Yeni Üyelik
22.
Bölüm

BÖLÜM 20: YAŞAM KILIĞINA BÜRÜNEN ÖLÜM

@duskusu_mona

!!! YAZARDAN NOT !!!

 

 

 

Geçen hafta sınavlarımdan dolayı bölüm gelmediği için bu bölüm geçen haftaya telafi olarak uzun oldu. Dinlenerek okumanız tavsiye edilir... :))

 

***

 

 

 

 

BÖLÜM 20: YAŞAM KILIĞINA BÜRÜNEN ÖLÜM

 

 

 

(Yazardan)

 

En büyük tutsaklıklar, zamanında tutsaklığı tadanların elleri arasından doğar.

Önünüze serilen hayat, bir nehir gibi akar gider yatağından. Ta ki siz bir şeyleri sorgulamaya başladığınız zaman durur akış. Düşünceler ortaya çıkınca o yatağın aktığı yol değişir. Seçtiği yol ya denize dökülüp özgürlüğe açılmayı bekler ya da sıradan bir göletin ortasında kurumayı.

Kâinatın rengârenk parmaklıklarını yuva sanır kimisi... Renkler hep cazip gelir. O renklerin solacağı, akıp gideceğinden habersiz severiz önümüze serilen parmaklıkları. Sonra o renkler akar gider gerçekler eşliğinde. Geriye ise ya siyah ya da beyaz kalır. Ve de hayatınızı sıkıştırdığınız o paslanmış demir parmaklıklar...

Renklere güvenmeyen ve kendini sürekli beyaz ile siyahın ,gerçekliğin, yörüngesinde döndüren kişiler ise renklere inananları uyandırmaya çalışırken kendisi solup gider. Gerçek elbet bir gün çıkar gelir. Onu çıkarıp getiren ise hep kendini feda edenlerdir. En büyük fedakârlık ise onlara aittir.

Sarayın loş meşale ışıkları arasında atılan adımlar, sarayın rutubetini hissettiği an durdular. Tanıdık adımlar yerinde öylece kalırken kahverengi gözler sarayın duvarlarını incelemeye çoktan başlamıştı. Bıraktığı gibiydi her şey... Olması gerektiği gibi de denebilirdi. Oysa farklı olan bir şeyler çarpmıştı gözüne... Bütün bu tanıdıklık hissinin arasında soğuk ince bir esinti yer alıyordu. Hizmetkâr bekçilerin yaydığı bir soğuk esinti.

"Burası epey değişmiş Chris." dedi Prenses Dione ve ellerini kırmızı işlemeli, taşlı elbisesinin önünde birleştirdi. Omuzlarına attığı siyah kalın pelerin her an düşmek üzereydi. Kahve gözleri, kahve saçlarına karışmıştı. Başının üzerinde herkesten üstün olduğunu belli eden ince elbisesinin renklerine yansıyan bir taç duruyordu. Oldukça ağırbaşlı ve kendinden emin duruşuyla bekçilerin adımlarının yönlerini değiştiriyordu.

Prens Chris derin bir nefes alıp ellerini arkasında kavuşturdu ve o da hızla etrafına baktı. "Öyle prenses. Her şey değişti." diye onayladığında Prenses Dione alayla gülümsedi. Buradan kovulduğu aklına gelince ise değişen şeylerin en büyüğünün bu olduğuna emin oldu. İçinde dizginleyemediği bir öfke mevcuttu. O gün söylenen sözler tek bir an bile çıkmamıştı aklından. Gururu ayaklar altında ezilirken bir zavallı gibi herkesin karşısında çaresiz kalışını nasıl unutabilirdi ki? Buraya gelmek bile gururunu çiğnettiriyordu kendisine. Fakat bu artık önemsizdi. Aklındakini gerçekleştirmeli ve bir an önce küçük yeğenine karşı koymalıydı.

"Senin için uzun zaman oldu değil mi Beth?" dedi Prenses Dione kızı Beth'e dönerek. Beth, pembe ve zarif elbisesiyle baştan aşağı tıpkı annesi gibi göz alıcı gözüküyordu. Annesi gibi ellerini önünde birleştirdi bir hanımefendi edasıyla. "Çocukken gelmiştin buraya."

"Öyle." dedi Beth ve başını kaldırmadan çekingen bir şekilde cılız sesiyle yanına seslendi. "Siz nasılsınız prensim?"

"İyiyim Beth." dedi Prens Chris rahat bir şekilde. Sarayın içindeki koşuşturmalar giderek azalıyordu. Anlaşılan kral odasındaki toplantı sona erdirmişti. Chris dikkatini dağıtmaya çalışarak kuzeni Beth'e döndü. "Sen?"

Beth utangaç bir şekilde gülümseyip kıpırdandı. "Buraya geldiğim için daha iyiyim."

Prenses Dione, kızının halini görünce keyifle gülümsedi. Bakışları bir yeğeninde bir de kızında gezerken kulaklarının titrediğini hissetti. Bekçilik güçleri anında devreye girmişti. Bakışlarını sağ çaprazlarında duran büyük merdivenlere çevirdi. Biri geliyordu. Bu öfkeli ve ağır adım sesleri oldukça tanıdıktı. Prenses Dione keyifle gülümseyip yeğenine döndü.

"Şu gelen Rosemarry mi yoksa?"

Prens Chris durdu ve kulaklarını kabarttı. Adım seslerini işittiği an gülümsedi. Kardeşi Rosemarry'den başkası olamazdı. Bu adımlar, bu kendinden emin ağır adımlar...

"Ta kendisi."

Merdivenlerin sonuna gelen Rosemarry'i gördü herkes aynı anda. Yüzündeki o yorgunluk çok net bir şekilde görünüyordu. Üzerinde oldukça sade yeşil bir elbise duruyordu ve saçları ıslaktı. Fiziksel görünüşünün yanı sıra adımları öyle güçlüydü ki yorgunluğunu kapatabilen tek şeyin o an kendinden emin o ağır adımlar olduğunu fark etti Prenses Dione ile Prens Chris.

Rosemarry arkasından gelen yardımcı bekçisi Julia ile birlikte Prenses Dione'un önünde durdu ve ona saygı selamı vermeden öylece durgun bir yüz ifadesiyle yüzüne baktı. Prenses Dione bundan rahatsız olsa da belli etmeden oldukça samimiyetsiz bir gülümsemeyle yeğenine baktı.

"Rosemarry... Görmeyeli ne kadar da büyümüş ve güzelleşmişsin böyle." dedi ince bir imayla ve yeğenini baştan aşağı süzdü. Rosemarry ise yüzündeki o soğuk ve durgun ifadeyi bozmuyor ve doğrudan Prenses Dione'un gözlerine bakıyordu. "Işık saçıyorsun."

"Hoş geldiniz." dedi Rosemarry soğuk bir ses tonuyla. Beth neler döndüğünü anlamıyordu. Buraya uzun zamandır gelmiyor ve kuzenini neredeyse yıllardır görmüyordu. Onu en son gördüğünde annesine karşı duyduğu saygıyı çok net bir şekilde hatırlıyordu. Kralın emri üzerine Prenses Dione, kendi sarayından belirli bir süre içerisinde buraya gelir ve yeğeni Rosemarry için ona hayatta kalması adı altında tecrübelerini paylaşır onu herkesten korurdu. Rosemarry'nin ise buna minnet duymasını beklemişti. Oysa şimdi Beth, kuzeninin annesine karşı takındığı bu küstah tavrı beğenmemişti. Gözüne battığı yetmiyormuş gibi dile getirmeye de çekiniyordu.

"Merhaba Rosemarry." dedi Beth tıpkı onun gibi soğuk bir ses tonuyla. Rosemarry sesin geldiği yöne başını ağır ağır çevirdi ve kuzeni Beth ile ilk kez göz göze geldi. Gözlerinde ufak bir şaşkınlık duruyordu. Beth, çok fazla kralın sarayına gelmezdi. Nadir bir andı. Rosemarry bu küçük detayın oldukça önemsiz olduğunu gözleriyle anlattığı gibi samimiyetsiz bir ses tonuyla dile getirmekten çekinmedi.

"Sana da merhaba Beth." dedi ve dikkatini direkt olarak erkek kardeşine çevirdi. Beth, onun bu burnu havada tavırlarına rahatsız olmuştu. Dişlerini sıkarak sessizce onu izledi. Rosemarry ise öfkeliydi. Bütün bunların birer oyun olduğunu daha işittiği ilk anda anlamıştı. Chris'e döndüğü gibi yine sahte bir gülümsemeyle, "Sevgili kardeşim, niçin Prenses Dione'un geleceğinden beni haberdar etmedin? Birlikte karşılardık." dedi. Prens Chris oldukça normal bir şekilde söze girdi.

"Senin daha önemli işlerin vardır diye Rose."

Prenses Dione keyifle gülümsedi ve yeğenine, "Hiç üzülme güzel yeğenim. Ben gayet memnunum." dedi. Rosemarry, öfkesini dizginlemek için ellerini önünde birleştirip kendi ellerini sıkıyordu. Chris'e kızgındı. Prenses Dione'un ona neler yaptığını bildiği ve onu bu saraydan Rosemarry'nin gönderdiğini bile bile onu buraya yeniden getirtmişti. Aklında sinsice planlar döndüğünden emindi.

"Ne güzel." diye mırıldandı Rosemarry. Prenses Dione oldukça ilgili bir sesle Prens Chris'e döndü.

"Diğer kardeşleriniz neredeler? İkizleri göremedim."

"Çoktan uyumuş olmalılar." diye yanıtladı hemen Chris. "Bugün herkes için yorucu bir gündü." deyip iç çekti. Bütün bir geceyi uyumadan başlarına ne geleceğinden bihaber geçirmişler ve en sonunda yorgunluktan uyuyakalmışlardı. Chris bütün bu istila olaylarından rahatsız olmuş ve geceyi odasında geçirmişti. Neler olduğundan habersizdi. Kralın geldiğini görebilmişti fakat orada neler döndüğü hakkında bilgi sahibi değildi. Yalnızca koşuşturmaları görüyordu.

"Ah pekâla. Onları sonra görürüm artık." dedi Prenses Dione ve saraya bakındı. Tanıdık yüzler görmeyi umsa da bu pek mümkün olmadı.

Prenses Rosemarry, tahammülünün sınırlarındaydı. Bütün bir gece yaşadığı şeyler onu fazlasıyla yormuş ve artık bazı şeyleri uzatmak onu sıkmaya başlamıştı. İçinde öfkeyi gizlemekten ve karşısında dönen bu tiyatro oyunundan sıkılmıştı. Duruşunu bozmadan oldukça açık bir dille söze girdi. "Önemli bir durum mu var sevgili halacığım? Bizi görmek için oldukça normal bir gün seçmişsiniz. İlk kez." dedi imayla.

Prenses Rosemarry'nin sorusuyla ortalık sessizliğe büründü. Prenses Dione yeğenine karşı duyduğu öfkeyi saklamak için büyük bir savaş veriyordu içinde. Onu ve yaptıklarını görmezden görmek bile ona ağır gelirken üstüne üstlük yeğeninin ısrarla üzerine gelmesi sabrını taşırmak üzereydi.

Prens Chris birkaç adımda kız kardeşine yaklaştı ve kolunu sakince tuttu. "Rose..." dedi uyarıcı bir ses tonuyla kimsenin duymayacağını düşünerek. Rosemarry umursamazca kolunu kardeşinden kurtardı. Chris sabırla gözlerini yumduğu an Prenses Dione boğazını temizleyerek söze girdi.

"Neden öyle söyledin güzel yeğenim?" dedi sahte bir ilgiyle. "Buraya gelmem için bir sebebim olması gerektiğinden inan haberim yoktu."

"Ne tesadüf." dedi Rosemarry onunla uğraşmaktan usanmadan. "Benim de..."

"Rose..." dedi Chris bir kez daha. Bu kez herkesin duyabileceği bir şekilde konuşuyordu. Chris bakışlarını, Rosemarry'nin yanında duran hizmetli bekçiye çevirdi. Hizmetli bekçiye gözleriyle gitmesini işaret edince bekçi son kez Rosemarry'e baktı ve yanlarından uzaklaştı. Chris gerginliğini göstermemeye özen göstererek oldukça olgun bir şekilde ifadesini düzeltti. "Anlaşılan bugün epey yoruldun. Odana gidip dinlenmen buradaki herkes için daha iyi olacak." dediğinde Rosemarry ona dönüp bakmadı bile. Yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ona ihanet ettiğini düşünüyordu. Halasının ona neler yaptığını bile bile böyle bir hamle yapması Rosemarry'nin bütün bağlarını koparıp atmış gibiydi. Rosemarry kardeşine dönmeden gözlerini Prenses Dione'dan ayırmadan dudaklarını araladı.

"Babamı ikna etmek için girdiğin bu çaba gözlerimi dolduruyor. Söylesene, nasıl kandırdın babamı da prensesi getirttin?" Prens Chris, kız kardeşinin söylediği şeylerle irileşen gözlerini doğrudan kız kardeşine dikti. İleri gidiyordu ve başına bir bela getirecekti fakat umurundaymış gibi görünmüyordu.

"Yeterli Rose." dedi Prens Chris son kez ve kız kardeşini durduramayacağını anladığı an yönünü Prenses Dione'a çevirdi. Prenses Dione, Rosemarry'nin üzerinde olan bakışlarından rahatsız olmuştu ve gözlerini sürekli kaçırarak etrafa bakıyordu. Chris bir olay çıkmaması adına Prenses Dione'a doğru bir adım attı. "Prenses, ben sizi kralın yanına götüreyim. Eminim sizi gördüğüne çok sevinecektir."

Prenses Dione minnetle gülümsedi yeğenine. Eteklerini tutarak yeğenine yaklaştı. "Ah elbette."

"Ben de geliyorum." dedi birden Rosemarry. Prenses Dione'un adımları duraksadı. Prens Chris ise sabırla bir kez daha gözlerini yumdu. Anlaşılan kız kardeşinden kolay kolay kurtulamayacaktı. "Benim de kral ile konuşmam gereken çok önemli bir mevzu vardı." dedi Prenses Dione'dan gözlerini bir an olsun çekmeyerek. Prenses Dione, yeğeninin yaptığı bu imayla birlikte sertçe yutkundu. O gün ettiği tehdidini hatırladı. Kendisini krala şikâyet edeceği mesajını çok net almıştı. Prenses Dione panikle yeğeni Chris'e baktı. Chris ise bütün bunlardan bihaber bir şekilde durumu kurtarma çabasındaydı.

"Prensesimiz ve babamızın özlemlerini gidermeleri için bugün onlara az bile sevgili kardeşim. Ne söyleyeceksen yarın erken kalkar ve kralımız ava gitmeden önce onu bulur iletirsin ileteceğini." dedi Prens Chris. Oysa Prenses Rosemarry bunu da umursamamıştı ve halasına hâlâ dik dik bakıyordu. Sanki bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Prenses Dione ise ne anlatmaya çalıştığını çok net bir şekilde anlıyordu.

Beth, bir annesine bir de kuzeninin küstahlığına baktı. Öfkeli gözleri kuzeninin, annesinin üzerinden hiç eksilmeyen o yeşil gözlerine dikildi. Bu kadar saygısız birine ne zaman dönüşmüştü anlamıyordu. Ne diye annesiyle bu kadar uğraşıyordu? Ne diye huzursuzluk çıkarma peşindeydi? Amacı neydi?

Annesinin köşeye sıkışmış ve rahatsız halini çok net bir şekilde görüyordu Beth. Annesini korumak için bir adım öne çıkarak daha fazla kendini tutamadan bütün saygı sınırlarını tıpkı kuzeninin yaptığı gibi aştı.

"Derdin ne senin?" dedi sakin bir şekilde. Prenses Dione ve Prens Chris aynı anda bakışlarını Beth'e çevirdi. Oldukça sessiz sakin birinin şu an ses çıkarması ikisinin de garibine gitmiş olmalıydı. Üstelik yalnızca onlarla da değil. Rosemarry'nin de dikkatini çekmiş olmalı ki gözlerini halasından çevirdiği gibi ilk defa başka birinin üzerine dikmişti. Kuzeni Beth'e... "Geldiğimizden beri bize iğrenerek bakıyor ve iğneleyici tavırlar ediniyorsun. Neyin var senin?" dedi Beth çıkışarak. Rosemarry etkilenmiş gibi tek kaşını kaldırarak kuzeninin çıkardığı sese bakıyordu öylece. Bunca zaman annesinin hanımefendiliğini aldığı kuzeni Beth'in annesini korumak için koyduğu bu tepki Rosemarry'nin ilgisini çekmişti.

"Beth! Tamam." diye uyardı anında Prenses Dione. Kızının yanlış bir şey yapmasından korktuğu gibi Rosemarry'nin sabrını sınamasından ve kendisini krala şikâyet edeceğinden korkuyordu. Üstüne üstlük kendi kızına böyle asi tavırları yakıştıramıyordu. Kendisi gibi hanımefendi kişiliğini yitirmesini istemiyordu. Oysa Beth'in sabrı çoktan taşmıştı. Bir adım daha attı cüretkârca Rosemarry'e. Rosemarry dik başıyla önce kuzeninin kendisine doğru attığı adıma sonra da kahverengi gözlerine baktı.

"Sahip olduğun bu sınırlı güç sana fazla gelmiş olmalı. Herkesi hizmetindeymiş gibi konumlandırıyorsun ama yanıldığın noktalar da var." dedi Beth. Sesi öyle cılızdı ki... İlk kez bir tartışmanın içinde olduğu sesinden bile belli oluyordu. Ürkek bir ceylan gibi attığı adımların aksine tir tir titriyordu kuzeninin karşısında. Oysa sözleri bunu bastırmaya yetiyordu. Başıyla annesini işaret ederek, "Karşında Kral Arwan Finch'in kızı Prenses Dione Finch var!" dedi mertebeleri hatırlatarak.

Prenses Rosemarry hiçbir tepki vermedi ve öylece kuzenine baktı. Onun bu ürkek hamlesine karşılık ağır bir tepki verip ona kendisini kötü hissettirmek istemiyordu. Yeniden mertebeler konuşulacaktı. Yeniden onun herkesten üstün olduğu ve ona koşulsuz şartsız saygı duyup itaat edilmesi istenilecekti Rosemarry'den... Eski Rosemarry olsa bu konuşma tam da şu an bitmiş olurdu. Oysa şimdiki Rosemarry için bu sözler bir anlam ifade etmiyordu.

Prenses Dione kızarmış gözleriyle kızına yaklaştı ve ciddi bir ses tonuyla "Beth kendine gel ve beni takip et. Derhâl!" dedi. Oysa Beth ona ilk defa biat etmedi. Sözünü dinlemedi. Avını kestirmiş bir avcı gibi kuzenine dikilmişti gözleri. İkisi de birbirlerinin gözlerine bakıyorlar ve gözleriyle savaşıyorlardı. Prens Chris hiçbir şey yapamadığı gibi şaşkınca olan biteni izlemekle kalıyordu.

