açılıyor ve ağır ağır kapanıyordu. Bilincim var mıydı yok muydu, bütün bunlar gerçek miydi yoksa düş mü? Her şey anlamsız ve soyut geliyordu o an... Düşüncelerimle gözlerimi aralayıp yapmış olduğum hatanın varlığıyla gözlerimi sıkı sıkı yumuyordum. Üzerimden fırlayan pelerinimin karşısında yerde uzanıyordum. Maskemle birlikte üzerimden çıkmıştı her ikisi de. Yüzüm onun gözleri önündeydi. Ona yapacağım açıklama, onu ikna edecek güç... Bütün bunlar bile öylesine zor geliyordu ki... Konuşmak bile hayattaki en güç şeydi o an.

"İyi misin?" Bedenimin büyük bir güçle sarsıldığını hissediyordum. Yüzüstü düştüğüm çamurdan kendi etrafımda çevrildim. Gökyüzü yüzümü selamladı. Yüzümün etrafını kaplayan çamuru güçsüz ve azalan yağmur damlaları yüzümden temizlemeye çalışıyordu. Ne kadar da çok benziyorduk birbirimize. Güçsüzlüğümüzün kokusu, rengi, hissiyatı ne kadar da aynıydı.

Bir el çeneme yerleşti ve gözlerimi açmam için yüzümü hareket ettirmeye başladı. Oysa gözlerimin açılmaya hali kalmamıştı. Bu yüzük taşınması için güç istiyordu. Sağlıklı ve dinç bir beden istiyordu... Güçlü bir akıl sağlığı...

Hemen yanımdan gelen boğuk sesler Başbekçi'nin sesleriydi. Ona yakalanmıştım.

Cebinden çıkardığı bez ve kıyafet parçalarıyla yüzümü silmeye çalışıyordu. Ellerim hâlâ güçsüz bir yumruk halindeydi. Onun gitmesini istemiyordum. Ares'i kaybetmek istemiyordum. Parmağımın kesilmesini istemiyordum.

Onun hakimiyetini, ben onu reddetmediğim sürece kaybetmezdim. Bir yüzük reddedildiği ve taşıyıcısının parmağı kesildiği zaman bekçisiyle arasındaki bağ kırılırdı. Yüzük parmağınızdan çıkıp bir başkasının parmağına geçse bile siz onu kendinizden azat etmediğiniz sürece bir başkası o yüzüğü kullanamazdı. Kullanabilmesi için ya sizin parmaklarınızı kesmeli ya da reddetmeniz için sizi ikna etmeliydi.

Telaşla başımı sol elime çevirdim. Hâlâ oradaydı. Dudaklarım hafifçe araladığında güçsüzce mırıldanmaya başladım.

"Kesme." diyebildim acizce. Sesimdeki o cılız ton kalbimi titretmişti. Bilinçsizce Başbekçi'nin yanında ona parmaklarımı kesmemesi için direniyordum. Sesim giderek titriyordu. "Kesme..." dedim titreyen sesimle bir kez daha.

"Majesteleri..." Çaresiz sesi kulaklarımı bulduğunda yumruğumu daha çok sıkmaya çalıştım. Hatırlıyordum. Daha geldiği ilk gün birinin parmağını kesmeye yeltenmişti. Yüzüğü zorla almıştı bekçinin elinden. Saygısızlık yapan bir bekçiden bile yüzüğünü aldıysa benden de alırdı. "Siz ne yaptınız?"

Hayret dolu sesiyle yavaş yavaş bilincim yerine gelmeye başladı. Gözlerim tam anlamıyla açıldığında gözlerime dolan yağmur damlaları beni kendime getirdi. Gökyüzünün karanlığı eşliğinde yerimde doğrulmaya çalıştığımda bütün vücudumun uyuştuğunu ve ağrıdığını hissetmiştim. Ayağa kalkmaya halim olmadığı için oturmaya yeltendim. Başbekçi endişeyle dizleri üzerine çökmüş önümde duruyor ve bana bakıyordu. Gözlerim yorgun olsa da ona en acımasız halimle baktım ve dişlerim arasından mırıldandım.

"Susacaksın." Gözleri hayretle aralanırken yaşadığı şoktan dizlerindeki bağ çözüldü ve o da benim gibi çamurun üzerine oturdu. Çamura bulanan sarı saçlarımı yüzümden uzaklaştırdım. O an nasıl bir halde olduğumu umursamadan ona başkaldırdım. Ares'i kaybedemezdim.

"Ne?"

"Duydun." dedim ve tekrardan aynı ses tonuyla tekrarladım. "Susacaksın. Bu geceyi unutacaksın, gördüklerini, işittiklerini, her şeyi."

"Siz ne yaptığınızın farkında mısınız Majesteleri?" dedi birden bana uyum göstermeyerek. Elbette hemen ikna olmasını beklemiyordum. Elimde onu kışkırtabileceğim ve şantaj uygulayabileceğim bir kozum da yoktu. Ki son çare olmadığı sürece böyle bir şeyi yapmak da istemiyordum. "Siz şu an bir suç işliyorsunuz. Üstelik bu suçu kabul edip cezasını çekmek yerine susmam için bana emir veriyorsunuz."

"Yapmak zorundayım." diyebildim zar zor. Bir yandan aklımla savaşıyor diğer yandan Drach'i ikna etmeye çalışıyordum. İkna olmasını asla beklemiyordum. En azından onu susturabilmeyi denemeliydim.

"Bu bir zorundalık değil." dedi ısrarla. "Krallık bunu öğrendiği zaman sizi yaşatmaz. Babanızın sizi yaşatmak için verdiği bütün mücadeleyi görmezden gelip bu yüzüğe bekçilik edemezsiniz."

"Sana fikrini sormadım." diyerek onu tersledim. Anastasia'nın kısık sesleri çoktan aklımı ele geçirmişti. Hâlâ kendimi toparlayabilmiş değildim. Dengeyi tamamen kaybetmiştim. Yumruk yaptığım elimi yavaşça açtım ve beyaz noktanın tenimle olan temasını sonlandırdım. Zihnim biraz daha rahatlayınca derin nefesler alarak kendime gelmeye çalıştım.

"Bu benim fikrim değil zaten." dedi Drach ve telaşla konuşmaya devam etti. "Bu yaşanacaklar. Ben size gerçekleri söylüyorum. Siz halihazırda normal bir yüzüğe bile bekçilik edemezken, bu yüzüğe nasıl bekçilik edersiniz? Ölüm bir adım ötenizdeyken nasıl bunu göze alabilirsiniz?"

Kızaran yeşil gözlerimi doğrudan onun karanlıkla bütünleşmiş ela gözlerine çevirdim. İçimdeki kırık parçalar ve bütün yaralar o an gözlerimden dışarı bakıyordu sanki. Gözlerim, içimde bu zamana kadar yaşadığım her ne varsa bir ayna gibi dışarı yansıtıyordu. Onun ela ve çaresiz gözlerine gösteriyordum içimi adeta. Boğazım ürkek bir hayvan gibi titrerken sesimdeki boğukluğu düzeltmek için uğraşmadan söze girdim. "Sen bana yaşadığımı mı söylüyorsun hâlâ?" diye sordum her an taşmak üzere olan duygularımın esintisinde. "Sence yaşıyor muyum ben?" dedim bu kez. Ağlamamak için dirensem de içim kan ağlarken bunu başarabilmek mümkün değildi. Gözlerimden akan yaşlar yağmura karıştı. Öfkeyle onun suratına doğru bağırdım. "Baksana bir bana! Dön de bir bak!" Drach, şaşkın ve acıyan gözlerle beni seyrediyordu. Gözlerinin önünden o an yaşadığım ve maruz kaldığım onca şeyi geçirdiğine emindim. Bana acıması en son istediğim şeyken şu an tek isteğim buydu. "Yaşadığım sandığın şu hayatıma bir bak! Ben zaten ölüyüm. Ölmek için doğan biriyim ben. Ölü gibi yaşamak için doğan biriyim. Nasıl hâlâ beni canlı görebiliyorsun?"

Karşımda duran adamın omuzları çöktü. Bunları duymak ve düşünmek bile ağır gelirken benim şahit olduğum bunca şeyi yaşamam ona ağır gelmişti. Yaşadığı suçluluk duygusuyla başı eğildi ağır ağır. Dudaklarının arasından çıkan cılız ses o an benimkinden bile daha güçsüzdü. "Bu konuda haklı olduğunuzu biliyorum Majesteleri. Fakat suçunuzu bütün bunlarla ört bas edemezsiniz."

"Bu ört bas etmek değil." dedim hemen. "Gerçekler ve olacaklar hakkında konuştuğumuzu sanıyordum. Ne olmasını umuyorsun Başbekçi?" Gerçeklerden bahsederken giderek kaybettiğim gücümü geri kazandığımı hissediyordum. Bacaklarımda, kollarımda biriken ağırlıklar gerçekleri su yüzüne çıkardıkça hafifliyordu. Keskin bir ses tonuyla devam ettim. "Yüzüğü krala teslim edeceğim. Sonra kral bu yüzük ile elçileri yok edecek ve mutlu son. Bu mu doğru olan?"

Sustu. Gerçekleri işittiği an aklında ne suçun ne de yanlış olan şeyin bir anlamı kalmadı. Çünkü biliyordu. Bu söylediklerimin gerçekleşme ihtimalini en az benim kadar iyi biliyordu. Söylediklerime karşılık hiçbir mantıklı savunması olamazdı. Gerçekleşmesini umduğu farklı bir olasılık da olamazdı. Ares'in varlığını ilk keşfettiğim zamanlarda sürekli olarak bunu düşünmüştüm. İlk andan son ana kadar onunla çıkacağım bu yolun sonundaki yolları tahmin etmiştim. Onu teslim ettiğim an her şeyin daha kötü olacağına kanaat getirdim.

En büyük felaketler, en güçsüzlerin ellerinin arasından doğardı.

Ares en güçlüydü. Ve güce aç bir krallığa böylesine büyük bir gücü teslim edersem akıllara gelen tek senaryo bütün bir Ardena'nın yok oluşuydu.

"Bu mu bahsettiğin doğruluk ve adaletin kol gezdiği Ardena?" diye devam ettim onu uyandırmak için. Artık birileri uyanmalıydı. "Bir daha söyle hadi. Bir başkasının dökülen kanları üzerinde zafer nidaları atmak ne denli bir adalet?"

"Majesteleri..." Umurumda bile olmadan sözünü kestim.

"Bana bu yüzüğü krala teslim ettiğimde Elçilik Krallığı'nın hâlâ hayatta olacağının garantisini verebilir misin sen?" dedim büyük bir hırsla. Çünkü biliyordum. Babam bu yüzüğü kullanmaya başladığı an Elçiler Krallığı Ardena'dan silinecekti. "Veriyorsan sana yemin ederim bu yüzüğü kendi ellerimle kralın parmağına takacağım."

"Onlar bizim düşmanlarımız." dedi güçsüz bir sesle Drach. Başını hafifçe kaldırıp gözlerime baktı. Gözlerinin içerisinde bir yerlerde o hissi görebiliyordum. Haksızlık hissini... Fakat dudakları arasında çıkanlar, ona örülen sınırların ardında kalan güçsüz ve bir o kadar da yıkılması mümkün sözlerdi. "Merhamet bize hiçbir şey kazandırmayacak." dedi tıpkı atalarımın yıllar evvel söyledikleri gibi. Histerik bir gülümsemeyle ona baktığımda bununla alay ettiğim için mahcup oldu. Söylediği şeylere kendisi bile inanmıyordu.

"Aksine. Bizim en büyük gücümüz olacak merhamet." dediğimde atalarımı tamamen çiğnemiştim. Onlara karşı olan bu ters kararımın nelere yol açacağını bilmiyordum henüz. Fakat karşımda duran kişi bu söylediğime tıpkı benim az önceki tepkim gibi karşılık verdi. Alayla gülümsedi.

"Atanızın sözlerini de mi çiğniyorsunuz Majesteleri?" dedi imayla. Karanlıkta parlayan o beyaz dişleri öfkemi kabartmıştı. Karşımda öylece sırıtırken birden bütün ciddiyetini yeniden belirtti.

"Atalarımın çizdiği her yol doğru mu sence?" dedim oldukça olgun bir şekilde. "Bir hatanın eşiğinde ilerliyorsunuz. Barışı sağlamak istiyorsunuz ama bir krallığı bunun için yok etme planları kuruyorsunuz. Bu bir yol değil. Bu bir yol olamaz."

"Bu zamana kadar bize yaptıkları doğru muydu sizce?" dedi Elçileri kastederek. Gözlerindeki öfke her an alev alacak gibiydi. Dizleri üzerinde doğrulup ayağa kalktığı an ona eşlik ettim ve ben de ayağa kalktım. Uyuşan bacaklarımı umursamadan onun karşısına dikildim. "Açılan onca savaş, akıtılan o kadar kan, giden masum canlar; çocuklar, kadınlar, erkekler?" dedi acı çekiyormuş gibi.

