Yeni Üyelik
4.
Bölüm

BÖLÜM 2: KOR ALEVİN BEKÇİSİ

@duskusu_mona

 

BÖLÜM 2: KOR ALEVİN BEKÇİSİ

 

"Benim ayak bastığım her şehir karanlığın mahkûmudur. Ben yaşadığım müddetçe Ardena karanlıktan kurtulmayacak..."

 

-ANASTASİA

 

"Majesteleri? Orada mısınız?"

Julia'nın sesiyle başımı yastığımdan hafifçe kaldırdım. Puslu gözlerimi yavaşça aralayıp bir süre bulanıklığın gitmesini bekledim. Julia kapının önünde birkaç şey daha soruyordu fakat hiçbirini net bir şekilde duyamıyordum zira gözlerim gibi tıpkı kulaklarım da buğulanmış gibiydi. Bütün sesler kısa bir süreliğine bana birer uğultuymuş gibi geliyordu.

Yatağımda doğruldum ve ellerimin tersiyle gözlerimi ovuşturdum. "Gel Julia." dedim çatallaşmış sesimle. Kapımın açılışını gıcırtısından anladım. Gözlerimi biraz daha ovaladım ve tam anlamıyla bakışlarımı Julia'ya çevirdim. Kahverengi saçlarını topuz yapmış, mavi gözlerine yakışır bir şekilde mavi bir elbiseyle tatlı bir hanımefendi olmuştu. Onu böyle tatlı bir şekilde görünce gülümsedim. "Ne kadar tatlısın bugün."

Julia yine utangaç bir tavırla ellerini önünde kavuşturdu ve başını yere eğdi. "Teşekkür ederim Majesteleri."

Bu halleri sevimliliğine sevimlilik katıyordu. Bir süre bakışlarımı onun üzerinde gezdirdiğimde bu güzel kıyafetine çok yakışacağını düşündüğüm bir kolye aklıma gelmişti. Onu nereye koyduğumu hatırlamaya çalışırken Julia konuşmaya başladı.

"Kraliçe kahvaltı için sizi bekliyor Majesteleri..."

O mücevherin nerede olduğunu düşünürken kafa karışıklılığı içinde yatağımdan kalktım. Julia ne yaptığımı izlerken ben yarı uyku sersemliğimle takılarımın olduğu masaya ilerledim ve takılarımı karıştırmaya başladım. Julia kafası karışmış bir halde beni seyrederken ben oldukça gürültülü bir şekilde takıları bir yerlere fırlatarak o mücevherlerle bezenmiş kolyeyi aramakla meşguldüm.

"Aradığınız bir şey mi var Majesteleri? İsterseniz yardım edeyim." dedi ve yanıma geldi. Takılarımı karıştırırken birden karşıma bir kutu çıktı. Siyah ve dışı sarı bir işlemeyle süslenen kutuyu daha önce hiç görmediğimi fark ettim. Kutuya yavaşça uzandım ve kaşlarımı çatarak kutuyu incelemeye başladım.

"Bunu daha önce hiç görmemiştim." dedim şaşkın bir ifadeyle. Julia elimdeki kutuya bakarken aklına bir şey geldi ve heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı.

"Ah şey, bu kutuyu size Kraliçe göndermişti Majesteleri. Söylediğine göre sizin küçükken taktığınız takılar varmış içerisinde. Hatıra olarak saklamış. Sonra da size vermemi söyledi. Tamamen aklımdan çıkmış, size haber vermeyi unutmuşum. Affedin..."

Julia'nın açıklaması ve telaşına gülümsedim. "Getirdiğin için teşekkür ederim Julia." dedim özrünü umursamadan. Özür dilenecek bir şey yoktu ortada fakat Julia her an hata yapacakmış gibi sürekli benden özür diliyordu. Bu elbette tatlıydı ama bir süre sonra kendimi kötü hissetmeme sebep oluyordu. Sanki ona bunları zorla yaptırıyormuş, zorla özür diletiyormuş gibi hissediyordum.

Kutuyu yavaşça araladığımda içerisinden çıkan mücevherleri görünce zihnimde bazı şeyler canlanmaya başladı. Yıllar evvel kıyafetlerimde üzerimden hiç eksiltmediğim taçlar, boynumdan hiç düşürmediğim kolyeler, küpeler, bileklikler, yüzükler... Sanki bu küçük kutu içerisinde çocukluğum duruyordu ve bana el sallıyordu. Bütün bu takıları gördükçe onlarla olan anılarım aralandı geçmişimde. Birer birer beni farklı diyarlara götürdü her biri.

Biri hariç...

En aşağıda kalan siyah ve üzerinde sadece beyaz bir nokta olan oldukça sıradan bir yüzük gözüme çarptı. Üzerinde hiçbir mücevher yoktu. Diğer takılarımın aksine oldukça sıradan ve düz bir yüzüktü. Bu yüzüğün buraya nasıl ve nereden geldiğini sorguladım bir süre. Fakat aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Bunu nereden bulduğum ya da kimin hediye ettiği... Bu yüzükle bir tane bile anım yoktu zihnimde.

Merakla parmaklarımı yüzüğe doğru uzattım. Onu almak için bir kolyeyi kenara ittiğimde az önce aradığım elmaslarla bezenmiş olan kolyeyi buldum. Heyecanla kolyeyi elime alıp kutuyu kapattım ve masama geri koydum.

"Buldum işte!" dedim zaferle. Julia merakla elimde olan elmas kolyeyi izlerken kocaman gülümsedim ve kolyeyi ona doğru uzattım. Julia kaşlarını çatarak ona uzattığım kolyeye baktı.

"Cilaya göndermemi mi istiyorsunuz Majesteleri?" dediğinde anında başımı olumsuz anlamda salladım. Yüzümdeki gülümsememi düşürmeden ona bir adım yaklaştım.

"Arkanı döner misin?"

Julia'nın kafası daha da karıştı. Başını hafifçe yana yatırdı. "Anlayamadım Majesteleri?"

Yüzüme onunki gibi sevecen bir ifade yerleştirdim. Üzerimdeki uyku kıyafetleri ve dağılan saçlarımla onun karşısına ona emir vermem oldukça komik olurdu. Bu yüzden daha kibar yollar seçmeye özen gösterdim. "Rica etsem arkanı döner misin Julia?" diye sorumu bir kez daha nazik bir tavırla ona yönelttim.

Julia bir süre yüzüme baktı. Ardından karşı çıkmamak için ağır ağır arkasını döndü. Endişelendiğini fark etmiştim, ona zarar vereceğimi düşünüyor olmalıydı. Zira bu sarayda herkes birbirine zarar vermek için yaşıyordu.