Beth, titreyen gözleriyle kuzenine bakarken Rosemarry uzun bir sessizliğin ardından ilk kez dudaklarını araladı ve bu hamlesiyle Beth korkarak gözlerini ondan çekti. "Ne ima ediyorsun sen?" diye sordu Rosemarry oldukça sakin bir şekilde. Ses tonu öyle sakindi ki bu bile ortamı geriyor ve ürkütüyordu.

"Rosemarry." dedi Prenses Dione konuya girerek. Oysa Rosemarry'nin dikkati tamamen kuzenine dikili kalmıştı. "Beth adına senden özür dilerim." dedi bir tatsızlık çıkmaması adına. Ardından kızına doğru yaklaşıp kızını kolundan tuttu. "Beth, sen de derhâl yanıma gel."

"Güç sarhoşusun sen." dedi birden Beth. Sözlerine karşılık Prenses Dione ve Prens Chris şok içinde gözleri büyüdü. Oysa Rosemarry şaşırmıyordu. Bütün bunlar beklediği tepkiler gibiydi. Beth kadar sakin ve hanımefendi birinden böyle sözler duymak annesi ve kuzeni Prens Chris'e şok edici gelse de Rosemarry sanki yıllardır onun bu yönünü biliyormuşçasına büyük bir sakinlikle kuzenini dinliyordu. "Neyse ki kadınlar tahta geçemiyor. Yoksa herkesi tıpkı az önceki tavırlarında olduğu gibi yaşamaktan bıktırırdın."

"Beth!" diye sesini yükseltti Prenses Dione kızının susması için. Oldukça ileri gidiyordu ve bu sözleri yüzünden başına bela açacaktı. "Sana yanıma gel dedim. Emrediyorum!"

"Kusura bakmayın Majesteleri." dedi Beth yürek yemiş gibi. Sanki içinde yılların birikmişliği vardı da zehrini akıtıyordu. "Ama söylediği şeyler sabrımı taşırdı." dediği an Prens Chris'in içinde bir hazımsızlık meydana geldi. Olaya derhâl el atmalıydı yoksa kız kardeşini sözleriyle birlikte aşağılayacaktı ve buna izin veremezdi. Araları yaptığı bu hamleyle tatsız olsa da kız kardeşini herkese karşı korumalıydı.

"Beth!" dedi Chris yüksek bir sesle. Beth irkilerek bakışlarını Prens Chris'e çevirdiğinde onun sert bakışlarıyla karşılaştı. Kalbinin titrediğini hissetti. Prens Chris, "Kız kardeşimi rahat bırak. Hemen." dedi. Ortamdaki gerginlik her geçen saniye artıyordu. Beth şok içinde bir annesine bir de Prens Chris'e bakıyordu. Rosemarry ise erkek kardeşinin söylediklerini zerre umursamıyordu. Onu koruduğu için sevinmemişti bile. Zira Prenses Dione'u buraya getirerek onunla ilgili bütün düşüncelerini değiştirmişti.

Rosemarry gözlerini tek bir an bile kuzeninin üzerinden çekmedi ve tepkilerini seyretti. Soğukkanlı tavrı ve sessizliği ürkütücüydü. Beth hayal kırıklığıyla son kez Prens Chris'e baktı ve başını yere eğdi. "Peki prensim."

Prens Chris memnuniyetle başını sallayıp kız kardeşine yaklaştı ve söylenen sözler yüzünden kendini iyi hissetmediğini sezdi. Destek vermek ister gibi koluna uzandı. "İyi misin?" diye sordu Rosemarry'e doğru. Oysa Rosemarry'nin dikkati yalnızca kuzenine kesilmişti ve gözlerini üzerinden hiç çekmiyordu. Prens Chris, kız kardeşinin bu sessizliğinden gerilmişti. İlk kez onu bu halde görüyordu. Bu uzun sessizliği büyük bir patlamaya yol açacaktı. Bir şeyler yapmalıydı. Aklına gelen ilk şeyle halasına döndü. "Sevgili halacığım. Endişe etme ben kızlarla birlikteyim. Sen kralımızı ziyaret etmeye gidebilirsin." dedi. En azından birini buradan uzaklaştırmalıydı.

Prenses Dione çaresizce yeğenine baktı ve eteklerini tutarak yeğenine yaklaştı. "Pekâlâ. Sana güveniyorum Chris." dedi ve yavaş adımlarla yanlarından ayrıldı.

Prens Chris önce başı eğik bir şekilde karşılarında duran kuzeni Beth'e baktı. Söylediği sözler bir hayli ağır ve kraliyet soyundan birine söylenmeyecek sözlerdi. Bunları söyleyen sıradan bir bekçi şu an karanlık zindanlarda demir parmaklılar arasından aydınlığı görebilmek için dua ediyorlardı. Kız kardeşinin tepkisizliği ve sessizliğine döndü hemen ardından. Sessizdi. Tek kelime etmiyordu ve gözü bir avcı gibi kuzeninin üzerinden ayrılmıyordu. Onu bu halde görünce içindeki hazımsızlık daha da arttı ve otoriter bir ses tonuyla kuzenine döndü.

"Beth. Prensesten özür diler misin?" dedi oldukça keskin bir dille. Beth şok içinde başını yerden kaldırıp Prens Chris'e baktı. İnanamıyordu. Annesine yaptığı onca şeyden sonra onun Rosemarry'den özür dilemesini mantıklı bulmuyordu.

"Ne? Prensim-" diye itiraz etmeye yeltendiği an Chris tahammülsüzce sözünü kesti.

"Beth az önce yaptığın terbiyesizliği görmezden gelerek sana bir teklifte bulunuyorum." dediğinde Beth gözleri dolu bir şekilde başını iki yana salladı. Bu haksızlıktı. Onun hiçbir ceza almaması ama kendisinin ceza alması saçmalıktı.

"Ben özür dilenecek bir şey yapmadım." dedi itiraz ederek. Prens Chris yönünü tamamen Beth'e çevirdiğinde Beth çekingen bir şekilde omuzlarını indirdi. Rosemarry ise yalnızca olan biteni dinliyordu.

"Senin de dediğin gibi saygı önemli bir konu. Ve şu anda da karşında Kral Alaric Finch'in yegâne kızı duruyor." dedi Prens Chris az önce Beth'in söylediği gibi. Beth'in annesi kralın kızı olabilirdi. Fakat kız kardeşi de kralın kızıydı ve böyle bir muameleyi hak etmiyordu. "Ona saygısızca davranamazsın. Özür diler misin prensesinden?"

Beth'in gözlerinden birkaç damla süzüldü. İnanamıyordu. Bu kızın dokunulmazlığına inanamıyordu. Yıllar sonra geldiği sarayda düştüğü durum sinirlerini bozmuştu. Öfkeyle bakışlarını Rosemarry'e çevirdiğinde bakışlarının hâlâ üzerinde olduğunu fark etti. Rosemarry uzun bir süreden sonra ilk kez bir tepki göstererek Beth'e doğru yaklaştığında Chris korkuyla kız kardeşinin kolunu tuttu. Fakat Rosemarry, Chris'in kolundan sertçe kurtuldu. Chris telaşla kız kardeşinin adımlarını takip ediyordu. Bir şey yapacaktı bundan emindi.

Beth ise üzerine doğru gelen Rosemarry'e korkarak bakıyordu. Geri adımlamak istese de bununla alay edileceğini düşündüğü için kıpırdayamıyordu. Rosemarry adımlarını kuzeninin önünde bitirdiğinde Chris elini kız kardeşinin hemen önünde tutuyordu. En ufak bir hareketinde onu durdurabilmek için. Beth titreyen bedeniyle karşısına dikilen Rosemarry'e baktı. Rosemarry ise oldukça sakin bir şekilde sessizliğinin ardından söze girdi.

"Gördün mü? Az önce neyse ki kadınlar tahta geçemiyor diyordun. Oysa şimdi bir kadının tahta çıkamamasının bedeli olarak benden af dilemek zorundasın. Fakat annen tahta çıkabilseydi her şey tam tersi olurdu. Söylediğin şeyleri mantık süzgecinden geçir sevgili kuzenim." dedi büyük bir sakinlikle. Beth'in gözlerinden düşen tane tane gözyaşlarına baktı. Gözlerinde alevlendirdiği öfkeye baktı ve yine aynı sakinliğiyle, "Özrün sende kalsın, istemiyorum." diyerek kuzeninden uzaklaştı.

"Rose." diye onu durdurmaya çalışan Chris'e, Rosemarry umursamazca cevap verdi.

"Ben kral ile yarın konuşurum. İyi geceler sevgili kardeşim." diyerek yanlarından ayrılacakken arkasını döndüğü an karşılaştığı kişiyle donakaldı.

"Rosemarry..." dedi şüpheyle Kraliçe Amara.

Prenses Rosemarry yutkunarak annesinin yeşil gözleri ve kızıl saçlarına baktı. Kraliçe Amara büyümeye başlayan karnını tutarak yavaş adımlarla onlara yaklaştı. Neler olduğunu ve neler yaşandığını çok net duymuştu ama yine de duymamış gibi yüzünde sıcak bir gülümsemeyle adımlarını ilerletti. Prenses Rosemarry mahcup bir şekilde başını eğdi.

"Majesteleri." Rosemarry, Kraliçe Amara'nın önünde eğildiğinde, Kraliçe Amara şefkâtle kızının Ay’ı andıran yüzünü avuçları arasına alıp yanaklarını okşadı. Prenses Rosemarry içinin ısındığını hissetti. Annesinin tek dokunuşu bile ona bütün öfkesini unutturuyordu. Annesinin yeşil ve sevecen gözlerinde kaybolmuştu çoktan...

Kraliçe Amara, Rosemarry'den ayrılıp oğlu ve Beth'e doğru yaklaştığında Beth de Chris de kraliçenin önünde eğilerek ona saygı selamı verdiler. Rosemarry arkasına dönerek annesini izlemeye başladı. Kraliçe Amara, Beth'i görür görmez kocaman gülümsedi.

"Hoş geldin Beth. Prensesin geleceğinden haberim yoktu. Kendisine de hoş geldin demek isterim." dedi samimiyetle. Beth, kraliçenin kendisine karşı olan bu kibar ve sevecen tavrına karşılık rahatladığını hissetti ve gözyaşlarını umursamadan gülümsedi.

"Kral ile görüşüyor olmalı. Bu nezaketinizi ona iletirim Majesteleri." dedi. Kraliçe Amara kocaman gülümseyerek Beth'in kolunu tuttu ve sıvazladı kendi evladıymış gibi.

"Teşekkür ederim. Görmeyeli ne kadar büyümüşsün böyle." Beth rahatlamıştı. Kraliçenin ne kadar naif ve kibar biri olduğu herkes tarafından bilinirdi. Fakat buna şahit olduğu her an kendini sıcacık pamuklara sarılmış gibi hissediyordu.

"Teşekkür ederim Majesteleri. Ben de sizi tebrik etmek isterim. Umarım sağlıkla dünyaya getirirsiniz yeni varisimizi." dedi Beth. Kraliçe Amara kocaman gülümsedi.

"Umarım." dedi Kraliçe. Yönünü oğluna döndü ve ona seslendi. "Chris."

"Buyurun Majesteleri." dedi Chris anında. Kraliçe Amara, elini Beth'den çekti ve önünde birleştirdi.

"Misafirimizi odasına kadar eşlik et istersen. Uzun zamandır buraya gelmiyor. Kaybolmasın." dedi nezaketle. Chris başını sallayıp kuzenine doğru yöneldi.

"Emredersiniz."

Chris, Beth'i aldı ve kraliçeye son kez selam verip yanlarından uzaklaştılar. Yalnızca Rosemarry ve Kraliçe kalınca kraliçe, sakin bir nefes verip kızına döndü. "Rosemarry. Rica etsem odama gelir misin?"

Rosemarry başıyla onaylayarak "Tabii Majesteleri." dedi ve bir düşüncelere düştü. Kraliçe az önce yaşananları duymuş ya da görmüş olabilir miydi?

 

(Rosemarry'den)

Önüme serilen çiçeklerin kokusu beni bir kez daha tadına hiç varamadığım özgürlük düşlerinin içine bırakıyordu. Kraliçe, hizmetli bekçilerine çiçeklerle daha sonra uğraşmaları için emir verdi ve odadan çıkmalarını rica ettiler. O an oldukça ciddi bir konu konuşacağımızı anlamıştım. Az önceki olayı duyduğuna artık neredeyse emindim ve bunun hakkında konuşarak bana nasihat vereceğini tahmin edebiliyordum. Bıkkınlıkla beni oturttuğu sandalyede kıpırdanmaya başladım. Kraliçe saçları arasında duran sarı, kırmızı yakutlarla bezenmiş tacını çıkarıp önümde duran masanın üzerine bıraktı usulca. Çiçek saksılarının doldurduğu masanın üzerine bırakılan taca baktım. Yakutların üzerine yansıyan gözlerimin yorgunluğunu seyrettim. Güçsüz halime, çaresiz halime, aciz halime baktım.

Kraliçe bir sandalye çekti yanıma ve oturup kucağımda öylece duran ellerimi tuttu sevgiyle. Ellerimi dudaklarına götürüp küçük bir öpücük bıraktığında kalbimi hissettim. Kalbimin varlığını hissettim. O benim kalbimdi... Kalbim olmadan yaşayamaz kimse. O olmadan ben de yaşamazdım.

"Neyin var benim hırçın dalgalı eşsiz denizim?" diye sordu oldukça yumuşak bir sesle. Kızıl saçları özenle örülmüş ve tepesinde oldukça güzel görünen bir topuz haline getirilmişti. Geri kalan saçları ise aşağıya doğru bırakılmıştı. Ellerimi onun elleri arasından çektim ve saçlarına uzandım. Ellerimin arasına aldığım bir tutam saç o an hayata tutunuşumdu sanki... Kendimi tamamen bıraktım. Dik duran omuzlarım inmeyi bekler gibi indi ve annemin saçları ellerimin arasındayken uzanıp ona sokuldum.

Kraliçenin kolları bir süre şaşkınlıkla öylece havada kaldı. Ben ise başımı tam da kalbinin üzerine yasladım ve saçlarını bırakmadım. Kızıl saçları ellerimin arasındayken güvende hissediyordum. Onun güzel ve sevgi dolu kalbi kulaklarımın içindeyken başka bir ev aramıyordum kendime. Ellerine sinen çiçek kokusu bedenimi sarmalarken gerek kalmıyordu beni pamuk çarşafların sarmalamasına... En yumuşak pamuktan bile daha yumuşak olduğuna emindim saçlarımı usulca okşayan o ellerin...

"Ah benim herkese hırçın, kollarım arasında durgun denizim." dedi Kraliçe bir eli saçlarımda diğer eli beni sarmalarken. Güçsüzce güldüm sözlerine. Sıcacık dudakları saçlarımın arasına küçük öpücükler bırakıyordu. İyileşiyordum onun dokunuşlarıyla. Bu kapının ardı beni yaralıyordu. Bu kapıdan içeri girdiğimde ise iyileşiyordum. Kokusu bile iyileştiriyordu yaralarımı.

En derin yaraları bir annenin sıcacık kalbi sarardı.

Onun yanındaki her teslim oluşum, aslında gücümü geri kazandığım anlardı. Bütün güçsüzlüğümü en saf haliyle görüyor ve bana yeni bir dal uzatıyordu. Hayata tutunmak için yeni bir dal...

Yüreği eşsiz, saçları en güzel tutunacak dal, gözleri kaçıp kendimi bulduğum en güzel orman ve kokusu her diyarın tatması gereken en güzel çiçek... Her kötü hissettiğimde, hatalı olup olmaksızın bana kucak açan tek varlığım... Şu kapıdan her içeri girdiğimde bana kocaman gülümseyen o eşsiz tablo... Yumuşacık elleri arasında kendimi bir bebek beşiğinde hissettiğim en değerlim... Kalbim... Annem...

Kolları arasında asırlar, savaşlar gelip geçse asla çıkmayacağım bir sığınak... Burada onun yalnızca bu halde durmak bile öyle sıra dışı ve paha biçilemezdi ki...

"Anne..." diye mırıldandım onun kucağındayken. Kraliçenin gülümseyişini hissettim.

"Söyle yegânem..."

Kucağından istemeye istemeye ayrıldım ve onun orman dolu gözlerine baktım. Kollarından ayrılınca sanki her an kaybolacakmışım gibi uzanıp ellerimi tutunca gözlerim doldu. Dolu gözlerle gülümseyerek ona baktım. İçimde vicdanımın susmasını diliyordum ama susmuyordu. Krallığa ihanet ettiğim gibi ona da ihanet ettiğim gerçeği içimi yaralıyordu. Onun benden nefret edip kopup gitmesini istemiyordum. Herkesin sırt çevirmesine razıydım. Ama o sırtını çevirirse bütün Dünya başıma yıkılırdı.

"Bir şey sorabilir miyim sana?" dediğimde gülümsemesini daha da büyüttü. Sanki bu anı bekliyor gibiydi. Onunla konuşmamı ne kadar çok istediğini görebiliyordum.

"Bana istediğin her şeyi söyleyebilirsin eşsizim..." deyip bir elini yanaklarıma yerleştirdi ve küçücük elleriyle okşadı. Ardından eli yanaklarımdan kayıp yeniden ellerimi buldu. Bir şifacı gibiydi her bir dokunuşu. Dokunduğu yerde hayat vardı. Yanaklarımda, saçlarımda ve ellerimde Dünya'nın en nadide çiçeğinin yetiştiğini hissetmiştim.

"Eğer çok büyük bir hata yaparsam yine bugünkü gibi sarılır mıydın bana?" diye sordum içimdeki ağırlığı hafifletebileceğimi düşünerek. Onu kaybetmek en son isteyeceğim şey bile değilken onlardan habersiz krallığımı karşıma aldığımı öğrenirse yapabileceklerini tahmin edemiyordum. Yalnızca bir şeyler yakalayabilmek istiyordum sözlerinden. Beni biraz olsun iyi hissettirebilecek bir şeyler...

Kraliçe önce garipseyerek başımı geriye çekip yüzüme baktı uzaktan. En küçük bir aksi sözüyle bile bütün bir gün ağlayabilirdim. Onu kaybetmek istemiyordum. Kraliçe boğazını temizleyerek yüzündeki karmaşık ifadeyi küçük bir gülümsemeyle düzeltti. Ellerinden biri ellerimden uzaklaştı ve yanağıma geldi. İnce dokunuşları beni her geçen saniye yumuşatırken Ares'in beni düşürdüğü bu bitkin halimden giderek uzaklaştığımı hissediyordum. Onun gibi karanlık ve büyük bir gücün bende bıraktığı bu etkiyi yalnızca annemin dokunuşları iyileştiriyordu. Bu bir mucizeydi.

Gözleri ilmek ilmek nakış yapar gibi beni süzüyordu. Parlayan gözleri yüzümün her yerini keşfetmeye çalışan bir yabancı gibiydi. Bir yabancı olduğu kadar sevgi doluydu da... Gözlerinin içindeki o yerimi asla kaybetmeyeceğimi hissettim o an. Ne olursa olsun o beni söküp atamazdı o parıl parıl parlayan gözlerinden... "Ben kollarımı sana hiç kapar mıyım?" dedi şefkât dolu bir sesle. İçimin kıpırdadığını hissettim. Sessizce yutkunurken o şiir okur gibi devam etti. "Kalbimsin sen benim. Sen olmadan yaşayamam ben. Seni yok sayamam. Kollarımı sana kapayamam."