"Bunlar doğru değil elbet. Peki. O zaman sana senin anlayacağın dilden soruyorum." dedim ve belki de ilk kez birinin karşısında sanki bir yönetici gibi konuşmaya başladım. "Kral, Elçilik Krallığı'nı yok ettiğinde onlar da aynı şeyleri yaşamayacak mı? Akıtılan kanlar, masum canlar; çocuklar, kadınlar, erkekler? Sen beni doğru bildiğin bir yanlışa alet etmeye çalışıyorsun farkında değil misin?"

"Bu bir başkaldırı."

"Bu bir çığlık." dedim onu sözlerimle bastırarak. Baktığı pencereyi değiştirmesi için elimden geleni yapıyordum. "Haksızlığın çığlıkları."

"Bu bir haksızlık değil Majesteleri." İnadını kırmadan devam etti. "Bunca canın hesabının sorulması gerekiyor. Yapmaya çalıştığınız şey doğru değil. Duygusal bir şekilde yaklaşıyorsunuz." dediği an tüylerim ürperdi. Aniden başımı kaldırıp ona baktığımda aralanan dudakları kapandı ve durdu. Sırf bu düşünceleri yüzünden bize yüzük kullanmayı hak görmemişlerdi. Şimdi ise karşımda bu asılsız düşünceyi dile getiren bir bekçi vardı. Kanımın içinde ince ince sızan bir öfke seziyordum. Drach bu sözlere karşı olan öfkemi anında fark etmiş ve gözlerini yumarak etrafında dolanmaya başlamıştı. Yönümü onun tersine çevirip ormanın içine baktım. Onların bu aptal inançları yüzünden bu haldeydik belki de... Bir de utanmadan hâlâ bunu söyleyebiliyordu. Bir süre etrafta dolandıktan sonra adımları arkamda bitti. Ona dönmedim tavrımı belli ederek. O ise sözüne devam etti. "Onlara merhamet ettiğiniz vakit ne olacağını sanıyorsunuz? Olan yine bize olacak. O doyumsuzlar hiçbir zaman durmayacaklar."

"Yapamam." dedim tek nefeste. İçimdeki adalet duygusu bu söylenenleri haklı kılmıyordu. İçimde gezen merhamet duygusu buna izin vermiyordu. Yönümü ona dönmeden devam ettim. "Olacakları bile bile bu yüzüğü krala verip Elçilik Krallığı'nın yok oluşunu izleyemem anladın mı? Bu topraklardan bir ırkın daha yok olmasına izin veremem. Bu duygusal bir karar değil." dedim üzerine basa basa. Bunu iyice anlamasını istiyordum. "Bu mantık dâhilinde olan ve sizin de anlamanızı umduğum bir karar."

Ağaçların uzun boyları ve devasa dalları üzerimizi bir çarşaf gibi kapatıyordu. Etrafımızdaki karanlık bizi gizlemek için en korkunç tonuna çoktan ulaşmıştı. Ardena belki de ilk defa doğru bir şey yapıyordu. Bizi saklıyordu... Her şeyden ve herkesten... Belki de o da istiyordu. İçinde barındırdığı her şeyi yok edip kendine yeni bir yaşam istiyordu.

"Böyle yaparak sadece kendi mezarınızı kazıyorsunuz." dedi düşüncelerimin arasına giren o buruk ses. Mezar... Ölüm... Acı bir gülümsemeyle ona döndüm. Yüzü tamamen dağılmış ve ne yapacağının bilincini çoktan yitirmiş güçsüz bir adam vardı karşımda. Bütün bir iradesini, gardını indirmiş yalnızca bu durumun içinden benimle birlikte çıkabilmeyi uman birine dönüşmüştü. Yüzümdeki gülümseme onun da içini kırmış ve az evvel dile getirdiği sözler, gülümsememin verdiği duyguyla onun zihninde bir anlam kazanmıştı.

"Benim mezarım karşında duran bedenim Drach." dediğimde gözlerimden küçük bir gözyaşı tanesi süzüldü. Kırgındım... Kalbimden gözlerime, sevgimden acıma, gücümden merhametime, adaletimden sustuğum dilime kadar kırgındım... "Ben kendimden geçtim. Kendim umurumda bile değilim. Ben barış için kendimi yaşatmaya yemin ettim. Barış yoksa ben de yokum." dedim kendimden emin bir sesle ve bir kez daha aynı acı dolu gülümsemeyle ona döndüm. Bu kez kendime değil, ona acıyordum. "Senden çok bir şey istemedim ki. Yıllardır yaptığın şeyi yapmanı istedim sadece. Susmanı..."

Gözleri benim üzerimde kısa süre dolandıktan sonra kendine döndü. Ellerine ve elleri arasında duran yüzüğüne baktı uzun uzun... İçinde bulunduğu durumun farkındaydı ama yine de bir türlü kendini tam anlamıyla koparamıyordu bu saçma düzenden. Celladına âşık olmak böyle bir şey miydi? Her gün onu ve içinde barınan canları biraz daha kısıtlayarak bunun adını yaşam koyan bir yerde ne kadar dayanabilirdi ki? Kendi adaletine bunu nasıl aşılamaya çalışabilirdi?

Susmak artık hiç olmadığı kadar ona kendisini suçlu hissettirecekti. Bunu görebiliyordum. Kendi içinde verdiği o çatışmayı, beden dili ve gözleriyle kendini ele veriyordu. Ela gözleri daha önce hiç bu kadar çaresiz ve ikilemde kalmamıştı. Onun için her şey net bir cevaba varırdı. Onu gözlemlediğim günler içerisinde bu kanıya varmakta çok zorlanmamıştım. O, kendisine çizilen ve ezberletilen adaleti başkalarına aşılayıp işine bakmayı seçen biriyken şu an vicdanı ile boğuşuyordu. Ona ezberletilen şeyin yalandan ibaret olduğunu biliyor ama buna rağmen yaşamak için buna kendisini kaptırmamaya çalışıyordu. Fakat bir yandan da içindeki adalet duygusunun ağırlığının altında eziliyordu.

"Yüzüğü nasıl buldunuz?" diyerek konuyu değiştirdi uzun bir süre sonra. Dengesini az önceki sözlerimle tamamen bozduğumu anladığım an onu ikna etmek için bunun üzerine gitme kararı aldım.

"Bunun bir önemi var mı? Şu an benimle." dedim sorusunu kestirip atarak. Kurnazdı. Zaman kazanmak için beni soru yağmuruna tutuyordu fakat karşısında ben vardım. Bu zamana kadar kendi ailemi bile bir şekilde kandırıp avlara kaçan biri vardı. "Barış için benimle." dedim az önceki konuya gelmek isteyerek. Beni şaşırtmadı ve kaçmaya devam etti.

"Yüzüğü bulduğunuza göre gülü de buldunuz?"

"Gül ile ilgili hiçbir bilgim yok."

"Ya bu geceki kalelerdeki suikast? Kral Anastasia'nın yaptığını düşünmüştü. Lakin Anastasia değil, siz düzenlediniz."

"Kalelere dokunmadım."

"O halde biz neden buradayız? O madalyonlar?" Sabır dolu bir nefes bıraktım.

"Madalyonlar yerde bir başlarınaysa sahiplerinin sonunu bilmen gerekirdi."

"Onları öldürdünüz mü?" Sorusunu düşünmeden yanıtladım.

"Madalyonlar yerde olduğuna göre?" diyerek yalan söyledim. Henüz onu kendi safıma çekmemiştim ve bu yüzden ona doğruyu söyleyip kendimi daha fazla zor bir duruma sokamazdım. Düşmanımızı öylece sınırdan uğurladığımı duyarsa az önce bozduğum dengesi toparlanacak ve beni krala teslim edecekti.

"Az önce barıştan söz ediyorsunuz." dedi kafası karışmış bir şekilde. Sesindeki ince imayı hissettim. "Akıtılan kanlar..."

"Masum canları almadım." dedim onu bastırmaya çalışarak. Olabildiğince kelimelerimi seçmeye özen gösteriyor ve bir açık bırakmamaya çalışıyordum. "Suikastçi olarak bu topraklara giren kimseye acımam. Kaleleri yağmalamaya geldiler. Gereken cevapları aldılar."

"Onları Hırçın Deniz'e mi attınız?"

"Şu an burada olduğuma göre?" dedim kaçamak cevaplar vererek. Yalan söyleme sayımı en aza indirmek için üstü kapalı cevaplar vermeye çalışıyordum. Drach, telaşı ve korkusundan dolayı bu üstü kapalı cevapları kendi istediği cevaplar olarak algılıyor ve konunun üzerinde çok durmuyordu. Şu an onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordum.

"Yaptığınız şeyin farkında olduğunuzu düşünmüyorum." dedi birden bütün hakimiyetimi elimden kaymasına sebep olacak bir şekilde. Afallayarak ona baktım.

"Nasıl yani?"

"Ölüm ile iç içesiniz." dedi acımasızca. Kabaran öfkemle onu dinlemeye devam ettim. "Bunu bile bile her şeye ve herkese meydan okuyorsunuz. Yetmiyor belli etmeden krallığınıza ve kurallarınıza baş kaldırıyorsunuz. Bir yüzüğe bekçilik ediyor ve saraydan kaçıyorsunuz. Elçileri öldürüyorsunuz. Siz neler yaptığınızın farkında mısınız?" dedi sanki beni uyuduğum bir rüyadan uyandırmaya çalışır gibi. Bedenimin titrediğini hissediyordum. "Parmaklarınız arasındaki yüzük Karanlığın Yüzüğü Majesteleri... Siz bunun farkında mısınız?"

Zihnime ulaşan bu sözler amacına ulaşmış gibiydi. Bu zamana kadar aklımdan geçirdiğim ve hızla adapte olduğum şeyin ne olduğunu bana göstermeye çalışıyordu. Yaşadığım ufak çaplı farkındalıkla ellerimi yumruk yaptım ve yüzüğü sıkıca avuçlarım arasında sıktım. Sanki ona dönüşecekmişim gibi, onunla birleşecekmiş ve yıllardır kaybettiğim gücüme kavuşacakmışım gibi... O kara bulutlar ve arasındaki beyaz ışığın bütün bedenime işlediğini hissedebiliyordum.

Yıllara serilmişti onun efsanesi... Yıllara konu olmuş, tarih kitaplarına kazınmıştı o herkesi ürperten ismi...

Koca bir yıkımın gücü vardı ellerim arasında. Kimine göre bu bir suç olsa da ben içindeki yaratığı çoktan kendime benimsemiştim. İçinde barınan o aslan... O aslan bana bu yüzüğü, efsanelerini, gücünü unutturmuştu.

Kırık bir kalp, kırık başka bir kalbi gördüğü zaman her şeyi unuturmuş...

Onun gözlerindeki hasret ve acıyı görmüştüm. Onun en masum ve saf halini görmüştüm. O artık gözümde insanların anlattığı gibi büyük ve tehlikeli bir güç olmaktan çıkmıştı...

Drach bu söylediği ile korkmamı ve bu büyük gücü teslim etmem gerektiğini düşünmüştü. Benim bir büyü altında olduğumu ve bu büyü yüzünden yaptığım şeyin ne denli büyük olduğunu bana ispat etmeye çalışıyordu. Ama ben her şeyin farkındaydım. En başından beri ben her şeyi bilincim eşliğinde yapıyordum.

Gözlerinde bu büyüden uyanmış olduğumu düşünen bir parıltı olsa da yüzümdeki ciddiyeti bozmadan ona doğru bir adım attım. Adımımla birlikte güçlü bir rüzgâr suratıma doğru esti. Bu rüzgârın ve etrafımı saran ince siyah bulut tabakasının sahibini biliyordum. Gülümsedim. Saf Karanlığın aşina olduğum kara bulutları etrafımı sarınca kendime bir kalkan örüldüğünü hissettim ve bu beni daha da güçlendirdi. Drach şaşkınlıkla etrafıma toplanan siyah sis tabasına bakarken karanlığın arasında hayatta kalmaya çalışan tek renk olan yeşil gözlerimi sertçe ona diktim ve dudaklarımı araladım.

"Senin de bazı şeylerin farkında olduğunu düşünmüyorum." Orman ilk kez bu kadar sessizdi. Söyleyeceklerimi duymaya hazır gibi... "Karşında Karanlığın Yüzüğü'nün Yegâne sahibi duruyor. Asıl sen bunun farkında mısın?"

Drach umutsuzca bana baktı. Oysa inadını kırmadı. Beni bu durumun içinden çıkarıp kendisini kahraman mı ilan etmek istiyordu yoksa sahiden beni korumak mı istiyordu emin olamıyordum. Onu çok az tanıyordum. Kurallara kuşkusuz biat ettiğine defalarca kez şahit olmuştum. Oysa şimdi kuralları mı baza alıyordu yoksa beni gerçekten önemsiyor muydu anlayamıyordum.

"Elleriniz arasında duran yüzük çok güçlü ve tehlikeli bir silah." dedi yılmadan. Defalarca kez bana farklı şekillerde tek bir şey anlatmaya çalışıyordu. Bu yüzüğe sahip olmamam için bekçilik etmemem için usanmadan direniyordu. "Elçiler bile onun peşinde. Onu tek başınıza koruyamazsınız. Bütün bir krallık bir araya gelsek bile o yüzüğü koruyamayız Majesteleri."