Yavaşça kolyeyi Julia'nın omuzlarından geçirdim ve boynuna doladım. Ardından kolyenin kancasını geçirdim. Julia bu yaptığım şeyle heyecanlanmıştı. Nefes alışverişi hızlandığında onun bu tatlı telaşı beni yeniden gülümsetmişti.

Julia, bana arkası dönük bir şekilde boynuna asılan kolyeyi incelerken ben hemen masadan bir el aynası aldım ve onun önüne doğru tuttum. Aynadan onun yüzündeki sevinci ve utangaçlığı görünce ona sarılmak istedim. Julia mutluluktan gözleri dolmuş bir şekilde bana döndü.

"Böyle daha tatlı oldun." dedim. Julia mahcup bir tavırla elleriyle eteğini tutup hafifçe havaya kaldırdı ve önümde minnettarca eğildi.

"Çok teşekkür ederim Majesteleri. Beni çok mutlu ettiniz..." dedi dolu gözleri benim gözlerimdeyken. "Beni çok değerli hissettirdiniz."

Son söylediği şeyle başım istem dışı hafifçe yana yattı. Hüzünlendiğimi hissettim. Onu küçük bir hediyeyle bu denli mutlu edebildiğimi görmek bana Dünya'ları vermişti.

"Sen zaten çok değerlisin." dedim ona dayanamayarak. "Sen olmasan ne yapardım ben?" dedim ve yanına biraz daha yaklaşıp kulağına fısıldadım. "Sen olmasan nasıl kaçardım bu saraydan? Nasıl ava giderdim?"

İkimiz de kıkırdadık. Julia, elini kolyesine götürdü ve kolyesini okşadı. Onu böyle görünce içimde küçük bir huzur tahtı oluşmuştu.

"Kraliçe kahvaltıya mı bekliyor demiştin sen?" dedim az evvel söylediklerini hatırlayarak. Julia sessizce başını salladı.

"Kıyafetlerinizi hazırlamamı ister misiniz?" diye sordu. Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Yok hayır. Ben hallederim." dedim ve ekledim. "Kileri hallettin değil mi?" diye sordum ardından. Dün akşam sormama fırsat kalmamıştı zira banyo yapıp uyumuştum.

Julia yavaşça başını salladı. "Kiler temizlendi Majesteleri." dedi. Hançerlerim, kılıçlarım ve kıyafetlerim temizlenmiş demekti bu. Minnettarca başımı salladım.

"Teşekkür ederim." dedim. "Kraliçeye birazdan orada olacağımı söyler misin?"

"Emredersiniz Majesteleri."

Julia küçük adımlarla odamdan çıkınca hızla kıyafetlerimin olduğu odaya ilerledim.

Odada elime geçirdiğim ilk elbiseyi rengine ve desenine bile bakmadan aldım ve hızla odama geri döndüm. Elbiseyi yatağıma fırlatıp bu kez giyebilmek için bir ayakkabı almaya gittim. Topuğu kısa olan ve siyah renklerde olan bir ayakkabı alıp yatağımın başucuna gittim. Üzerimdeki uyku kıyafetlerini çıkarıp rengini şimdi gördüğüm yeşil renkli ve üzerinde sarı tüllerle işlenen desenli elbisemi hızla giydim. Sarı saçlarıma geçirdiğim yakutlu tokayı çıkardım ve saçlarımın omuzlarıma düşmesine izin verdim. Ayakkabılarımı da giydikten sonra yeniden takı masasına ilerledim. Küpeler ve kolyelere bakmadan gül desenli bir toka aldım. Saçlarımın arasına bu tokayı geçirdim. El aynasından kendime hızla bir göz attım. Günü idare edebilecek durumdaydım. Bu bana yeterdi.

Kapıya doğru ilerledim ve kapının önünde duraksadım. Derin bir nefes aldım ve birazdan yine fısıltıların arasından geçeceğim için kendime hâkim olmaya çalıştım. Sakın Rose... Sakın hiçbir şey duyma. Duymamalıyız. Yaşamak için duymamalıyız. Eğer duyarsak ve onlara cevap verirsek bizi yaşatmazlar.

Yutkundum. Başımı dikleştirdim ve kapımı açtım. Kapımı açmamla koridorda göz göze geldiğim birkaç bekçi duruşlarını düzeltti. Duruşumu bozmadan önlerinden geçip gittim. Arkamdan konuşmaya başladılar.

"Yürümeyi bile beceremiyor, nasıl prenses bu?"

"Giydiği kıyafetlere baksana. Koskoca Finch Krallığı'nın prensesi ama giyinmeyi bilmiyor!"

"Birkaç gün sonra öleceği içindir."

Sözlerdir bazı katiller. Sözler bir silahtır. Onu kullanan kişinin hiçbir başarısı, hiçbir gücü yoktur. Sadece sözlerle insan öldüren kişiler, korkaktır. Yüzleşip savaşmak yerine konuşarak ona zarar vereceğini düşünür. Ama bu korkaklığına ayna tutmaktan başka bir şey değildir.

Benim hakkımda konuşan, beni küçümseyen bu insanlar karşıma çıkarak da böyle konuşabilir. Ancak iş savaşmaya ve gerçek müsabakaya gelince hepsinin vücudu tutulur. Onlar bana sözleriyle savaş açıyorlar, ben ise onlara arenada savaş açmak istiyordum. Çünkü korkaklar konuşur, savaşçılar arenada kendi galibiyetlerini ilan ederler. Onlar bana savaş açmak istiyordu. Fakat bu yaptıkları bir savaş değildi.

Konuştular. Sustum. Güldüler. Duymazdan geldim. Gözleriyle baştan aşağı süzdüler beni. Görmemeye çalıştım. Çünkü burası benim yerim değildi. Benim savaşımın geçtiği yer, sözler değildi. Burada ilan edemezdim zaferimi. Burada konuşup onların söz savaşına katılırsam bu ancak ve ancak onların dilinde 'terbiyesizlik, kendini küçük düşürme' olurdu. Bu yüzden sustum yıllarca. Birinin karşıma çıkıp bana düello teklif etmesini bekledim. Başkalarının gözünde laf kavgasıyla değil, müsabaka galibiyetiyle taht kurabilirdim.

Ağır ve sert adımlarla geçtim onların yanından bir bir. Tek bir isteğim vardı. O da öfkeme yenilip onlarla kavga etmemekti. Sözler uçup gider diye düşünüyorlardı. Söyledikleri her söz ucu ısıtılmış demir çubuk misali kazınmıştı zihnime. Onları ne silebilmem ne de unutabilmem mümkün değildi. Şimdi susuyordum. Fakat ileride herkesin duyabileceği bir şekilde haykıracaktım. Toprak benim sesimle sarsılacak, yılların doldurduğu bulutlar yine benim sesimle fırtınaya dönüşecekti.

