25. Bölüm

BÖLÜM 23: ÖLÜM ÇUKURU

Düş Kuşu
duskusu_mona

 

 

 

BÖLÜM 23: ÖLÜM ÇUKURU

 

 

 

 

 

(YAZARDAN...)

 

“Beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattın Rowan... Kardeşini ölümle tehdit edecek kadar kendini nasıl kaybedebildin ve ben bunu nasıl göremedim?”

 

Kral Alaric Finch büyük bir öfkeyle ellerini masaya yerleştirmişti ve karşısında büyük oğluna hesap soruyordu. Böyle bir şeyin düşüncesi bile içini ürpertirken bahsinin geçmesi Kral Alaric’i öfkelendirmişti. Oğulları arasındaki gerginliğin boyutunu bugün daha iyi öğrenmişti.

 

Prens Rowan Finch mahcup bir şekilde bakışlarını önündeki masaya ve üzerindeki şarap bardaklarında gezdirdi. Daha az önce bütün krallık adamlarını görevlerini düzgün yapamadıkları için azarladığı bu masada kendi azarlanıyordu ve bu gururuna dokunuyordu. Kalbi öfkeyle çarpsa da dudaklarının arasından çıkan ses kontrollüydü.

 

“Affedin Majesteleri.” dedi önce ve bir süre sessiz kalıp babasının öfkesinin dinmesini bekledi. “Öfkeyle söylenmiş bir şeydi. Böyle bir şey yapmam mümkün mü? Kardeşlerime nasıl kıyarım?”

 

“Ben duymam gerekenleri duydum Rowan.” dedi Kral ve bir hışımla masadan uzaklaşıp odanın içinde volta atmaya başladı. Ellerini arkada birleştirmiş ve işaret parmağındaki Ejderha Yüzüğü’nü çeviriyor, stresini atmaya çalışıyordu. “Bir süre ava çıkmanı istemiyorum.” Büyük ve uzun süren sessizliği yine Kral’ın öfkeli nefesi bozmuştu. Prens Rowan babasının kararıyla başını hayretle kaldırdı ve babasına korkuyla baktı. Babasında ise merhamet adına zerre şey yoktu. “Bu gece ava Chris’i göndereceğim. O kafanda her ne dönüyorsa bunları anlaman için sana iyi bir süre olacağından hiç şüphem yok.”

 

“Majesteleri yapmayın.” dedi Prens Rowan Finch endişeyle ayağa kalkarak. Sandalyesi sesli bir şekilde onun birden kalkışıyla gerilemişti. Kral bu ani tavrına karşılık tek kaşını kaldırıp oğluna hesap sorduğunda Prens Rowan pişman olmuş gibi başını öne eğdi ve sözlerine öyle devam etti. “Ordunun başında yıllardır ben vardım, bütün taktikleri ben biliyorum. Chris koca bir orduyu nasıl yönetsin?”

 

“Fırsat verseydin belki o da bilirdi.” Kral’ın sözleriyle Prens Rowan’ın başı yeniden endişeyle havalandı. Babasının sözleri bir hançer gibiydi. “Öğrenir. Sen nasıl öğrendiysen o da öğrenir. Şimdi odana gidebilirsin.”

 

“Yapamazsın baba.” dedi bu kez sert ve net bir tavırla. “O ordunun düzeni için yıllarımı verdim. Kendi emeklerimle o ordunun nizamını sağladım ve şimdi ellerimle yaptığım emeğimi bir başkasının iradesine teslim edemezsin.”

 

Kral Alaric Finch sabır dolu bir nefes çekti içine. Çocuklarına neler olduğunu anlayamıyordu. Hepsinin birden ona baş kaldırması ve bu deli dolulukları artık sabrını tüketmişti. İtaatsiz oldukları gibi sınırlarını bilmemeye başlamışlardı ve bu Kral Alaric’i fazlasıyla rahatsız ediyordu. Yaşadığı kayıpların üzerine çocuklarının bu denli ondan bağımsız olmalarına daha fazla dayanamadı.

 

“Söylenmesi gereken her şey söylendi Rowan.” dedi oğlunun söylediklerini umursamadan. Böyle şeylerle uğraşmaktan sıkılmış ve bıkmıştı. “Şimdi odana git.”

 

Prens Rowan Finch şok içinde olduğu yerde ayakta kaldı. Yaşadığı şaşkınlıkla bir süre ayakta kaldı ve babasının arkasında duran tahtı izledi. Bu zamana kadar hep babasına ve o tahta layık olmaya çalışmıştı fakat şimdi tek hatasında herkesin gözünden silinmişti. Bunu kendine yediremiyordu. Babasının ona haksızlık yaptığını düşünüyordu ve bu öfkesini giderek arttırdığı gibi yanlış kararlar almasına da sebep oluyordu.

 

“Bu yaptığınızı asla unutmayacağım.” dedi nefret dolu bir sesle. “Asla.”

 

Babasının odasından çıktığı gibi adımlarını odasına çevirdi. Odasına girer girmez hazırlanmaya başladı. Bu fırsatı kardeşine kaptırmayacaktı. Bunca zaman emek vererek kurduğu ordunun düzenini kardeşinin yıkmasına izin vermeyecek ve her zaman olduğu gibi ordusunun başında olacaktı.

 

Kardeşleri bu zamana kadar hiçbir krallık işine karışmamıştı. Bütün bu düzenin temelinde babasından fazla emeği vardı ve bundan kimsenin haberi yoktu. Emeklerini bir başkasına yâr ettirmek en son isteyeceği şeydi. Kardeşlerinin sonradan baskın olan bu krallık meselelerini görmezden geliyor ve onları bu işlerden olabildiğince uzak tutup kendi düzenini kendi kurmaya devam etmek istiyordu.