"Çok geç." dedim tek nefeste. Hiçbir şeyden zerre kadar korkum kalmamıştı artık. Bir yola girmiştim ve bu yolu bitirmeden önüme çıkan engellere takılıp yönümü değiştirmeye niyetim yoktu. "Bu yüzük parmağımdan ancak parmağım kesildiği takdirde çıkacak Başbekçi." dedim anlaması için kararlılığımı en saf halinde dile getirerek. "Yüzüğü alıp kralına götürmek istiyorsan hançerin önce parmağıma, sonra kalbime saplansın. Zira az önce de söylediğim gibi, barışın olmadığı yerde bana da yer yok."

Gözleri korkunun kurbanı oldu. Korkusunun sebebi beni öldürmek zorunda kalması mıydı? Bundan korkacağını düşünmüyordum. Zira bu herkesin başarmaya çalıştığı bir gayeydi. Aksine, bütün bir krallığın kalplerindeki tahta sahip olabilmesi için beni büyük bir keyifle öldürmesi gerekiyordu. Fakat onu durduran bir şey vardı. Onu dizginleyen, kararını gerçekleştirmeyi engelleyen, cebindeki hançerin kana susamışlığını durduran bir şey... Krala karşı olan sadakati miydi? Ya da kızını öldürdüğünde kaybedeceği mertebesi miydi onu ürküten?

"Yapmayın." dedi çaresizce. "Lütfen..."

Lütfen mi? Hayret içinde başım hafifçe sağa yattı. Bu bekçinin amacı neydi? "Kendinize de krallığa da bana da bunu yapmayın. Ben bunu kralımdan saklayamam. Bir yemin ettim ben."

Sanırım anlamaya başlıyordum... Bu sırrı saklamamak için yalvarıyordu. Zira bu mertebeye atanmadan önce herkes gibi o da krala biat edeceğine ve ona ihanet etmeyeceğine dair bir yemin etmişti. Derin bir soluk aldım.

"Bu bir ihanet değil." diyerek onu kandırmaya çalıştım. Bu bir ihanetti. Fakat günü kurtarmalı ve bunu sonra düşünmeliydim. Günü kurtarmak için onu öldürmem gerekiyordu. Gördüğü her şey ile beraber onu öldürüp Ardena'nın o kan dolu topraklarına gömmem gerekiyordu. Ancak bunu yapamazdım. Masum birilerini öldürmemek için kendime söz vermiştim. Onu kandırarak bir şeyler elde etmeliydim. "Sadece bir sır Başbekçi’m." dedim ısrarla ve ekledim. "Ardena'yı kan gölüne mi çevirmek istiyorsun? Çocuklar, kadınlar, erkekler, masumlar ölsün mü istiyorsun? Ne istiyorsun?"

"Bitsin istiyorum." dedi umutsuzca. "Savaş bitsin istiyorum." Söyledikleri karşısında tek bir umut bile beslemiyordu. Bu bir dilekti sadece. Gerçekleşeceğine olan inancı yoktu. Asırlardır süregelen bir savaştı. On iki krallık vardı zamanında bu topraklarda. Farklı güçler, farklı ırklar... Oysa şimdi yalnızca iki krallık kalmıştı. O bile fazla gelmişti bu topraklara... Bitmiyordu... Bitecek gibi de durmuyordu...

Etrafımdaki siyah sisler çevremde süzülüyordu. Gözlerimle rüzgârın dağıttığı sisleri izliyor ve bir medet umuyordum. Yapabilir miydim? Barışı sağlayabilir miydim? Bunu başarabilir miydim? Bir orduya ihtiyacım olur muydu? Olursa nasıl bulabilirdim?

Sertçe yutkunup çevremde gezen siyah sislerde gözlerim bir noktaya takıldı. Bir ağaç... Sıradan bir ağaç olabilirdi fakat onun üzerinde dikkatimi çeken bambaşka bir şey vardı. Ağacın dallarından biri kopmak üzereydi. Az önce kaçarken o dallardan birine bastığımı hatırlıyordum. Öyle güçlü basmıştım ki dal kırılmak ve kırılmamak arasında kalmıştı. Bir yıkım meydana gelmişti. Adımlarımı ağır ağır o ağacın yanına götürdüm. O sırada beni takip eden siyah sisler peşimden bir pelerinmiş gibi süzülüyordu. Ağacın önünde durdum ve yarı kırılmış dalı elimle tuttum. Drach şaşkınlıkla beni izliyordu. Ben ise verdiğim zararı inceliyordum usulca. Dalı elimle tuttuktan sonra bükülmüş halini hafifçe yukarı doğru kaldırdım. Tam o esnada içimden geçen şey gözlerimin önüne serildi. Etrafımdaki siyah sis tabakası bedenimden süzüldü ve sol kolumu sarmaladı. Sol kolumdan ince ince süzülerek tuttuğum dala uzandı ve dalın etrafında döndü. Bu yaptığıma tuhaftır ki şaşırmamıştım. Çünkü içimde tam da böyle bir his vardı. Ayaklarımı ağacın önüne sürükleyen bu his, böyle bir şeyin olacağını çoktan fısıldamıştı sanki içime.

Bedenimi saran bütün siyah bulutlar, kırık dalı sarmaladı ve onu yeniden eski haline getirerek canlandırdı. Drach şok içinde olanları izliyor ve tek kelime edemiyordu. Ben ise keşfettiğim bu yeni güç ile birlikte şaşırmak yerine bu gücü benimsemeye çalışıyordum. Ki benimsemiştim. Sanki bu benim kendi gücüm gibiydi. Anastasia'nın bu güçten haberi var mıydı bilmiyordum. Belki de vardı ve hiç kullanmamıştı. "Bu Dünya'da yıkım varsa..." dedim ve elimi daldan çekip iyileşmiş o sağlıklı haline baktım. "... var etmek de var sevgili bekçim... Savaş bir yıkımsa bahsettiğim barış bizi var edecek." dedim onun umutsuz sesine karşılık umutla. Ağır ağır Drach'e döndüm ve sıcacık gülümsedim. "Sana bunun garantisini veriyorum." dedim onu kazanmak için. "Yemin ederim. Hem savaş bitecek hem de yepyeni bir dünyaya uyanacağız. Sadece biraz zamana ihtiyacım var."

"Anlamıyorsunuz." dedi Drach. "Bunu kraldan saklayamam."

"Daha önceden vazifenden alındın ve bu yüzden mertebeni kaybetmek korkuyorsun anlıyorum. Seni korumak için elimden geleni yaparım."

"Mertebe umurumda değil." dedi. Kafam karışmıştı. Mertebe konusu dert değilse neyi bu kadar kafasına takıyordu anlamıyordum. "Ben bir kere krallığıma ihanet eden biri olarak anıldım. Bir kez daha bu güveni kırmak istemiyorum Majesteleri. Vazifemi en iyi şekilde yerine getirmek istiyorum."

"Sana söz veriyorum." dedim bir kez daha. Zan altında kalmak istemiyordu. Bir kere sürgün edilmişti bu topraklardan. Bir daha sürgün edilmek istemiyordu. Acaba ne yüzden sürgün edilmişti? "Sana yapmakla sorumlu olduğun hiçbir şey bırakmayacağım. Tek bir şey isteyeceğim." dedim ve sessizce ekledim. "Susmak... En iyi bildiğimiz şey değil mi zaten?"

Dağılan saçlarını düzeltti ve yaklaşmaya başladı. Aramızda birkaç adım bırakıp tam karşımda durdu. Üzerindeki kıyafetler harap olmuştu. Üzerinde yaşadığı şeylere karşı adapte olamayan bir şaşkınlık duruyordu. Yüz ifadesi tamamen endişe ve şaşkınlığın resmettiği bir tabloydu. Bir karga sesi yükseldi o an ormanın ortasından. Ela gözleri çok kısa süre göğe yükseldi. Onunla birlikte havalanan kargalara baktık. Gözlerini gökten indirmeyerek boğuk bir sesle ekledi. "Bu büyük bir oyun Majesteleri. Kendinizi kurban edemezsiniz."

Kargaların kanat çırpışları altında kendi sessizliğimizin zincirlerine vurduk kendimizi bir süre. Bu sözler bana tanıdık geliyordu. Bu sözleri birinden daha duymuştum haftalar önce... Uçurumun ucunda duran ve bana gerçekleri bir bir acımadan söyleyen bir Elçi'ydi bu sözleri ilk söyleyen kişi... Dudaklarımın ucu hafifçe yukarı kıvrıldığında derin bir nefes aldım. Bir yandan gökyüzüne bakıyor diğer yandan bu kan kokusunun sindiği hava ile nefes alıp nefes veriyorduk.

"Baktım ki kimse ters dönen dünyanın farkında değil." dedim sessizce. Üzerimizden uçan kargalar bizim yerimize çığlık atıyorlardı. "Fark edenler ise bir köşeye sinip susuyor." dedim ve hüzünle gülümseyip ona baktım. O ise hâlâ gökyüzüne bakıyordu. Çaresizce tek omzumu kaldırıp indirdim. "Birinin bunu düzeltmesi gerek. Bir can feda olsun onca can için."

"Benden her şeyi isteyin." dedi sessizce. İçindeki doğru nokta onu konuşturmak istese de haksızlığın karşısında defalarca susan birinin kolayca konuşabilmesi mucizeydi. "Ne isterseniz istediğiniz şeyi ne pahasına olursa olsun yaparım. Ama bunu istemeyin." dedi ve ela gözlerini bana çevirdi doğrudan. Ay ışığı ela gözlerindeki o hafif yeşili bana gösteriyordu. Kahverengilik ise ay ışığının gölgesi altında kaybolmuş gibiydi. Benim gibi bakıyordu. İçindeki o yanlışlığa ve haksızlığa yeniliyordu. "Bunu saklamamı istemeyin."

"Drach..." dedim usul bir sesle. Ela gözlerinin yeşiline bakıyordum sadece. Çünkü orada kendimi görüyordum. Kendi yeşil gözlerimi... "Karşındaki kişiyi bir prenses olarak değil, sıradan bir bekçi olarak dikkate al. Ardena'yı görmüyor musun, Ardena'yı yaşamıyor musun?" dedim titrek sesimle. Gözleri parladı. "Sonu belli olmayan bir yokuştan aşağı sorgusuz sualsiz sürükleniyoruz, hissetmiyor musun? Ruhumuz soluyor, kalbimiz giderek duruyor duymuyor musun? Ardena giderek yok oluyor." dedim ve ona uzanıp kolunu tuttum. Drach, başını koluna çevirdi ve onu tutan elime baktı. "Neden var etmeme izin vermiyorsun?"

Elimi yavaşça uzaklaştırdım kolundan. Bir süre kendi içiyle çatıştı. Bana güvenmiyordu. Bunu yapabileceğime inanmıyordu. Kırık bir dal parçasına oturmaktansa o ağaca tırmanmamayı seçiyordu. Fakat o ağaca tırmanmadan nasıl görecekti yeryüzünü? Yeryüzünde olup biteni, yaşananları, yaşanacakları... Yukarıdan görmediği sürece kendi bildiği noktadan bir adım ileri bile gitmeyecek ve ölümü bekleyecekti. Oysa ağaca tırmansa ve her şeyi yukarıdan görse onları bekleyen tehlikeleri önceden fark edebilecekti. Fakat ağacın tek bir dalı vardı o da kırıktı. Güvenmiyordu. Canını bana tamamen teslim etmiyordu. Böyle devam ederse herkes gibi o da bir hiç uğruna ölecekti.

"Tek başınıza bu mümkün değil." dedi sessizliğinin sonunda. "Siz Anastasia değilsiniz."

"Haklısın. Ben Anastasia değilim." dedim onu anında onaylayarak. "Onun gibi Ardena'yı yıkma hayalleri kurmuyorum. Hiçbir zaman Anastasia olmak istemedim ben." dedim. O bana kendisini teslim etmiyordu. Bana güvenmiyordu. Onun güvenini kazanmak için benim kendimi teslim etmem gerekiyordu anlaşılan. Derin bir nefes aldım ve yalnızca dudaklarımı araladım. Asla bir konuşma düşünmedim. Yalnızca dudaklarımı araladım. Olan biten bir bir döküldü, asla düşünerek bir şekle sokmadım onları. En saf halleriyle tanıştırdım sözlerimi Başbekçi'ye. Kendimi tamamen ona teslim ettim.

"Ben sadece kendim olmak istedim, ona bile izin vermediler. Üzerime kendiliğimden yoksun bir kaftan ördüler, o kaftanla yaşamamı istediler. Ne sesim çıktı ne ruhum yaşadı o kaftanın içinde. Bir başkasının hançeri değil, etrafıma çizilen o sınırlar öldürdü beni. Hiçbir zaman cellatlarımdan korkmadım. Çünkü her ne şekilde olursa olsun beni bu denli öldüremezlerdi." deyip acıyla gülümsediğim sırada bir hıçkırık çıkmaya yeltendi dudaklarımın arasından. Kendimi tuttum ve devam ettim. "Yaşamayı unuttum ben." dedim titreyen sesimle. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ölmemek için sustuğum zamanlar dilimin ucuna geldiği an yine o anki ölüm kokusunu hissetmiştim etrafımda. Titrek bir nefes çektim içime ve dolu gözlerimi Drach'e çevirdim. "Nefes almak için, bahçeye çıkmak için ne cezalara mahkûm oldum. Şu kemerimdeki kılıcı görüyor musun?" dediğimde gözleri hiç çekinmeden kemerimdeki kılıca döndü. Artık o da kendisini bana teslim etmiş gibiydi. Bana uyum sağlıyordu. "Bu kılıcın burada durması için döktüğüm gözyaşlarından bihabersin değil mi? Ellerimi görüyor musun?" deyip hiç çekinmeden ellerimi açıp önüne tuttum. "Bu nasırların olması için ne kadar dua ettiğimi biliyor musun? Odamdan bir adım çıkabilmek için halama yalvarışlarımı?" dedim ve en sonunda tutamadığım bir hıçkırık kopup gitti dudaklarımın arasından.