Ama şimdilik susmalıydım.

Adımlarım yemek odasına ulaştığında kapıdaki muhafızlar elleriyle içeriyi işaret ettiler. Memnuniyetle gülümseyerek yemek odasına ilerledim.

Kocaman yemek masanın üzeri her zamanki gibi rengarenkti. Ortalarına bahçemizden koparılan güzel çiçekler serpiştirilmişti. Gün ışığı tam da masanın üzerine vuruyordu. İçeri girer girmez bedenimi ele geçiren huzurla derin bir nefes aldım. Ardından yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim ve sandalyelerden bir tanesini kendime çekip oturdum.

Masanın etrafında kraliçeyi bekleyen küçük erkek kardeşlerimle göz göze geldim. "Günaydın." dedim neşeyle. İkiz kardeşlerim aynı neşeyle bana karşılık verdi.

"Günaydın sevgili kardeşim." dedi Evan. Ardından Dean söze girdi.

"Bugün yine çok güzelsin ablacığım." Sözlerine karşılık kocaman gülümsedim. Bugün keyfi yerindeydi anlaşılan. Normalde böyle iltifatlar etmezdi Dean. İşi düştüğü zamanlarda böyle davrandığı için hafifçe kaşlarımı çattım.

"Bir isteğin var sanırım." Evan anlamış gibi elleriyle ağzını kapatıp gülmeye başladı. Dean ise onu yakaladığım için şaşkındı. Şaşkınlığını keyifle izlerken birden dirseği ile gülen Evan'ı dürttü. Evan kendini toparlar toparlamaz söze girdi.

"Dean'ın senden bir isteği olduğu doğru." dedi Evan. Merakla dikkatimi ona verdiğimde Dean başını eğdi. Utanmıştı. Neyden utandığını çözemezken Evan öne doğru eğildi. Onun eğilmesiyle ben de biraz eğildim. Evan fısıldamaya başladı. "Hizmetli Bekçin evli mi sevgili ablacığım?"

Kaşlarım daha da çatıldı. Bu kez şok içinde ikisine döndüm. "Julia mı?" dedim aynı şaşkınlıkla. Dean başını daha da yere eğdiğinden elimde olmadan sıkıntılı bir nefes bıraktım. On dört yaşında ikiz erkek kardeşinin olmasının cezasıydı bu anlaşılan. Tepkisiz bir şekilde masada duran suyu yudumladığımda Dean meraklı gözlerle ne diyeceğimi bekliyordu. Suyumu içtikten sonra yavaşça masaya yerleştirdim ve bakışlarımı doğrudan Dean'a diktim. "Kraliçe duymayacak." dedim keskin bir dille. İkizler anında başlarını salladı. Tepkilerine karşılık bu kez bakışlarımı ikisine de diktim. "Kral da bilmeyecek." dedim ve son olarak sert bir şekilde ekledim. "Ağabeyleriniz hiç bilmeyecek."

İkizler yine sorun çıkarmadan başlarını olumlu anlamda salladığında bunun aramızda kalan bir sır olmasına özen göstermeye çalışıyordum. Zira aralarındaki yaş farkını bir kenara atın, kraliyet soyundan birinin mertebeden yoksun biriyle birlikte olması yasaktı. Saçma kuralların saçma sonuçlarıyla bir kez daha yüz yüze geldiğimde öfkeyle yutkundum. "Evli değil. Fakat medet umma Dean. Neticede sen Finch Krallığı'nın varisisin." dedim ve ekledim. "Boş hayallere kapılma. Ayrıca bundan daha önemli konularımız var. Zira her an elimizden kayıp gidecek bir taht söz konusu. Soyumuz için bir tehlike altındayız. Rica ediyorum bana böyle konularla gelmeyin. Çünkü az önce de söylediğim gibi... Bir savaştayız." dedim.

Dean'ın bakışları yere düştü. Bunlar asla benim cümlelerim değildi. Bütün bu cümleler sınırlarım dahilinde ağzımdan çıkan cümlelerdi. Elbette kardeşlerime böyle konularda destek olmak ve onları cesaretlendirmek istiyordum. Fakat bu mümkün değildi. Onları gerçeklik dışı şeylere inandıramazdım. İnanırlarsa gerçek hayatı unuturlar ve bu kısır döngü sonsuza dek devam ederdi.

Dean düşen yüzünü gizlemeye çalıştı. Bu durum onu epey üzmüştü anlaşılan. Onun üzgün bakışlarına kanmamak adına bakışlarımı Evan'a çevirdim. İkiz kardeşinin mutsuzluğu onu da üzmüştü. Konuyu dağıtmak adına zorla da olsa gülümsemeye çalıştım ve Evan'a döndüm. "Bugün eğitiminiz var mı?"

Evan gülümseyerek yanıtladı. "Bugün yok." dedi. Şaşırmıştım. Her gün eğitim olurdu ve bugün olmaması beni şaşırtmıştı. Birkaç gündür ava gideceğim diye eğitimlerden uzaklaşmıştım. Yeni bir düzen olduğunu düşünerek Evan'a baktığımda Evan şaşkınlığımı anladı ve söze girdi. "Başbekçimiz görevden alındı."

Şaşkınlığım giderek artmıştı. "Neden?" diye sordum hemen. Dean az önce yaşadığı üzgünlüğü bir kenara fırlatarak kendini toparladı ve konuşmaya başladı.

"Karısı..." dedi önce Dean. Ardından devam etti. "Düşük yapmış ve bu yüzden vefat etmiş. Ağabeyim Chris de krala bir mektup gönderdi. Kralın mektubu dün geldi. Görevden alınmasını emretmiş."

"Bulanık kafasıyla işine yoğunlaşamayacağı için." diye ekledi Evan. Duyduklarım karşısında nutkum tutuldu. Bütün bunlar ne zaman yaşanmıştı ve benim nasıl haberim olmamıştı? Sadece bir-iki hafta ortalıklarda yoktum ve olanlar beni şaşkına çevirmişti.

"Üzüldüm." dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. "En kısa zamanda onu ziyaret etmeliyiz." diye ekledim. İkizler yerlerinde kıpırdandılar.

"Kral geldiğinde ailecek gideceğiz." dedi Evan. Başımı salladım.