 

Babasının iyi bir kral olmadığını düşünüyordu. Zira Finch Hanesinin saltanatı boyunca en fazla istila ve savaş babasının devrinde olmuştu ve daha fazlası da olacaktı. Babası bu saldırılara karşılık vermek yerine savunmada kalarak geçirmeye çalışıyordu fakat Prens Rowan bununla bir şeyler elde edeceklerini düşünmüyordu. Ona göre savunmak kaçmaktı. Onlara gerektiği cevabı verebilmek istiyordu ve bu cevabı da kendi kurduğu düzenin vereceğini düşünüyordu.

 

Büyük bir telaşla av için hazırlığını yaptı. En güvendiği kılıcını büyük bir zevkle kemerinde duran kılıç kabzasına geçirdi ve adımlarını doğrudan ordusunun olduğu yere sürdü.

 

Babasına haber vermeden ordusunu da alıp ava gidecek ve buna bir son verecekti. Bu savaşa son verecek kişinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Kendisini hem Bekçiler Krallığı hem de Finch Hanedanı’nın ışığı olarak görüyordu. Bakışlarını işaret parmağına çevirdi. Orada duran Geyik Yüzüğü’ne bakarak gülümsedi.

 

Kendisi Işığın Bekçi’siydi. Niçin bunu ispatlamaya gerek duymalıydı ki?

 

 

*** 

 

“Prensim... Babanızın haberi olmadan yapamayız.”

 

Prens Rowan yanında onun adımlarını takip ederek koşuşturan Bekçiyi umursamadı. Siyah atının olduğu yere ilerledi ve atının dizginlerini tutan Bekçiden dizginleri uzatmasını istedi. Dizginleri tuttuktan sonra büyük bir öfkeyle arkasını dönüp ardından koşuşturan Bekçiye,

 

“Benim emrime karşı mı çıkıyorsunuz siz? Bu zamana kadar kime itaat ettiyseniz yine aynı şeyi yapacaksınız.” dedi. Bekçi başını eğdi çekinerek.

 

“Kraldan gizli ordusunu kaçırmak ve ava gitmek doğru değil Majesteleri.” dediğinde Prens Rowan daha da sinirlendi ve Bekçisinin üzerine bir adım ilerledi.

 

“Ordu benim ordum.” dedi işaret parmağıyla kendisini göstererek. “İstediğim vakit ordumu ava çıkarırım istediğim vakit ordumu kralın topraklarına geri getiririm.”


Prens Rowan Finch, hışımla atının dizginlerinden destek aldı ve atına tek hamlede bindi. Bekçi korku dolu gözlerle ve endişeyle ona yaklaştı.

 

“Majesteleri...” Oysa Prens Rowan bunu dinlemek yerine atının dizginlerini kendine çekerek ordusuna yaklaştı. Ordusu hazırdı. Gitmemeleri için hiçbir engel yoktu. Kapının kenarına geçti ve ordusuna seslendi büyük bir güçle.

 

“Toplanın. Gidiyoruz.”

 

Sarayın geçidi açıldı. Prens Rowan atının dizginlerini sertçe çekti ve büyük bir hızla ardında ordusuyla birlikte av için Fısıltılar Ormanı’na doğru yola çıktı.

 

Gecenin karanlığı ve Ay’ın ışığı yine karışmıştı birbirlerine. Atlılar toprağı parçalarcasına büyük bir güç ve hızla yol alıyorlardı.

 

Prens Rowan Finch ordusu ve parmağındaki güçle birlikte gözü kara bir şekilde düşmanlarına doğru ilerliyordu. Tek bir gayesi vardı o da emekleriyle inşa ettiği bu düzenin gerçek sahibi olmaktı...

 

 

 

 

(Birkaç gün sonra...)

 

 

 

(ROSEMARRY’DEN...)

 

Tenimi sessizce yoklayan ince rüzgâr acımı tetikliyordu. Kulaklarıma dolan o hoyrat dalgaların arasında kendimi belki de ilk kez bu kadar yalnız ve çaresiz hissediyordum. Kaybediyordum. Sırayla... Her şeyimi...

 

Bacaklarım uçurumdan aşağı ritimle sallanırken ayaklarımın ucunu bulan hırçın dalgalarla kuraklaşan bedenimi hayata döndürmeye çalışıyordum. Yine buradaydım. Yine kendimi bulabildiğim tek yerdeydim.

 

Avucumda buruşan gül yaprağına baktım avucumu açarak. Elime kırmızı rengini hediye etmişti tıpkı kokusu gibi. Gözyaşları içinde yaprağa baktım. Ay’ın önündeki bulutlar dağıldı o an. Sanki gülü görmeme yardım etmek ister gibi ışığını bıraktı avucuma.

 

Gözyaşlarımdan bir tanesi gül yaprağının üzerine akınca avucumu yeniden kapattım ve diğer elimle ağzımı kapattım. Onun yokluğu öyle kurutuyordu ki içimi... Onun yokluğu içimi öyle kırıp döküyordu ki... Onu her özlediğimde odasına değil de gül bahçelerine, çiçek bahçelerine gitmek öyle acıtıyordu ki...

 

Hırçın dalgalar öfkeliydi bu gece. Geldiğim andan beri öyle kızgınlardı ki dalgaları uçurumun ucuna kadar ulaşıyordu. Keskin kayaları bile kıracağından emindim bu dalgaların. Bugün hırçın deniz bana çok benziyordu.

 

Arkamdaki hareketliliğe aldırış etmeden başımı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi kapattım. Koca bir cüsse tam arkamda bitti. Sıcak nefesi başımdan aşağı geliyordu ve bu beni üşütüyordu.

 

“Biliyor musun?” diye mırıldandım. Acımı öyle yaşıyordum ki sesim bile çıkmıyordu. “Şimdi seni daha iyi anlıyorum.” dediğimde dudaklarımdan bir hıçkırık çıkmaya yeltendi. Yüzümü buruşturarak kendimi tuttum ve burnumu çektim.

 

Ares sessizce arkamda duruyordu. Hiçbir tepkisi yoktu. Ben acımı yaşıyordum, o da acımı izliyordu.