Utanarak ellerimle yüzümü kapattım ve avuçlarıma acı dolu nefeslerimi bıraktım. Drach'in adım sesini işittiğim an ellerimi yüzümden çektim ve gözyaşları içinde ona baktım. Mahvolmuştu. Onun da gözleri dolmaya başlamış yüzü ise benim yaşadığım acıyı hissetmişçesine hüzne teslim olmuştu. "Sen ölü birinin karşısına geçmiş onu ölümle korkutmaya çalışıyorsun Drach." dedim en sonunda kendimi toparlayabildiğim kadarıyla. "Sen beni bununla korkutamazsın. Seni bununla ancak ben korkutabilirim. Zira yaşayan sen, ölen benim."

Drach üzülmüştü. Yaşananları yavaş yavaş idrak edebildiğini düşünüyordum artık. Kendimi acındırmaya çalışmıyordum. Kendimi anlatmaya çalışıyordum ve kahretsin ki bütün bu duygusallığım bütün ortamı duygusallaştırıyordu. "Ailenize ve yarattıkları bu düzene öfkelisiniz. Şikayetçisiniz." dedi ve destek verirmişçesine elini usulca koluma yerleştirip sıvazladı. O an mertebelerin bir önemi yoktu. İki dost gibi birbirimize sahip çıkmaya çalışıyorduk. "İnanın bana ben de bu düzenden memnun değilim Majesteleri. Farklılık herkese iyi gelir. Lakin buna sesimiz çıktığı an bir hiç uğruna öleceğiz bunun da farkındayız." dedi en sahici sesiyle. "Ağzımızı açtığımız an kolayca susturuluyoruz. Konuşmak için ölmektense, halkın güvenliği için ölmek daha iyi değil midir?"

Duraksadım. Gerçeği öyle güzel dile getirmişti ki ona hak vermekten başka çaremin olmadığını fark ettim o an. Gözlerim bir noktaya sabitlendiğinde dudaklarım aralandı.

"Konuşunca ölüyoruz... Ne kadar doğru söyledin öyle..." dedim boğuk sesimle. Drach, elini kolumdan çektiği an yaşadığım boşluk hissiyle anında gözlerimi ona çevirdim. Birbirimize yakındık. Nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Güçsüz nefesimle söze girdim bir kez daha. "Susarak da ölmüyor muyuz?"

"Ölüyoruz."

"Biz neden hep ölüyoruz?" Gözleri çok kısa dudaklarımıza çevrildi. İkimizin de güçsüzlüğü o kadar belliydi ki... Güçsüzce çıkan nefeslerimizi dinleyip acıyla gülümsedi.

"Çünkü yaşıyoruz Majesteleri. Yaşamak ölmeyi gerektirir."

"Öyleyse neden yaşıyoruz?"

"Öğrenmek için Majesteleri... Yaşıyorsak eğer, en iyi şekilde yaşamalıyız. Vazifelerimizle, dostlarımızla, barışla..."

"En iyi şekilde yaşamak için ne yapmalıyız?"

"Fedakârlık..." dedi tek nefeste. Yutkundum. Neyden bahsettiğini çok iyi anlıyordum. "Bazen fedakârlık yapmamız gerekir Majesteleri. En iyi şekilde yaşamak için... Kendinizden bir parça vermedikten sonra hayatınız bir parçadan bile ibaret olamayacak. Ödün vermek zamanla kendinizden eksilen o parçanın yerini tutan yeni bir yara bandıyla sarılır. Fedakârlık yapmalıyız Majesteleri. Biz bekçiler olarak bunu pek sevmesek de mutlu olabilmemizin yolu buradan geçiyor." dedi ve gözleriyle parmağımdaki yüzüğü işaret etti. "Karanlığın Yüzüğü Majesteleri... Sizin fedakârlığınız bu."

"Fedakârlık değil bu." dedim acıyla. "Ölüm. Yalnızca benim de değil. Bütün Ardena'nın ölümü."

"Ardena zaten ölmüyor mu?" diye sordu güçsüzce.

Omuzlarımı kaldırdım bir umut var der gibi. "Yaşatabiliriz."

"Yaşatmak için ölmeniz gerekecek."

"Ölürüm." dedim anında. Gözlerindeki korkuyu sezdiğim an cesurca devam ettim. "Daha önce de söyledim Drach. Hiçbir ölüm şu anki kadar acıtamaz artık beni."

"Büyük konuşuyorsunuz." dedi. Kaybedecek bir şeyi varmış gibi konuşuyordu oysa bu senaryoda ölecek tek kişi bendim. Onu peşimden sürüklemek yapmak istediğim son şeydi. Kendi hayatımı bir kumara tabii tutuyordum. Onun hayatını elimden geldiği kadar korumalıydım. "Bu yüzükle kurtuluşu sağlayamazsanız ne olacak? Yüzüğü sizden elbet bir gün geri alacaklar. O zaman ne yapacaksınız?"

Bir adım uzaklaştım ondan. Çekinmeden yanaklarımda biriken gözyaşlarımı sildim ve gözlerimi sertçe ona diktim. Daha ne kadar ona bu gerçeği anlatmaya çalışabilirdim bilmiyordum. Daha ne kadar kendimi ifade edebilirdim bilmiyordum. Gücüm giderek tükeniyordu fakat inatla ayakta kalarak ona bir şeyleri anlatmaya çalışıyordum zira uykudan uyanması gereken bir halk vardı. Rüya sandıkları o kabuslarından uyandırılmak zorundalardı. Susarak elde ettikleri tek şey kayıplarıydı. Bu kayıpların olmaması için konuşmalarını istiyordum. Bir hiç uğruna kayıp vermektense konuşarak ölmelerini yeğliyordum.

"Ölümü, yaşamak zannediyorlar." dedim hiç çekinmeden. Artık kendi hanedanımın bütün bir çizgisini aşmış ve kendime çizdiğim bu yeni yolda ilerlemeye çoktan başlamıştım. "Yanılıyorlar. Bunu öğrettikten sonra isterlerse bütün uzuvlarımı kessinler ve alsınlar yüzüğü benden. İçim bile sızlamaz."

"Siz..." dedi Drach şok içinde. Gözleri üzerimde geziyor ve çatık kaşlarıyla bir şeyler çözmeye çalışıyordu. Anlamış mıydı? Sonunda bir şeyleri anlamış mıydı? "Siz bütün bunları onların gözünü açması için mi yapacaksınız?"

"Kör bir krallık, önlerine tuttuğum aynadan kendi halleri görmedikleri sürece kendilerine çizilen o yüzlerle hayatlarına devam edecek. Kendi hallerini görmeleri lazım." dedim kendimden oldukça emin bir sesle. Drach şok içinde gözlerini büyüttü.

"Ailenizi tamamen eziyorsunuz." Başımı suçluluk duygusuyla hafifçe yere eğdim fakat bunun geri dönüşü yoktu. Bu yola girmiştim.

"Ailem de buna dahil." dedim başım öne eğikken. "Onları asla ezmeyeceğim. Hep birlikte Sevgili Başbekçi’m. Hep birlikte bu düzeni yıkacağız. Tek başıma değil." İnançla başımı kaldırıp onun endişeyle karışmış ela gözlerine baktım. "Gücümün yetmediğinden değil. Görüyorsun, ellerimde kâinatın en güçlü yüzüğü duruyor. O düzeni tek bir nefesimle yıkarım. Fakat bunu yaparken altında bir krallığın kalmasını istemiyorum. El ele vereceğiz. Bütün bir krallık ile birlikte bu saçma düzenin üstesinden geleceğiz. Eğer bir olup yıkarsak işte o vakit bize tanınmayan onca şeyin varlığında refah bulacağız."

Sözlerimden etkilenmişti. Düşen omuzlarının karanlığa rağmen havalandığını görüyordum. Bu ormanda bugün bir kayıp vermiştim. Soyadım...

Soyadımı tam anlamıyla çiğnemiştim. Adımlar yoluma devam ediyordum ve arkamda kalanları umursamayarak kendime çizdiğim yolda ilerlemeye çalışıyordum. Hayatın karşıma çıkardığı olumsuzlukları ortadan yok etmeye değil, onları iyileştirerek yoluma devam ediyordum. Her engeli öldürmek beni kaçmaya çalıştığım şeye dönüştürecekti. Masumların canını alan bir katile... Oysa ben o engelleri bir bir kaldırıp o yola çiçekler, ağaçlar ekerek yoluma devam etmek istiyordum. Başbekçi bu gecenin bana koyulan engeliydi. Onu öldürmek yerine onu uyandırmak ve içine doğruluk tohumlarını ekerek bu geceyi bırakmak istiyordum. Zira bundan farklı bir durum söz konusu olduğunda ben yine başladığım noktaya geri dönecektim.

"Ailemden başka bu zamana kadar kimseye yalvarmadım." dedim ve o an ilk defa... İlk defa kendimi ve sınırlarımı aşarak ona doğru bir adım attım. Sahip olduğum gücü korumak adına bunu yapmak zorundaydım. Krallık söz konusuydu. Krallıklar söz konusuydu. Ardena söz konusuydu... "İlk defa ailem dışında birine yalvaracağım. Sana yalvarıyorum Drach." dedim bir adım geri çekilmeden. Drach şaşırmıştı. Ben ise bundan bir an olsun pişmanlık duymadım. Bu yapmam gereken bir fedakarlıktı. Drach'in bahsettiği fedakârlık tam olarak buydu. Kendi sınırlarımı yıkmak. Ve ben kendi sınırlarımı feda ediyordum. "İyi bir Dünya için sana yalvarıyorum, bu sırrı sakla."

Haksızlığın elinde parçalanan özgürlük kırıntılarını temsil etti gözyaşları... Bir bir yere düşen yapraklar yaşadıkları noktaya daha fazla dayanamayıp bırakmışlardı kendilerini... Su nasıl bu kadar acı bir şekilde akıp bulurdu yolunu? Her bir yağmur damlası o masum halleriyle nasıl Ardena'nın kanlı topraklarına karışıp hiçbir şey olmamış gibi ölümlerini izlerlerdi. Peki ya bizler? Bütün bunlara şahit olup nasıl hala bu ölümlerin karşısında boyun eğip adımlayabilirdik hala?

Bir krallık susuyorsa bilin ki o krallık hakkında konuşacak binlerce söz vardır ve birinin bu sözleri zikretmesi bekleniyordur. Ya da o krallık ölümü bekliyordur. Tıpkı Ardena gibi...

Kendi krallığım hangi saftaydı ayırt edemiyordum. Onları her şeye rağmen yaşatmak istiyordum. Yıkılan krallıklardan sonra kalan soyumuzu başkalarının vicdanına bırakacak değildim. Elçilerin eline geçtiğimiz anda Bekçilik soyu da bitecekti. Bundan emindim.

Bu savaş yok etme savaşıydı. Birinden birini yok edecekti. Var etmek için çabalamaktansa bütün bir güçlerini yok etmeye adamış bir açgözlülük topluluğuydu kimine göre... Kimine göre ise gerçek hayatı bilmeyen bir körler topluluğu...

Sonrasını düşünüyorlar mıydı? Düşmanları sandıkları krallığı yok ettiklerinde ne olacağını sanıyorlardı? Huzur ve refah mı? Kan gölünde yaşamak ne gibi bir huzur verebilirdi ki? Ellerindeki kan kokusuyla hangi çiçeğin kokusunu duyacaklardı, kalplerindeki vicdansızlıkla kimi sevip âşık olacaklardı? Kâbuslara yer alacak çığlıklar her sustuklarında ve kulaklarında çınladıklarında hangi nehrin huzur dolu sesini işitebileceklerdi?

Böyle devam ederlerse bu eşsiz güçleri kendi hırsları uğruna kaybedeceklerdi. Kendi kendilerini yok etmekle kalmayıp bütün bir yaşamlarını da kaybedeceklerdi. Zira bu yük onların ölüm prangalarından başkası olmayacaktı.

Gözlerinde tereddüt elinde bir kılıç öylece bana bakıyordu. Tereddüde düşmesini garipsemiyordum. Onu en iyi şekilde anlamaya çalışıyor ve onu zan altında bırakmamaya özen gösteriyordum. Karşımda yıllar evvel bu topraklardan sürgün edilmek durumunda bırakılan bir bekçi duruyordu. Yılların getirdiği erişkinliği ile kafasını toparlamış ve bir yüzüğe bekçilik etmeye başlamıştı. Şimdi ise kralına en iyi şekilde hizmet etmek istiyordu. İhanetin hissine bile yer yoktu onun için. Fakat o da bu kan dolu oyunun ne kadar büyük bir kumar olduğunun farkındaydı. Susmasının sebebi sesini çıkardığı an kaybedeceği hayatıydı. Hayata tutunmaya çalışıyordu tıpkı benim gibi...