Dolu gözlerim onun gözleriyle birleştiğinde bir ormana sahip olmuştuk adeta... Bizim ormanımız. Sadece ikimizin olduğu sevgi dolu, tertemiz nehirleri olan kocaman bir orman... Yalnız olanlara her daim sıcacık dallarını açarak kucaklayan ağaçlar vardı o ormanda. Kalbi kırılanlar ağlamasın diye gözyaşlarını kurutan ve her yeri aydınlatan bir güneşimiz vardı. Hayat vardı ormanımızda...

"Bana sırtını çevirmezsin değil mi?" dedim annesini kaybetmek üzere olan bir çocuk saflığıyla tek omzumu kaldırarak. Kraliçe kıyamayarak alnıma bir öpücük bıraktı ve derin bir nefes aldı saçlarımın arasından. Saçlarım onun nefesiydi o an...

"Anneler evlatlarına sırtlarını çevirirse kalpleri kurur." dedi alnımdan uzaklaşırken ve hemen gözlerime bakıp ellerimi sıkıca tuttu. Sözlerinin açtığı pamuk çarşaflara sarıldı yorgun titrek bedenim ve beni yumuşacık bir yatağa yatırıp ninni okudu. İçimi temizleyip dertlerimi attı en derin kuyulara. Gözlerini az evvel hizmetli bekçilerin masaya yerleştirdiği renk renk çiçeklere çevirince ona eşlik ettim ve bu hayattaki en sevdiği şeylere baktım... Çiçekleri o kadar çok seviyordu ki... Bahçedeki gül bahçesine her gün özenle gider sular ve çiçekleriyle konuşurdu. Odası saksılarla doluydu. Kral her ne kadar çok sevmese bile sırf kraliçenin hatırına odasına birkaç saksı koyulmasına razı gelmişti.

Gözlerini çiçeklerden çekmeden dudaklarını araladı. "Susuz kalan bir çiçeğin kuruduğu gibi..." dedi iç çekerek. Umutla gülümsediğimde gözlerini buruk bir şekilde bana çevirdi. Yüzünün birden düşmesiyle gülümsemem yüzümde solarken kraliçe, şüpheyle, "Neden böyle sorular soruyorsun?" diye sordu.

Sustum. Hiçbir cevap vermeden gözlerimi ondan kaçırdım ve kucağımda duran ellerimize çevirdim. Kraliçe ise öylece beni izliyordu. Ona anlatamazdım. Bunun kötü bir şey olacağını anlayarak beni yolumdan çevirmeye çalışacaktı. Bir anda gözlerimin önünde ellerimin arasındaki yüzüğe parmakları değince irkildim. Kalbimin hızı giderek arttığında kraliçe parmağımda duran yüzüğü oynamaya başladı. Başımı kaldırıp ona baktığımda doğrudan bana bakıyordu. "İyi dinle Rose... Sen bir hata yapsan bile onu düzeltebilecek güçtesin." dedi umutla.

Karanlığın Yüzüğü'nü parmaklarımdayken çeviriyordu fakat bununla pek ilgilenmiyor gibi bütün dikkatini bana vermişti. Yüreğimdeki ani irkilmeye birlikte yüzüm kızarmıştı. Sözlerine bir karşılık vermem gerektiğini hatırlayıp o an elimden gelen tek şeyi yaparak gülümsedim. Kraliçe yüzümün güldüğünü görünce o da gülümsedi.

"Ya düzeltemezsem ve bu hata herkese zarar verirse?" dedim hemen ardından. "Ya ihanet edersem?"

Vicdanımın sözleriydi bunlar. Vicdanım susmuyordu ve onu susturamıyordum. İçimde bir suçluluk duygusu vardı ve indirgenmeyi bekliyordu. Bir şekilde onu en aza indirip susturmaya çalışmalıydım. Karşısında en savunmasız kaldığım kişiydi annem. İçim de onun sıcaklığıyla eriyip onun nehir yatağına doğru akmaya başlamıştı.

"İhanet mi?" dedi kraliçe hafif bir gülümsemeyle. Ardından yüzüğümle oynayan elini çekti ve göğüs kafesimin üzerine, tam da kalbimin attığı noktaya elini yerleştirip yüzüme baktı. Pembe yanakları ve kocaman gülümsemesiyle bir güneş gibi doğmuştu kalbimin içine. "Burada ne var biliyor musun?" diye sordu bir çocuk gibi. Saflıkla gülerek ona baktım ve merakla başımı yana yatırdım. Kraliçe derin bir nefes aldı. "Yıllar evvel kalbine ektiğim merhamet tohumları..." dedi kendi sorusunu yanıtlayarak. Ardından ekledi, "Onlar günden güne büyüyor. Sen bunlar varken kimseye ihanet edip zarar vermezsin."

Elleri kalbimden uzaklaşırken kalbime bıraktığı o güzel gül bahçesinin kokuları geliyordu burnumun ucuma... Oraya bıraktığı merhamet tohumlarının filizlenmeleri canlanıyordu gözlerimin önünde. Kalbim karanlığın esiriyken bırakılan bu küçük hediye kalbimi yeniden hayata getirmişti sanki. Huzurla yumduğum gözlerim dolu dolu açıldı. Kraliçe sevecen bir şekilde gülümsüyor ve bana umutla bakıyordu. Bana olan bu güveni duygulandırmıştı. Burnumu çekerek kocaman gülümsedim.

"Bana bu kadar çok mu güveniyorsun?"

Başını salladı ağır ağır. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı kucağıma eğdim ve kesik bir nefes aldım. Bir kuş gibi tir tir titriyordum. Yuvasına kavuşan bir kuştan farksızdım. Yıllarca altın kafeste altın demirliklerin arasındayken şimdi yuvama dönmüş gibi hissediyordum. Kırılan kanatlarımı sihirli ve yumuşacık bir el bir nakış gibi işliyor ve onarıyordu.

Kraliçe küçücük bir çocukmuşum gibi sandalyesinden kalktı ve dizlerinin üzerine çökerek kucağımdaki bakışlarımın kendisine dönmesini sağladı. Görüş alanıma yemyeşil gözleri girince elimde olmadan gülümsedim. Ellerimi bir an olsun bırakmadan bana baktı ve dudaklarını araladı.

"Her kılıç o kılıcı tutan ellerin yansımalarını barındırır. Kan bulanmış ellerin yansımalarında o kılıç daima bir başkasının kanına susar." diyordu sanki bu anı daha evvel yaşamışçasına. Kaşlarım çatık merakla onu dinliyordum. O ise ciddi hali beni korkutmasın diye samimi bir tebessümle anlatıyordu bana bunları. "Senden tek bir isteğim var Rose... Senin kılıcında yüreğinin yansıması olsun." dedi bir dilek diler gibi. Nefesim yarım kalırken o devam etti. "Okların, kalbinin sıcaklığına değerek çıksın yaydan. Hançerlerinin ucu önce buranın sesini duysun. Kalbin ancak sen sustuğun zaman ölecek." dedi. Gözleri doluyordu giderek. Dolu dolu devam etti.

"Kalbin yaşadığı sürece herkese kalbinden birer parça paylaşmaktan çekinme. Her ne kadar bazıları için merhamet güçsüzlük sayılsa da sen bunu güce çevir. Kalbini paylaş. Kalbindeki merhameti dağıt. Unutma, düşmanına merhamet etmediğin sürece hiçbir zaman kazanamazsın." dedi tıpkı benim düşündüğüm gibi. O an ikimiz de sınırları aşmıştık. O adeta benim krallığımızın sınırlarını aştığımı hissetmiş ve yalnız kalmamam için ellerimden tutarak bana eşlik etmişti. Merhameti güçsüzlük olarak tarihe kazıyanlara baş kaldırıyorduk aynı anda.

"Karanlığa düşmekten korkma." dedi kısa süren bir sessizliğin ardından. Merakla ona bakarken o yine ellerimde duran Karanlığın Yüzüğü ile oynamaya başladı. Bunu stresini atmak için yaptığını düşünüyordum o an. Gözlerimin en içine baktı ve yutkundu. "Karanlığın içinde küçücük beyaz bir ışık yandığında o artık karanlık olmaz." dediğinde kalbim tekledi. "O ışığı hep kalbinde sakla. Karanlık acıtmaz güzel kızım, karanlık öğretir. Öğrenmekten alıkoyma kendini." dedi ve daha ciddi bir ses tonuyla son sözünü ekledi. "Ne pahasına olursa olsun, öğren onu."

Bir kez daha yutkundum. O bana bunları birer hayat tavsiyesi olarak verse de ben bütün bunları tek bir yere sığdırıyordum. Ona... Parmaklarım arasında duran hayatın akışını değiştirene... En büyük tehlikeye... Karanlığın ta kendisine... Karanlığın Yüzüğüne...

Onu öğrenmekten korkmamalıydım. Onu her şeyiyle öğrenmeli ve en iyi şekilde ona bekçilik etmeliydim. Zira kurtarılması gereken iki krallık vardı ve onları bugünkü gibi gücümü kaybederek kurtaramazdım. Onu kontrol etmeyi de gücünü taşıyabilmeyi de öğrenmeliydim. Bu güç bana fazla gelse bile en az zarar göreceğim şekilde, düşmanlarımın karşısında yıkılmayacak derece onu çözmeliydim.

Ellerim arasında duran eller nefesimi ve içimde oradan oraya koşarak suçluluk duvarlarına çarpan vicdanımı, çıktığı doruklardan indirmişti. Onunla olmak yaşamla birlikte olmak demekti.

"Aslında..." diye mırıldandım kısık bir sesle. Aramızda süren bu uzun sessizlik ikimizin de bir şeyleri tartması için yeterliydi. İkimiz de aklımızdaki bazı şüpheleri ya çözmüştük ya da bir rafa kaldırmıştık şimdilik. Kraliçe niçin bu soruları sorduğumu merak etse de anlatmamaya kararlıydım. Ben ise merakla kraliçenin aşağıda yaşadığımız bu küçük meseleden bahsetmesini beklemiştim fakat bu konu hakkında tek bir kelime dahi etmemişti. Beni odasına niçin çağırdığını bile bilmiyordum. Bu mesele yüzünden olduğunu düşünsem de sonradan bu kararım onun bana olan bu tavsiyeleriyle birlikte bu düşünceden kurtulmuştum. Beni özlediği açıktı. Günlerdir oradan oraya koşuşturuyordum ve ailemle iletişim bile kurmuyordum. Başımı kaldırıp bir çocuk gibi anneme yaramazca gülümsedim. "Bugün sizinle birlikte uyusak olur mu? Sanırım bu kez size ihtiyacım var."

Kraliçe kocaman gülümsedi ve uzanıp yanağıma bir öpücük bıraktı. Eğildiği yerden doğrularak beni de ellerimden tutup oturduğum yerden kaldırarak gözlerimin içine baktı memnun gibi. Gerçekten bu teklifimi bekliyor gibiydi. Bu teklife ihtiyacı varmış gibiydi. Birbirimizin kalplerini tanımak böyle bir şeydi. Dile getiremediğimiz şeyleri kalplerimiz söylüyordu gözlerimize. Gözlerimizden de anlıyorduk birbirimizi.

"Elbette." dedi büyük bir mutlulukla.

Kapıdaki hizmetlileri çağırdı hemen ve benim için uyku kıyafetleri tahsis edilmesini istedi. Gün neredeyse doğmuştu. Fakat herkes bütün gece uyanık kaldığı için uyumaya fırsat bulamamışlardı ve şimdi yeni yeni uyuyordu bütün bir saray. Dün geceki istila herkesi endişelendirmişti. Kuzeyi kaybetmenin verdiği korkuyla kimse gözlerini yumamamıştı anlaşılan. Sarayda büyük bir sessizlik vardı. Tek tük adımlar haricinde kimse odalarından çıkmıyordu.

Getirilen uyku kıyafetlerinin içine girdim ve hiç tereddüt etmeden annemin yatağına uzandım. Onun kokusuna bürünmüş çarşafı yüzüme kadar çektim içime derin bir nefes aldım. Bir süre sonra yatakta hissettiğim ağırlıkla yüzümü kapadığım çarşafı birden çekip yanıma uzanmaya çalışan anneme baktım. Çarşafı hızla çektiğim içim saçlarım birden kabarmış ve önüme düşmüştü. Annem bu halimi görünce keyifle güldü ve saçlarımı düzeltip saçlarımı öptü. Kolunu başımdan geçirdiği an ona sokulup başımı tam da kalbinin üzerine götürdüm. Bu ses benim her şeyimdi... Bu ses sanki benim için özel olarak işlenmiş bir sesti...

Kokusu burnumda, kalbinin o ritimli sesi kulaklarımdayken mayışmış bir şekilde esnedim. Elleri saçlarımı karıştırıyor, okşuyor ve parmakları arasında dolanıyordu. Nefesi başımın hemen üzerindeydi. Huzurla gözlerimi yumduğum an uykuya dalmak üzere olan sesimle dudaklarımı araladım. "Sen de benim kalbimsin."

Annemin hafifçe güldüğünü hissettim. Gülmesiyle nefesinin saçlarımı uçuşturması bir olmuştu. Boynundan sarkan kızıl saçlarına dokundum hemen ben de. Onlara tutunarak derin ve huzurlu bir uykunun tadına vardım günler belki de aylar sonra... Yuvamdaydım çünkü. Oradan oraya geçmişti sanki bütün hayatım ve yıllarca kavuşmayı umduğum yuvam bıraktığım ilk günkü gibi duruyordu.

Kendimi tam da buraya ait hissediyordum.

Ve burayı kaybetmek istemiyordum.

 

 

 

(İki Hafta Sonra...)

Ellerim arasında duran buzlu dağların kayalıklarından eriyip akan karlar kadar soğuktu. Çelik bardağı elimde tuttuğum an onu daha fazla elimde tutmamam gerektiğini hissedip bir dolu bardak soğuk suyu kafama diktim. Ellerim bu soğukluğun karşısında her an yere düşebilecek derecedeydi.

Üzerime terden yapışan savaş kıyafetlerimi elimle tutup salladım terimi serinletmek için. İçtiğim bardağı diğer bekçilerin su içtiği küçük kaya parçasının üzerine bıraktım ve oldukça özensiz bir şekilde elimin tersiyle burnum ile dudaklarımın arasında biriken teri bir çırpıda sildim. Alnımdan aşağı kayan saç tellerimi elimdeki küçük bir ip parçasıyla arkamda toplayıp örmeye başladım. Derin bir nefes alıp birbirleriyle düelloya tutulan bekçilere çevirdim başımı. Ellerim bir yandan saçlarımı hızla örüyor gözlerim ise yalnızca bekçilerin üzerinde geziyordu. Uzun zamandan sonra eğitimlere düzenli bir şekilde katılmaya başlamıştım ve bunun heyecanını her gün içimde taşıyordum.

Saçlarımı örmeyi bıraktıktan sonra serinliğe kavuşan enseme hafif hafif esen ılık rüzgâr eşliğinde gözlerimi kapadım. Gün batmaya yakındı. Güneş birazdan yok olacak ve eğitim de böylelikle son bulacaktı. Sabahın en erken saatinden gecenin karanlığına kadar çalışan bekçiler, kazanmak istedikleri yüzükler için ortaya büyük bir güç koymaya çalışıyorlardı. Öyle ki hem Başbekçi’nin hem de kralın gözüne girebilmenin tek yolu diğer bekçilerden farklı olduğunu kanıtlayabilmekti.

Başımı bir sağa bir sola götürüp kasılan kaslarımı gevşettiğimde Marlon'ın ter içinde su içmek için geldiğini gördüm. Hemen yanıma geldi ve az önce kayalığa koyduğum çelik su bardağına uzanıp tulumbadan kendisine su doldurmaya başladı. Alnında biriken boncuk boncuk ter parçalarına bakarken kaşlarım çatılı bir şekilde ona baktım. O ise iştahla suyunu içmekle meşguldü.

"Yüzük kazandıktan sonra hâlâ eğitimlere gelmen beni çok gururlandırıyor doğrusu." dediğimde su içerken gözlerini çevirip bana gözlerini kıstı. "Diyorum ki genelde bekçiler yüzük kazandıktan sonra bahçenin bu kısmına adımlarını dâhi atmaz." dedim ve ekledim. "Sen ise hep buradasın. Gurur duydum."

"Keyfimden gelmiyorum buraya." dedi Marlon ve bardağının dibinde kalan bir yudum suyu da kafasına dikip başını göğe kaldırdı. Derin bir nefes alıp dinlenirken kaşlarım çatılı bir şekilde onu izliyordum. O ise hâlâ dinlenmekle meşguldü.

"O ne demek şimdi?" diye sordum merakla. "Seni burada tutan şey ne olabilir ki?"

Marlon gözleriyle beni işaret etti hemen. Kafa karışıklığı ile ona bakmayı sürdürdüm. İnce kumaş kıyafetlerimin içinden sızan rüzgâr tenime değince o an terlemek yerine üşüyordum. Sanki soğuk bir odanın içine kilitlenmişim gibi parmak uçlarımdan ayaklarıma kadar buz kesmiştim. Buna sebep olan şey Marlon'ın sözleriydi. Öfkeyle soluyup başımı farklı bir yöne çevirdim.

Her an ölüm için yanımda bitecek cellatlarım yüzünden burada duruyordu anlaşılan. Bu hareketi oldukça ince ve hoştu fakat hayatının sonuna kadar böyle hayatını benim muhafızım olarak geçirip kendi hayatını hiçe sayamazdı. Suikaste uğradığım günden bu yana bana karşı olan bu düşkünlüğü onun ne kadar sadık bir dost olduğunu kanıma işlese de bir yandan kendine yaptığı bencillik yüzünden kanımı kaynatıyordu. Son birkaç gündür benim yüzümden hayatlarını hiçe sayan bekçilerimin sayısı artmıştı ve bu beni mutlu etmiyordu.

Bakışlarımı Marlon'a çevirip oldukça sakin bir şekilde konuşmaya başladım. "Bu ince düşüncen için sana çok teşekkür ederim Marlon fakat buna gerek olduğunu sanmıyorum." deyip sertçe yutkundum ve parmağımdaki yüzüğe güvenerek dudaklarımı bir kez daha araladım. "Kendimi koruyabilirim."

Marlon mahcup bir şekilde bana bakıyordu. Bu yaptığının yanlış olduğunu hissettirmiştim anlaşılan. Derin bir nefes aldı. "Elbette kendini koruyabilirsin Rose. Tıpkı o gece olduğu gibi. Sana güvenmediğim için burada değilim zaten." dedi ve tek omzunu silkti mahcup bir şekilde. "Sadece yanında olmak istedim. İyi olduğunu gözlerimle görmek istedim."