 

Chris’i odasına götürdükten sonra soluğu burada almıştım. Annemin yokluğu artık beni yok edecek bir noktaya gelmişti. O sarayda duramıyordum. O duvarlar beni hapsediyordu. Buradaydım... Yanımda Ares vardı... Birlikte burada uzun bir süredir Hırçın Deniz’in dalgalarını dinliyor, rüzgârı hissediyor, gökyüzüne bakıyorduk.

 

Gülün yapraklarını tutmaktan şişen ve kızaran ellerimle gözlerimin önündeki yaşları sildim. Kendi etrafımda dönüp Ares’e baktım. O an Ares’in ayakta değil de dizleri üzerine çökmüş bir şekilde oturduğunu fark ettim. Tıpkı benim gibi gökyüzüne bakıyordu dolu mavi gözleriyle. Anastasia’yı özlüyordu. Tıpkı benim annemi özlediğim gibi...

 

Yere değecek kadar uzun olan yelelerine uzandığımda başı yere eğildi. Göz göze geldiğimizde ikimizin de gözlerinde acı ve özlem vardı. İkimiz de ortak yaralarımıza baktık bir süre...

 

Hayatlarımız bambaşkaydı ancak acılarımız birdi. Bizi birleştiren bir diğer şey de acılarımızdı.

 

“Korkuyorum...” dedim sessizce. Başımı yere eğerek gözyaşlarımı sakladım ondan. “Kendimi kaybedip kötü bir şey yapmaktan çok korkuyorum.” dedim acı bir fısıltıyla. İçimde koca siyah bir parça vardı ve bu her şeyi kurutuyordu. Her yeri kararttığı gibi içimde bir iç savaşa yol açıyordu.

 

Ares sessizce acı içinde kıvranışımı izledi. Onun yanında kendim olmayı seviyordum. Kendimi bu zamana kadar başkalarından saklamak zorunda kalmıştım. Şimdi ise kendim olmak omuzlarımdaki yükü biraz da olsa azaltıyor gibiydi.

 

“Bir canavara dönüştüğümü hissediyorum.” dedim aynı fısıltıyla. Ares’in hareketlendiğini görünce merakla başımı kaldırıp ona baktım. Şaşkındı. Ve nedenini merak ediyor gibiydi. Gözyaşlarımı saklamadım ondan. Titreyen çeneme rağmen konuşmaya başladım. “Kaybettiğim her şey için içimde bir savaş dönüyor.” diye itiraf ettim onun koyu mavi gözlerine bakarak. “Kontrolümü kaybedeceğimden korkuyorum.”

 

Ares’in gözlerinde hüzünlü bir matem havası vardı. Bana olan yumuşak bakışları arasında kendimi daha da kaybettim. Gözyaşlarım birer şelaleydi. Annemi kaybetmenin verdiği acının beni bir canavara dönüştüreceğinden korkuyordum.

 

“Onu özlüyorum.” dedim ve ağlamaya başladım. Dizlerimi karnıma toplayıp ellerimi başımın iki yanına koydum ve başımı dizlerimin arasına gömdüm. “Sesini unutmaktan, kokusunu unutmaktan korkuyorum.” Bir hıçkırık koptu o an dudaklarımın arasından. “Ya onu unutursam?” Başımı kaldırıp Ares’e baktım çaresizce. Bir umut ona bakıyordum. Bana unutmayacağımı söylemesi için ona her şeyi verebilirdim. Tek ihtiyacım olan bunu bana birinin söylemesiydi. “Bir şey söyle bana...” dedim acıyla. “Lütfen tek bir şey söyle.” dedim ve gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. “Ayağa kalkmam için bir şey söyle.” Gözleri yoğunlaştı. Bana söyleyebileceği bir şeyi olmasını diledim. Yok muydu? Hiçbir şeyi yok muydu? Başımı iki yana salladım. “Yalan da olur.” dedim tek omzumu kaldırarak. “Yeter ki söyle, inanırım ben.”

 

Ares gözlerini kaçırdı ve bana arkasını dönüp ormana doğru ilerlemeye başladı. Hayal kırıklığıyla ona baktım. Hiçbir tepki vermeden, hiçbir şey söylemeden öylece ormana doğru gitmeye başladı. Arkasından bir süre şaşkınca baktıktan sonra başımı yeniden dizlerimin arasına gömdüm ve ağlamaya devam ettim.

 

Hıçkıra hıçkıra ağladım oracıkta. Hırçın Deniz de benimle ağladı. Rüzgâr benim gözyaşlarımı akıttı. Ağaçlar bana sarıldı.

 

Kendimi kaybetmişçesine ağlarken bir anda kafamın üzerinde bir şey hissettim. Sert bir şey, kafamın üzerinde başıma sürtülüyordu. Ne olduğunu anlamak için başımı kaldırdığımda Ares’in ağzında bir dal parçasıyla durduğunu gördüm. Çatık kaşlarımla ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışırken uzun bir dalın ucundaki büyük yaprakları, yanaklarıma sürtmeye başladı. Ağzında tuttuğu dal parçasını bir sağa bir sola doğru sallarken ucunda duran yapraklar gözyaşlarımı siliyordu.

 

Hayretle onu seyrettim. Bıkmadan, usanmadan yanaklarıma biriken yaşları sildi elinden geldiği kadarıyla. O an içimdeki duygular birbirine öyle karışmıştı ki bir anlığına burada olduğumu unuttum. Bir bedene sahip olduğumu, dünyanın varlığını, ölümü, yaşamı... Hayat bir süreliğine beni çekip çıkarmıştı içinden. Beynim öyle bir boşluğa sürüklenmişti ki yüzüme değen yaprak parçalarının varlığını bile hissedemiyordum.

 

Gözlerim ağır ağır kırpıştı. Gözyaşlarımı sildiğine emin olduktan sonra ağzında tuttuğu dal parçasını sağına doğru fırlattı ve burnunu bana yaklaştırdı. Burnunu, alnıma yaslayıp yukarı doğru ittirmeye çalıştı, eğilen başımı kaldırmak için... Dolu gözlerim yüzünde dolaştı.

 

Bana söyleyecek tek kelimesi yoktu ama buna gerek de yoktu. Yanımdaydı ve yanımda olduğunu hissettiriyordu.