"İyi olur." dedim ve aklımı karıştıran fakat söze getirmek istemediğim bir konuyu açmak istedim. Bunu açmayı istemiyordum ama ortada bir savaş gerçeği vardı. Ve bu savaşa bütün bir Bekçiler Krallığı hazırlanıyorlardı. Her an ve her gün bizim için paha biçilemez bir değere sahipti. Bekçileri boş bırakmak içimi rahat ettirmiyordu. Onları her an savaşı kaybedecekmişiz gibi tetikle olana kadar her birini eğitmek gerekiyordu. İşin duygusal tarafını bir kenara atmalı ve başımızdaki bu büyük tehlikeye yoğunlaşmalıydık.

Ellerimi masada birleştirdim ve öne doğru eğilerek konuşmaya başladım. "Başbekçi’nin yokluğu herkesi etkiliyor. Herhangi bir saldırıda her bir bekçinin iyi bir şekilde elinde kılıç tutması en mühim husus." dedim öncesinde. Söyleyeceğim şeye iyi bir zemin olduğunu düşünüyordum. İkizler beni dikkatle dinlerken boğazımı temizleyerek dudaklarımı araladım. "Yeni bir Başbekçi bulmalıyız."

Bu söylediğim şeyi söyleyebilmek için stresten yerimde kıvranmıştım. Yanlış anlayacakları için. Fakat ikizler oldukça rahattı. Söylediğim şeye büyük bir sakinlikle yanıtladılar.

"Kral mektubunda bundan da bahsetti." dedi Evan. "Emrettiği üzere yeni bir Başbekçi seçmiş ve o da bugün muhafızlar tarafından getirilecekmiş."

Kaşlarımı çattım. "Ne yani?" dedim şaşkınlıkla. "Yeni Başbekçi aramızdan biri olmayacak mı?" dedim. İdmanlı ve güçlü olan onca asker Bekçi varken kral Ardena'nın farklı bir yerinden mi bir Başbekçi seçmişti? Tuhaftı çünkü bu zamana kadar Başbekçiler; askerler arasındaki en güçlü kuvvetli, sözü geçen kişi seçilirdi. En önemlisi aramızdan biri seçilirdi. "Kimmiş bu?" dedim merakla.

"Kor Alevin Bekçisi." dedi bir anda tanıdık bir ses. Bakışlarım arkamdan gelen sesle o yöne döndüğünde Chris'i gördüm. Chris oldukça özenle giydiği kıyafetini düzelterek aramıza katıldı. Siyah ve uzun paltosu gölgesi gibi peşinden sürükleniyordu. Kahverengi gözleri önce beni sonra da ikizleri süzdü. "Günaydın sevgili kardeşlerim."

"Günaydın Chris." dedi Evan büyük bir heyecanla ve hemen öne atıldı. "Biz de tam yeni Başbekçi’yi konuşuyorduk."

"Fark ettim." dedi Chris kalın ses tonuyla. Büyük bir özgüvenle tam yanımdaki sandalyeye yaklaştı. Bakışlarım onu takip ederken rahatlıkla sandalyeyi çekip yanıma oturdu. "Günaydın Rosemarry." dedi hemen ardından. Bakışlarımı ondan ayırmadım.

"Günaydın Chris." dedim normal bir ses tonuyla. Chris yerine yerleşirken tekrardan bana döndü.

"Birkaç gündür göremiyorum seni." dedi imayla. Mimiklerimden ödün vermedim ve oldukça düz bir ifadeyle ona baktım.

"Hastaydım. Odamdan çıkmak istemedim." dediğimde kaşları havalandı.

"Tam da Prenses Dione'un gittiği hafta mı hasta oldun?" dedi yine alayla. Gözlerimi hafifçe kısarak ona sert bakışlar attım. Beni görmüş olabilir miydi? Belki de olta atıyordu.

Başımı dikleştirdim. "Bildiğin üzere bahar geldi sevgili kardeşim. Bahar geçişlerinde hasta olduğumu odamda bana hizmet eden Bekçim bile bilirken senin inatla bunu öğrenememen beni fazlasıyla şaşırttı. Neticede senin gözünden hiçbir şey kaçmazken bunun kaçması bana tek bir şey düşündürüyor o da senin bana olan bu takıntılığın."

Evan ve Dean sözlerim bittiği an birbirlerine baktılar. Chris şaşırmıştı. Biraz sert bir mizaçla söylediğim için bir çıkışma gibi durabilirdi sözlerim. Onlar bunu ciddiye almış olmalıydılar.

Chris ile çocukluktan bu yana hep bir atışma halindeydik. O sürekli benim bir açığımı yakalayıp beni oradan vurmayı tercih ederdi. Zamanla buna alıştım ve ona açık versem bile bunu başka insanların yanında yansıtmaması için bir şekilde onu kelime oyunlarımla kandırmayı öğrendim. Sürekli benden büyük olduğu için bana kral oyunları taslayan o küçük çocuktu hala gözümde. Yalnızca bedenini zaman sarmalamıştı ve o küçük çocuğu gizlemişti.

"Bugün biraz gergin gibisin sevgili kardeşim. Bu hastalık senin sinirlerini bozmuş anlaşılan." dedi Chris. Rahatça başımı iki zıt yöne salladım.

"Hayır." dedim oldukça sakin bir ses tonuyla. Ardından sahte bir şekilde gülümsedim. "Sadece alay ediyordum Chris. Alayın ne demek olduğunu en iyi sen bilirsin. Değil mi?"

Chris mesajımı almış bir şekilde başını salladı. Ardından derin bir nefes alıp ikizlere döndü.

Çocukken onun bana yaptıklarını krala ve kraliçeye anlattığımda onlara 'sadece alay ediyordum' diyerek olaylardan kendini soyutlaştırmıştı. Bu küçük imayı aldığı an attığı oltayı unuttu ve her zamanki gibi kendi derdine düşüp konuyu kapatmayı tercih etti.

İkizlere döndü. "Başbekçi birazdan sarayda olacak." dedi. O an konuştuğumuz şeyi hatırladım.

"Kor Alevin Bekçisi mi geliyor?" dedim bir anda hayretle. Biraz geç anlamıştım. Kor Alevin Bekçisi zamanında kralımız tarafından sürgün edilmişti. Sürgün edildiğinde daha bir çocuktu. Fakat yüzük sahibi olan en küçük çocuk olarak namı herkesin dilindeydi. Söylenene göre oldukça marifetli ve kuvvetliydi. Onunla tanışmayı gerçekten çok istiyordum.

Chris olgunlukla cevapladı az önceki gerginliğimizi bir kenara atarak. "Evet sevgili kardeşim. Onunla ne kadar tanışmak istediğini biliyorum ve ona bir mektup gönderdim. Geldiği ilk an seni onunla tanıştıracağım. Zira ondan öğrenmen gereken çok şey var."