Masum bir tebessüm yayıldı yüzüme. Bir ağabey gibi titriyordu üzerime. Onun hiç kardeşi olmadığı için beni hep kardeşi gibi görmüştü bu zamana kadar. Bu sarayın bahçesi bizim birbirimizle kardeş olmamızı sağlamıştı. Bu bahçede büyümüştük birlikte. Havada çarpışan kılıçlarımız bağlamıştı kanlarımızı ve öyle kardeş oluvermiştik. Ruhlarımız ise her daim birbirimizi hissetmişti. Kanımdan olmasa da ruhumdan kardeşimdi o benim.

"İyi ki varsın." dedim duygusallığın bürüdüğü sessiz cılız sesimle. Marlon küçük bir kahkaha attı.

"Şimdi duyamadım desem çok komik olacak." dediğinde ben de küçük bir kahkaha attım. Böyle bir itirazı dile bile getiremezdi zira kendisi bir bekçiydi.

"Onun yerine tekrar duymak istediğini de söyleyebilirsin Marlon?"

"Tekrar duymak istiyorum."

"Hayır." dediğimde afallayarak bana baktı. Suratındaki şaşkınlık beni gülmeye teşvik etmişti. "O bir kere olur."

Aramızda gülüştükten sonra bakışlarım istemsizce sarayın pencerelerine çevrildi. Sabahtan bu yana beni yılmadan pencereden seyreden sevgili halama baktım. Koyu kırmızı elbisesi ve siyah peleriniyle pencereden usanmadan beni izliyordu.

Prenses Dione ve kızı Beth'in buraya gelişinin kaçıncı günü oldu saymayı çoktan bırakmıştım. Buraya neden geldikleri açık ve netti. Benim evliliğim ve kendilerinin, benim ortadan kalkmamla gerçekleştirecekleri iktidarlarıydı.

Kuzey baskınından sonra kral, evliliğim hakkında tek kelime bile etmedi. Onu günlerdir görmüyordum. Yalnızca sesleri varıyordu kulaklarıma duvarlar arasından. Onun haricinde onu görmemiştim, o da beni çağırmamıştı. O gece ona isyan ettiğimi düşündüğü için artık eskisi gibi ilgili değildi. Buna alışabilirdim. Fakat evliliğimin yeniden gündeme gelmesine alışamazdım ki Prenses Dione'un da tam da bunun için geldiğini adım gibi iyi biliyordum.

O gün ona ettiğim sözler kanına dokunmuş olacak ki hızlı bir intikam planı kurmuş olmalıydı. Bir şekilde kendisini saraya Chris aracılığıyla getirtmiş ve benim ortadan kaldırılma planlarım belki de çoktan icraate geçmişti. Anlamadığım nokta bu konunun nasıl Chris ile bağdaştığıydı. Prenses Dione'un buraya gelmesi Chris'e nasıl bir avantaj sağlayacaktı ve Chris böylesine büyük bir karar vermişti?

Kahverengi korkunç gözleri dimdik üzerimdeyken göğsüm kabardı öfkeyle. Onunla olan bu sessiz savaşımız resmi olarak başlamış olmalıydı. O beni yok etme planlarına çoktan başlamışken ben onu günlerdir göz ardı etmiştim. Bir kez bile suratına bakmamış, selam dahi vermemiş, onu gördüğüm an yolumu değiştirmiştim. Günlerce kendimi idmanlara vermiştim. Onları görmemek için sabah en erken ben başlardım talimlere. En geç de ben giderdim. Lakin bugün o kadar şanslı olamayacaktım çünkü bu akşam kralın emriyle bir aile yemeği olacaktı sarayda. Ve bu aile yemeği ile ilk defa Prenses Dione ile karşı karşıya kalacaktık. Prenses Dione ve kral ile...

Bu yemeğin neden olduğunu tahmin edebiliyordum. Amaç asla ailenin bir olması değildi. Amaç bendim. Bu yemek benim evliliğimin kesin ve net olarak belirleneceği yemek olacaktı ve benim bundan bihaber olduğumu sanıyorlardı. Tahmin ettikleri kadar aptal değildim ve akıllarından geçen o tilkileri görebiliyordum. O tilkilerin adımlarını en iyi şekilde işitiyordum.

Gece için gergindim ve bütün gerginliğimi bugün yeterince atabilmiş gibiydim. Fakat akşam yine öfkeden kıvranacağımı biliyordum. Akşam için bir güvencem yoktu. Tamamen hazırlıksız ve plansızdım. Evliliğime karar verdiklerinde ortaya sunabileceğim bir şeyim yoktu. İtiraz ettiğim an kral ile bozulan bağlarımız tamamen kopacak ve beni cezalandıracaktı. Kendimi ruhu zorla bedeninden çıkarılmaya çalışılan bir köle olarak hissediyor ve bu histen nefret ediyordum. Yaşamak için olan onca mücadelem başkalarının ellerinde bir hiç olarak gözüktüğü zaman dünya yıkılıyordu başıma.

"Ne yapacaksın?" diye sordu arkamdan gelen çaresiz ses. Marlon'ın sesi... Gözlerimi Prenses Dione'dan ayırmadan sertçe yutkundum.

Marlon'a anlatmıştım her şeyi. O da en az benim kadar bu gece için korkuyordu ve endişeleniyordu. Ama günün sonunda tıpkı benim gibi onun da elinden hiçbir şey gelmiyordu.

"Bilmiyorum." dedim soğukkanlılıkla. Meçhule doğru sürüklenmek bu kadar rahat ve sakin olmamalıydı. Neden bu kadar sakindim bu gece için? Neden birkaç gün sonraki akıbetimi hayal edip celallenemiyordum? Bıkmış mıydım yoksa... Ya da bedenim benden önce çoktan pes mi etmişti... Akşam kaderimin belirleneceği bir yemek olacakken ben burada hiçbir şey yokmuş gibi ok çalışıp kılıç savuruyordum.

"Bir şey yapmayacak mısın?"

"Bilmiyorum." dedim bir kez daha. Prenses Dione duruşunu düzeltip suratına oldukça rahatsız edici bir gülümseme takındığında midemin ağrıdığını hissettim.

Marlon'ın adımları yavaşça yanıma geldiğinde önce bana sonra da penceredeki Prenses Dione'a çevrildi. "Bütün gün çok sakindin. Sanki aklında bir plan varmış gibi."

Alayla gülümseyip Marlon'a döndüm. Marlon merakla yüzüme bakınca umutsuzca yüzümdeki gülümseme söndü. "Aklımda zerre şey kalmadı artık Marlon." dedim yorgun bir sesle. Marlon'ın gözleri şaşkınlıkla aralanınca düşük göz kapaklarımın altından ona bakmaya devam ettim. "Sanırım artık bazı şeyleri kabullendim. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum artık." deyip bakışlarımı yerde duran rüzgârın polenlerini savurduğu bir karahindiba çiçeğine çevrildi. Hiçbir şey olmadan öylece yaşarken birden basit bir rüzgâr onu tamamen değiştirmişti. Bu iyi bir şey miydi?

"Bir şey bulmalıyız." dedi Marlon çaresizce. "Öylece bir izdivacın kollarına atamazsın kendini."

"Atmayacağım zaten." dedim hafifçe titreyen sesimle. Gözlerimi karahindiba çiçeğinden çekip Marlon'a çevirdim. "Öyle bir şey asla olmayacak."

"Rose hiçbir planın yok." dedi Marlon ve ekledi. "Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun? Karar kralın ağzından çıktığı an olacak olan bu."

"Olmayacak." dedim ısrarla. Marlon anlamıyordu. "Ne yapacağımı şu an bilmiyorum ama bu evlilik olmayacak." dedim kendimden oldukça emin bir sesle. Bu özgüvenim nereden geliyordu bilmiyordum.

"Peki." dedi Marlon. "Ne karar verirsen ver ben senin hep yanındayım."

Minnetle gülümsedim.

"Teşekkür ederim." dedim ve bakışlarımı son kez penceredeki Prenses Dione'a çevirdim. Gitmiyordu. İnatla orada durup gözleriyle beni hapsediyordu. Derin bir nefes alıp güne baktım. Batıyordu. Odama gidip hızla banyo yapıp akşama hazır olmalıydım. Marlon'a dönmeden, "Ben artık gideyim. Malum uzun bir akşam beni bekliyor." dedim gözlerim prensesin üzerinden ayrılmazken. Amacını çözmek sadece onun o korkunç gözlerinden bile belli oluyordu.

"Yarın bana da haber ver." dedi Marlon. Başımı sallayıp yayımı omzuma geçirdim ve kılıcımı kemerime taktım. Hançerlerimi bir bir ceketimin cebindeki bölmelere yerleştirdim ve sarayın girişine doğru ilerlemeye başladım.

Saraya girdiğim an oldukça şık elbiselerin içinde gezen bekçilerime ve benim çamurlara, toza, toprağa, tere ve kana bulanmış kıyafetlerime baktım. Kendimi yalnız hissetmiyordum asla. Aksine bu ter ve kan kokan kıyafetler bana gurur veriyordu. Dünya'nın en temiz ve en yumuşak kumaşların içinde olmak kime ne gibi bir haz verebilirdi ki? Oysa bu kirli kıyafetlerin içinde olmanın verdiği hazzı başka yerde bulamıyordum.

Botlarıma biriken toprak ve çamur parçaları sarayın mermerlerine birer birer dökülürken bekçilerin gözleri üzerimden bir an olsun ayrılmıyordu. Ördüğüm saçlarımı arkama doğru savurup rüzgârın birkaç parçasını önüme savurduğu saçlarımı elimle düzelterek merdivenlere ilerlerken arkamdan gelen o ince tınıyla durdu adımlarım.

"Rosemarry."

Sabır dolu bir nefes alıp omzumun üzerinden arkama baktım. Sapsarı oldukça uzun ve kabarık bir elbisenin içine girmiş olan Beth, özenle bir kısmı örülen ve diğer kısmı salınan saçlarının savrulmasıyla tam arkamda durmuş bana bakıyordu. Merdivenin birkaç adımını çıkan adımlarım duraksadı ve kendi etrafımda dönüp ona baktım. Etrafımızdaki bekçiler bir anda yok olmuştu. Hepsi akşam için hazırlıklara başlamış olmalıydı. Dişlerimi birbirine bastırmamla gerilen çeneme baktı Beth ve tıpkı annesi gibi keyifle sırıttı karşımda.

"Söyle." dedim oldukça büyük bir sakinlikle. Onunla uğraşmak istemiyordum. Çünkü biliyordum, onun da sevgili halamdan bir farkı yoktu. Neticede benden önce sevgili halamın öğrencisi bizzat kendisiydi. İlk geldiğinde dudaklarından dökülen sözler bu kanıya varmamda oldukça etkili olmuştu.

"Daha kibar olmanı ummuştum." dedi birkaç adım atıp bana yaklaşırken. Tek kaşım havada çıktığım bir iki basamağı ağır ağır inerken Beth dikkatle beni izliyordu. Onun hemen karşısında durdum ve onu baştan aşağı süzdüm gözlerimle. Bu hareketim prensesi oldukça rahatsız ederdi. Kızının da rahatsız olması muhtemel diye düşünürken Beth sinirden gerilen çenesiyle güçlü bir nefes aldı. Yanılmamıştım. Bu kibir onlarda genetikti anlaşılan.

"Bana nasıl davranılırsa ben de o şekilde davranıyorum Sevgili Beth. Yanlış mı yapıyorum?" diye sordum çekinmeden. Beth birden yüzündeki öfkeyi silip attı ve kocaman gülümsemeye başladı. Kafayı yediğini düşündüğüm sırada konuşmaya başladı büyük bir sakinlikle.

"Benim buna yorumumu eklemem saygısızca olur prensesim. Siz neyi doğru görüyorsanız o öyledir."

Etkilenmiş gibi ona baktım. Bu da neyin nesiydi? Yeni bir oyun olduğu aşikârdı. Oyununa kandığımı belli etmek amacıyla kollarımı birbirine bağladım. "Bu fazla saygının sebebini merak etmiyor değilim." dedim ve kaşlarımı kaldırdım merakla.

"Sizin de dediğiniz gibi. Kime nasıl davranırsam ilerde de o şekilde davranılmak istiyorumdur belki."

"Öyle mi?" diye sordum sesimde en ufak bir rahatsızlık tınısı bile belli etmeden. Gülümseyerek ona yaklaştım ve kısık bir sesle, "Medet umduğun gelecek sana neyi vat edecek de bu kadar emin konuşuyorsun?" diye sorup uzaklaşmaya başladım. Beth kocaman gülümsedi.

"Yeni bir akrabalık söz konusudur belki de."

Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Sessizce kıkırdadığımda o bütün bunları kendisinden beklemediğim bir olgunlukla yanıtlıyordu. "Nasıl olacakmış o?" diye sorduğumda Beth'in yüzündeki gülümseme sinsi bir hale büründü. Aramızdan sızan rüzgâr ve batan güneşin turuncu ışıkları aramızdaki ateşi ve bu ateşin ne kadar soğuk olduğunu lanse ediyordu. Evet ateş sıcak olurdu. Oysa bu ateş kan dondurucu şekilde soğuktu.

"Bunu bekleyip görmenizi istemiştim. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse o şaşkın ve dehşet yüz ifadenizi şimdi görme arzusu içimde bir hayli filizlendi." dediğinde merakla onu dinliyordum. Ne ima ediyordu ya da bunu ne amaçla söylüyordu o an anlayamıyordum. "Yoksa Prens Chris size haberi duyurmadı mı?"

"Beni sinirlendiriyorsun Beth." dedim ciddi bir yüz ifadesine bürünerek. Artık bu saçma oyun canımı sıkmıştı. "Ne söyleyeceksen söyle."

"Bu yaz Prens Chris ile evleniyoruz." dediğinde gözlerim onun üzerinde donakaldı. Şaşkınlıktan olduğum yere çakılırken bunu yüzümdeki ifadeye yansıtmamaya özen gösteriyordum. O an beynim hızla çalışmaya başladı. Gözlerimin önünde bin türlü olasılık yayılırken o an tek bir şeyle bütün taşlar bir bir yerini buldu ve ortaya benim mezar taşım çıktı.

Prenses Dione bu akşam yemeğinde kendi kızının ve benim evlilik merasimimi dile getirecekti. Böylelikle hem beni saraydan gönderecekti hem de kızını Chris ile evlendirip kendisini iktidar sahibi yapacaktı. Zira Chris ile Beth evlenir ve bir çocukları olursa üstelik bu çocuk erkek doğarsa tahta ağırlığını Chris koyardı. Caleb ise henüz evlenmediği ve halihazırda bir varisi olmadığı için tahtta daha az söz sahibi olurdu. Oldukça ince ve zeki bir plan hazırlamıştı. Bir taşla iki kuş vuracaktı.

Benim saraydan evlenip gitmemle ve kızının taht için erkek bir varis doğurmasıyla kendisini unutulmaz bir prenses olarak tarihe yazdıracaktı. Hem hayatta kalan hem de iktidara ortak olan bir prenses olarak kendisini gelecek nesle tanıtacaktı. Oysa unuttuğu bir nokta vardı. O da bu kusursuz planı krala yutturduğu gibi bana yutturamayacağıydı.

Prenses Dione kendini zeki sanıyordu. Oysa bu planı tahmin edilmesi güç bir plan değildi. Kralın bunu tahmin edememesi normaldi zira kız kardeşinin nasıl biri olduğuna henüz şahit olmamıştı. O bunu masum bir evlilik ve kanımızı güçlendirmek için bir evlilik sanıyordu. Prenses Dione, babamı ancak bu şekilde ikna etmiş olabilirdi. Finch kanından iki hanedanın evlenmesi ve kanımızın güçlenmesi... Kral, kardeşinin bu masumane teklifinde bir yanlışlık görmemişti.

Şimdi anlıyordum Chris'in prensesi niçin saraya getirttiğini. Bunu çok önceden konuşup anlamış olmalıydılar. Chris'in de işine gelirdi. Ne de olsa tahtta güçlü bir gücü olacaktı doğacak varisiyle. Erkenden evlenip varisini ortaya koyacak ve halk tarafından tahta geçmesi için büyük bir desteğe sahip olacaktı.

Öfkeyle derin bir nefes aldım. Tüm bunları birkaç ay içinde karar vermiş olamazlardı. Bu her şeyiyle oldukça detaylı ve incelenmesi gereken büyük bir plandı. Bu planın üzerinde bir yıl kadar çalıştıklarını düşünüyordum. Chris'in ava gitmediği zamanlar prenses ile bu planları yapmış olabileceği daha akla yatkındı.

"Bir şey söylemeyecek misin?" dedi Beth. Onun üzerinde donakalan gözlerim, ince sesiyle kırpıştı. Kendime geldiğim ve düşüncelerimden sıyrıldığım an dengemin şaştığını belli etmemek adına sakin bir şekilde,

"Mutluluklar dilerim." dedim. Beth'in kaşları çatıldı.

"Bu kadar mı?"

Yüzüme küçük bir ima yerleştirdim. "Ah doğru. Az kalsın unutuyordum, iyi ki hatırlattın." deyip işaret parmağımla burnumu kaşıdım gülmemi bastırdığımı belli etmek için. "Hayatında yaptığın en büyük hatanı gururla dile getirmen beni içten içe güldürdü açıkçası." dedim ve içimdeki o soğuk rüzgârlara rağmen gülümseyerek onu küçümseyen bakışlarla baktım. "Umarım sabrının bol olduğu bir evlilik olur. Senin için..."

"Chris ile evlendikten sonra benimle böyle konuşma fırsatını sana tanıyacağımı sanıyorsan yanılıyorsun. Beni aşağıladığın her anı pişman edeceğim sana." dedi birden içinde tuttuğu öfkesini kusarak. Kaşlarım hayretle havalanırken öfke harbiyle yaşadığı bu taşma hissi o an başını belaya sokacaktı fakat bu umurundaymış gibi gözükmüyordu. Beni alenen tehdit ediyordu.

"Aşağılamak mı?" dedim hayretle. "Chris ile evlendikten sonra kralın kızı mı olacaksın? Anlamadım." dedim kendi mevkimi ima ederek. Beth kızardı ve gözleri irileşti.

"Chris elbet bir gün tahta geçecek. O gün ilk işim seni sürgün etmek olacak." dedi birden genzinden çıkan o sert sesle. Kalbim öfkeden içeride hızla atarken kendimi tutmaya çalışıyordum. Yanaklarımı ısırarak kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Sakin ol Rose... Tut kendini... Onun yaptığı gibi kendini öfkeye kurban ederek eline bir koz bırakma sakın!

"Hayal gücüne hayran kaldığımı belirtmek istiyorum sevgili kuzenim." dedim bastırmaya çalıştığım halde sesimin boğuk çıkmasını sağlayan öfkemle. Ellerim ve kanım karıncalanıyordu. Beni tehdit ediyordu. Beni buradan sürgün edeceğini söylüyordu. Bu ne hadsizlik bu ne cüret? Dişlerimi birbirine bastırdım.

"Hayallerin gerçek olduğu gün yüzünü yeniden görmek istiyorum." dedi bu kez. Kendimi dizginledim ve sesimi olabildiğince öfkeden arındırdım.

"Ağabeyim Caleb varken babam neden Chris'e verasetini versin ki? Unuttun mu? En büyük oğul. Oldu da verdi diyelim. Senin beni buradan sürgün etmeye gücün yetmez." dedim kendimden oldukça emin bir sesle. Beth küstahça ellerini beline bağladı karşımda ve bana alayla baktı.