 

Burnumu çekerek ayağa kalkmaya çalıştım. Uyuşan bacaklarım bir süre ayakta durmakta zorlandı. Koyu mavi gözlerine duygu dolu baktım. Sağ elim havaya kalkıp onun burnunun üzerindeki beyaz noktaya değdi ve orayı okşadı. Alnımı o beyaz noktanın üzerine yerleştirdim. Birbirimize yaslandık, birbirimizde dinlendik... Annelerini kaybeden iki çocuk gibiydik. Bir çocuk gibi gelip gözyaşlarımı silmişti. İçindeki masumluk beni her geçen gün duygulandırıyordu.

 

Anastasia’nın onun için bir anne gibi olduğunu biliyordum. Asla onun yerini almak ve Ares’in kafasını karıştırmak istemiyordum. Fakat içimde ona karşı olan bir zaaf vardı. Bir dürtü... Bu dürtü Ares’in içindeki anne boşluğunu kapatmak istiyordu. Kendi içimdeki anne boşluğunu bu zamandan sonra kapatmam mümkün değildi. Ama en azından... En azından onun anne boşluğunu kapatmak istiyordum...

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım hüzün dolu bir gülümsemeyle.

 

“Şu sıralar kendimi çok iyi hissetmiyorum ve hiçbir şeye gücümün kaldığı da söylenemez.” dedim ve gülümsedim. “Ama senin için her zaman kendimi iyileştirir senin yanında olurum.” Koyu mavi gözleri parladı. Kalın ve sert yelelerini okşadım. “Kendini nasıl hissedersen hisset ben seninle o hissi paylaşmaya hazırım Saf Karanlığım...” dedim ve ekledim. “Onun yokluğunu dolduramam belki ama bu acıyı az da olsa dindirebilmek için her şeyi yaparım.” Gözlerindeki duyguları görmek paha biçilemezdi. Neler düşünüyor, aklından neler geçiyor, kızgın mı, mutlu mu? Bir anda gözleriyle yüzüğün beyaz noktasını işaret etti. Mesajını anında algılayıp işaret parmağımı beyaz noktaya dokundurdum.

 

“Sanırım hiç bitmeyecek bir kâbusun içindeyim.” Anastasia’nın bitkin ve kırgın sesi buldu kulaklarımı. Bu çaresizlik fazla tanıdıktı. “Güneş doğudan değil, batıdan doğuyor sanki bugün.” diyordu güçsüz sesi. “Onu tanımanı çok isterdim.” dedi bu kez. Kafa karışıklığı ile kaşlarımı çattım. “Sadece benim zihnimdeki anılardan tanıyorsun onu. Keşke sen de görebilseydin.” Kimden bahsediyor olabilirdi? Anastasia için önemli biri mi vardı? “Bunu kendisine asla söylemedim ama...” dedi ve sözleri dudaklarında zincirlendi sanki. Duraksadı. Acı nefes alışlarını işitebiliyordum. “Ama...” dedi bir kez daha. Sesi giderek titriyordu. Sesini titrerken duymak tüylerimi ürpertmişti. “O benim için bir anneydi.”

 

Gözlerimi aralayıp Ares’e baktım. Başımı hafifçe yana yatırıp bir açıklama bekledim oysa beklediğim açıklama gelmedi. Anı zihnimde canlanmaya devam ediyordu. “Gelsene.” dedi Anastasia kısa bir süre sonra. “Kucağıma. Gerçi bir hayli büyüksün ama.” dedi ve güldü. Birkaç kıpırdanma sesi doldu ardından zihnimin içi. Sonra sürtünme sesleri. Ares’in uzandığını tahmin ediyordum. Anastasia sessizliğini korudu bir süre. “Çocukken uyuduğum zaman böyle gelip okşardı saçımı. Bilmediğimi sanırdı ama ben hiçbir zaman tam olarak uyumazdım. Hep bilirdim onun yanımda olduğunu. Eminim ki yaşasaydı eğer, senin de yanında olurdu.” dedi ve yine sessizliğe gömüldü. “Sana da annelik ederdi. Sana canavar derdi kesin!” deyip kendi kendine güldü delirmiş gibi. “Ama yok.” dedi acı içinde ve burnunu çekti.

 

“Ares.” dedi meraklı bir ses tonuyla. “Sence ben de onun gibi biri olabilir miyim? Mesela onun bana yaptığı gibi sana iyi bir anne olabilir miyim?” dediğinde Ares ile göz göze geldik. Ares’in yüzünde acı bir tebessüm vardı. “Tanrım ne saçmalıyorum, ben bir ucubeyim!” dedi hemen ardından. “Bir ucubeden anne olamaz. Saçmaladım. Bu acı bana ne saçma şeyler söylettiriyor öyle.” dedi ve bir kez daha güldü. “Sen bana aldırma. Benim kafam biraz değişik çalışıyor. Ben de çözemiyorum.” dedi ve bu kez küçük bir kahkaha attı. Kafamdaki yoğunluk geçince bu anı parçasının geçtiğini anlayıp başımı kaldırdım.

 

Ne söyleyeceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. İçimdeki dürtünün açtığı yoldan mı ilerlemeliydim yoksa beklemeli miydim emin olamıyordum. Merhamet etmeye çekiniyor ve sürekli bilincime işletilen o sözleri haklı çıkarmak istemiyordum. Sırf o sözler yüzünden biz kadınlara tanınamayan hakları anımsıyor ve vazgeçiyordum aklımdakilerden. Oysa bazı anlar geldiğinde içimde tutamadığım bir his beliriyor ve o sözleri sonuna kadar haklı çıkarmayı başarıyordu. Buna inanmak istemesem bile bunun doğruluğunu kendi içimde biliyor ve onaylıyordum. Efsanevi yüzüklerle duygusal bağlar kurmanın bir zayıflık olduğunu söyleyen ve bu yüzden kadınlara birer yüzük emanet etmeyen atamı haklı çıkarmamak için Ares’e karşı bu zamana kadar hep mesafeli durmuştum. Ama onun da içi tıpkı benim gibi ateşler içerisinde yanıyordu.