Memnuniyetle gülümsedim. Ondan öğrenmem gerek çok şeyin olduğunun farkındaydım. Neticede sürgün edildiğinde yüzüğü ondan alınmıştı. Parmakları henüz kesilmemişti. Şimdi geri dönüyordu ve ona yüzüğünü geri verecektik. Fakat yüzüğünü bıraktığı halde namı onunla birlikte kalmıştı. Kafamı karıştıran bir diğer şey ise kralımız neden sürgün ettiği bir Bekçiyi şimdi Başbekçi olarak görevlendirdiğiydi. Onu hatırlamıyorum. O gittiğinde bir çocukmuşum. O ise dokuz yaşındaymış ve sürgün edilmişti. Dokuz yaşındaki bir çocuk ne yapmış olabilirdi de sürgün edilecek kadar ağır bir cezaya çarptırılmış olabilirdi?

"Biz ne zaman tanışacağız?" dedi Evan hemen. Sesindeki heyecanı ve içindeki küçük savaşçı ruhuna karşılık gururla gülümsedim. Dean'ın aksine onun aklı tamamen içinde olduğumuz savaştaydı.

Chris, "Ablanız ile birlikte tanışacaksınız. İlk önce ailemizle tanışıp yüzüğünü bizden takdim alacak. Sonra da hemen işinin başına geçecek." dedi.

Anlamış ifadelerle başımızı salladık. Tam o sırada muhafızlar kapıyı sesli bir şekilde açtılar. Kraliçe'nin güler yüzüyle karşılaşınca bütün gerginliğimi unutmuştum. Kraliçe bütün bir asaletiyle odaya girdiğinde ayağa kalktık. Oldukça güler yüzüyle bizi de gülümsetti. Ardından başıyla hepimizi selamladı.

Ağır adımları masanın baş ucundaki yerine ilerledi. Sarı ve kabarık elbisesinin üzerine saldığı turuncu-kızıl arası dalgalı saçları ve gözlerime hediye ettiği o yeşil gözleriyle baştan aşağı bir şaheser gibi duruyordu. Elbisesiyle uyumlu takıları ve mavi elmaslarla bezenmiş tacı saçlarının arasında bir güneş gibi parlıyordu. Pembe yanakları gülerken daha da kızarıyordu. Kocaman bir gülümsemeyle masaya oturunca elleriyle oturmamızı işaret etti. Hep birlikte masaya oturduk ve kahvaltımızı yapmaya başladık.

"Günaydın Majesteleri..." dedi Evan nazik bir tavırla. "Bugün ışık saçıyorsunuz."

Kraliçe gülümsemesine devam etti. Gözleri hepimizin üzerinde tek tek dolaştıktan sonra dudaklarını araladı. "Benim ışığım sizlersiniz. Her biriniz çok güzelsiniz benim için."

Evan, kraliçeye gülümsedi. Kraliçe de uzanıp onun ellerini okşadı bir süre.

Sessizlik içinde kahvaltımızı yaptık. Uzun zamandır birlikte kahvaltı yapamıyorduk. Kraliçe bunun hepimize iyi geleceğini düşünmüştü. Öyle de olmuştu. Kardeşlerimle bir arada olmayı, birlikte konuşmayı özlemiştim. Onlarla sık sık vakit geçiremediğimizi anlamış olmalıydı.

Kahvaltı bittikten sonra Kraliçe bize döndü. "Sizlerle konuşmak istediğim bir mevzu var." Bütün dikkatler kraliçeye çevrildi. Chris merakla hepimizden daha büyük bir heyecanla kraliçeye bakıyordu. "Kralımız ve Caleb birkaç güne avdan dönüyorlar." dedi önce. Büyük bir mutlulukla yerimde kıpırdandım.

Aylardır Kral ve en büyük ağabeyim Caleb avdaydı. Chris de avdaydı fakat o yaralandığı için erken dönmüştü. Onlar ise aylarca avdaydılar ve yüzlerini bile unutmaya başladığım bir dönemde geri gelecekleri haberi yüzüme, yüreğime bir neşe düşürmüştü.

"Gerçekten mi?" dedi Dean büyük bir heyecanla. "Babam sonunda geliyor mu?"

Kraliçe gülümsemesine devam etti. "Evet." diye mırıldandı. "Onlar için güzel bir kutlama yapmayı düşünüyorum. Siz neler düşünüyorsunuz?"

"İyi düşünmüşsünüz Majesteleri." dedi Chris. Yüzünde memnun bir ifade vardı. "Bu bütün halk için de iyi olacaktır. Aylarca herkes korkuyla yaşadı. Son saldırılar yüzünden."

Kraliçe başını salladı. "Öyleyse ben Bekçilere haber vereyim. Hazırlıklar başlasın."

"Turnuva olacak mı Majesteleri?" Chris sorum karşısında gözlerini devirerek bana döndü. Kraliçe duraksadı.

"Turnuva mı?" dedi kibar bir sesle. "Ben balo gibi düşünmüştüm Rosemarry. Ancak anlaşılan aklında başka bir şey var."

"Onun aklında kimi arenada mağlup edebilirim düşüncesi var Majesteleri." dedi Chris. Dişlerimi dudaklarıma geçirdim. Chris açıklama yaptıktan sonra bana döndü. "En kısa zamanda senin için bir turnuva hazırlayacağım kardeşim. Endişe etme."

Benimle alay ediyordu. Öfkeyle yerimde kıpırdandım. Boğazımı temizlerken sandalyemi geriye ittim. "İzninizle odama geçmek istiyorum majesteleri." diye mırıldandım.

"Elbette."

Yerimden hışımla kalkarken Chris'in sesini duydum. "Birazdan Başbekçi'nin yanına gideceğiz Rose. Unutma."

"Unutmam." dedim ve muhafızlara kapıyı işaret ettim. Muhafızlar kapıyı açmak yerine başlarını yere eğip öylece beklemeye başladılar. Başımı hafifçe geriye atarak muhafızlara baktım. Elbette emirlerime uymadıklarını biliyordum fakat bu kez öfkeliydim ve öfkeli olduğum zamanlar ağzımdan çıkanı kulağım hiçbir zaman duymazdı. "Kapıyı açmayacak mısınız Sevgili Bekçilerim?" diye fısıldadım.

Muhafızlar birbirlerine baktılar bir süre. Ayakta onları bekliyordum fakat umurlarında bile değildim. Bunlara alışıktık Rose? Ne diye kafana takıyorsun?