"Chris kral olunca bunu sana hatırlatacağım."

Sertçe yutkundum ve bir adım yaklaştım ona. Bundan rahatsız olsa da tepki göstermedi. Ben ise öfkeden kızaran gözlerimle onun gözlerinin en içine baktım. "Sevgili Beth, o kadar aciz bir durumdasın ki elindeki tutunacak tek dalının benim kardeşim olduğunu bilmek bile komikken nasıl olur da beni sürgün etmeyi o küçücük aklından geçirebiliyorsun her seferinde hayret ediyorum. Chris kral bile olsa hatta sınırları zorlayalım, sen tahta geçip kraliçe dahi olsan beni evimden atmaya gücün yetmez."

"Senin bu mutlak güveninin sebebini merak ettim doğrusu." dedi cüretkârca. Soluduğum hava o an hava değildi. O an kül soluyordum sanki zira ciğerlerim her an sönecek gibiydi.

"Senin aksine kralın oğluyla evlenmek ve kendimi kraliçe ilan etmek gibi bir güvenim yok elbet. İyi ki de yok." dedim onu acizliğinden vurmaya çalışarak. Kralın oğluyla evlenip kendisini mutlak bir güç olarak ilan edecekti. Bu kadar acizdi işte. Güç sahibi olabilmek için bir başkasının oğluna muhtaçtı. "Benim güvenim hep kendimeydi. Öyle de olacak. Ne karanlığa ne ateşe ne suya... Ne de bir kralın varisine." dedim tükürürcesine. Beth'in surat ifadesi değişti. Kendisine bunu yediremediği çok belliydi. Göğsünün altına bağladığı elleri çözülürken gözleri kocamandı ve doğrudan bana bakıyordu. Giderek dolmaya başlayan gözlerinden dikkatimi çevirmeme sebep olan şey soluma doğru savrulan hafif rüzgâr yoğunluğu ve aniden harekete geçen bir elin sesini işitmemdi.

Soluma doğru havaya kalkıp ve bana savrulmakta olan el sıkıca bir başka el tarafından tutuldu. Benim elim...

Beth bana tokat atmak için havaya kaldırdığı elini çevik bir şekilde tutmamı görünce gözlerindeki yaşlar akmaya başladı. Sertçe elini sıktığımda ise inleyerek geri çekilmeye yeltendi fakat onu bırakmadım zira o an ben de öfkeme teslim olmuştum.

"O kadar zavallısın ki sevgili kuzenim." dedim ininden yeni çıkan bir kurt gibi keskin bir şekilde. Sesimde her an dışa savrulacak bir kurt hırıltısı vardı. Belki de bir aslandı bu... Yıllardır uyuyan aslan uyanmıştı o an içimde. Gözlerimden süzülen karanlığı o an yalnızca ben görüyordum. Gözlerimin içinde yanan alev ise yıllardır içimde beslediğim o yangındı. Bunu kimse görmezdi. Bunu yalnızca ben görüp hissediyordum. "Bazen seni bu hayal dünyandan uyandırmaya kıyamıyorum. Orada hiçbir şeyin farkında olmayan, tavşanlarla hoplayıp zıplayan o aciz kızı karanlık ve soğuk gerçeğe uyandırmaya yüreğim dayanmıyor. Çünkü o gerçeğe ilk adımını attığın an yok olacağını ikimiz de o kadar iyi biliyoruz ki."

"Kes sesini." dedi sertçe yüzüme doğru ve elini çekmeye çalıştı. Oysa bırakmadım ve daha sıkı kavradım bileğini. İnce bileği benim elimde tuzla buz olacak gibiydi. "Benimle böyle konuşamazsın sen!"

"Asıl sen laflarına dikkat et." dedim ona karşı çıkarak. "Sen benimle bu şekilde, bu ses tonuyla ve bu hitap tarzıyla konuşamazsın. Majesteleri demeyi öğretmediler mi sana?"

"Rosemarry! Bırak beni dedim sana." diye bağırmaya başladı saray dolusu. Yardım istiyordu demek?

"Bana vuracaktın?" dedim öfkeyle.

"Sabrımı zorladın!" dediğinde o an benim de sabrım zorlanıyordu.

"Ben mi? Sen mi? Onca şey söyleyip ne yapmamı bekliyordun? Susacak mıydım?"

"Bırak dedim!"

"Sen çok yanılmışsın Beth." deyip başımı geri çektim ve önüme düşen sarı saçlarımı geriye savurdum. "Beni diğer prenseslerle karıştırma. Onlar gibi köşeye çekilip bir yandan ölümü bekleyerek diğer yandan kardeşlerimin saltanat kavgalarını izleyecek biri gibi mi görünüyorum oradan? Elime kılıç, hançer almadan bütün günlerimi odamda varis doğuracak biri gibi mi duruyorum?"

"Sen bir canavarsın!"

"Hayır. Asıl bütün bu haksızlıklara göz yuman sizler birer canavarsınız!" dedim birden. Beth şok içinde bana baktı.

"Ne? Ne haksızlığından bahsediyorsun sen?"

"ROSE! Neler oluyor orada?" Arkamdan duyduğum güçlü ses sarayın duvarlarından yankılanarak bir bir kulaklarımı buldu. Beth'in sıkıca kavradığım kolunu Caleb'ın gür sesiyle bırakmak zorunda kaldım. Beth benden hızla geri çekilip ağlamaya başladığında arkamdaki merdivenlerden Caleb ve Chris hızla indi. Chris direkt benim yanıma gelirken Caleb ellerini arkada kavuşturmuş Beth ile benim aramda durmuş öylece bize bakıyordu.

"İyi misin sen?" dedi Chris kızaran yüzümü elleri arasına alıp bana endişeyle bakarken. Gözlerimi Beth'den çekmeden öfkeyle ona bakarken Beth ağlamasının arasında gür bir sesle bağırmaya başladı.

"Beni öldürecekti!"

Kaşlarım şok içinde çatılırken Caleb bana ciddi bir şekilde bakıyordu. Chris'in yüzümü tutan elleri Beth'in ağzından çıkan sözlerle benden uzaklaştı ve kimseye dönmeden yalnızca bana bakmaya başladı sorgular bir şekilde. Ben ise sesimi çıkarmadım. Caleb birkaç adım bana yaklaştı ve tıpkı bir kral gibi önümde dikildi. "Rosemarry?" diye sordu ona inanarak. Hayal kırıklığı ile Caleb'ın gözlerine baktım. Ona karşı olan bağım giderek zedeleniyordu.

"Mutluluklar dilerim Chris." dedim Caleb'ı umursamayarak. Bu kez gözlerim önünde şekilden şekle giren Chris'ti. Bunu söylememle arkada duran Beth'in suratı donakaldı. Neyden bu kadar endişelendiğini anlamamıştım.

"Ne mutluluğu? Neler dönüyor burada?" dedi Caleb bu kez. Chris başını hafifçe çevirerek şüpheyle baktı bana.

"Ne diyorsun sen Rose?"

Acıyla gülümsedim ve kızaran gözlerimi Chris'e çevirdim. "Sevgili kuzenimiz ile bu yaz evleniyormuşsunuz. Tebrik etmek istemiştim. Hanedanımız için ne de güzel bir haber bu."

Caleb'ın yüzüne yer eden şaşkınlık kısa süre sonra bir şüpheye dönüştü. Aklında böyle bir durumun ne sebeple gerçekleştiğine dair tilkiler dönmeye başladı. Çözmesi çok zor değildi fakat Caleb şu an bunu çözemiyor gibiydi. Gözleri yerdeki bir noktaya kilitlenirken Chris öfkeyle bakışlarını Beth'e çevirdi. Beth ise ürkek bir şekilde elleri önündeyken başını eğdi gözyaşları içinde.

Soğuk bir savaş vardı o an. Herkesi ilgilendirdiği gibi herkesin kaderine dokunacak olan bir soğuk savaş...

"Ne demek oluyor bu Chris?" diye sordu Caleb kafa karışıklığıyla. Chris sabırla elini yüzüne götürüp önümde birkaç adım volta attı. Merakla Chris'in açıklamasını bekliyordum. Ne diyecekti? Her şeyi elbette bir bir anlatmayacaktı ve çok üstü kapalı bir açıklama yapacaktı. Oysa o aklındaki her şey benim bizzat bildiğim şeylerden farksız değildi.

"Önemli bir şey değil Caleb." dedi Chris kendi etrafında dönmeyi bırakıp sakinleşince. Tek kaşım havalandı ve ona imayla bakmaya başladım. Chris bakışlarımı fark edince kalbinin o hızlı ritmi doldurdu keskin kulaklarımı. Yalan söyleyecekti. "Kral ve Prenses Dione böyle bir karar vermişler. Karşı çıkamayacağımıza göre tek çare kabullenmekti. Beth'in bu kadar istekli olduğunu fark edememişim demek."

Caleb ve Chris'in bakışları, Beth'e döndü. Ben ise onun kolaylıkla söylediği bu yalana inanmamış ve rahatsız edici bir şekilde ciddi yüz ifademle Chris'e bakmayı sürdürmüştüm. Yalan söylediği zaman o deli gibi atan kalbinin ritmi ezberimdeydi. Çocukluğundan beri o ritim kulaklarımın en derininde atmış ve zihnimin her yanı tarafından ezberlenmişti. Belki başkalarını kandırabilirdi. Beni asla kandıramazdı.

Beth hıçkırıklarının arasında mahcup ve masum bir şekilde başını kaldırıp Chris'e baktı. Kısa sürede nasıl günlerdir ağlamış gibi görünüyordu çözememiştim. Fakat bu masum görünen gözyaşları benim haklılığımın üzerini örtemezdi.

"Yanlış anladınız Majesteleri." dedi kısık bir sesle ve başıyla beni işaret etti. Bunu yaparken gözlerime bile bakmamıştı. "Prenses beni kışkırtınca söylemek zorunda kaldım."

Kaşlarım hayretle çatılırken Caleb ve Chris senkronize bir şekilde bana döndü. Oysa Beth bakmıyordu. Başı yere eğik, mağdur bir şekilde kendini az önceki o kibirli halinden arındırmayı başarabilmişti. Etrafımda beni aydınlatacak tek bir ışık bile kalmamış gibiydi. Yine o vardı. Karanlık... Her daim yanımda olan ve beni bir an bile bırakmayan benim yegâne muhafızım... Karanlık...

Hiçbir şekilde kendimi başkalarına savunmaya çalışmadım ve doğrudan Beth ile iletişime geçtim. "Hayatımda bundan daha ironik çok az şey duydum. Seni bir kez daha tebrik ediyorum."

"Sizin derdiniz ne?" dedi birden Chris sabrı taşmışçasına. Öfkeyle bir adım ileri attığımı bile fark edememiştim. "Ne diye birbirinizi yiyip duruyorsunuz?"

"Ortada bir kargaşa yok sevgili kardeşim, öyle değil mi Beth?"

"O yüzden mi kızın kolunu tutup bir köşede onu sıkıştırdın Rosemarry?" dedi Caleb baskın bir sesle.

Hırçın Deniz'in öfkeli dalgaları üzerinde bulunduğumuz yer kabuğunu parçalayarak parçalara ayırmıştı âdeta... Ben yalnız başıma bir toprak parçasındaydım, onlar ise hep birlikte diğer toprak parçasında. Aramızda ise hırçın dalgalar... Kimsenin cesaret edip kendini içine atıp bana ulaşamayacağı ve bu yüzden kendi yerlerinden bir adım kıpırdamayacak ağabeylerim...

Gözlerimdeki hayal kırıklığı net bir şekilde görünüyordu. Beni üzüyorlardı ve artık bunu onlardan saklamıyordum. Kalbimin daha fazla kırılmasına tahammül edemiyordum.

Sinirden hıçkıra hıçkıra ağlamak istesem de kendimi tuttum ve boğuk sesimle söze girdim. "Beth bana hayallerinden söz ediyordu. Beth, o güzel hayallerini Caleb ve Chris'e de bahşetmek ister misin, yoksa ben mi söylemeliyim?" Beth'in kahverengi gözleri irileştiği zaman merhametimi bir kenara attım. İçimde yalnızca karanlık diyarlar vardı. Merhametin ışığından yoksun karanlık bir diyar. Ardena gibi...

Beth telaşla kendisine imayla bakan Chris'e döndü. Anlaşılan Chris de Beth'in bu huyunu biliyordu zira gözlerinde bıkkın bir ifade yer alıyordu. Beth bir adım Chris'e doğru atarak itiraz etmeye yeltendi. "Majesteleri..." Oysa Chris onu eliyle durdurdu ve yüzüne bile bakmadı.

"Anlaşıldı." dedi Chris ve göğsünü şişirerek Beth'e döndü. Öfkeli gözlerini göremesem bile nefesinden ne kadar öfkelendiğini görebiliyordum. Anlaşılan bu saklanması gereken bir bilgiydi ve Beth bunu kibri ile hırslı yüzünden saklayamamıştı. "Beth, beni odamda bekler misin?"

"Elbette Majesteleri." dedi Beth ve yanımızdan koşarak gözyaşları içinde ayrıldı. Öfkeli adımları arkamda duran merdivenlerden bir bir çıkarken ağlamasını duyuyordum. Ellerim yumruk şeklini alırken Chris, Caleb'a bir açıklama yapıyordu.

"Ben halledeceğim Caleb. Endişe etme." dedi. Caleb ağırbaşlılığı ile yalnızca başını sallamakla yetindi. Chris ardından bana döndü ve ciddi ifademle yüz yüze gelince çekinerek bir adım uzaklığımda durdu. "Rose. Bak anlıyorum Beth ile aranız pek iyi değil ama en azından ona hakaret edip saldırma. Senin iyiliğin için söylüyorum."

Gözlerindeki endişe o an benim başıma gelecekler değildi. Beth'in başına gelecekler ve bu yaptıklarının kralın duymasıydı ve bu uyarı benim Beth'den uzak durmam için değil, bu yaşananları krala söylememem için verilen bir uyarıydı. Krala söylemek istesem de son zamanlarda kral ile olan aramız pek de iyi sayılmazdı. Karşısına böylesine çocukça bir inatlaşma ile çıkmayacaktım.

"Saldırmak mı?" diye sordum sakin bir sesle. Chris endişeyle beni izlerken imayla gülümsedim dudaklarımın ucuyla. "Sadece dokundum Chris. Ayrıca dokunmasam bana vuracaktı."

"Bundan sonra seni bu şekilde görmek istemiyorum anladın mı beni? İkiniz de Finch kanındansınız. Sen Kral Alaric Finch'in kızısın. Görevin neyse onunla ilgileneceksin. Böyle kavgalarda bulunmayacaksın. Birazdan ona da aynı şeyleri söyleyeceğim. Vazifeniz olmayan işlerde sizi görmek istemiyorum. Bu da son uyarımdı." Chris'in sözleriyle sertçe yutkundum. Az evvel beni alenen tehdit edişi gözlerimin önüne geldikçe bunu kendime yediremiyordum. Susmak artık kolay değildi.

Chris son kez hem bana hem de Caleb'a baktı. Caleb düz bir duvar gibi elleri arkasında Chris'e bakarken ben dolmaya başlayan gözlerimle Chris'e öfkeyle bakıyordum. Yüzümün giderek kızardığını ve ellerimin sinirden titrediğini hissediyordum. Chris arkasını dönüp yanımızdan ayrılıp arkamızdaki merdivenlerden çıkmaya başlayınca kendimi tutamadım ve arkamı dönüp merdivenleri çıkmakta olan Chris'e seslendim.

"Müstakbel karına, sen tahta geçince onun beni sürgün etmek gibi bir karar hakkının olmadığını ve o aptal hayal dünyasında tavşanlarıyla koşmayı bir an önce bırakması gerektiğini de söyler misin? Ben unutmuşum da."

İnce esen rüzgâr esintilerine güç geldi. Sarayın kocaman pencerelerinden girip o renkten yoksun perdeleri artık güçsüzce değil, oldukça büyük bir hiddetle uçuşuyordu. Saçlarımı sağa savuran rüzgâr bulduğu bu gücü o an benimle paylaşıyor gibiydi. Gözlerimin etrafında biriken gözyaşlarını kuruttu. Sinirden soğuyan parmak uçlarımı soğuk rüzgârlar ısıttı. Beni üşüten her şey aynı zamanda ilacımdı. Beni kaskatı kesen buz parçaları hayatımdaki en sıcak battaniyelerdi.

Chris'in adımları şok içinde dururken Caleb'ın da o an ilk kez arkamdaki hareketliliğini hissettim. Chris yüzündeki hayretle ağır ağır bana döndü ve teyit etmek ister gibi başını omzuna indirdi.

"Sürgün etmek mi?" diye sordu sanki bir fısıltıyla Caleb. Ona bakmadan Chris'e bakmayı sürdürdüm bir süre. Ardından çenemi kaldırıp dişlerimi sıktım.

"Evet ağabeyciğim." dedim gergin çenemin verdiği acıyla. Caleb'a dönmeden onunla konuşmaya devam ettim. "Kendisinin beni sürgün etme planlarına tanık oldum. Siz gelmeden yaklaşık otuz saniye kadar önce."

Chris'in korkulukları tutan elleri korkuluklardan kaydı ve bir alt merdivene indi. Caleb'ın adımları yanımda bitince Chris gözlerini Caleb'a çevirdi. Yanımdan yükselen keskin ses o an kulaklarımı rüzgârdan sonra dolduran ilk şeydi.

"Chris. Beth ile konuşmamı ister misin?" diye sordu Caleb. Chris'in çenesi gerildi tıpkı benim gibi.

Chris bir süre boşluğa takılan gözleriyle bir şeyleri tarttı kendi çapında. Başparmağımı eldivenlerimin takılı olmasına rağmen işaret parmağımın üzerine getirdiğim ve saf karanlığın yüzüğüne dokunduğumu hissedip sakinleşmeye çalıştım. Ağlamamak için tutunabildiğim tek dala tutundum o an... Oysa bir insan değil midir düşen insanların tutunacağı en güvenilir dal? Değilmiş meğer... Bir yaratık da sizi tutabilirmiş o düşmekte olduğunuz uçurumun kenarından, bir dal uzatarak size...

Ares ile tanıştığım ilk anlar geldi o an gözlerimin önüne... Sahiden bir uçurumun kenarındaydım o gün... Kendi benliğimden, canımdan, kanımdan, her şeyimden vazgeçmiş o uçurumdan güçlü bir rüzgârın savrulup beni alaşağı etmesini beklemiştim. Sonra o gelmişti... Kara bulutları yayılmıştı gökyüzüme. Gözlerime göğü sığdırmış o an... Gözlerime karanlığı sığdırmıştım ve böyle başlamıştı her şey...

Bir dal varsaydım ona ve sıkıca tutundum. O an o dalların yaprakları serildi üzerime. Bir bebekmişim gibi sardı sarmaladı o dalın yaprakları... Köklerinde taşıdıkları suyla besledi o dallar beni... Üzerime yağan yağmuru önledi yemyeşil yaprakları... Gözlerimdeki yaşı kuruttu karanlığın bulutları...