 

Gözlerimi kırpıştırarak bir karar anı yaşadım o an kendi içimde. Ya bütün bir duvarları yıkıp hiçbir şeyi umursamayacak ve ona tıpkı Anastasia gibi yaklaşacaktım ya da onunla aramdaki mesafeyi arttıracaktım. Göz göze geldik o an... Bu acı dolu gözlerin karşısında nasıl mesafe koyardım onunla arama? Nasıl kıyar, nasıl üzerdim onu? Üzülür müydü?

 

Sıradan bir yaratık olmadığını biliyordum. Diğer yaratıklara nazaran farklı bir yapısı, gücü ve duyguları vardı. Belki de diğer yaratıkların da böyle duyguları vardı fakat bu zamana kadar bekçileri onlara sürekli mesafeli yaklaştıkları ve onlara birer silah gibi davrandıkları için bunca zaman içlerinde saklamışlardı duygularını... Oysa Ares saklamıyordu. O duygularını yansıtıyordu.

 

O gün... Kalelere yapılan saldırıların yapıldığı o gün net bir şekilde görebilmiştim gözlerini. Başkalarına karşı o koyu mavi gözler bir ateşten farksızdı. Öfkesi yalnızca gözlerinden bile okunabiliyordu. Ama karşımda bir çocuk gibiydi. Gözleri yeni doğmuş bir Güneş kadar parlaktı. Yanımdayken ağaçların dallarıyla kendi kendine oyunlar oynuyor; düşen yapraklardan çıkan seslerle kendince müzikler, ritimler tutuyordu. O benim yanımda böylesine gardını indirmiş ve benimle arasındaki olan mesafeyi yok etmişken ben neden hâlâ ona bir mesafe koymaya çalışıyordum?

 

Atalarımın sözlerini haklı çıkarmamak için ona karşı koyduğum bu mesafe, Dünya’nın en saçma şeyi gibiydi o an. Gözlerindeki o küçük parıltılar benim gözlerime sıçradı sanki. Hüzünle tebessüm ettim ona.

 

Atalarımı haklı çıkaracak bir şey yaptım o an...

 

Dizlerimin üzerine oturdum ve kucağımı işaret ettim. “İster misin?” dedim tıpkı anısında olduğu gibi. Anastasia’nın kucağına uzandığı gibi kendi kucağımı işaret ettim. “Belki iyi gelir.” dedim tek omzumu kaldırarak ve ardından gülerek ekledim. “Sığmazsın gerçi ama olsun.”

 

Ares’in gözlerinin içi güldü o an. Büyük bir mutluluk ve hevesle dizlerinin üzerine çöktü ve başını kucağıma yaklaştırdı. Başı elbette kucağıma sığmadı. Ama bu bile ona iyi geldi.

 

Devasa başı önümde yere doğru uzandığında titreyen elimi uzatıp derin bir nefes alarak başını okşamaya başladım.

 

Önümde Ares uzanıyordu. Arkamda orman, önümüzde Hırçın Deniz’in uçurumu, üstümüzde Ay Işığı duruyordu... Sessizce birbirimizin nefes seslerini işitiyorduk. Bir elim yere dayalı bir şekilde yerden destek alırken diğer elim usanmadan büyük bir şefkatle onun başını okşuyordu.

 

Gözlerimi gökyüzünden Ares’in başına çevirdim. Yüzünü göremiyordum ama huzurlu ve mutlu olduğundan emindim. Bir evlat gibi başını okşadım belki de saatlerce. Uykuya dalar gibi oldu birkaç sefer. Uzanıp çekinmeden başına küçük buseler bıraktım ve yelelerini okşamaya devam ettim. Parmak uçlarımla başına küçük hareketler yaptığımda keyifli mırıltılarını işittim ve gülümsedim. Bir ara yelelerinden ufak parçalar alıp yelelerini örmeyi denedim. Berbat göründüğüne kanaat getirdikten sonra gülerek örgüleri açtım.

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Gözlerimi bir an olsun uykuya teslim etmedim. Ay etrafımıza ışıklarını saçarken bir yandan Güneş’i çağırmak için küçük adımlarla uzaklaşıyordu gökyüzünden. Güneş’in ilk ışıkları dağların ardından yansımaya başladığında sabaha karşı olan bu rutubetli havayı içime çektim. Bir anlığına her şeyi unutup her şeyi boş vermişliğin hissi beni yeniden var etmiş gibiydi. Kollarım arasında duran bir aslan duruyordu. Küçük bir yavru gibi bana sokulan ve uyuyan bir aslan... Yüzümde sıcak bir gülümsemeyle ona, çocuğuna hayran bir anne gibi bakıyor; inceliyordum. Yıllar önce kaybettiği çocuğunu bulup hasret gideriyormuşçasına o hasret kaldığım suratının her zerresini ezberlemeye çalışıyordum.

 

Gözlerimin önünde inip kalkan devasa bedeni ve nefes sesleriydi o an beni ayakta tutan. Hayata geri getiren...

 

İç çektim ona bakarken. İç çekerken zihnimde birkaç anı parçası canlandı.

 

“Yaşamak istiyorsan bir aile kurmalısın sevgili yeğenim.” diyordu Prenses Dione bir bahar ayı odamda oturup balkondan dışarıyı izlerken. “Bir oğlan doğurmalısın. O vakit göreceksin dokunulmaz olacağını. Sana dokunamayacaklarını... Yaşamak istiyorsun değil mi?” diye soruyordu. Acıyla sallıyordum başımı.

 

“İstiyorum Majesteleri.” diyordum kırgın ve bitkin sesimle. Prenses Dione’un elleri saçlarıma ulaşıyor ve usulca başımı okşuyordu.

 

“Öyleyse dediklerimden çıkma güzel yeğenim.” diyordu kendinden emin bir tavırla. “Bana güven. Oğlan doğurduğunda bitecek bu kâbus.”