"Ne diyeceğimi bilmiyorum." deyip bakışlarını tamamen yere dikti. Bir şeyleri ölçüp tartıyordu. Bu kötü suça ortak olup olmamak konusunda yaşadığı tereddüt onu gözlerimin önünde savunmasız bırakıyordu. "Yaptığınız şey büyük bir kumar gibi."

Bekletmeden yanıtladım büyük bir soğukkanlılıkla. "Yaşamak da kumar değil mi? Ama yaşıyoruz. Başımıza ne geleceğini bilmeden hayatımızı ortaya koyup yaşıyoruz. Niye bunu iyi bir Dünya için de yapmayalım?"

"O yüzük sizin felaketiniz olacak."

"Başkalarının ise Dünya'sı olacak..." dedim ve bir kez daha naif bir ses tonuyla sessizce fısıldadım. "Lütfen Drach. Lütfen..."

Ellerim arasında tek bir umut parçasının kalbi atıyordu. İçime yerleştirdiği o güçle bana tıpkı kendisinin üzerindeki gibi karanlığın içinden beyaz bir nokta aralamıştı. O beyaz noktayı en içimde hissediyor ve onun varlığı ile bütün bir karanlığı ona benzeteceğime inanıyordum. Kimine göre deli cesareti olabilirdi. Fakat sanmıyordum. İçimden bir ses bu zamana kadar buna hazır olduğumu bas bas bağırıyordu. Sanki bütün bir hayatım boyunca bu anın gelmesini beklemiş gibiydim. Soğukkanlılığım, kararlılığım ve nereden kaynaklandığına emin olmadığım cesaretim bunların göstergesiydi.

Drach derin bir nefes aldı sanki o nefes bir daha geri gelmeyecekmiş gibi. Aldığı nefes ona yorgunluk vermiş gibi gözleri bir hayli çökmüştü. Kolları artık az önceki gibi güçlü ve dik durmuyordu. Tamamen kendi benliğinden soyutlaşmış cansız bir varlık gibi öylece sallanıyordu bedeninin iki yanında. Gözlerimin içine bakıp acıyla,

"Anka'yı bir daha kaybedemem Majesteleri." dedi. Dudaklarım aralandı fakat hiçbir şey söyleyemedim. Söylediği şeyin ağırlığını kalbimde hissetmiştim o an...

Yüzükler ve bekçiler birleştikleri ve birbirlerini buldukları an kolay kolay birbirlerine alışamadıkları gibi yine kolay kolay birbirlerinden ayrılmazlardı. Drach yıllar öncesinden Anka'ya bekçilik etmişti ve akabinde ondan ayrı düşmek zorunda kaldığı bir olay yaşanmıştı. Yüzüğü kaybettikten sonra bütün bir aklını yitirdiğini, çökmüş ve yalvaran bakışlarından görebiliyordum. Ela gözleri eriyip gitmek üzeriydi gözlerimin önünde. O an Ares'i kaybettiğimi hayal edemeden duramadım. Onunla çok kısa bir zamandır birlikteydik fakat onu reddettiğimi söylediğim sözler zihnimden geçince bile kanımın çekildiğini seziyordum. Bir yüzüğü reddetmek ve onun verdiği boşluk hissiyle yaşamak zordu. Bazı bekçiler bu boşluk hissinin sularında yaşayamamış ve kendilerini Hırçın Deniz'in sularına gömmüşlerdi...

Yutkundum ve boğazımı temizlemeye çalıştım. Zira bıraktığı ağırlığı hâlâ atabilmiş değildim. Yüzüğünü bir daha kaybetmek istemeyen ve eğer kaybederse bu sefer kendini de kaybedebileceğini bana gözleriyle anlatan biri duruyordu karşımda. Tek bir sözün bile onun içini ısıtacağını ve bu korkuyu yok edemeyeceğini bile bile en sahici gülümsememle ona yaklaştım ve güven vermek ister gibi sıcacık gülümsememi büyüttüm.

"Kaybetmeyeceksin." dedim uysal bir ses tonuyla. O an bir çocuğu avutuyordum sanki. Tek ailesini kaybetmek üzere olan bir çocuğu teselli edercesine yaklaşıyordum ona zira bu durum ondan farksız sayılmazdı. "Sana söz veriyorum. Sana hiçbir şey olmayacak bile."

Başını iki yana salladı. "Tek başınıza tüm bunları nasıl yapacaksınız Majesteleri?"

Sağ elimi sol elimin üzerine koyarak yüzüğe tutundum bir dal parçasına tutunuyormuş gibi... Bir ağacın dalından düşmek üzere olup yine bir ağacın dalına tutunmak ölüm için ölüme tutunmak gibi bir şeydi. Ölmek üzere olan biri için ölüm gerçeğinin bir manası olmadığı gibi... Kaderim ve doğumum ölüm içinse bu ölümü en iyi şekilde kazanmalıydım öyle değil mi? Ölümü hak ediyorsam o ölüme yakışır şekilde hazırlamalıydım kefenimi. "Yapmak zorundayım." dedim duygusuz bir sesle.

"Bugünkü gibi yorgun düşerseniz ne olacak peki?" diye sordu akabinde. Sorusuyla kısa süreliğine bir tereddüde düşmüştüm. O da bunu fark etmiş olacak ki beni yanılttığını düşündüğü bir anda bir adım yaklaştı yamacıma. Karşımda durup bana üstten bakarken diline gelen sözleri söylemekten çekinmedi bile. "Bunu hiç düşündünüz mü? Parmaklarınızdaki yüzük sizi yoruyor. Arenadaki haliniz ve az önceki haliniz arasındaki farkı görebildiniz mi?" Yutkundum. Söylediklerinin hakkı vardı. Bunu nasıl düşünememiştim? Bunu nasıl akıl edip herhangi bir alternatif bulamamıştım çözüm olarak. Kendimi eksik hissettiğim sırada Drach devam etti. "Her an yere yığılacak gibiydiniz. Bu güç size fazla geliyor. Yanınızda biri olmalı." dediğinde kaşlarım çatılı bir şekilde ona çevirdim yüzümü. Kimi kast ettiğini umursamadan ve çözmeye çalışmadan beyan ettiği bu sözü anında reddettim.

"Yanıma kimseyi alıp onları tehlikeye atamam."

"Çok geç." deyiverdi birden. Kalbim birden hızlanınca bütün bedenimin titrediğini hissettim. Başımı hafifçe yana çevirerek ona kaşlarım havada baktım. Bahsettiği şeyi doğru mu idrak etmiştim yoksa... Yoksa hayal miydi?

"Geç olan ne?" diye sordum şüphe dolu kısık sesimle. Söylememesi için içimden dualar etsem de nafile. Hiç çekinmeden, tereddüde düşmeden, korkmadan tek nefesle büyük bir soğukkanlılık ile dile getirdi.

"Söyledikleriniz zamanında, çocukluğumda aklımdan geçen şeylere benziyor. Yapacağınız şeyler, bahsettiğiniz yeni Dünya ve daha nicesi..." diye açıkladı ve ekledi. "Bunu yapacak güce sahip olduğunuzu, kararlılığınızı ve içinizi gördüm bugün. Siz ne kardeşleriniz gibi ne de diğer kraliyet soylu akrabalarınız gibi susup boyun eğiyorsunuz. Her şeye rağmen canınız pahasına savaşmayı seçiyorsunuz. Böylesine büyük bir cesaret takdiri ve desteği hak ediyor. Bundan böyle izniniz olursa ben de sizinle barış için savaşmak isterim Majesteleri."

Sarsıldığımı hissediyordum. Ya da sersemlemiştim. Söyledikleri ve duyduklarım birbirleri ile eşdeğer miydi? Titreyen ellerimi çözüp ona endişe dolu gözlerle baktım. Az önce bana krallığa ihanet etmemek için karşımda yalvaran ve başka bir şey istememi isteyen kişi mi söylüyordu bunları? Söylediği şeyler gururumu okşamıştı elbet. Fakat bu çok büyük bir karardı. Hayatına mâl olabilecek bir karardı. Ben zaten yaşayan bir ölüydüm. Benim ölümüm gerçekleşecek bir senaryoydu. Hiçbir zararı olmayacaktı kimseye. Fakat onun ölümü... Bu barış için benim canımın pek bir kıymeti yoktu. Bir ölünün ölüsü gömülecekti toprağa. Fakat o yaşıyordu. Benim kaybedecek bir şeyim yokken onun kaybedecek bir hayatı vardı bu savaşın sonunda.

Dolmuş gözlerimle onu seyrettim. Ciddiydi. Alay etmiyordu. Bu bir oyun muydu yoksa? Beni kandırmaya çalışıyor ve beni krala teslim etmek için beni kandırmaya çalışıyor olabilir miydi? Beynim o kadar hızlı çalışıyordu ki tüm bu olasılıklar başımı çok kısa bir sürede ağrıtmıştı ve geriye dudaklarımdan yalnızca tek bir kelime çıkmıştı.

"Ne?" dedim şok içinde. Birden hiç beklemediğim bir anda çamurun üzerinde dizleri üzerine çöktü. Karşımda yavaş yavaş eğilirken gözlerimi onun üzerinden çekemedim bile. Yaşadığım şok ve korkuyla öylece kalakaldım. Kalbimin hızına bile yetişemedim.

Başbekçi karşımda ıssız bir ormanda çamurların üzerinde diz çöküyordu. Kılıcını kemerinden çıkarıp sertçe çamura sapladı ve başını kaldırıp gözlerimin tam içine bakarak konuşmaya başladı.

"Ben Drach Farrighton. Kor Alevin Bekçisi ve de Bekçiler Krallığının Başbekçisi’yim. Kralımın yegâne kızının barış için başlattığı bu yolda onun emrinden çıkmayacağıma ve onunla ne pahasına olursa olsun barış için savaşacağıma, sözlerine uyacağıma ve sırrını son nefesime kadar saklayacağıma yemin ederim."

Gözlerimden sicim sicim yaşlar süzülürken elimi kalbime götürdüm. "D-Drach..." diye konuşmaya başladığımda titreyen dudaklarımdan tek bir kelime bile çıkaramadım. O ise kendinden oldukça emin ve soğukkanlıydı. Az önceki tereddüdü göremiyordum gözlerinde. Benim karşımda benim için savaşacağına dair bir yemin etmişti. "Ne yaptın sen?" dedim şaşkınlıktan kısık çıkan sesimle. Bedenim öyle titriyordu ki onun karşısında daha fazla ayakta kalamadım ve tıpkı onun gibi dizlerimin üzerine çöküp onun hizasına geldim. Yine birbirimizde oldukça yakındık ve nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Ona bu yaptığının bir hata olduğunu anlatır şekilde acıyla baktım. Zira ağzımı açıp tek bir söz edemeyecek kadar titriyordu bedenim. Gözyaşlarım ise durmadan akıyordu.

Birinin hayatını geçirmiştim o an sanki hançerime...

Drach pişmanlık duymuyordu. Gözyaşlarımı saklamak için başımı yere eğdiğimde narince çeneme yerleştirdi işaret parmağını. Anka Kuşu'nun yüzüğünün soğukluğunu çenemde hissedince yutkundum. Düşen başımı ağır ağır kaldırıp ela gözlerine bakmamı sağladı ve "Bu eşsiz mücadelenin bir parçası olduğuma dair ant içtim." dedi tane tane. Ağlıyordum sadece... Hayatını mahvettiğim ve ondan çaldığım için vicdanımın yükü yüzünden ağlıyordum.

"Neden?" diye sordum gözyaşları içinde. Tek omzunu silkip küçücük gülümsedi.

"Çünkü ben de barış istiyorum." dedi. Onaylamaz bir şekilde başımı iki yana salladım hızlıca. İşaret parmağı hala çenemin altındaydı.

"Kendini bir ateşe attın." dediğimde bundan gurur duyar gibi baktı.

"Öyleyse beraber yanarız Majesteleri." dediğinde içim titremişti. Bu kadar kolay mıydı kendi hayatından vazgeçmek. Bu kadar kolay mıydı ölümü kabullenip her şeye rağmen benimle birlikte barış için savaşmak. Daha az evvel Anka'yı kaybedemem diyen adam şu an karşımda bana yemin ediyordu. Buna değer miydi? Bana yardım için hayatından vazgeçmeye değer miydi? "Küllerimiz birlikte savrulur Ardena'nın bir ucuna." dediğinde gözlerimden akan bir yaşı sildi usulca. Ben ise hala kabullenemez bir öfkeyle ona bakıyordum.

"Kapkaranlık bir yola girdin."

"Işık tutan sizseniz o yol benim nihai yolumdur." Sözleri karşısında dilim dolanıyor ve dilsiz birine dönüşüyordum. Gözlerindeki bu korkusuzluk beni kör ediyor, ses tonundaki soğukluk beni kış ayazlarında bırakıyordu.