Başımı dikleştirdim ve ellerimle kapıyı açtım. Kapıyı açtıktan sonra hızlı adımlarla elbisemi yukarı kaldırarak odama yürümeye başladım. Elbiseler her şeye engel olduğu gibi yürümeme de engel oluyorlardı.

Odama gelir gelmez öfkeyle kapımı kapattım ve odanın ortasında kendime gelmeye başladım.

Finch Kraliyet soyundan bir kadınsanız, üstelik av gözüyle gözüyle görülen bir kadınsanız kimse sizi görmez. İtaat nedir bilmez. Kendi kendinize yaşar giderdiniz. Zira burası Ardena'ydı. Adaletin unutulduğu eyalet.

Odanın köşesindeki bezlerle kapatılmış bir şeylerin olduğunu görünce adımlarımı o yöne çevirdim. Üzerindeki siyah örtüleri tek hamlede kaldırdığımda üzerimdeki bütün öfke dağılıp gitmişti sanki. Julia dünkü hançerlerimi, kılıçlarımı ve oklarımı temizletmişti.

Ellerim yeşil yakutlarla bezenmiş sarı renkli hançerime gitti. Hançeri elime alıp incelemeye başladım. Kral ve Kraliçe'nin bana hediyesiydi bu hançer. Üzerindeki yeşil yakutlar söylediklerinde göre gözlerimin parçalarıymış. Sarısı ise saçlarımdan esinlenilmişti. Üzerinde tarihi motifler ve gül kabartmaları bulunuyordu. Sarı kılıfından yavaşça sürtünmeler eşliğinde çıkardım hançerimi. Bembeyaz parlaklığı bir aynayı andırıyordu. Gözlerim bu beyazlığın yansımasıyla bana yeniden ulaşıyordu.

O an yansımamı seyrettim hançerin yansımasından. Kafamda duran taca benzeyen oldukça süslü tokalar, kulaklarımda sallanan küpeler, boynumda duran kolyeler... Hepsi o kadar rahatsız ediciydi ki...

Hançeri yavaşça kıyafetimi göstermesi için aşağıya eğdim. Taşlarla bezenen kıyafetime.

Her şey o kadar fazla ve göz alıcıydı ki. Hançeri yeniden motiflerle dolu kılıfına yerleştirdim. Diğer hançerlerimin yanına yerleştirdim. Ellerim anında boynumdaki kolyeye gitti. Oradan kulaklarımdaki küpeye, saçlarımdaki tokalar ve taraklara...

Bir anlığına her şeyi unuttum sanki. Düşünmeden boynumdaki kolyeyi sertçe asıldım. Kolyenin taşları yere bir bir dökülürken durmadım ve bu kez küpelerimi çıkarmaya başladım. Küpeleri çıkarıp yatağımın üzerindeki çarşaflara fırlattım. En sonunda saçlarımdaki bütün tokaları bir bir çıkarıp yere fırlattım. Elbisemin beni sıkıştıran korse kısmını zor bir şekilde açmaya çalıştım. İpleri birer birer çözdüm. Sanki her ip beni biraz daha kendi benliğime yakınlaştırıyordu.

İplerin hepsini çözdükten sonra hızlı adımlarla elbiselerimin olduğu odaya ilerledim. Hiç düşünmeden üstüme ve altıma giymek için siyah bir takım çıkardım. Arkasında duran siyah başlıklı pelerinimi de aldım ve hepsini yatağımın üzerine fırlattım. En sonunda ayaklarımı sıkıştıran o lanet babetleri öfkeyle çıkarıp kalın botlarıma uzandım. Uzun ve kalın botlarımı hızla ayağıma giydikten sonra yatağımın yanına ilerledim ve üzerimdeki elbiseyi bir çırpıda çıkardım. Yatağın üzerine fırlattığım gömleğe benzeyen üstü ve bol kumaş pantolonu giydim. Son olarak pelerinimi giydim. Başlığını usulca başıma geçirdim ve yeniden hançerlerimin olduğu yere ilerledim.

Sarı hançerimi tekrardan elime alıp kılıfından çıkardım. Yansımama tekrardan baktım. Yansımam bu kez kendimi daha iyi hissettirmişti. Cesurca gülümseyip hançerde kendimi seyrettim.

Parıltı, bir savaşçının kıyafetlerinde ya da takılarında olmamalıydı. Parıltı bir savaşçının kılıcında, hançerinde, okunda olmalıydı.

Kimine göre bir prensestim. Ama kendim için, kendime göre ben bir savaşçıydım. Hayatta kalmaya çalışan bir savaşçı. Her savaşçı gibi...

Hançerimi kılıfına yerleştirip pelerinimi açtım. Bütün hançerleri bir bir pelerinime yerleştirdim. Yayıma uzandım ve yayımı kollarımdan geçirip omzuma yerleştirdim. Masada duran kılıç kemerini belime taktım ve kılıcımı da oraya yerleştirdim. Son olarak okları da alıp omzumdan geçirip sırtıma yerleştirdim. Tam anlamıyla hazır olduğumu hissedince derin bir nefes aldım ve odadan çıktım.

Koridorda sert ve emin adımlarla yürürken bekçilerin bakışları ve fısıltıları yine benim üzerimdeydi. Umursamadım.

Başımı dikleştirerek taht odasına doğru ilerledim. Taht odasının önüne geldiğimde muhafızlar kapıyı açmaya yeltendi fakat sağ elimi havaya kaldırarak durdurdum onları. Emrimle durduklarında şaşırmıştım. Benim emirlerime uyan muhafızlar genelde nadir bulunurdu bu sarayda.

Onlar ağır hareketlerle kapıdan çekildiklerinde kendi kapımı kendi ellerimle açtım ve içeri girdim. Odada yalnızca ikizler vardı. Onlar da tıpkı benim gibi hazırlanmışlar, silahlarını almışlar Başbekçilerini bekliyorlardı. Gözlerimin odanın içinde Chris'i aradı fakat bulamadı.

Kocaman şamdanların altından küçük bir kız çocuğu gibi geçtim. Mermerler ve üzerlerindeki meşaleler her geçen saniye rüzgarla birlikte alevlerini arttırıyorlardı. Kocaman pencerenin önünde kalan tahta kaydı gözlerim. Babamın o kocaman tahtına ve o tahta çıkılan merdivenlere...

Hiçbir zaman bu tahta sahip olamayacaktım. Bir hayata bile sahip değilken bir tahta nasıl sahip olabilirdim ki? Buna üzülüyor muydum? Üzülmüyordum. Zira benim amacım tahta çıkmak değildi. Ben yalnızca haksızlığa ses çıkarmak istiyordum. Her ne kadar ben istemesem de o tahtta bir payım olmalıydı fakat kurallar gereği ben bir varis değildim. Kadından bir varis olmazdı.