 

Gözlerim uzaklara dalan anı parçasından ayrıldı ve kucağıma uzanan Ares’e baktı. Söylenen sözler onun her zerresini ezberlediğim yüzüyle birleşince kendi kendime gülümsedim. Ellerim onun yelelerinde dolaşırken bu sözleri bir gün onaylayacağım aklımın ucundan geçmezdi. Uzanıp başına bir öpücük daha bıraktım Ares’in. Dudaklarım teninden ayrılmazken sessizce fısıldadım duymayacağını bilsem bile.

 

“Sen benim başıma gelen en güzel şeysin...” diye mırıldandım ve bir öpücük daha bıraktım. “Senin gibi bir oğlum olduğu için çok şanslıyım.” dedim dolu gözlerle ve başımı ondan uzaklaştırdım. Sol gözümden bir damla yaş akarken burnumu çekip başımı yana çevirerek gözyaşımı sildim. Bunu söylediğim için içimde bazı şeylerin kıpırdadığını hissediyordum. Heyecandı bu... Küçük bir heyecan...

 

Artık onu kabullenmiştim. Başkalarının sözlerini kendime bir mesafe edinmek için o sözleri değiştirmeye yetecek gücümü hazırlamak için hatırlatacaktım kendime. Zira yanılıyorlardı. Onları bir silah olarak görmekle çok büyük bir hata yapıyorlardı. Bu önyargı ve bütün bu saçmalıkları bir gün kıracak ve toza çevirecektim. Doğruyu doğru olarak yanlışı yanlış olarak gösterecektim herkese.

 

Kendimi büyük bir savaşa hazırlıyordum. Kendimle, başkalarıyla, kaybettiklerimle, kazanacaklarımla dolu büyük bir savaşa. Önümde duranın değil, karşımda duranların yok olacağı bir savaşa...

 

Gün doğarken başımı kaldırıp Güneş’in ilk ışıklarına baktım. Dün gece karanlığa dökmüştüm içimi. Şimdi gün doğuyordu. Karanlığa dökülenler bir ışık olarak geri dönüyordu. Gülümsedim ve ellerimle Ares’in başını okşamaya devam ettim.

 

Değişecekti. Her şey değişecekti. Değişmek zorundaydı.

 

Ve bugünden sonra bu değişime kimse engel olamayacaktı.

 

 

 

 

(İki Gün Sonra...)

 

Ellerim arasında duran oku doğrulttuğum hedefe bıraktığımda ok keskin bir kılıç gibi yayımdan ayrıldı ve hedefe tam isabet etti. Ok kutusunda bir ok daha çıkarıp yayıma yerleştirirken Marlon sessizce yanımda duruyor ve beni izliyordu. Okumu yayıma sabitlerken göz ucuyla ona baktım.

 

“Sen neden duruyorsun? Çalışmayacak mısın?” diye sordum ve sol gözümü kapatarak hedefi yeniden isabetledim. Marlon parmağıyla burnunun ucunu kaşıdı.

 

“Çalışmayı düşünmüyorum.” dediğinde duruşumu bozmadan,

 

“Neden?” diye sordum ve oku bıraktım. Ok yeniden hedefe tam isabet ettiğinde ciddi bir ifadeyle Marlon’a döndüm. Marlon elini ensesine yerleştirerek yaramaz bir şekilde bana baktı.

 

“Sanırım eskisi gibi dinç değilim artık. Yaşlandım.” dediğinde tebessüm ederek ona baktım.

 

“Çok kötü bir bahaneydi Marlon.” diyerek ok kutumdan bir ok daha çıkardım ve bu kez oku Marlon’a uzattım. Yayımı da ona uzattığımda şaşkınca bana baktı. “Bana ok atmayı öğreten sensin. Öğrencin olarak sana meydan okuyorum.” dedim ve gözlerimle hedefi işaret ettim. Marlon tek kaşı havada bir bana bir hedefe baktığında uzanıp omzuna iki kez sertçe vurdum ve hedefe ilerlemeye başladım. Hızlı adımlarla hedefe yaklaştıktan sonra hedefin ortasında olan oklarımı çıkardım ve Marlon’ın yanına ilerlemeye başladım. Marlon hâlâ şaşkınca elindeki oka ve yaya bakıyordu.

 

“Bir şeyi merak ediyorum Rose.” dedi Marlon meraklı gözlerle. Başımı salladım. “Vazgeçmeyeceksin değil mi?”

 

Kaşlarımı çattım. “Neyden?”

 

“Savaşmaktan? Çalışmaktan?” diye sorduğunda başımı anında iki yana hızla salladım

 

“İyi hatırlattın. Seninle uzun zamandır ava çıkmıyorduk değil mi Marlon?” diye sorduğumda Marlon bıkkın bir şekilde başını arkaya atınca küçük bir kahkaha attım.

 

“Tanrım neden ben?” dedi Marlon sızlanarak ve sızlanmasına devam etti. “Geceleri eğlencelere giden, içen, diyarı gezen, şarkılar söyleyen, danslar eden dostlar neden başkalarının? Neden benim değil!” Söylediği şeylere karşılık öfkeyle dizine hedeften çıkardığım oklardan birini vurdum. Sızlanarak bir adım geri çekildiğinde kaşlarım çatık bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm.

 

“Sen benden şikayetçi misin Marlon?” diye sordum alınganlıkla. Marlon şaşkınca suratıma baktı.

 

“Bana sakın ciddiye aldığını söyleme Rose.” dedi ve şaşkınca alınan suratıma baktı. “Gerçekten ciddiye mi aldın Rose?”

 

Alay ettiğini çok sonradan fark ettiğim ve durumu toparlayamayacağım bir raddeye getirdiğim için derin bir iç çektim. Marlon endişeyle adımlarını yanıma getirip kollarımdan tuttu ve yere düşen başımı çenemi tutarak kaldırdı. “Alındın mı gerçekten?” diye sordu. Israrına karşılık burukça gülümsedim. Kötü bir şey yaptığını anlayabilmek için hep böyle ‘Kötü bir şey mi yaptım?’ diye sorarak ısrar ederdi.