O yapraklar ve o dal hâlâ ellerim arasındaydı. Her düştüğüm zaman ağabeyim Caleb'a bakardım. Hepimizden büyük olduğu için ve bize düşkün olduğunu düşündüğüm için başım ne vakit belaya girse tıpkı Chris'in de dediği gibi yardım dileyerek bakardım gözlerine... O anlamazdı... Ya da anladığı halde bilerek yardım etmezdi... Artık birilerinin gözlerine bakmama lüzum yoktu. Zira o gözler kendini kurtarmak için bir başkasına güvenilmeyeceği gerektiğini çok net görmüştü. O gözler kurtulmak isterse eğer bundan sonra bakacağı tek bir yer vardı. Ayna...

"Ben halledeceğim." dedi Chris. Sesi öyle kısık çıkmıştı ki... Düşüncelerinin arasında boğulduğu çok açıktı. Fakat bu karışıklığa rağmen günün kahramanının Caleb olmasını da istemiyordu. "Siz kendi işlerinize dönebilirsiniz. Bu iş bende." dedi kendinden emin bir sesle ve son kez gözlerimin içine baktı. Dolan ve kızaran gözlerime. Dişlerimi çıkarken yanağımda oluşan çene gerilmesinden meydana gelen çıkıntıyı görür görmez gözlerini kaçırdı benden. Taşmak üzereydim ve bunun farkındaydı. Üzerime gelmek istemediği belliydi zira şu an aleyhime ne söylerse söylesin bu lanet gözler birer şelaleye dönüşecekti.

Chris merdivenlerden çıkarak yanımızdan uzaklaşırken Caleb'ın mırıltısı doldurdu kulağımı.

"Umarım." Caleb huzursuz bir şekilde nefesini bırakırken başım giderek düştü yere. Yerdeki koyu mermerleri izlemeye başladığımda Caleb ilgili bir sesle, "Demek seni sürgün edecekti öyle mi?" diye sordu. İlk kez sorusunu samimiyetle söylemediğini hissediyordum. İlk defa bana bu şekilde yaklaştığı için mutlu olmuyordum. Chris'in turnuva günü söylediği şeyler geldi o an aklıma. Caleb'ın yalnızca altı boş sözler verdiğini ve hiçbir şey yapmadığını söylemişti. O gün bu sözler beni kızdırsa da bugün o sözlere hak verdiğimi fark ettim. Haklıydı. Caleb yalnızca sözler veriyor ve her şeyi hiçbir şekilde dahil olmadan uzaktan izlemeyi tercih ediyordu.

Ona olan öfkemi yansıtmamak için yüzüne bile bakmadan titreyen ellerimi sıktım. "Öyle." diye mırıldanıp derin bir nefes aldım ve yine ona başımı çevirmeden, "Akşam yemeğine az kaldı. Gidip hazırlanayım. Yemekte görüşürüz." diyerek yanından hızlı adımlarla uzaklaştım.

Merdivenleri koşar adımlarla çıkarken Caleb hiçbir şey söylemedi ve orada kaldı.

Merdivenleri bitirdikten sonra yanımdan geçen hizmetli bekçiler o an ilk kez gözlemleyemeyeceğim bir hâldeydim. Yanlarından bir rüzgâr gibi geçtim. Tek isteğim odama ulaşmaktı.

Sarayın gürültüler arasında hapis kalan duvarlarının arasından yeri sarsan adımlarla ilerliyordum. Hiçbir şey umurumda değildi. Duruşum, bir başkalarının gözünde şu anda ne hâlde olduğum. Elimin tersiyle gözlerimden akmaya başlayan yaşları sildim ve derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Tam odama giden koridora dönecekken bir anda karşımda beliren Kraliçe Marry'nin büyük portresiyle karşılaştım.

Adımlarım onun sarı saçları ve yeşil gözleriyle üzerindeki o ihtişamlı yeşil elbisede donakaldı. Gözlerimden akan yaşlar ve boğazımda biriken hıçkırıklar o an zamanı unutmuş gibiydi. Karşımda birden onun devasa tablosu ve karşısında küçücük kalan ben...

Sıradan günlerde gözüme bile takılmayan o tablo şimdi içimi yakıyordu. Onun gözlerinde gözlerimi görmek bana sürekli onun acımasızlığının lanetinin bana geçmesinden ürkütüyordu. Onun gibi biri olmamak için ne kadar çaba sarf ettiysem onun gibi biri olmaya o kadar yaklaşmıştım. Ona benzemeye başladığımı hissediyordum ve bu his içimdeki hazımsızlığı saman alevine çeviriyordu.

Onun portresine gözyaşları içinde bakarken bir bekçi omzuma çarparak yanımdan geçti. Hiçbir tepki vermeden uyuşmuş beynimle yanımdan geçen bekçiye baktım. Hizmetli bir bekçiydi. Arkasına bile bakmadan yaptığı şey yüzünden suçluluk bile duymadan hayatına devam etmeye gitti. Sersemlemiştim sanki. Her şey bir anda yavaşlamıştı. Bütün etrafımda dönen bekçiler, kulağıma gelen sesler, günlerdir yaşadığım şeyler ve maruz kaldığım bütün baskılar. Aklımı ele geçirmiş ve beni ele geçirmişti. Titreyen bedenimle son kez Kraliçe Marry'nin tablosuna baktım. Öyle güçlü ve omuzları dik duruyordu ki tabloda... Karşısında bu denli zayıf durmak o an ağrıma gitmişti.

Ben şu an Karanlığın Yüzüğü'ne sahiptim. Hiçbir yüzüğe sahip olmayan birinin karşısında kâinatın en güçlü yüzüğüyle, diyarın en bitmiş bekçisi olarak durmak ne denli bir çelişkiydi böyle?

Adımlarım tablodan bir adım uzaklaştı. Gözlerimden damla damla yaş akarken Kraliçe Marry'nin yeşil gözlerinde kendimi kaybetmeden yönümü odamın kapısına çevirdim. Hızlı adımlarla odama ulaştığımda kapımı açtım ve kilidini yukarıdan aşağı indirdim. Odayı dinledim bir süre. Julia yoktu...

Ellerime yüzüğün görünmemesi için taktığım eldivenleri çıkardım. Ördüğüm saçlarımın ucuna taktığım ip parçasını çıkarıp saçlarımı dağıttım ve ellerimle saç diplerimi çekiştirmeye başladım.

Aklımda yalnızca o ikisinin sözleri dönüyordu. Prenses Dione ve Beth'in zehirli okları çoktan zihnime saplanmış ve zehrini akıtmaya başlamıştı.

Odamın ortasında dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerim saçlarımın dibini tutarken şakaklarımdan baskı yapan ağrı daha da artıyordu. Gözlerim artık tam anlamıyla bir nehir gibi akıyor ve yüzümde bir nehir yatağının izini bırakıyordu. Boğazıma dizilen hıçkırıklardan biri sesli bir şekilde çıkarken birinin duyacağından endişe edip bir elimi saçlarımdan çektim ve ağzımı kapattım. Ağzımı sıkıca kapatırken hıçkırıklarım ardı ardına avcuma bırakıyordu kendilerini...

Ne yapmıştım? Ne yapmıştım da böyle bir cezanın zincirlerine vurulmuştum? Aynı anda herkese nasıl gücüm yeterdi? Aynı anda kaç kişinin beni yok görmesini, bana hakaretler etmesini, saygısızlık etmesini engelleyebilirdim? Gücümün bir sonu vardı elbet benim de... O gücün sonuna geldiğini hissediyordum sanki. Gücümü toparladığım her anın sabahı veyahut akşamı o güçten eser kalmıyordu.

Giderek yalnızlaştığımı hissediyordum. Ailemden uzaklaştığımı... Babam, ağabeylerim kayıp gidiyordu ellerimden ve hiçbir şey yapamıyordum. Ailem birer birer bırakıyordu beni tutan dallarını ve ben giderek sarsılıyordum. Yere düşmem artık daha olası ve yakındı. Ve ben yere düştüğüm an tek başıma kalkabilmek için daha da güçlenmeliydim.

Bir kadın yere düşerken tek başınaysa, o kadın ayağa kalktığı zaman karşısında kalan kâinat bile ona diz çökmek zorunda kalır.

*** 

"Kralımız gecikecek sanırım."

"Birazdan gelir Prenses Dione." Kraliçe mütevazi bir şekilde narin elleriyle suyunu yudumlarken Prenses Dione, kraliçenin yanında oturan bana dikmişti gözlerini.

Mor elbisesi ve kabartılmış saçlarıyla karşımızda bu sarayın kraliçesi gibi duruyordu. Oldukça şatafatlıydı bir akşam yemeğine göre... Üzerindeki mücevherler ve başındaki büyük taç kraliçeden önce beni bile rahatsız etmişti. Kraliçe ise bozuntuya vermiyor olabildiğince güler yüzlü davranmaya çalışıyordu. Bir gül gibi kırmızı ve beyaz renklerde olan güzel ve şık bir elbise giymişti. Başındaki taç her ne kadar Prenses Dione'unki gibi büyük olmasa da oldukça güzeldi. Yine beyaz mücevherler ve kırmızı yakutlarla bezenmişti.

Ben ise bu yemek için olabildiğince en sade şekilde hazırlanmıştım. Sarı ve siyah renklerinde bir elbise hazırlamıştı Julia benim için. Saçlarımın dalgalıkları arasına belli belirsiz bir taç yerleştirilmiş ve etrafına zayıf örgülerle şekillendirilmişti. Olağan bir yemeğe olağan bir şekilde hazırlanmıştık. Prenses Dione hariç...

Masanın üzerindeki şamdanlar ve üstlerindeki mum alevleri bana Ares'i hatırlatıyordu. Alevler zayıf ve güçsüzdü. Fakat bu bile paha biçilemezdi... Alevler bir insanın yüreğindeyse eğer o yürek kavuşamaz suyuna ve gömülür karanlığa... Alevler bir insanın karşısındaysa ve küçükse, insan da karışır o aleve ve sonsuza kadar birlikte yanmaya devam ederler...

Ares karşımdaydı. Alevin ta kendisi olduğu gibi karanlığın ve suyun da ta kendisiydi. Karşısında durduğum her an ona bir adım yaklaşıyor ve o alevlerinden birine bürünüyordum. Yüreğimde yanan alevler çoktan karanlığa mahkûm olmuştu. Yüreğim karanlık, bedenim ateş ve gözlerim Hırçın Deniz'in dalgalarına dönüşmüştü tek bir günde. İşittiğim her bir söz ve maruz kaldığım ithamlar, bakışlar beni sonunu bilmediğim bir yoldan yokuş aşağı sürüklüyordu. Karmakarışıktım. İşittiğim sözler beni bildiğim kendimden uzaklaştırıyordu. Bedenim giderek bana ait olmamaya başlıyor ve kendi ruhumu bir başkasının ruhuymuş gibi hissetmeye başlıyordum. Zihnim bir başkasının elleri arasında toza dönüşüyordu sanki. Ruhum bir başkasının ruhunun kokusuna alışmış ve o sinen kokunun kendisine dönüşmüştü. Bedenim ise bana ait olmayan elbiseleri andırıyordu.

Kocaman sarayın içinde günden güne kayboluyordum. Sarayın her yanını bildiğim halde kayboluyordum...

Ben kayboluyordum... Kendimi her şekilde bilsem ve tanısam bile ben kayboluyordum...

Titreyen ellerimi fark eden kraliçe uzanıp ellerimi tuttu. Bitkin göz kapaklarım aralandığında güçsüzce başımı kraliçeye çevirdim. Masadaki herkesin dikkati bize kesilmişti ve merakla bizi izliyorlardı oysa bu umurumda bile değildi. Kraliçe şefkâtle ellerini çenemin altına yerleştirdi.

"Rosemarry..." diye mırıldandı uysal bir sesle ve yüzümün etrafında gezdirdi ellerini. "Çok terlemişsin. Ateşin mi var?"

Başımı bile kaldıramıyordum güçsüzlükten. Alnımdan akan şeyler o an bilincime işlemişti. Kraliçe saçlarımı yüzümün yanlarına doğru itti ve masanın üzerinde duran mendille alnımı silmeye başladı. Başım kraliçenin çevirdiği yönlere dönüyordu sadece. Kendim bile döndüremiyordum. Damarlarımda akan kan durmuştu sanki. Bedenim buz gibiydi.

"Hekim çağırmak gerek." diye söylendi kraliçe. Güçsüzce başımı iki yana sallayarak reddettim.

"Bir sorun mu var Amara?" diye sordu Prenses Dione. Kraliçe sıkıntıyla yerinde kıpırdanıp bana yaklaşırken elimi uzatıp onu durdurmaya çalıştım. Kraliçe ona doğru uzattığım ellerimi görür görmez bakışlarını doğrudan ağlamaktan kıpkırmızı olan gözlerime çevirdi. Endişeyle kaşları çatık bir şekilde beni seyrederken dudaklarımın kenarlarını yukarı kıvırmaya çalıştım. Küçücük bir tebessüm eşiğinde o an kimse umurumda olmadan yalnızca kraliçeye açıklama yapmak istedim.

"İyiyim." dedim hırıltılı bir sesle ve gülümsedim. Kraliçe yutkunarak bir bana bir de kardeşlerime döndü. Kardeşlerim merakla beni izlerken onlara dönüp bakmadım. Başımı kaldırmak bile o an çok büyük bir şeydi.

"Rosemarry." dedi Prenses Dione güçlü bir sesle. İsmimi onun ağzından duyduğum an sabırla gözlerimi yumdum ve derin bir nefes aldım. Kraliçe yeniden yerine yerleşirken kalbimin giderek sıkıştığını hissediyordum. "İyi değilsin. Yemeğe katılmak zorunda değilsin. Krala durumundan bahsederiz." dedi oldukça keyifli bir sesle. Sertçe yutkunup önüme döndüm ve dik durmaya çalışıp masanın üzerinde duran su bardağına uzandım. Bardaktan suyu yudumlarken canlanmayı diledim.

Beth'den duyduğum o çirkin sözler ve ithamlar karşısında kardeşlerimin kılını dâhi kıpırdatmamaları beni öfkelendirmişti. Odamda küçük bir öfke harbiyle ağlama krizi geçirmiş ve kendimi odanın ortasına bırakmıştım. Ne kadar süre olduğunu bilmiyordum fakat uzun bir süre orada yerde öylece uzanmış ve ağlamıştım. İçime bırakılan zehirli okların zehri gözlerimin yaşlarıyla akmıştı. Lakin o ok hâlâ içimdeydi ve canımı acıtıyordu.

"Abla..." Masanın hemen karşısından gelen sesle başımı bitkin bir hâlde havaya kaldırdım. Evan ve Dean yan yana oturuyorlar ve endişeyle beni süzüyorlardı. Bir sorun olmadığını ve içlerini rahatlatmak adına gözlerimi uzunca yumup gülümsedim. İkisinin gözlerindeki endişe geçmese de birbirlerine bakarak bu konu üzerinde durmama kararı aldılar. Birbirlerine olan bu bağları hoşuma gidiyordu. Gözleriyle anlaşmaları... Aklıma yine aynı şeyi getirmişti... Ares'i...

Hayatımın bir parçası olma yolundaydı. Baktığım her yerde onun silüetini görüyor ve işittiğim her sözde ondan bir parça bulmaya başlıyordum. Onun masumluğu ve üzgün hali içime öyle dokunmuştu ki... İmkânım olsa onu hep dışarıda tutmak ister ve ona sarılmak isterdim. Ona sıkıca sarılıp paylaşmak isterdim kederini...

Kapının önünde sezdiğim hareketlilik ile kırmızı gözlerimi kaldırıp kapıya baktım. Tahmin ettiğim kişinin adım sesleriyle oturduğum sandalyemi yavaşça itekleyerek ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla birlikte masanın etrafına dizilen ailem şaşkın bakışlarla bana bakmaya başladılar. Ben ise tek başıma ayakta bir onlara bir de kapıya bakıyordum.

"Rosemarry..." dedi kraliçe sakin bir şekilde. "Niçin ayağa kalktın bebeğim? Bir yere mi gideceksin?"

Kaşlarımı çattım şaşkınlıkla. "Kralın geldiğini işittim." dediğim an masadaki herkes kulaklarını sonuna kadar açıp dikkatlerini toparladılar fakat tek birinden bile herhangi bir kıpırdanma gelmiyordu. Tereddütle bir kez daha kulaklarımı kabarttım. Adım seslerini çok net bir şekilde işitiyordum. Buraya yaklaşıyordu ve bu adım sesleri krala aitti. Buna emindim.

"Ben bir ses işitemedim Rosemarry..." dedi kraliçe korkunun bürüdüğü sesiyle. Artık bana dehşete düşmüş gibi bakıyordu. Delirdiğimi düşünüyor olmalıydı. Ayakta öylece kalakalırken bir anda hepsinin kulağı titredi. Bu kadar geç mi duyabilmişlerdi kralın sesini?

Yaşadıkları şaşkınlıkla önce bana baktılar sonra da birbirlerine... Duyularımın keskinliğini Marlon'dan başkası bilmiyordu. Bunu hatırladığım an boşluğuma gelen bu hareketimle birlikte gözlerimi yumdum. Kafam o kadar dağılmıştı ki duyularımı kontrol dahi edememiş ve kendimi ele vermiştim. Oysa onlar bütün bu olanlara bir anlam biçememişlerdi. Şok içinde bana ve birbirlerine bakarak nasıl bu kadar güçlü bir işitme özelliğimin olduğunu tartışıyorlardı gözleriyle.

En sonunda her biri ağır hareketlerle ayağa kalkarken kapı muhafızlar tarafından açıldı ve kral büyük bir ihtişamla içeri girdi. Gözleri her birimizin üzerinde gülücükler saçarken tek bir an gözlerindeki o mutluluk silinip gitmişti.

Masadaki herkese gülümseyerek ve ışıl ışıl bakan kral benimle göz göze geldiği an tebessümünü yitirmiş ve gözlerindeki parıltıyı bir yıldız kayması kadar hızlı bir şekilde silip atıvermişti bir kenara. Kalbim her geçen saniye daha da kırılırken artık kırık parçaları içimde barındıramadığımı fark ettim. İstenmediğimi bu denli hissetmemiştim daha önce... Önce halam, sonra kuzenim, şimdi babam... İstenmediğimi öyle anlatıyorlardı ki bana hareketleriyle, sözlere gerek kalmıyordu.

Kral ağır hareketlerle masanın en başındaki büyük sandalyesine geçerken başımı kaldırıp bakmadım. Öylece önüme baktım... Kral sandalyesine oturup yayıldığı an biz de sandalyelerimize oturduk. Kral her birimizin yüzüne bakıyordu tek tek. Herkes de ona... Masada tek ben başım eğik bir şekilde duruyordum. O an bir pişmanlık yaşıyordum. Buna maruz kalıp bozulan akıl sağlığımı daha da bozmak yerine keşke odama gitseydim ve orada kendi yalnızlığıma vursaydım kendimi...

"Rosemarry."