"Bana bu kadar güveniyor musun?"

"Kendime güvenmediğim kadar." diye yanıtladı anında ve ekledi. "Kâinat yıllar sonra hayatta kalan bir prensesin başkalarının hayatta kalması için mücadele edişini seyredecek. Tarih Anastasia'yı yıkım olarak işlediyse sizi de varoluş olarak işleyecek. Size bütün kalbimle inanıyorum. Bu düzeni kırabilecek gücü gördüm gözlerinizde. Her şeyi göz ardı edebilecek cesareti ve gücü gördüm. İtaat etmemem için başka bir sebep kalmadı."

İçimde titreyen ve gururu okşanan küçük cesaret kendini gözlerime yerleştirdi. Gerçek olup olmadığı bilincini aşamıyordum o an... Az önceki andan sonra böyle bir an yaşamak beni afallatmıştı. Ne söyleyeceğim ya da ne düşüneceğim çoktan bilinmez kefenlere sarılmış gömülmeyi bekliyor gibiydi. Tereddütlerim sonsuz bir uykuya dalacaktı bu kefenin içerisinde. Sonsuz bir uyku... Ve o uyanacaktı... Karanlık ve içinde unutulan bir aslan... O uyandığında ise ateş ile su birbirlerini yeniden tanıyacaktı. Etrafını karanlık bulutlar saracak ve tek bir kükremeyle her şey Ardena'nın etrafına yayılacaktı. Herkes bir bir tanıyacaktı... Bu kez yıkımı değil, varoluşu tanıyacaklar, tanık olacaklardı.

Bir barış serüveniydi bu. Ellerimizle kirlenmiş topraklardan, kan kokan sulardan ve kül uçuşan alevlerden bir barış var edecektik. Birlikte... Yalnızca ben değil. Benimle birlikte biri daha...

Ela gözlerindeki o kararlılık ve eminlik şaşkınlığımı bir kenara fırlatmıştı. Ona nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde inanıyor ve güveniyordum. İçimin bir kısmında hala bana oyun mu oynuyordu düşüncesi vardı. Fakat o anlık bütün tereddütlerim az önce dile getirdiğim gibi sonsuz bir uykuya dalmıştı. Belki de sonsuz olmayacaktı...

Hiçbir şey umurunda değildi. Ardena'ya atılmış o ateşin etrafında dönen ve hayatta kalmaya çalışan ömrü az iki kelebek gibiydik. Ömrümüz azdı. Fakat yine de hiçbir şey umurumuzda değildi. Onun etrafında dönmeye çoktan başlamıştık bile...

Başımı hafifçe yere eğdim bir şeyi teyit etmek ister gibi.

"Sen de istiyorsun?"

Gülümsedi. Sesi o kadar naif geliyordu ki kulağa... Sanki bütün bir ormanı o naif sesiyle uyutmuş gibiydi... Bu sessizliğin sebebi olarak o naif sesiyle bütün ormanı uyutmuştu. "Ben de istiyorum."

Acıyla gülümsediğimde kısılan gözlerimin arasından bir damla daha düştü toprağa. "Sen de benim gibi düşünüyorsun." dedim titreyen sesimle. Gülüşü ayın ona hediyesi gibiydi. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde gülümsemesi aya benziyordu. Onun gibi saf, parlak ve tertemiz. Gülümseyince dudak kenarlarında biriken çizgiler de bir yıldızın kayışı gibiydi. Umudu öyle yansımıştı ki gülümsemesine... Hayran olmamak elde değildi. Kızaran dudaklarını araladığında kalbimin heyecanlandığını hissettim.

"Ben de sizin gibi düşünüyorum."

Başarmış gibi ona baktım ve ağır ağır başımı salladım. Ona doğru yolu seçtiğini göstermek ister gibi gururla gözyaşları içinde başımı salladım ve bu kez kendimi dizginledim. Boğazımdaki titreme kaybolduğu an az öncekine nazaran biraz daha güçlü bir sesle "Sen de barış istiyorsun." dedim. Drach yüzündeki gülümsemeyi küçülterek bu kez o da kendinden emin bir gülümsemeye büründü. Her bir mimiği öyle dikkatimdeydi ki... Her bir hareketini izlemek istiyordum o an... Çok kalın olmayan kaşlarının yutkunmasıyla hafifçe titrediğini, gözlerini her ağzımı açtığımda parlamasını, o güzel gülümsemesinin verdiği umut kırıntılarının bütün bir benliğini ele geçirmesini... Yalnız olmadığımı göstermek için ellerimi bir an olsun bırakmamasını. Yüzüklerimizin birbirine değdiği an arasındaki hafif ısının ellerimizi titretmesini...

O an bu anlaşmanın bir bağlılığa dönüşüşünü izliyor gibiydik. Yapraklar etrafımızdan savrularak bu ana tanık oluyorlardı. Parmaklarımızda varlıklarını bildiğimiz yaratıklarımız birbirlerini tanımaya çalışıyor gibiydi. Ağaçların kökleri içimizdeki umuda dokunuyor ve oraya uzanıp nefes oluyordu umutlarımıza. Yağmur damlaları artık ayaklarımız altında biriken kanları temizlemek içindi. Bizi temizlemek, avutmak, sarıp sarmalamak için. Barış için birbirlerine bağlılık yemini eden iki kişiyi barındırıyordu gece...

"Ben de barış istiyorum." dedi yine aynı ses tonuyla.

"Yemin ettin."

"Size bir yemin ettim evet. Ve yeniliyorum." deyip ellerimi bıraktı ve başını yere eğerek bir kez daha bana boyun eğdi. "Size bu davanızın sonuna kadar itaat edeceğime yemin ederim."

Başı hâlâ yere eğikken çamura bulanan ellerimi hiç çekinmeden onun yüzüne yerleştirdim ve yüzünü kaldırıp bana bakmasını sağladım. Ellerimi yüzümden çekmeden ona umutla gülümsedim ve dudaklarımı araladım.

"Ben de sana yemin ediyorum." deyip ekledim. "Bu davayı kazanacağımıza yemin ediyorum."

Yüzündeki elimin üzerine kendi ellerini koydu. Gülümsemesi büyürken ne söyleyeceğini merakla bekliyordum. "Ormanın uyanma vakti gelmiş." Gülümseyerek ağır ağır başımı salladım ve yanıtladım onu.

"Çünkü aslan artık uyandı."

Savaş kendi saflarını yıllar evvelden belirlemişti.

On iki krallık...

Hepsi bir bir yıkmıştı kendilerini ve en son iki krallık kalmıştı. Elçiler ve Bekçiler...

Savaşın iki safı da belliydi herkese göre... Herkes için bu iki saf Elçiler ve Bekçilerdi.

Bugünden sonra her şey değişmişti. Hem savaş hem de safları... Zira bugünden sonra savaşın iki safı Elçiler ve Bekçiler değildi.

Ardena ve bizdik yeni savaşın safları...

Bu bir barış savaşıydı. Yılların unutturduğu barış bir güneş gibi doğacaktı yeniden. Bir daha batmamak üzere... Güneş batarsa karanlık her şeyi unutturacaktı yine. Yıkacaktı yine her yeri. Oysa güneş her şeyi aydınlatacak ve hakikati gösterecekti herkese. Güneş ve karanlık bir süre birbirlerini kovalayacaklar ama günün sonunda güneş doğacaktı. Asırlar sonra herkes birbirini görecekler, ayaklarına takılan prangaları görecekler ve güneşin doğması için bize yardım edeceklerdi...

Adaletin atıldığı o soğuk zindanın demirleri kırılacaktı. Masumların akıtılan kanları bir araya gelecek ve haksızlığı boğacaktı.

Bir ordumuz yoktu. Silah açısından bir gücümüz de yoktu. Elimizde karanlık ve ateş vardı. Karanlığı karanlık ile kıracak ve ateşi ateş ile söndürecektik.

*** 

Ay ile Güneş gökyüzünü paylaşıyorlardı. Birbirlerinden uzaklaşmaya çalıştıkları her zaman aslında birbirlerine yakınlaştıklarından bihaberler miydi acaba? Hep böyle mi olurdu? Bir yerden uzaklaşmak için attığımız adımlar aslında bizi oraya daha da yaklaşmamızı sağlamaz mıydı?

Gün doğmaya çalıştığı sırada göğün o buz kırığı renkleri tenlerimizin üzerinde dolaşıyor ve bizi bir ruh gibi gösteriyordu. Drach'in atının üzerinde ben önde, o arkada oturuyor ve ormanın içinden geçip saraya doğru ilerlemeye çalışıyorduk. Üzerimiz çamurlarla kaplı bütün kıyafetlerimiz dağılmış ve yırtıktı. Az önceki yaşananlardan sonra kendimi gerçeklikten uzak hissediyordum. Havanın verdiği o hissiyat ve tertemiz toprak kokusu, ağaçların yapraklarından usulca düşüp burnumun ucuna konan yağmur damlaları, yavaş yavaş bir beşikte sallanıyormuşum gibi yol alıyor olmam ve ağrıyan belimi tamamıyla arkamda Drach'e yaslamam o an öyle huzur vericiydi ki... Gözlerimi kapatıp uyumak ve gözlerimi açtığımda yine bu ana uyanmak istiyordum.

Öyle mayışmıştım ki düşmemek için Drach ile birlikte dizginleri tutan ellerim çoktan dizginleri bırakmış ve siyah atın siyah yelelerini okşamaya başlamıştı. O an bu siyah yeleler öyle çok tanıdık gelmişti ki... Küçük bir gülümsemeyle yeleleri okşamaya devam ettim sanki o'ymuş gibi...

İçime temiz bir nefes aldım ve önümüzdeki ağaç topluluğunun arasından bir yol görmeyi amaçladım. Keskin gözlerim her ne kadar yorgun olsalar da işlevlerini hâlâ kaybetmemeleri o anki tek şansım olabilirdi. Drach hiç ses çıkarmıyor ve öylece atı sürüyordu. Ellerim altında duran siyah yeleleri okşarken gözlerim parmağımdaki yüzüğüme takıldı. Ve akabinde gelen düşüncelere... İlk gelen düşünce Drach'in bu yüzüğü nereden bulduğumu söylemesiydi...

Aklımı karıştıran o soruyu her ne kadar kestirip atsam da bu soru yeni yeni içimdeki bazı şüphe duyularımı etkinleştiriyordu. Herkesin peşine düştüğü bir yüzüğü kendi takı kutumda bulmam ne kadar akıl mantık içerisindeydi? Kendi takı kutumda onca sene kalmış ve kimse fark etmemişti. Ben bile fark etmemiştim. Genellikle takılarımı hep yardımcılarım hazırlardı. Nadir anlarda kendim seçerdim onda da bakmadan seçerdim. Biri getirip koymuş olabilir miydi?

O an aklıma gelen şeyle sırtım dikleşti. Ani hareketimde Drach atımı durdurdu. "Bir sorun mu var Majesteleri?" diye sordu endişeyle. Fakat o an odaklandığım tek bir nokta vardı. Günler belki de haftalar öncesinden yaşadım o olay...

Julia'ya kolye vermek için elime aldığım kutu... Bu yüzük o kutunun içinden çıkmıştı. En altta kaldığı yetmiyormuş gibi diğer takılardan oldukça sade kalan bir takıydı. Ve bu kutuyu Julia'nın söylediğine göre annem saklamıştı. İçinde çocukken taktığım takıların olduğunu söylemiş ve kutuyu saklayıp şimdi mi bana vermişti? Burada çok ciddi bir soru işareti duruyordu.

"Majesteleri?" diye bir kez daha seslendi Drach. Gözlerimi kırpıştırıp kendimi toparladım ve sakince bedenimi yeniden ona yasladım.

"Bir sorun yok. Uyuklamışım biraz."

Başka hiçbir şey söylemeden dizginleri yeniden sertçe tutunca hareket etmeye başladık. Göz ucuyla yüzüğe baktım. Küçükken bu yüzüğü taktığımı asla hatırlamıyordum. Hediye olarak soylu bir aileden gelmiş olabilir miydi? Onun Karanlığın Yüzüğü olduğunu anlamayan veya bilmeyen biri getirip koymuş olabilirdi. Ya da aksine... Bilen biri... Bilen biri niçin koyabilirdi ki? Bir prensesin, üstüne üstlük yüzük takamayan bir kadının takı kutusuna kâinatın en güçlü yüzüğünü koymak akıllı birinin yapacağı bir şey olamazdı. Nereden gelmişti bu o halde? Nereden...

Uyanan kuşlar birer birer gökyüzüne karışınca başımı kaldırıp göğe baktım. Buz kırığı rengindeki hava giderek turuncuya dönüşüyordu. Bir Anka Kuşu gibi... Üzerinde süzülen ve bir sihir parçası olarak gördüğüm bembeyaz bulutlar ise bir görüntü şöleniydi...

Tam o esnada ormanın bittiği ve saraya giden yolun başında durduk. Burada yollarımızın ayrılması gerekiyordu. Saraya bu şekilde gitmemiz mümkün değildi.