 

“Biliyorsun normalde ciddiye almam ama...” dedim ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Titremeye başlamışlardı. Hayır, şu an ağlayamam. Şu an sırası değil. “Yani... Son olanları biliyorsun işte.” dedim ve ellerimle yüzümü kapatıp ondan bir adım geri çekildim. “Bütün dengem bozuldu. Sen kötü bir şey yapmadın merak etme.” diye mırıldandım ve ellerimi havada sallayarak ağlayacak kadar kızaran suratıma salladım. Ne zaman bu kadar dengeyi bozmuştum. Marlon duygusal gözlerle bana bakıyordu. Çaresiz ve duygusal gözleriyle...

 

“Benim hatam.” dedi Marlon bir süre sonra. “Güler geçeriz demiştim ama senin içinde bulunduğun ruh halini düşünmeyip patavatsızlık yaptım. Üzdüm. Özür dilerim.”

 

“Hayır.” dedim aniden telaşla. “Gerçekten özür dilemene gerek yok. Ben iyiyim.” deyip gülmeye başladım. “Gerçekten iyiyim. İyi olmasam güler miyim böyle hiç?” dediğim sıradan sarayın kapısından giren at ordusuna gözüm takıldı. Marlon da benim de aynı anda arkasına dönerek baktığım yere bakınca yüzümdeki gülümseme söndü. Bir şeyler mi oluyordu? Atın üzerinden inen bir asker sarayın kapısına doğru bağırmaya başlayınca bütün bir bahçe sessizliğe gömüldü.

 

“HEKİM! DERHÂL HEKİM ÇAĞIRIN!”

 

At kalabalığının arasında gözüm bir şeyler görmeye çalışsa da bu pek mümkün olamıyordu. Oraya doğru bir adım attığım sıra Marlon telaşla kolumdan tuttu. Sarhoş olmuş gibi başımı ağır ağır ona çevirip kolumu tutan eline baktım. Marlon endişeyle bana bakıyordu.

 

“Rose, gitme.” dedi. Başımı anlamsızca salladım.

 

“Neden?” dedim ve korkuyla ekledim. “B-bir şey mi gördün? Ben göremedim. Neler oluyor anlatsana.” dediğimde Marlon’ın korkusunu görebiliyordum. Bir şey görmüştü o kalabalığın içerisinde. Başımı o yöne çevireceğim sırada Marlon başımı tutup kendisine çevirdi.

 

“Rose. Orası şu an çok kalabalık. Gel biz biraz bahçenin diğer tarafına gidelim.”

 

“Bir şey gördün sen.” dedim ve yüzümü onun elleri arasından çektim. “Ne gördün?” diye sorarken arkamı döndüm ve kalabalığa baktım. Tam o an bütün hücrelerimin donduğunu ve artık ne hissedeceğimi bile bilemediğim bir evreye girdim.

 

Atın üzerinden bir adam indirdiler. Askerler onu taşıyarak sarayın içerisine götürdüler. O yüz... O yüz o kadar tanıdıktı ki...

 

O beden Caleb’tan başkası değildi.

 

“Caleb...” gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından. Ardından beni tutan kolların arasından sertçe ayrılarak saraya ilerlemeye başladım. Marlon arkamdan defalarca kez adımı tekrarlıyor ve geri dönmemi söylüyordu. Tutmaya, engellemeye çalışıyordu oysa duymuyordum.

 

Sarayın önündeki kalabalığa ve atların arasından geçerek sarayın kapısına çıkan merdivenleri adımlamaya başladım. Sarayın içerisi kıyamete dönüşmek üzereydi. Herkes telaşla bir yerlere koşuşturuyor ve serzenişlerde bulunuyordu. Öyle ses kalabalığı vardı ki hiçbir sesi ayırt edemiyordum. Bir yandan kralı çağırın, krala haber verin haykırışları diğer yandan hekim çağırın çığlıkları öbür yandan prens Chris’i çağırın sesleriyle her şey birbirine öyle karışmıştı ki...

 

Kalabalığın arasından itile kakıla geçerken en sonunda tanıdık bir yüzle karşılaştım. Chris, kral ile birlikte hızlı adımlarla bu yöne doğru geliyorlardı.

 

“Ne oldu? Neler oluyor?” diye sordum Chris ve krala doğru. Kral telaşla yanımızdan uzaklaşırken Chris açıklama gereği duyarak önümde durdu.

 

“Endişelenme Rose. Tamam mı?”

 

“Neden? Neden böyle söylüyorsun?” diye sordum titreyen sesimle. Ardından sarayın kapısını işaret ettim. “Caleb’a benzeyen birini taşıyorlardı az önce. Kimdi o?”

 

“Rose.” dedi sakinleştirmek ister gibi Chris. Chris’in arkasından gelen Başbekçi’yi fark ettim o an. Kalabalığı açarak ve dağıtarak geliyordu. Kızgın ve telaşlı sesi sarayda yankılanıyor ve saraydaki kalabalığı dağıtıyordu. Chris’ten bir cevap alamayınca koşar adımlarla ona yöneldim.

 

“Drach!” diye seslendiğimde durdu ve kızarmış suratıyla bana baktı. Chris hemen arkamda duruyordu ve artık takati tükenmiş gibiydi. Drach yutkunarak bana baktığında gözlerini acıyla kapattı. “Caleb mıydı o?” diye sordum tereddütle.

 

“Evet Rose.” dedi arkamdan yükselen ses. Chris’in sesi.

 

Kalbimin teklediğini hissediyordum. Chris ise daha fazla dayanamaz gibi arkamdan hararetli bir şekilde konuşmaya devam etti. “Prens Rowan’a biri suikast girişiminde bulunmuş. Şu an sırtında zehirli bir ok var.”

 

Dengemi kaybetmiştim. Ellerim sarsılan bedenimi ayakta tutabilmek için duvara gitti. Duvardan destek alırken Başbekçi ve Chris aynı anda bana yönelip beni tutmaya çalıştılar. Ben ise duyduklarımı hazmetmeye çalışıyordum.