Kral adımı zikrettiği an başımı kaldırdım bitkin bir şekilde. Artık kendimi saklamıyordum. Artık kendimi yalanların eline bırakmıyordum. Tamamen gerçek duygularımı yansıtıyordum. Kral kızaran gözlerimin içine şüpheyle baktığında herhangi bir tepki göstermedim. Cevap vermedim. Yalnızca bekledim. Son kalan sabır taşımın çatlatmasını bekledim.

"Bu bir aile yemeği. Somurtmak için oldukça yersiz bir yer, sence de öyle değil mi?"

O taşın çatlama sesleriyle dolmuştu kulaklarımın içi...

Sakince nefes alıp verdim ve düşük göz kapaklarımı kaldırmaya bile çalışmadan bitkin bir sesle, "Bağışlayın, biraz hastayım." diye mırıldandım.

"O hâlde niçin buradasın? Bir hekime gözükmen gerekirdi." dedi ve hemen ardından yanımda duran kraliçeyi işaret etti gözleriyle. "Üstelik kraliçenin yanına oturmuşsun. Bu hasta halinle kraliçeyi hasta edip bebeğe bir zarar gelmesini istemezsin diye düşünüyorum."

Sözleri kalbimi paramparça etmişti. Herkesin birer birer sözleriyle kırdığı kalbimin o kırık parçaları şimdi tuzla buza dönüşmüştü. Gözlerim hayal kırıklığı ile aralanıp kapanırken kraliçe telaşla araya girdi.

"Bu da ne demek şimdi?" dedi oldukça narin bir sesle. Oysa kral ona dönüp bakmadı. Gözleri sadece benim gözlerimdeydi.

Yutkundum ve aralanan dudaklarımın arasına aksi bir söz getirmemek için kendimi tuttum. Alnımdaki terler artık tam anlamıyla beni üşütüyordu. Titreyen boğazımı fark edince ağlamamak için bir kez daha yutkundum. O an göz ucuyla Prenses Dione'un ellerini masaya yerleştirip keyifle beni izlediğini görünce dişlerimi sıktım. Bitkin halime rağmen başımı kaldırıp krala baktım doğrudan.

"Bu ailenin bir parçası olduğum için buraya oturdum Majesteleri." dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. "Bunun bir aile yemeğinin olduğunu sanıyordum."

Kral ağır ağır gözlerini kırpıştırarak bana bakmayı sürdürdü. Buna bir itirazı olamazdı. Beni bu aileden saymadığını da söyleyecekse kendimi nasıl toparlardım, nasıl durdurabilirdim bu fırtınaları artık ben bile bilemiyordum.

"Haklısın. Bu bir aile yemeği." dedi kral ve derin bir nefes verip masadakilere baktı çok kısa süre. Ardından yeniden bana döndü. "Aileni bu kadar önemsediğini bilmiyordum."

Anlıyordum. Evliliği reddettiğim için bana bu baskıyı uyguluyordu herkesin önünde. Bu kararını bana alenen diretiyordu. Titreyen ellerimi birbirine kavuşturdum ve kendimden destek aldım. Ne de acı...

Başımı iki yana titrettim. "Ailemin hayatı için her şeyi yapan birisi oldum bu zamana kadar. Bunu en iyi sizin bilmenizi beklerdim."

"Alaric." dedi en sonunda kraliçe ve yalvarırcasına kralın gözlerine baktı bir eli karnını tutarken. "Bir aradayız. Mutlu olmamız gerekirken ortamı germenin bir anlamı yok. Rosemarry zaten hasta, daha fazla yormayalım."

Kraliçe soğukkanlı ve net bir cevapla masada olan konuşmaları kesip attı bir süre... Kimseden ses çıkmadı. Ben de dahil... Üzerime ne kadar gelinirse gelinsin sessiz ve sakin karşılık vermeye çalıştım. Ağırbaşlılığımı korumaya özen gösterdim. Kraliçenin yıllar evvel kulağıma fısıldadığı sözler o an beni ayakta tutan tek şeydi.

'İnan bana, susmak kimilerine göre korkaklık kimilerine göre ise en büyük cevap verme şeklidir. Ve adım kadar eminim ki, haksızlar korkaklık ederken haklılar ağırbaşlılıklarını korurlar.'

Ruhumun penceresinden sızan ince bir güneş ışığıydı bu sözler. İçimdeki ayazı ısıtmıyordu belki fakat o zifiri karanlığa küçük bir ışık veriyordu.

Kalbimin atmaya gücü bile yoktu o an. Benim kadar yorgun, bitkin ve her şeyden ümidini yitirmiş gibiydi. Ellerimde tuttuğu tek dal parçası ise onların felaketleriydi.

Başımı kaldırmaya bile tenezzül etmeden benim için çoktan biten bu akşam yemeğinin verdiği huzursuzluğu masanın üzerindeki mumda kendimi arayarak geçirmeye çalışsam da bu pek etkili olmadı. Zira kralın bu gece hakkında söylemesi gereken mühim şeyler vardı ve o şeyler çoktan benim aklıma gelen o lüzumsuz şeylerden başkası da değildi.

"Mutlu olmamız gerek..." dedi kral önce bir şeyler düşünür gibi. Başımı kaldırıp bakmadan şamdanların işlemeleriyle kafamı dağıtmaya çalışırken kral durmadı ve bir yandan tabağındaki soslu etten bir parça alırken diğer yandan konuşmaya başladı. "Pekâlâ o hâlde size iki müjdem var." deyip ağzındaki lokmayı sanki bu iki müjdeyi vermeden önce heyecanların tutulmasını ister gibi yavaş yavaş çiğnedi. Oysa benim heyecanım masadakilerin aksine doruk noktasında değildi. Ne söyleyeceğini adım iyi biliyordum ve içimde bir heyecan baharı yerine matem kışı dolanıyordu. Kral ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra ellerini masanın üzerine yerleştirdi. "Bu yaz oğlumuz Chris'in yeğenim Beth ile ve..." deyip gözlerini bana çevirdi. "Kızımız Rosemarry'nin Agryris ailesinden Louis ile evlenmelerine karar verdim."

"Nasıl?" dedi kraliçe elindeki çatal ve bıçağı şok içerisinde masaya sesli bir şekilde bırakarak. Kraliçenin şaşkınlığı masadakilerin yüzlerindeki gülümsemeyi çoktan söndürmüştü. Evan ve Dean ile göz göze geldim o an. Tek gülümsemeyen ve endişeyle bana bakan onlardı. Tepkisizliğim dikkatlerini çekmiş görünüyordu.

"İki düğünü de birlikte yapalım diyorum. Büyük bir şenlik, güzel bir ziyafet..." diyerek açıkladı kral ve bir kez daha beklentili gözlerle bana dönerek "... ve iki güzel ailenin başlangıcı." diye ekledi.

Hiçbir şey söylemedim. Hiçbir tepki vermedim. Gözlerimi ağır ağır kapatıp ağır ağır açtım sanki her şeyden bir anda yok oluyormuşum gibi. Karar sözleri o an kuruyan içime hiçbir etki bırakmıyordu. Eskiden olsaydı bu sözler benim ölüm fermanım olurdu ve bana bıraktığı etkisiyle çaresizce dil döker, ağlar, kendimi hırpalardım. Oysa şimdi içimden hiçbirini yapmak gelmiyordu.

Gözünde her şeyi bitirmiş biri daha ne kadar bitebilirdi ki?

Ruhu çoktan ölmüş birinin ruhu daha ne kadar zarar görebilirdi ki?

Ölmüş biri bir daha ölür müydü hiç?

"Bu evlilik hanedanımız için yeni bir başlangıç olacak. Tarih sizi en güzel şekilde yazsın Majesteleri." dedi Prenses Dione büyük bir zevkle. Yerinde heyecandan kıpır kıpır duramamakla birlikte bardağındaki şaraptan keyifli bir yudum alıp göz ucuyla bana baktı. Kucağımdaki ellerime baktım. Ares'e baktım. Bu tepkisizliğim onun varlığı yüzünden olabilir miydi? O olmasaydı yine bu şekilde sessiz kalır mıydım?

"Eksik olma sevgili kardeşim." dedi kral ve yemeğinden bir parça daha almaya yeltenirken hiç beklemediğim bir şekilde dudaklarım aralandı. O an ben değil bir başkası konuşmuştu sanki...

"En büyük oğul." diye sessiz bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından. Masadaki çatal ve bıçak sesleri sustu. Başlar bir bir bana çevrildiğinde eğilen başımı bakışlarımı kucağımdan çevirmeden kaldırdım.

"Anlayamadım Rosemarry?" dedi Prenses Dione. Güçsüzce gülümsedim ve hiçbirinin yüzüne bakmadan içimden o an ne geçiyorsa hiç değiştirmeden söyledim.

"Evlenmesi gereken kişi en büyük oğul değil midir sevgili halacığım? Zira veliyaht prens o. Varisi olması gereken o değil midir bu durumda?"

Sesim güçsüzdü. Bakışlarım kimsenin gözlerine iddialı bir şekilde bakamayacak kadar yorgun ve bedenim kimseyle savaşamayacak kadar bitkindi. Karanlığın Yüzüğü'nün taşıması zor bir yüzük olduğunu biliyordum. Onu taşımak diğer yüzükleri taşımaktan daha farklıydı. Sıradan bir efsanevi yüzüğü taşımak için ne kadar sağlıklı bir psikoloji sahibi olması gerekliyse Karanlığın Yüzüğü için bu oran hiçbir şey ile karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. Bana bıraktığı etki herkes tarafından bir hastalık olarak bilinse de özünde Ares'in varlığının ve gücünün bana zarar veriyor oluşunu bildiğim an kalbimdeki ağırlık artıyordu sanki. Tutunduğum tek dal bana zarar veriyordu ve bu acının başka bir açıklamasıydı...

"Bunun bir mantık evliliği olduğunu mu öne sürüyorsun sevgili yeğenim?" dedi Prenses Dione. Ses çıkarmadım. O ise bir süre benden bir yanıt bekledi. İstediği olmayınca da ellerini masada birleştirip birbirine kenetledi ve bana dönüp üstten bakarak, "Bu bir aşk evliliği." dedi. Burnumdan alaycı bir gülüş çıktığında kraliçenin endişeyle bana yeltendiğini fark ettim. Korkuyordu. Bana bir şey olacağından...

"Mantık evliliği vazifesi bu durumda bana düşüyor demek." dedim aynı alaycı tavırla. Kraliçe şok içinde yönünü tamamen bana döndü.

"Rosemarry." dedi susmam ve daha fazla konuşmamam için. Oysa durduramıyordum kendimi. Haksızlığa susmak artık eskisi kadar kolay değildi.

"Sahi ne vakit âşık oldunuz birbirinize?" diyerek başımı kaldırdım ilk kez ve doğrudan karşımda oturan Chris'in gözlerinin içine baktım. Bütün güçsüzlüğümün aksine sert bir şekilde onun kahverengi gözlerine bakarken benden bakışlarını kaçırdı. "Günü birlik şenliklerde birbirinizi dâhi görmeden geçirdiğiniz eğlencelerde mi?" diye sordum asla hiçbir şeyi alttan almadan ve çekinmeden.

"Rose." diye bir kez daha uyardı kraliçe oysa durmadım ve hiddetle devam ettim.

"Siz kimi kandırıyorsunuz?" diye sordum önce Chris'e sonra da masanın öbür ucunda kalan Beth'e dönerek. O an kral masaya küçük bir güç gösterisiyle vurdu. Masa sarsıldığı an ürkerek aralanan dudaklarımı kapattım ve çevresi kızaran gözlerimle krala döndüm. Kral doğrudan bana bakıyordu ve en az benim kadar öfkeliydi. Herkes sustu. Biz gözlerimizle konuştuk. Kalan son bağların uçurumdan yuvarlandığına şahit olduk birbirimizin gözlerinde.

"Rosemarry!" dedi baskın bir sesle ve dişlerinin arasından konuşmaya devam etti kral. "Anlaşılan rahatsızlığın epey fazla. Bu geceyi odanda geçirmen buradaki herkes için en iyisi." Dik duran vücudum bu sözler karşısında gevşemeye başladı. Beni... Beni bu masadan kovuyor muydu?

"Alaric..." dedi hemen kraliçe daha fazla dayanamayarak. Elini karnına koyarak titreyen sesiyle krala döndüğünde kral gözlerini kapatıp tek elini kaldırdı susması için.

"İtiraz istemiyorum Amara." dedi ve az evvel kraliçenin sözlerini dile getirdi. "Kızımız hasta, daha fazla zorlamayalım onu."

Boğazım titremişti. Ellerim arasındaki yüzüğün alevlendiğini hissediyordum. Öyle bir alevdi ki bu parmağımı her an kesip bu ateşin sıcaklığından kurtulmak istiyordum. Sanırım artık bunun anlamını biliyordum. Ares dışarı çıkmak ve kendini göstermek istiyordu.

Sol gözümden küçük bir damla akıp gitti gözlerim kralın gözlerindeyken. Kralın da buna içinin acıdığını gördüm o an. İçinde bana karşı hâlâ ufak da olsa bir sevgi kırıntısı görmek bana artık hiçbir şey ifade etmiyordu. İdam emrimi vermişti zira az evvel. Beni bir kuyunun içine atmış ve orada yaşamaya devam etmemi istemişti kendisi yeryüzünde güneşi görürken. Kendi hayatları söz konusu olunca iktidar kavgalarına dahi ilerliyorlar fakat söz konusu benim hayatıma gelince ilk önce benim hayatımdan vazgeçiyorlardı.

Huzursuzluk çıkarmadan ayaklandım ve bir süre ayağa kalkmanın verdiği hafif baş dönmesiyle yerimde kaldım. Ayaktayken gözlerim krala çevrildi ve ona baktı uzun uzun. Bu bir vedalaşmaydı belki de... Eskiden sarsılmaz dediğimiz bağlarımızın hoyrat bir fırtına ile kopuşu ve ardında iki uçta kalan dağlar gibiydik. Aramızda bizi bağlayan köprü kopup gitmişti fırtınanın keskin elleriyle... Ve geriye birbirine uzaktan bir yabancı gibi bakan gözler kalmıştı...

"Beni zorlamak istemiyorsunuz doğru mu anladım Majesteleri?" diye sordum boğuk seslimle. Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüme akabinde... "Peki." dedim ve imayla ekledim. "Umarım bu dediğinizi gerçekleştirir ve beni zorlamazsınız."

Arkamda kalan sandalyemi sesli bir şekilde ittiğimde kraliçe yerinden ayaklanır gibi oldu. "Rosemarry..."

Elimi önemi yok dercesine öne uzattım ve kraliçenin gözlerine baktım dolan gözlerimle. "Afiyetler dilerim kraliçem... Sizlere de..." deyip duraksadım ve aynı imalı ses tonumla ekledim. "Sevgili ailem..."

Masadan ayrıldığım gibi ağırbaşlılıkla kapıya yöneldim ve kendimi yemek odasından dışarı attım. Kendimi krallığın bayraklarıyla kaplı bir koridorda bulunca ellerim boynumu sarmaladı sanki orada yoğunlaşmış duyguyu oradan söküp atacakmış gibi... Orada biriken sözler ve hayal kırıklarına dokundum ve hızlı hızlı nefeslerimi vererek onları oradan çıkarmak istedim fakat bu yeterli değildi.

Koridorda muhafızlar ve bekçiler yoktu. Krallığın sembolü olan siyah-beyaz bayraklar, eski hükümdarların birkaç küçük portreleri, kolonlar, korkuluklar, saksılar, ateş kadehleri ve meşaleler...

Tüm bunların ortasında kendime gelebilmek için hiç kimsem yoktu yanımda. Artık bir ailemin olduğundan bile şüpheliydim...

Bir aile yemeğinde kendi babam beni bu yemekten kovmuştu adeta...

Bunu kendime yediremiyordum. Ellerim boğazımdayken kesik bir nefes çıktı dudaklarımın arasından ve bu her şeyin taşmasına sebep verdi. Kesik çıkan nefesimin ardından sessiz bir hıçkırık koptuğu an bir elimi sarayın duvarına yerleştirdim ve dizlerimin üzerine çöktüm hiç çekinmeden. Başımı duvara yaslayıp havaya kaldırdım ve ağzımı sıkıca kapatıp bir hıçkırık daha bıraktım avuçlarımın içine.

Yok sayılmayı öğretmişti bu duvarlar bana...

Bir ailemin bile olmadığını ve arkamda duramadığını anlatmıştı ısrarla ve ben her seferinde bunu göz ardı edip kendimi yaşatmaya adamıştım. Sonuç olarak yaşatmaya çalıştığım ruhum bir başkalarının oyuncağı olmuş ve benim bütün çabalarım bir nehirden akıp gitmişti öylece... Arkasından bakmama fırsat bile kalmamıştı.

Kalbimin sakinliğini koruması mümkün değildi. Her an içimden çıkıp avuçlarımın içine düşecek gibiydi kalbim...

Kalbimin kırıkları gözlerimi acıta acıta çıkarken parmağımın alev alev yanmasıyla bakışlarımı kucağıma bıraktığım güçsüz ellerime çevirdim. Yüzüğün etrafı öyle yakıyordu ki tenimi... İçimde yanan ateş yüzükteydi.

Yüzüğü çıkarmak istedim o an. Ya yüzüğü çıkarmalıydım ya da bu parmağı kesip atmalıydım. Tenimi kasıp kavurucu bir ateşe teslim etmiş gibiydi.

Sol işaret parmağımın üzerindeki yüzüğü çıkarmaya yeltendiğimde tenimin üzerinde kıpır kıpır gezen ateşin yavaş yavaş sönmeye başladığını hissettim. Ya bu ateş sönüyordu ya da bu ateşe alışıyordum. Çatık kaşlarla yüzüğü incelerken bir şeyi teyit etmek adına sağ elimi sol elimden uzaklaştırdım. Yüzüğü bıraktığım an yüzük yeniden alev alev yanıp tenimi yakmaya başladığında telaşla yüzüğe yeniden uzanıp tuttum. Sanırım bunun anlamını biliyordum.

"Sakin ol..." diye mırıldandım sessizce yüzüğe doğru. Beni duyduğunu biliyordum. "İyiyim ben. Her öfkelendiğinde böyle her şeyi yakamazsın."

Ares'in içeride durduğu ve her şeyi duyduğunu unutmuş olmalıydım. Akşam yemeği boyunca bana ne söylendiyse bizzat o da duymuştu. Öfkelenmiş ve yüzükten çıkmak istediği için beni kendince uyarıyordu. Ben ise ondan daha üstün bir tavırla bir kez daha ona döndüm. "Eğer parmağımı yakmayı bırakmazsan seni reddederim ve kendine sadık bir başka bekçi aramak zorunda kalırsın. Bu da yaklaşık iki asır sürer. Sevgili Anastasia'na bu şekilde ulaşamazsın." sözlerimi büyük bir fısıltıyla söylüyordum kimsenin duymaması adına. Fakat onun duyduğuna emindim. Ares bir süre daha parmağımı yakmayı sürdürdü. Ardından yavaş yavaş ateşini söndürdü. Sözümü dinlemesi yüzümde bir tebessüm bırakmıştı. Sinir bozukluğuyla başımı yana çevirip sırıtmaya başladım. Tanrım! Bu gerçek olabilir miydi? Dünya'nın en güçlü yüzüğüne söz geçirip kendi aileme söz geçiremem ne denli bir saçmalıktı?