Drach, elindeki dizginleri bıraktığı an attan dikkatli bir şekilde indim. Drach yardım etmeye yeltense de ona gerek kalmadan attan indim ve ona minnetle gülümseyip başımı eğdim. Drach de tıpkı benim gibi hızla attan indi ve bir eliyle dizginleri tuttu. Bir şey söyleyeceği kesindi. Merakla ona baktığımda çekinmeden söze girdi.

"Saraya nasıl girmeyi düşünüyorsunuz? Kral ve ordusu sarayın girişindedir. Sizi gördükleri an-"

"Endişe etme Sevgili Başbekçi’m." dedim hemen endişelendiği şeyi anladığım an. Bu konudaki tecrübelerimi bilmemesi normaldi. İlk kez saraydan kaçtığımı düşünebilirdi fakat çocukluğumdan beri saraydan kaçan ve tecrübe abidesi biri olarak bu konuda en ufak bir endişem bile yoktu. Saraya girmek için onca yolum vardı. "Dışarı nasıl çıktıysam içeri de öyle girerim. Sen dikkat çekmemek adına kralın ve ordusunun yanına git." Drach iç çekip ciddi bir ifadeyle bana döndü.

"Hırçın Deniz'i kontrol edip etmediğimi soracak."

"Çok basit." dedim omuz silkerek. "Kayalıklar kanla doluydu diyeceksin. Ki beni görmeseydin de karşılaşacağın manzara bu olacaktı zaten." Onları Hırçın Deniz'e attığımı düşünüyordu ve böyle de bilmesini istiyordum. Gözüyle şahit olmasa da içinde bulunduğumuz durum dolayısıyla bana hak vereceğine inanıyordum.

"Pekâla." dedi tıpkı tahmin ettiğim gibi. İçimden teşekkür duaları ediyordum. Bu konunun olması gerektiği gibi uzamayıp hızla kapanması o an tek istediğim şey gibiydi ve gerçekleşmesi büyük bir yükü üzerimden atmış gibiydi. Sanki başka yükler yokken... "Bundan sonraki hamleniz ne olacak?"

"Zaman buna karar verecek. Ben değil." dedim anında. Drach bir kez daha bana endişeyle baktı. Bir şeyler yapmamdan korkuyordu anlaşılan. Ki bir şeyler yapacaktım elbet... Fakat onun haberi dahilinde mi olacaktı buna karar veremiyordum. Bana yemin etmişti evet ancak yine de birine körü körüne inanamaz ve güvenemezdim.

"Gözüm üzerinizde olacak. Büyük bir şeye kalkışırsanız sizi dinlemeden peşinizden gelirim."

Yaramazca gülümseyerek ona baktım. "Bakarız. Bir sonraki göreve kadar kendine iyi bak sevgili bekçim. Ola ki yeminini çiğnersen benim de çiğneyeceğim şeylerin olacağını unutma." Uyarım onu keyiflendirmiş gibi gülümsetti.

"Yeminimi asla çiğnemem." diyerek eklediğinde minnet ederek başımla onu onayladım.

Son kez döndüm ve gözlerine baktım. Bana ihanet etmeyeceğine karşı tuhaf bir inanç besliyordum. Nereden kaynaklandığı ya da neden bu kadar kuvvetli bir histi bilmiyordum. Gözleriydi belki de tek inanç sebebim. Öyle bakıyordu ki ela gözlerinin ardında haykıran haksızlığı görüyordum. Baştan aşağı onu süzüp pelerinimin başlığını havaya kaldırdım. "Güzel. Hoşça kal."

Pelerinimi başıma geçirdiğimde saygıyla önümde eğildi ve atının dizginlerinden destek alarak atına binmeye çalıştı. Atına bindiği gibi o da son kez bana baktı. "Hoşça kalın Majesteleri..."

Elinde tuttuğu dizginler kuvvetli bir dalga gibi elinde dalgalandı. Kayışların dalgalanmasıyla önümden bir rüzgâr gibi geçen siyah atın arkasından öylece bakakaldım. Başbekçi atıyla birlikte giderek gözden uzaklaşıyor ve saraya doğru ilerliyordu. Bir süre yolun ortasında kalıp yavaş adımlar eşliğinde verdiğim bu büyük kararın bir hata olup olmadığını sorguluyordum. Yemin etmek krallığımızın en önemli vazifesi olarak görülürdü. Bir Bekçi, birine yemin etmişse eğer bunun geri dönüşü olmazdı. Eğer geri dönüş yaparsa krallık tarafından ağır cezalara maruz bırakılırdı.

Başbekçi gözlerimin önünde, benim önümde bana diz çökerek bir yemin etmişti. Bu sırrı saklayacağına ve barış için benimle savaşacağına dair bir yemindi bu... Bu yemini çiğnemesi hayatında bir şeyler değiştirmezdi. Neticede krallığın yararına olan bu şey yüzünden mükafatlandırılabilirdi. Bana ihanet etmemesi için hiçbir sebebi yoktu. Tıpkı bana destek olması için hiçbir sebebi olmadığı gibi...

Bir amacı olduğu belliydi. İçinde yıllar evvel ateşe verilmiş bir orman vardı ve şimdi küllerinden yeniden doğmasını istiyor gibiydi. Tıpkı mutlak sahibi olduğu gücü gibi... Bekçilik ettiği ve arasında eşsiz bir bağ kurduğu Anka Kuşu gibi... Barış istiyordu ve bunun için ellerine bulanan kül parçalarından yeni şeyler var etmeye çalışıyordu. Amacı her ne olursa olsun, barış için savaştığı süreç boyunca onun da tıpkı ellerine düşen kül tanelerinden birine dönüşmesine asla izin vermeyecektim.

Adımlarım tamamen ormandan uzaklaşıp saraya doğru ilerleyen patikaya vardı. Saraya nasıl gireceğimi bilemiyordum. Açtığım küçük tünelden girebilirdim. Eğer bahçede çok fazla bekçi yoksa duvardan da tırmanabilirdim. Tahminlerimde bahçede çok fazla bekçi olmamalıydı. Şu anda hepsi eğer saraya varmışlarsa kralın odasında olmalıydılar. Kralın odasında büyük bir görüşme dönmeliydi. Bütün büyük adamlar, kralın eli, Başbekçi, krallıktan sorumlu bütün bekçiler...

Adımlarımı hızlandırdım. O kadar hızlıydım ki patika ayaklarımın altından kayıyor gibiydi. Sanki ilerleyen ben değildim. Bir yandan hızla yürürken diğer yandan bütün duyularımı en sonuna kadar açmış, patika boyunca yol kenarında kalan çalı kenarlarına dikkat kesiliyordum. Herhangi bir tuzak olabilirdi ve buna öylece kanamazdım.

Yürürken bedenimin benden parça parça süzüldüğünü hissediyordum. Her nefesimde bedenimden ufak bir parça kopuyor ve havaya yükseliyor gibiydi. Gücüm ve bitkinliğim hâlâ geçmemişti. Bedenim bir kum çuvalından farksızdı. Ağır ve hareket etmesi güç... Ancak en ufak hamlede zarar görebilecek kadar da güçsüz...

Yılların bu zamana getirdiği rivayetleri anımsadım. Sözlerinden eksik olmayan tek şey bu yüzüğün eşsiz gücü ve tehlikesiydi. Herkes için bir tehlike olduğu tarihin en bilinen bilgisiyken, sahibi için taşıdığı tehlikeden herkes bihaberdi. Ortaya çıkması ve herhangi bir şekilde onun güçlerini kullanmak bir taşıyıcı için büyük bir güç istiyordu. Psikolojik açıdan sağlıklı bekçiler yetiştirmelerinin temel nedeni buydu. Fakat bu bambaşka bir güçtü. Ne kadar eğitim alınırsa alınsın bu güce erişebilecek birini bu topraklar üzerinde tanımıyordum. Tek kişi ise Anastasia'ydı... Onu layığıyla taşıyan ve onun gücüne uyum sağlayabilen tek kişi...

Ares, parmaklarımın arasında bana ilk kez güç vermiyordu. İlk kez bana zarar veriyordu.

Ne kadar koştuğumu bilmiyordum. Tek bildiğim etrafımdan hızla geçen şeyleri artık gözlerimle seçemediğimdi. En sonunda görüş alanıma sarayın devasa bahçe duvarları girdi. Adımlarımı yavaşlatarak kendimi bir bekçinin duyamayacağı kadar sessiz bir şekilde hareket etmeye zorladım. Sıklaşan nefesimle bu pek mümkün olmuyordu. Kulaklarımı aralayıp civardaki seslere odaklandım. Bahçede bir hareketlilik duyuyordum. Gün doğduğu için herkes eğitim için saraya gelmişti. Fakat bugün eğitimin olamayacağını ve gelenlerin yeniden kasabaya gönderildiklerini de işitiyordum. Kapıdaki muhafızlar dün gece yaşanan istiladan kısaca bahsediyor ve birkaç gün eğitim olmayacağından bahsediyordu. Onun haricinde bahçede pek bir hareketlilik yoktu. Tahmin ettiğim gibi herkes kralın odasında olmalıydılar.

Sarayın arkasındaki kilerin kapısının olduğu yere ilerlemeye başladım. Ortalıkta herhangi bir kıpırdanma ve ses işitmediğimde ise var gücümle sıçrayarak duvarın bir kısmına tutundum ve çıkıntılardan destek alarak duvarı tırmanmaya başladım. Ayaklarımın altından ufak ufak dökülen toz parçaları rüzgarla burnumu kaşındırınca kendimi tuttum. En sessiz şekilde saraya girmeliydim. Duvarı tırmandığım gibi hızlıca etrafı kolaçan ettim. Kimsenin dikkati bu yönde değilken kendimi duvardan aşağıya, sarayın bahçesine bıraktım. Sesli bir iniş gerçekleştirdiğim için dikkatler bu yöne dönmeden hızla kilerin kapısına yöneldim. Kapıyı açtığım gibi kendimi içeri attım. Kapıyı kapatıp yan tarafında zincirlerle tutturulan demiri indirip kapıyı kilitlendiğimde derin bir soluk bıraktım.

Nefes nefeseydim ve terden ölmek üzereydim. Her yanım çamur birikintileriyle doluydu. Kapıya sırtımı yaslayıp yavaşça kendimi yere bıraktım ve bir süre toparlanmaya çalıştım. Ellerimi yüzüme götürüp terle yüzüme yapışan saçlarımı uzaklaştırdım ve kesik nefesler vermeye başladım. İçimde biriken bu tuhaf hisle yalnız kalmıştım. Ağlama hissi...

Bacaklarımı kendime doğru çekip ellerimle dizlerimi sarmaladım ve başımı gömüp sessizce ağlamaya başladım. Her şey o kadar üst üste gelmişti ki... Her şey öyle hızlı gerçekleşmişti ki... Her şey öyle ağır geliyordu ki...

Bütün bir vücudum sanki bu anı bekliyormuş gibi gerilmiş halini bıraktı. Dizlerimi sarmalayan kollarım bir anda gücünü yitirip yere sarkarken başım gökyüzünü görecekmiş gibi havaya kalktı ve soğuk mermerlere baktı.

Dün üzerimden atamadığım evlilik konusu ve bugün yaşananlar... Gücümün tamamen bitişi ve bir zavallı gibi birinin yardımına muhtaç kalmam... Her şey tahmin ettiğimden daha da zor bir hale geliyordu. Bu gücü taşıyabileceğimden öyle emindim ki... Bu gücü tek başıma sırtlayıp tek başıma kimseyi karıştırmadan bu savaşa son vereceğime öyle inanmıştım ki... Şimdi ise bir başkasının hayatını da bu kumarın içine atmıştım. Elinden hayatını çekip almıştım adeta. Tıpkı kendim gibi bir köleye çevirmiştim belki de onu... Sonu bilinmeyen bir yolda kendime yoldaş yapmıştım... Kendimi bitirdiğim yetmiyormuş gibi başkalarını da bitirmeye başlamıştım ve bunun yükü bana ağır geliyordu.

Bir bataklığın ortasında mahsur kalmış ölümü bekliyordum. Her geçen gün daha da batıyor ve ölüme yaklaşıyordum. İçimde yanan inanç ışığı ise gelgitliydi. Bir gün en parlak şekilde parlarken bir gün söndürülüyordu. Ama hiç kaybolmuyordu. Varlığını hissediyordum.

Ellerimin arasında paramparça olan bir hayat vardı. Herkesin hayatı parçalanmış ve rüzgâr bu parçaları bir bir avuçlarıma doldurmuştu. Geriye kalan bu parçalardan yeni bir hayat var etmemi istiyordu. Bütün bir Bekçiler Krallığına yeni bir hayat...

Doğdukları andan beri düşmanlarının saldırılarıyla eksik kalan parçalardı onlar. Bazıları ailesini küçükken yitirmişti, bazıları hiç göremeden, bazıları ise gözleri önünde... Bir savaşın ortasına doğmuş ve haksız yere ölen onca insanın hayat kırıntılarından yeni bir Dünya inşa etmek istiyordum. Buna hakları vardı... Halkımın en iyisinden bir hayat yaşamaya hakları vardı... Onlar benim hayatımı benden koparmak isteseler de ben onlara yeni bir hayat hediye etmek için elimden geleni yapacaktım. Bunu onların gözlerinde iyi bir yer elde edebilmek için değil, hak ettikleri şeyi yaşamalarını istediğim için yapmak istiyordum.