"Ağabeyim yüzüğü almaya gitti. Birazdan gelir." dedi Evan adımlarım onların önünde bittiğinde. Usulca başımı salladım. Dean kemerindeki kılıçla oynarken gözleri yerdeki mermere sabit kalmıştı. Hâlâ sabahki mevzu hakkında kafası bir boşluktaydı anlaşılan.

Taht odasının kapısı gıcırtılar eşliğinde açıldı. Kapıdan elinde bir kutuyla giren Chris önce benimle göz göze geldi ve gülümsedi. Karşılık vermek adına hafifçe tebessüm ettim. Yanımıza geldi ve elindeki kutuyu doğrudan bana uzattı.

"Ben ona yeminini ettirdikten sonra bu yüzüğü ona takabilir misin sevgili kardeşim?"

Kaşlarımı çatarak onu ve elindeki kutuyu seyrettim bir süre. Evan ve Dean'ın bakışları bizim aramızda gidip geliyordu.

"Ben mi?" diye mırıldandım. Chris ısrarla başını sallayınca elimle ikizleri işaret ettim. "İkizler takdim edemez mi?"

Chris kaşlarını kaldırdı hayretle. "Sen kralın üçüncü evladısın sevgili kardeşim. İkizlerden büyüksün. Benden sonra söz sahibi olan sensin. Elbette sen takdim edeceksin."

Gözlerim ve dudaklarım aralandı. Bu sözler içimi titretmişti. İçimde saklanan bir şeyleri ortaya çıkarmıştı. Başımı öne eğerek gülümsedim. Birinin benim hakkımda böyle düşünmesi beni ilk kez tam anlamıyla kralın kızı gibi hissettirmişti. Benden sonra söz sahibi olan sensin demişti. Chris beni görmezden gelmiyordu.

Chris ile aramızda bu zamana kadar hep tuhaf bir kardeşlik bağı olmuştu. Çocukluğumuzdan beri sürekli atışır, kavga eder, kılıç düellolarına girerdik. Bazı günler birbirimize girsek de arada birbirimizin kardeşi olduğunu hatırlardık. Ve hakkını yememeliyim ki o her zaman beni koruyan kişiydi. Diğer ağabeyim Caleb'a nazaran.

Yüzüm günler sonra tam anlamıyla güldüğünde ellerindeki kutuya baktım bir kez daha. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Başını benim gibi eğip bana destek olduğunu belli edince eline uzandım. Avucum büyüklüğündeki büyük kutuyu aldım. Kırmızı ve siyah renklerle desenlenmiş kutuyu ellerimin arasına alınca titrediğimi hissettim. İlk kez... Hayatımda ilk kez avuçlarımın arasında efsanevi bir yüzük tutuyordum. Ellerimin arasındaki kutuda bir yüzük vardı. Anka Kuşu'nun yüzüğü vardı...

Chris yanımdan uzaklaştı ve ikizler ile beni arkasına alarak bakışlarını kapıya dikti. Dört gözle kapıyı seyrederken tam da beklendiği gibi kapı aralandı. Kapı aralanınca histerik olarak duruşumu düzeltip başımı dikleştirerek kapıyı seyretmeye başladım.

Kapıdan muhafızlar eşliğinde kumral dalgalı saçlı bir adam girdi. Başı öne eğikti, elleri önünde kavuşmuştu ve muhafızlar eşliğinde bize doğru geliyordu. Her bir adımında boyu daha da uzuyordu. Oldukça yapılı biriydi. Bir Başbekçi özelliği taşıyor gibiydi bu cüssesiyle. Oldukça güçlü duruyordu. Adımlarıyla bile Bekçileri hizaya getireceğine emindim.

Adımları tam Chris'in önünde durdu. Ona selam verdi ve ardından başını kaldırıp Chris'e baktı. O an gözlerinin ela olduğunu görebilmiştim. Gözlerinde yeşil ve kahverengi dans ediyordu.

"Hoş geldin Drach." dedi. Adını ilk kez duyuyordum. "Seni tekrardan görmek çok güzel."

Drach tepkisizce başını sallamakla yetindi. Bakışlarım durmadan onun üzerinde geziyordu. Kemerindeki kılıca, sırtındaki oklara... Kendime yepyeni bir rakip bulduğumu anlamıştım. Bu zamana kadar aradığım rakibin ta kendisiydi. Beni yenebileceği olasılığını taşıyan ilk kişi gibi duruyordu.

Chris arkasını dönerek elleriyle bizi gösterdi. "Seni tanıştırmak istediğim bazı Bekçiler var." dedi. O an Drach ile göz göze gelmiştik. Bakışlarımı ondan kaçırmadan kısık gözlerle onu inceliyordum. O ise beni görünce ufak çaplı bir şaşkınlık yaşamıştı. Şaşkınlığının sebebini biliyordum. Daha önce hiçbir prensesi bu kıyafetler içerisinde savaş alanında görmemiş olmasıydı. Bunu yaşayan ilk prenses bendim. Kral ile kraliçenin bana lütfettiği en büyük hediyeydi bu. Savaşmama, kılıç tutmama izin vermeleri...

"İkiz kardeşlerim, Prens Evan Finch ve Prens Dean Finch." dedi ve ardından bana döndü. Chris bana dönünce ben de ona döndüm. Yüz ifademdeki düzlükle Chris'e baktığımda Chris gülümsedi. "Bu da kız kardeşim, Prenses Rosemarry Finch."

"Memnun oldum prenslerim ve prensesim." dedi Drach. Sesini ilk defa duyuyordum. Bu bedene rağmen oldukça naif bir sesi vardı. İçi ısıtan bir ses tonuna sahipti. Başımla selamlamakla yetindim.

"Onlar da bundan sonra senin sorumluluğunda olacaklar. Onları en iyi şekilde eğitmeni emrediyorum sana." dedi Chris üstüne basa basa. Drach başıyla onaylarken şüpheci bir tavırla Chris'e döndü.

"Prenses de dâhil mi?"

Tek kaşım öfkeyle havalandığında Drach bu tepkimi çok net bir şekilde görebilmişti. Fakat o çekinmeden yanıtını almak için Chris'e döndü. Chris güldü. "En çok o dâhil sevgili bekçim," dedi ve ekledi. "Yalnız sana küçük bir uyarıda bulunayım. Kız kardeşimi sakın öfkelendirme. Biraz hırçın savaşır kendisi. Sen zararlı çıkarsın."