Kendi kendime çıldırmış gibi sırıtırken az önce geldiğim koridordan bana doğru yaklaşan adım seslerini işittim. Bu adım sesleri benim bu zamana kadarki en büyük sınavım olan adım sesleriydi... Tanıdık adım sesleri bana yaklaşırken dizlerim üzerine çöktüğüm yerden kalktım ve gözyaşlarımı sildim usulca. Yere oturduğum sırada kırışan elbisemi düzelttim ve en sonunda bana yaklaşan adımlara doğru döndüm. Adımlar tam arkamda durduğunda göz göze geldiğim sevgili halam benim aksime oldukça güler yüzlü ve keyifliydi. "Rosemarry..." dedi başıyla beni selamlarken. Tepkisizce suratına baktım.

"Prenses Dione." dedim mesafeli davranarak. Prenses Dione'un kaşları çatıldı. Neye bu kadar şaşırmıştı?

"Artık Majesteleri demiyorsun." dediğinde sağ üst dudağım yukarı kıvrıldı alayla. Prenses bunu fark etmiş olacak ki gerilen çenesiyle başını dikleştirdi.

"Bunu söylemem gereken bir dayanak olmadığını fark ettim." Sakin ve uysal tavırlarım onun asabını bozuyordu.

"Öyle mi? Ben gittikten sonra bir suikast girişimi yaşamışsın." dedi birden. Olduğum yerde kalakaldım. Sözler kulaklarımdan içeri girdiği an gözlerim o anları bir bir önüme serdi. Boynuma dolanan o zincirin soğukluğu hâlâ tenimin üzerindeydi sanki. O hisle gözlerimi kapatıp sertçe yutkundum. Titremeye başlayan ellerimi o an durduramıyordum. Sanırım bu bende hiçbir zaman kapanmayacak bir yaraya yol açmıştı. "Sözümden çıktığın ilk an o hançer nefesinin tadına varmış." dedi ne bu sözlerinin beni ne hale getireceğini umursamayarak. Dehşetle onun gözlerine baktım. Biriyle ölüme en yakın olduğu zamanı hatırlatıp bununla alay etmenin nelere yol açacağından bihaber olması sinir bozucuydu.

"Sizi ilgilendiren bir konu olduğunu sanmıyorum." dedim. Tanrım, sesime ne olmuştu böyle? Yeni doğmuş ürkek ceylanlar gibi tir tir titriyordu.

"Aksine." dedi ve durmaksızın devam etti. "Beni oldukça yakından ilgilendiren bir konu. Zira otuz sekiz yıllık hayatım boyunca kılıma dahi zarar vermediler benim. Çünkü onları kendi safıma çekip saygılarını kazanmalarını sağlayacak kadar güçlüyüm. Hayatta kalmam bunun en büyük kanıtıdır. Çok isterdim." deyip rahatsızca beni baştan aşağı süzdü ve umursamazca gözlerini kaldırıp bana baktı yeniden. "Senin de bana benzeyip hayatta kalabilen biri olmanı."

Sabrımın kalmadığını hissediyordum. Karıncalanan ellerim ve dolan gözlerim her an her şeyi yıkıp kendisine yepyeni biri yaratabilecek kadar çığırından çıkmıştı. Ellerimin arasındaki yüzük beni bir kez daha yakmaya başladığında sabır dolu bir nefes alıp ben de yüzüğü sertçe sıkmaya başladım durması için. Ares'in bunu anlaması çok uzun sürmedi. Tuhaftır ki onunla tuhaf bir iletişim bağımız vardı ve bu bağın ne zaman oluştuğundan sanırım ikimiz de habersizdik.

Prenses Dione ukala bir tavırla ellerini önünde birleştirip bana alayla bakarken kendimi tutmayı kendime hedef bildim ilk önce... Zira bu eller her an her şeye dönüşebilirdi. Bu ellerin arasından her türlü felaket doğmaya hazırdı ve buna engel olacak iradeye henüz ulaşamıyordum. O irade kırılan kalbimin parçaları arasında kanıyor olmalıydı.

"Siz buna güç diyorsunuz." dedim sakin bir şekilde. Tıpkı onun sinirlendiği gibi... "Bu yalnızca göz boyama. Onlara kendinizi bir melek gibi göstererek hayatta kaldınız. Bir aile kurmak zorunda kaldığınız için hayatta kaldınız. Anne olduğunuzda kaç yaşındaydınız? On yedi... Ortalama bir prensesin ölüm yaşı kaçtı peki?" deyip acımasızca dişlerimin arasından kendi sorumun cevabını kendim verdim. "On yedi... Siz ölümden kaçmak için kendinize başka bir ölüm seçtiniz."

Prenses Dione yutkundu ve bozulan suratıyla bana baktı. "Aile kurmak senin için ölüm mü?" diye sordu. Başımı hafifçe iki yana salladım.

"Erkek çocuğu doğurana kadar kaç kez o duvarlar arasında çığlıklarınız arasında boğuldunuz?" Sorum havada asılı bir şekilde kalmıştı adeta. Hemen yanımızda yanan ateş kadehinin alevi Prenses Dione'un suratına yansıyordu. İçindeki alev yüzüne yansıyordu.

"Günün sonunda oğlum doğdu." dedi benden üstün olmayı umarak. Tanrım bu üstün olmak için kurulan en aciz cümleydi!

"Ve oğlunuza saygı duydu herkes." dedim tıpkı ona isteğini vermek isteyen bir ebeveyn edasıyla. "Fakat siz bunu kendi üzerinize alındınız."

Çenesi kasıldı. Bir süre susup yüzüme baktığında benimle ilgili aklında dolaşan pek de iyi olduğunu ummadığım planların döndüğünü hissettim. Ölümüm onun elinden mi olacaktı yoksa? Pek de şaşılası bir durum değildi. Zira canım herkesin oyuncağı olmuş ve en son kimin elinde kalırsa oyunun kazananı o olacak gibiydi.

"Sen ne yapacaksın peki?" dedi ve ekledi. "Asi bir prenses olarak hayatta kalacağını mı zannediyorsun? Hançerler bir bir dayanmaya başlamış boynuna. Daha nereye kadar dayanacaksın?"

"Farkında değilsiniz değil mi?" dedim hemen cevabını bekletmeyerek. O an üzerimde oluşan cesaretin sözleri bir bir döküldü dudaklarımın arasından. "Boynuma dayanan o hançer nerede Prenses?" diye sordum ve yine az önceki yaptığım gibi kendi sorumu yanıtladım onun gözlerinin içine bakarak. "Beni öldürmeye çalışan cellatlarımın içinde. Sorunuzun cevabını aldığınızı düşünüyorum."

Prenses Dione sinir küpüne bürünse de sesine bunu olağanca az yansıtarak "O hançer elbet bir gün alacak canını. Çok pişman olacaksın." dedi. O an bu durumu alaya çeviren bendim. Hafifçe gülümsedim ona bakarken.

"Bir oğlunuz var Prenses. Sizi ayakta tutan tek bir oğul. O ölürse size ne olacak bunu hiç düşündünüz mü?" diye sordum ve düşünmeden ekledim. "Yeni bir oğlan doğurma zamanı geldi de geçiyor bence."

Prenses Dione'un yüz ifadesi gözle görülür bir şekilde değişti. Söylediğim şey karşısında şok olan suratı o an alevin ona bıraktığı sıcaktan kaynaklanmıyordu. Kendi öfkesinin terleriydi onlar. Öfkesiydi onun ateşi. Kendisine yapılan saygısızlıklar ve had bilinmez satırlardı... Lakin ben bana haddini bilmeyen birinin karşısında daha fazla saygı sözleri beslemeye niyetli değildim. Bundan böyle kim ne yapıyorsa bir ayna gibi karşılığını kendisinde görecekti.

"Düzgün konuş benimle." dediğinde hiç beklemeden dişlerimin arasından konuşmaya başladım tıpkı onun gibi öfkeyle.

"Siz benim ölüme yaklaştığım geceyi rahatlıkla dile getiriyordunuz? Bundan rahatsız olmamanız gerek."

"Amacın ne?" dedi birden söylediğim şeyleri bir an bile aklından geçirmeyerek. "Tahta geçmek mi?"

Kaşlarım şüpheyle çatıldı. "Şimdi anlıyorum bu tahta geçme fikrini nereden aldığını." dedim çıkarım yapar gibi.

"Kimin?"

"Kızınızın." dedim ve çekinmeden konuşmaya başladım. "Bugün cüretkârca karşıma geçip bana tahta Chris'in çıkacağını, kendini kraliçe ilan edeceğini ve beni sürgün edeceğini söyledi. Size tavsiyem bunu halkın duymaması. Zira duyarlarsa ne oğlunuz ne kızınız ne de siz... Hepiniz bu hayatta kalma oyunundan silinip gideceksiniz."

Prenses Dione önce söylediklerimden ürkerek etrafına bakındı hızlıca. Konuşulanları bir bekçinin duyması onun felaketi olurdu. Taht oyunlarına yer yoktu bu krallıkta. Bunun için çevrilen her bir entrikanın cevabı bizzat halk tarafından verilirdi. Üstüne üstlük bu oyunu planlayan ölüm her an ensesinde olan bir prenses, bir kral kızı, ise...

Etrafını hızla kolaçan ettikten sonra bana döndü kocaman gözleriyle. "Yalan söylüyorsun." dedi öfkeyle. "Bütün bunları kendin söyledin. Kızım asla böyle konuşmaz. O da tıpkı benim gibi mutlu bir aile kurmak istiyor o kadar." Söyledikleri masallardan farksızdı. Tıpkı masallar gibi kendi hayalinde kurduğu dünyadan başka şey değildi bu dile döktüğü şeyler.

"Daha geçen gece sizin yanınızda bana terbiyesizlik eden birinden bahsediyorsunuz. Bir daha düşünün." dedim hemen üste çıkarak. Prenses Dione artık sabredemez bir şekilde nefesini bile kontrol edemediği bir noktaya gelince acıyarak baktım ona.

"Göreceksin Rosemarry." dedi ona acıyarak bakmalarıma karşılık hırsla bir adımla yanıma gelerek. "Bu duvarları görüyorsun değil mi? Hepsi bir bir üzerine yıkılacak. İçerde duran ailen birer birer kopacak, vazgeçecekler senden. En sonunda ne olacak biliyor musun? Yalnız kalacak ve o elinde tuttuğun kılıcını kendine saplayacaksın. Senin sonun halkın elinden olmayacak. Sen kendi kendini bitireceksin."

Kanım donmuştu söyledikleri karşısında. Gözlerimin önüne az önce yemek masasında olanlar gelince tek kanım değil bütün bir hayat donmuş kalmıştı. "Karanlığa öyle gömüleceksin ki... Parçaların Ardena'nın dört bir yanına savrulacak. Akıbetin tıpkı Kraliçe Marry gibi olacak. Belki Anastasia'nın elinden değil ama tıpkı onun kadar karanlık birinin elinden olacak. Kendinin."

Onun üzerinde donakalan gözlerim daha fazla dayanamadı ve bir yaş akıp gitti yanaklarımdan. Prenses Dione akan gözyaşını görür görmez sustu. Öyle bir an yaşıyorduk ki o an...

O ve ben belki de ilk defa kaderimizin bize çizdiği o resimle karşılaşıyorduk. Aynı yollardan geçen Prenses Dione zamanın verdiği iktidar sarhoşluğuyla söylediklerinde kendini görmüş ve donakalmıştı. Ben ise bu gerçekliğin farkına daha yeni varıyordum. İlk kez birbirimize yakın gelmiştik o an. Damarlarımızda akan kanlar ilk kez ortak su yatağına atan bir nehre dönüşmüştü. O su yatağından akan su bir süre birlikte seyahat ettikten sonra yeniden iki yola ayrılacaktı. Bu sadece kısa bir andı... Oysa bu kısa an bile olsa, yaşadığımız ilk tuhaf bağımızdı... Ortak bağımızdı...

O nehirlerden biri benim gözlerimden akarken Prenses Dione'un da gözleri dolmuştu. En sonunda bu acı ortamı daha fazla uzatmamak adına gözlerimi kapatıp zorla yutkundum hıçkırıklarımdan kurtulmak için. Gözlerimi yeniden açtığımda o nehir yatağı çoktan iki farklı yola ayrılmıştı. Ona baktım ve son kez gülümseyerek titreyen sesimle,

"İyi geceler dilerim." deyip arkamı dönüp gittim.

Hiçbir şey söylemedi. Arkamda öylece kalırken kaderiyle yıllar sonra yüz yüze gelmesinin afallığını yaşadı orada.

O gece ilk kez kanlarımız kısa bir anlığına birleşmişti. Ve o kan şimdi yeniden ait olduğu damarlara geri dönüyordu.

Birimizin kanı kalbi yaşatmak için damarlarına geri dönerken, bir diğerinin kanı çoktan damarlarından dışarı çıkmıştı.

*** 

Gözlerim kafamın içinde durmak bilmeyen seslerle aralandı. Kırgın ve her yanı ağrıyan bedenimi doğrulmaya zorladım ve ellerimle gözlerimi ovuşturmaya başladım. Kulaklarımdaki o yoğun adım sesleri ve telaşlı konuşmalar kocaman bir kaosa yol açmıştı. Uyku mahrumiyetiyle yatağımda doğrulmaya çalışsam da baş dönmemden bunu yapabilmem mümkün değildi. Elimde olan ilk şeyle başımı pencereme çevirdim. Ayın ışığının odamdan içeri süzülüşünü görünce kısa bir süre afalladım. Sabah olmamıştı?

Geceliklerimi önemsemeden endişeyle ayağa kalktım. Kulaklarımı ardına kadar açıp sarayın alt katındaki telaşlı konuşmalardan bir şeyler çözebilmeyi umdum fakat bunu başaramadım. Zihnime her ses aynı anda doluyor ve bu kargaşanın içinden çıkamıyordum.

Gecenin bir vakti sarayda büyük bir şey oluyordu

"Julia?" diye seslendim odanın içinde. Oysa ses yoktu. Endişeli adımlarımı hançerlerimin olduğu masaya çevirdim ve hançerlerimden birini aldım. "Neredesin? Julia!"

Hançerimi kabzasından çıkardım. Benim için miydi bu kıyamet? Canımı almaya mı geliyorlardı?

Kalbim deli gibi atarken hançeri tutan sol elime çevirdim bakışlarımı ve onunla göz göze geldim. Eğer bu sesler benim yüzümdense ve benim için geliyorlarsa, onlarla başa çıkamadığım zaman kendimi korumak için onu kullanmalı mıydım? Ares'i kullanmalı mıydım? Ya k-

"İnanamıyorum... Nasıl olabilir?"

"Gerçekten mi? Gerçekten ölmüş mü?"

"Yatağında ölü bulmuşlar."

"İp izleri duruyormuş."

"Tanrım sen bizi koru. Ne olacak şimdi?"

Kulağıma giren bu kısa telaş ve korku dolu konuşmayla olduğum yerde donakaldım. Sıkıca tuttuğum hançer ellerimin arasından kayıp giderken aklımda canlanan onca senaryodan kendime en mantıklısını bile seçemiyordum. O an ne yapacağımın bilincinde bile olmadan yere düşen hançerimi almadan koşarak odamdan çıktım.

Koridorların köşelerine sinmiş bekçiler korkuyorlar ve ağlıyorlardı. Kalbim içimde yepyeni bir ritim tutarken geceliklerimle ve çıplak ayaklarımla sarayın soğuk mermerlerinden koşuyordum. Sevdiklerime bir şey olmasının verdiği korku buram buram kokuyordu o an üzerimde. O koku çoktan sinmişti üzerime.

Neler olduğunu bilmesem bile bu kokunun verdiği korkuyla ağlamaya başladım koşarken. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Yalnızca koşuyordum. Bütün bunların bir kâbus olmasını umuyordum. Bu bir kâbus olmalıydı ve ben bir an önce uyanıp kendime gelmeliydim.

Soğukta koşmaktan kızaran çıplak ayaklarım kralın taht odasına giden koridordaki muhafız yoğunluğuyla durdu. Muhafızların hepsi koridora doluşmuş ve kapalı kapının önünde öylece birbirleriyle konuşuyorlardı. Nefesim kesildi. Adımlarımla birlikte kalbim de durdu o an. Aklım durdu, hayat durdu, nefesim...

Muhafızlar kendi aralarında bir uğultuya kapılmıştı. Gözyaşlarımla muhafızların arasına daldım ve onlara çarpa çarpa aralarından geçerek kapıya ilerlemeye başladım.

"Çekilin! Çekil! İzin verin!" Delirmiş gibi bağırıyor ve muhafızların arasında oradan oraya savruluyordum. Karşılaşacağım manzara her ne ise onu görmeye bile hazır değildim ama en azından bilmek istiyordum. "Kim?" dedim hıçkırıklarımın arasında. "KİM!" diye haykırdım en sonunda muhafızların arasındayken.

Muhafızlar gür sesimle birlikte konuşmayı kestiler. Hepsi bir bir bana bakarken ben yıkılmış bir şekilde her şeyden habersizce onlara bakıyordum. Birden her biri senkronize bir şekilde birer adım uzaklaşıp kapıya giden yere doğru bana yol açtılar. Kıpkırmızı yeşil gözlerimle onlara baktım. Yüzlerindeki korku o an görmeyi beklediğim fakat görmek istemediğim bir şeydi...

Onların bana izin vermesiyle ağır adımlarla kapıya ilerlemeye başladım. Kapının ardındaki şeye kendimi hazırlamak istesem de bunu yapamıyordum. Çıplak adımlarım mermerlerin üzerinde sesler çıkararak en sonunda kapının önünde durdular. Kapının önünde durmamla kapı birden iki yana açıldı. Gördüğüm kahverengi gözler o an paramparça olan içimi biraz daha toparlamıştı.

Chris kızaran gözlerle karşımda tıpkı benim gibi gecelikleriyle durunca başımı istemsizce iki yana salladım. Chris kesik bir nefes aldı ve yutkundu. Neler olduğunu anlamama fırsat kalmadan az önce ağladığını belli eden ince ve boğuk sesiyle bana öyle bir şey dedi ki bu hayatım boyunca unutamadığım ikinci kanayan yaram olmaya çoktan hazırdı.

"Sıra sende Rose..."

Kaşlarım kafa karışıklığı ve korkuyla çatıldı. Chris ise bana kızaran ve şişen gözleriyle bakıyordu çaresizce. Daha fazla dayanamadım ve kapının iki kulpunu tutan ellerini umursamadan uzandım ve kapıyı kendi ellerimle tutup araladım. Araladığım an karşımda gördüğüm manzarayla donakaldım.

Taht odasının orasında biri yatıyordu ve etrafında bütün bir Finch Aile'si dizilmişti. Kapının gıcırtısıyla bakışlar bir bir bana döndüğünde yerde yatan kişiyi artık daha net görüyordum.

Prenses Dione boynu kesik bir şekilde yerde yatıyordu.

Ve o... Ölmüştü...

Loading...
0%