Halkım artık yorulmuştu... Bütün bu savaşlar kendilerinin birer ailesi olduklarını unutturmuş ve ailenin ne demek olduğundan bihaber kendilerini er meydanına atmışlardı. Canlarını ortaya koyarak krallık için savaşmaları elbette gurur vericiydi. Fakat artlarında kalan öksüz çocukların o masum gözleri kime değerse değsin içini paramparça ediyordu. Bir çocuğun gözlerindeki ışık söndükten sonra o hayata bir daha güneş doğmaz... O çocuğun hayatı bir daha güneşi tanımaz, varlığını unutur... Karanlığa hapseder kendini...

Karanlıkta kalmış her çocuğun elinden tutmak istiyordum.

Zira ben de o çocuklardan biriydim ve her gün bir umutla bir el bekledim elimi tutması için. Sonra bir el geldi. Elimi tutmak için değil, boynuma bir ip geçirebilmek için...

Ellerim titreye titreye boynuma uzandı ve boynumu çevreledi. Buraya geçirilen o zincirlerin acısı ve hissi hâlâ buradaydı. O günkü atan kalbim yine aynı hızda atıyordu. Buraya bir mühür bırakılmıştı o gece... Ve o mühür sonsuza kadar orada kalacaktı. Bunun verdiği acı hisle elimi boynumdan uzaklaştırıp bir rafa tutundum ve kendimi ayağa kalkmaya zorladım. Gözlerimden akan yaşlar ve boğazımda biriken hıçkırıklar birer birer gerçek hayatla tanışırken ben bütün bu olup bitenin içerisinde üzerimdekileri çıkarıp daha önceden buraya koyduğum o gösterişli elbiseyi giymeye çalışıyordum. İçimde kıyametin en büyüğü kopsa bile bu elbise giyilip etrafındakilerin gözünde iyi gözükülmeliydi. Gözyaşları içinde tek başıma güneşten bile daha sarı olduğuna emin olduğum elbiseyi giydim. Botlarımı bir bir çıkardım. Pelerinimin içine sardığım kıyafetlerim ve botlarımı yemek erzaklarından uzak bir rafın arkasına sıkıştırdım. Silahlarımı ise her zamanki gibi büyük bir varilin içerisine yerleştirdim.

Ellerimi saçlarımın arasına daldırıp dağıttım. Hemen ardından yüzümdeki yaşları sildim. Ne garip gözyaşlarını saklamak... Ne garip kendini herkesten ve her şeyden saklamak...

Ve ne garip bütün bunları yapmaya sebep olanlarla aynı yeryüzünü paylaşmak...

Ellerimi kilerin kapısına götürüp kapıyı açtım. Bir ruhtan farksızdım o an... Etrafa çarpmaya her an hazır olan bir ruh... Etrafını çevreleyen bedenden bihaber, aklı gökyüzünün katmanlarını çoktan aşmış ve sonsuzluğa gömülmüş, kalbi çoktan atmayı bırakmış ama yine de varlığı hissedilebilecek kadar sıcacık...

Devasa perdeler, devasa pencereler, kolonlar, atalarımın duvardan eksik olmayan o tabloları, ateş kadehleri, odun meşaleleri, ucu bucağı görünmeyen soğuk koridorlar, kocaman kapılar, her yana asılan krallığımızın bayrakları, ayaklarımın altından kayıp giden halılar, sonsuzluğa uzanan merdivenler, ardı arkası kesilmeyen sesler, bitmeyen fısıltılar, koşuşturmalar, güzel elbiseler, değerli takılar ve hareketle çıkan sesler, ölüm haberleri, ölüm, ölmek...

Sarayın arasındaki karmaşıklığın içinde attığım her adım içimi emiyordu sanki... Gördüğüm, işittiğim her şey beni yere düşürmek ve düşürmemek arasındaydı. Acele ve telaşla beni fark etmeyip omzuma çarparak ellerinde asker bekçiler için taşıdıkları erzaklar... Her yerden gelen ölüm haberleriyle sessiz ağlamalar, hıçkırıklar... Nasıl bir felaketin içerisindeydim? Nasıl bir kâbusun pençesindeydim? Hangi karanlığın ateşinde yanıyordum?

Odamın kapısının önüne bile ne zaman geldiğimi hatırlamıyordum. Sanki ben değil, sesler beni taşıyıp getirip bırakmıştı buraya. Kapının önünde durdum ve kendime gelmeye çalıştım. Elimi alnıma götürerek sakinleşmeye çalıştım. Her şey bir anda üst üste geldiği için dengemi kaybetmiş olmalıydım. Sıradan gelen bu sesler bugün o kadar rahatsız ediciydi ki... Öncesinde dönüp kulak vermeyeceğim o sesler bugün bir kafese kapatmıştı beni. O kafesin parmaklıkları arasında kaybolan benliğimi hatırlamaya çalışıyordum.

Kaybolanlar bulunmayı mı bekler yoksa kaybolduğu yere sonsuza kadar gömer mi kendini?

Ellerimin ucunda duran kapıyı hafifçe iterek kendimi odanın içerisine attım. Bedenim baştan aşağı yorgundu. Yatağıma yatarak bütün bir günü uyuyarak geçirmek istiyordum. Kendimi saraydan olabildiğince soyutlaştırmalıydım. Odaya girmemle bir anda karşıma koşar adımlarla beliren Julia'yı fark etmem bir oldu. Julia telaşla karşıma geçmiş mavi gözlerinin içindeki korkuyu bana gösteriyordu.

"Julia?" Julia, endişeli gözlerini üzerime dikti. Öyle korku doluydu ki her seferinde bana saygıyla eğilen Julia şu an yalnızca korkuyla karşımda dikiliyordu. Endişeli sesim onu daha da telaşlandırmış gibiydi. Başımın ağrısının arttığını hissettim. Şu an en ufak kötü bir olayı bile kaldıracak halde değildim. Saf Karanlığın o buhranlı enerjisini hala üzerimden atamamıştım. Onun verdiği ağırlık yüzünden başımı bile zor tutuyordum.

"Majesteleri!" dedi Julia taşmak üzere olan endişesiyle. "Size söylemem gereken bir şey var."

Sabırla gözlerimi yumdum ve farkında bile olmadan Julia'nın yanından adımlayıp uzaklaştım. Bunu kendimin yaptığından bile emin değildim o sıra... Bedenim kendi kendine hareket ediyor gibiydi. Kendini bir an önce yatağa atıp dinlenmek istiyordu.

Yatağın ucuna kendimi bıraktığımda yorgunluğumun üzerimdeki hali yatağa süzüldü sanki. Vücudum kendini yavaş yavaş uzatmak istediği an son gücümle başımı kaldırdım. Artık başımı kaldırmak bile o kadar zor geliyordu ki... Baygın gözlerle öylece odanın ortasında kalakalan Julia'ya baktım. Elime başıma götürüp "Aslında şu an yalnız kalıp dinlenmeye ihtiyacım var Julia." dedim ve konuşur konuşmaz kafamdaki ağırlıkla birlikte sessizce inledim. Bu yüzük bizi mahvedecek gibi Rose...

"Ama bilmeniz gerekiyor." diye ısrar etti Julia. Durumun ne denli kötü olduğunu bilmiyordum. Kötü olması bile o an umurumda değildi. Her şey ilk kez bir hiç gibi geliyordu. Yalnızca kafamı şu yastığa bırakmak istiyordum.

"Yarın sabah senin yanına gelirim o zaman söylersin. Şu an olmaz." dediğimde Julia endişeyle birkaç adım odanın içinde volta attı. En sonunda daha fazla dayanamayarak yeniden itiraz etmeye çalıştı.

"Fakat Majesteleri-" İtirazını artık en üst raddeye gelen baş ağrımın verdiği öfkeyle sertçe kestim.

"Lütfen Julia!" dediğimde kendimi korkunç bir yaratık gibi hissettim. Her an her şeye saldırabilecek bir yaratık gibi... Julia çekinerek benden birkaç adım gerileyince ses tonuma hiza vermeye çalıştım. Bedenimin yorgunluğunu göremiyordu anlaşılan... Fakat şu an yıkıldığım bir gerçekti. Bedenen yavaş yavaş yıkılıyordum. "Çok zor bir gün geçirdim. Sadece yalnız kalmak istiyorum."

Sessiz kaldı. Verdiğim tepkilere neyin sebep olduğunu anlamadığı kesindi. Daha önce ona bu kadar kaba davranmamıştım. Garipsemişti. Mavi gözlerindeki endişeden bir pay bırakmıştı o an benim için. Benim için de endişeleniyordu. Bu hale nasıl geldiğim ile ilgili büyük bir korku görüyordum gözlerinde.

Ellerimi başımın her iki yanına götürdüm. Artık bu ağırlığa dayanamıyordum. Giderek bir başkasının bedenine ait olduğum his, bütün bir benliğimi sarmalayıp yok etmişti. Yavaşça eğildim başım ellerim arasındayken. Sesler... Sesleri duyuyordum... Tuhaf olan şey ise duyduğum sesler öyle karmaşıktı ki... Sanki bütün bir krallığın sesi vardı zihnimin içinde. Şu an Ardena'nın her bir yanından sesler duyuyordum ve bu nasıl mümkündü bilmiyordum. Bu gerçek miydi onu da bilmiyordum. Emin olamadığım bir şekilde bütün bir Ardena'yı kafamda duyuyordum. Karmakarışık bir sürü ses... Kelimelerini dahi seçemediğim binlerce ses...

"Prensesimiz saraya geldi."

Bütün bu seslerin arasında duyduğum çekingen ve ince sesle bütün duyularım birden kapandı. Etrafımda dolaşan binlerce ses hafif hafif azalırken duyduğum o tek cümle başımı kaldırmama ve bu halsiz halime içimde kaynayan öfkeyle güç verdi... İsmi ve varlığı bile kanımı kaynatmaya yetiyordu.

Dehşet içinde kızaran yeşil gözlerimi, Julia'nın korkak mavi gözlerine çevirdim. Başını eğdi ve tek kelime etmeden ellerini önde kavuşturdu. Tek gözümün seğirdiğini hissediyordum. Kaşlarım sinir bozukluğuyla çatıldığında gözlerim çoktan dolmuştu.

"Ne dedin sen?" Sesimdeki korkunç tını onu rahatsız etmişti. Artık tam anlamıyla benden uzaklaştı birkaç adım daha geri atarak. Başını kaldırıp bana bakmıyordu. Titreyen dudaklarıyla söze girdi.

"Az önce de birkaç muhafız Prens Chris'e bu haberi vermeye gidiyordu. Sanırım... Şu an prensimiz ile birlikteler..."

Yatağımdan destek alarak ayağa kalktım. Julia korkuyla dudaklarını birbirine bastırdı. Birkaç tehditkâr adım atarak ona yaklaştım ve yerinden çıkmak üzere olan öfke kaynayan gözlerimi ona diktim. Adımlarım hala bana ait değildi. Şu an kim konuşuyordu, bu ses, bu tavırlar, bu hareketler kime aitti?

"Neden gelmiş?" diye sordum bu kez. Julia bir süre sessiz kaldı. Ardından çaresizce konuşmaya başladı. Onu korkutuyordum fakat elimde değildi. Kendi bedenimin kontrolünü kaybetmiş gibiydim.

"Bilmiyoruz Majesteleri. Ancak dün akşam kalabalık bir asker ordusunun prensesin sarayına gittiği söylentilerini işittik. Emri Prens Chris vermiş."

Dişlerimi ve yumruklarımı aynı anda sıkıp sabır dolu bir nefes çektim içime. Daha ne kadar üst üste gelebilirdi her şey... Daha ne kadar sürecekti bu...

Chris, Prenses Dione'u sıradan bir şekilde çağırmayacak kadar kurnaz biriydi. Bir planı olmalıydı ve bu planını adım gibi iyi biliyordum. Soytarı Prens taht oyunlarına kafa yormaya devam ediyordu.

Bir hışım odanın kapısına ilerlediğimde Julia endişeyle peşime takıldı.

"Neler çeviriyorsun sen yine Chris?" diye kendi kendime söylenerek odadan çıkıp sert adımlarla koridora çıktım. Julia hâlâ peşimdeydi.

"Şimdi ne olacak Majesteleri?" diye sordu ve hemen ekledi. "Majesteleri, iyi misiniz siz?"

"İyiyim." deyip konuyu kapattım.

"Nereye gidiyorsunuz bu halde?" Julia'nın sorusuyla korkunç bir şekilde gülümsedim. O an her şey kararmıştı sanki. Tıpkı gözümün karardığı gibi... Her şey bir anda... Bir anda bana dönüşmüştü ve bunun geri dönüşü yoktu.

"Sevgili halama hoş geldin demeye."

 

 

 

 

YAZARDAN NOT:

 

 

Haftaya cuma ne yazık ki sınav haftam olmasından dolayı yeni bölüm gelmeyecek. O yüzden gelecek haftayı pas geçip diğer haftalarda yeniden yeni bölümlerde görüşmek üzere. Günümüz ve saatimizde herhangi bir değişiklik yoktur. :)))

Loading...
0%