Chris bunları söylerken dudaklarımı yukarı kıvırarak ağır ağır gözlerimi kırpıştırdım. Gülümsemem onun gözlerindeki aşağılayıcı tavrı değiştirmemişti. Beni küçük görüyor ve Chris'in alay ettiğini düşündüğü belliydi.

"Buradan pek öyle görünmüyor." dedi bu kez hadsiz Bekçi. Duruşumu bozmadan yalnızca onu seyrettim. Chris gülerek Drach'e doğru bir adım attı.

"Ben senin iyiliğin için söylüyorum." dedi üstüne basa basa. "Yorum yapman için değil."

"Emredersiniz Majesteleri."

Chris geri çıktı ve eski yerine döndü. Drach ise gözlerini bir kez olsun benden ayırmadı. Onun bu yerini bilmez halleri beni öfkelendirmişti elbet. Fakat sarayda her gün aşina olduğum şeyi yaptığı için ve buna bağışıklık kazandığım için onunla laf dalaşına girmiyordum. Ona cevabını sözlü değil, arenada vermek istiyordum. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi.

Chris ellerini iki yana açtı. "O hâlde seni yüzüğüne kavuşturalım."

Drach başını dikleştirerek Chris'in gözlerinin içine baktı. Chris oldukça kendinden emin bir şekilde söze girdi. "Sen sevgili Drach Farrighton," dedi tıpkı babam gibi. O an Chris'in babama ne kadar benzediğini görebilmiştim. "... alevi temsil ediyorsun. Tıpkı bir Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğuşunla dikkat çekiyorsun. Sürüldüğün topraklarda yeni bir mertebeye sahip olman bunun kanıtıdır."

"Kralım ve kraliçemin beni onurlandırdığı bu seremonide, bu yüzüğü sadece barış için taşıyacağıma, masum bir kan dökmeyeceğime ve her daim Kralımın emrinden çıkmayacağıma sizlerin karşısında yemin ederim. En ufak itaatsizliğimde parmaklarımı kesmenizi arz ederim."

Drach Farrighton yeminini ettikten sonra bakışlarım Chris'e çevrildi. Chris başıyla yüzüğü takdim etmemi işaret etti. Yutkundum ve ağır adımlarla Drach'e yaklaştım. Tam önünde durdum. Avuçlarım arasındaki kutuyu açtım ve kırmızı yüzükle göz göze geldim. Yüzüğe bakınca içim titremişti. Gözlerimde yatan öfke Anka Kuşu'nun yüzüğüne yansıyordu.

Drach, sol elini bana doğru uzatınca başımı kaldırıp ona sertçe baktım. Oysa onun yüzünde en ufak bir heyecan bile yoktu.

Titreyen ellerimle yüzüğe uzandım ve onu ellerimin arasına aldım. Yüzüğün sıcaklığı elimi ısıtmıştı. Alev alev yanıyordu. Sol işaret parmağını diğer elimle tuttum ve yüzüğü yavaşça büyük parmağından geçirdim. Yüzüğü sonuna kadar ittikten sonra hazımsızlıkla gözlerimi kapattım. Drach sesini çıkarmıyordu ve öylece seremoninin bitmesini istiyordu.

Yüzüğü taktıktan sonra elini bıraktım ve birkaç adım geriledim. Ela gözleri tam yeşil gözlerimin içinde dolaşırken dudaklarımı araladım. "Yeni mertebende başarılar dilerim Kor Alevin Bekçisi."

Drach başıyla onayladı. "Sağ olun prenses."

Bakışlarımı ondan ayırıp arkamı döndüm. Eski yerime geçtim. O sırada Chris ve ikizler de onu tebrik ediyorlardı.

Drach her birimize teşekkürünü etti. Gözlerim hâlâ yüzüğün üzerinde geziyordu. Hiçbir zaman... Hayatım boyunca hiçbir zaman onlardan birine sahip olamayacak olmam beni sinirlendiriyordu. Bir cinsiyetin bunca şeye mâl olması kadar saçmaydı her şey.

"İzninizle Majesteleri, vazifemin başına geçmek istiyorum." Chris gülümseyerek elleriyle kapıyı işaret.

"İzin senindir Kor Alevin Bekçisi."

Drach önümüzde eğilerek bize selam verdikten sonra arkasına bile bakmadan odadan çıkıp gitti. Oldukça tuhaf biriydi. Hiçbir yaşam belirtisi olmayan başıboş gezen bir beden gibiydi. Asıl icraati arenada görülecekti. Evan ve Dean aralarında yeni Başbekçi’yi övüyorlardı. Onun oldukça havalı olduğundan söz ediyorlardı. Ben ise hâlâ aklımda kalan o son görüntü, Anka Kuşu'nun yüzüğünü aklımdan silemiyordum.

"İsterseniz idmanlarınıza bugün başlayabilirsiniz." dedi Chris. Bakışlarım ona döndü. "Özellikle de sen sevgili kardeşim. Senin hemen başlayacağını düşünüyorum."

"Bahar hastalığını üzerimden hâlâ atabilmiş değilim sevgili kardeşim." dedim hemen. Bugün onunla düello yapmayacaktım. Az önceki görüntü aklımdan çıkmadığı sürece dikkatimi bu düelloya veremezdim.

"Pekâla. En kısa zamanda seni bekliyoruz o hâlde." dedi Chris ve ikizleri de alıp taht odasından dışarı çıktı.

Taht odasında elimdeki boş kırmızı kutuyla kalınca öfkeyle kutuyu sıkmaya başladım. Arkamın dönük olduğu tahta döndüm yönümü. Yutkunarak bir tahta bir de elimdeki boş kutuya baktım. Daha dakikalar önce içinde efsanevi bir yüzük olan ama şu an içi boş olan bir kutuya...

Göğsüm kabardı. Bakışlarımı tahttan çektim ve elimdeki kutuya çevirdim bakışlarımı. Kutunun kapağını açtım ağır ağır bir umut. İçindeki yüzüğün durduğu kesik yere baktım öylece.

İçim bir alev gibi yanıyordu.

Dışım ise bir karanlık duvarına esir bırakılmıştı.

Gözlerim ise akmayı bekleyen bir şelale gibi suyun içinde boğuluyordu.

Ya karanlığın ya ateşin ya da suyun bir mahkumuydum belki de.

Ama günün sonunda ben bir mahkumdum.

Ölmeyi bekleyen ama yaşamak için savaşan bir mahkûm...

Kimine göre savaşçıyken bazılarına göre bir mahkûmdan farkım yoktu...

 

Loading...
0%