 

Neler oluyordu böyle? Neden her şey bir bir gidiyordu.

 

“Majesteleri iyi misiniz?” diye sordu Başbekçi gözlerimin içine bakmaya çalışarak. Gözlerim yere çoktan sabitlenmiş ve artık gerçeklik algısını yitirmiş gibiydi. Ellerim boynuma gittiğinde gözlerimi artık açık tutamadığımı fark ettim. En son duyduğum şey ise Chris’in çığlıklarıydı.

 

“HEKİM ÇAĞIRIN!”

 

*** 

 

 

 

 

(Birkaç saat sonra...)

 

Odamın loş ışığı altında bir elimde parşömen kağıtları diğer elimde tüyden yapılmış kalemimle önümde duran parşömenin satırlarına bakıyordum. Gözlerimi kapattığımdan yanaklarımdan çeneme, çenemden bu parşömenin üzerine küçük bir damla yaş dökülmüştü.

 

Kaç saat geçti bilmiyordum. Tek bildiğim şey bilincimi yitirdiğim ve uyandığımda Chris’in bana yaptığı ufak çaplı açıklama ile ağabeyimin ne hale geldiğiydi... Hava kararmış gün yüzünü saklamıştı herkesten. Art arda yaşadığım bu enkaz yığınından ayağa kalkmaya çalıştığım her an daha büyük bir enkazın içinde buluyordum kendimi. Ayağa kalkmaya çalıştığım her an biri beni tekrar ve tekrar yere düşürüyordu ve bu döngü devam ettikçe içimdeki hırs ile acımasızlığın korkunç yüzleri kendilerini bana gösteriyordu.

 

Elimde duran parşömeni sardım ve masada duran kırmızı mührü elime aldım. Mumun cılız ateşiyle erittiğim mührü parşömenin üzerine yaydım ve masada duran gül simgesinin bulunduğu demiri alıp mühre baskı yaptım. Mührümü masanın kenarına bıraktıktan sonra bir süre elimde duran parşömene baktım. Gözlerimin içi artık kurumuştu. Tek bir gözyaşı akıtacak mecali kalmamıştı. Acıyan gözlerimi son kez parşömene baktım.

 

Emin miydim? Böylesine büyük bir işe kalkışacak mıydım gerçekten?

 

Duraksadım ve derin bir nefes verdim.

 

“Herkes için Rose...” diye mırıldandım ve titreyen ellerimde duran parşömeni sıkıca tuttum. Oturduğum sandalyeyi geri iterken sayıklıyordum. “Kendin için, ailen için, halkın için, gelecek için...” dedim ve masadan uzaklaşıp yatağın üzerine bıraktığım küçük sandığa ilerledim. Sandığın kapağını açarken mırıldanmaya devam ediyordum. “Ailendeki herkes yaprak gibi dökülüyor. Bunu öylece seyredemeyiz. Yanlış olsa da yapmak zorundayız Rose...” Sandığın içine yerleştirdim parşömeni ve sandığı kapattım. Derin bir nefes bıraktım boşluğa. Kendimi aşıyor ve her geçen saniye kaybettiğim merhametimin verdiği acıyla büyük kararlar alıyordum.

 

Sandığı aldığım an kapımın tıklatılmasıyla telaşla bakışlarımı kapıya çevirdim.

 

“Rose? Orada mısın?” Evan’ın sesiydi...

 

Telaşla sandığı alıp yatağımın baş ucundaki komodinlerden birinin çekmesine yerleştirdim. Telaştan titreyen ellerimle saçlarımı düzelttim ve yanaklarımdaki ıslaklıkları sildim. “Gelebilirsin Evan...”

 

Kapı yavaşça açıldı. Küçük Evan başı öne eğik gözleri kıpkırmızı bir hâlde bana baktı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Merakla onu seyrederken o hiçbir şey söylemeden koşarak yanıma geldi ve sıkıca sarıldı. Şaşkınca orada kalakalırken bir burun çekme sesi duydum. Kalbimi paramparça eden bir sesti bu...

 

“Evan?” dedim endişeyle ve ellerimi kızıl kıvırcık saçlarına geçirdim. Belime daha sıkı sarılınca neler olduğunu anlamadım ve endişeyle onun hizasında dizlerim üzerine çöktüm. Eğilmemle benden uzaklaşan Evan’ın koyu kahve gözleri tam anlamıyla kan çanağına dönmüştü. Yanaklarından süzülen yaşlar canımı acıtsa da gülümsemeye çalıştım. Ellerim saçlarından yüzüne doğru kaydı. “Duydun değil mi?”

 

Evan hiçbir şey söylemeden başını salladığında alt dudağımı içe kıvırıp dolan gözlerimle ona baktım. İki yana sallanan kollarını tuttum. Ellerim, kollarında ufak bir yolculuk etti ve nihayetinde küçük nasırlı ellerini tuttum. Dudaklarımı bu iki küçük ele yasladım ve küçük bir öpücük bıraktım. Başımı kaldırdığımda gözlerinden hâlâ yaşlar akıyordu. Başımı yana yatırdım ona kıyamayarak. Bir elim ellerini tutarken diğer elimi yanağına götürüp yanağını okşadım.

 

“Biliyorum...” dedim sessizce. “Her şey çok fazla üst üste geldi.” Burnunu çekti bir kez daha. Ağlamamak için tuttum kendimi. “Korkuyorsun, sıra kimde diye.” Evan’ın gözlerinde o korkuyu net bir şekilde gördüm. “Ama korkma tamam mı? Size, bize bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim.” dedim hırsla yüzünde dolaşan elimi indirip bir kez daha tuttum küçük ellerini. “Sana yemin ederim bundan sonra kimse zarar görmeyecek.”

 

“Ağabeyim?” dedi birden acı dolu sesiyle. “Ona da bir şey olmayacak değil mi? Kurtulacak.” Bakışlarım söndü.

 

Sırtına yediği okun zehri onu öldürmek üzereydi. Kurtulup kurtulamayacağını bile bilemiyorduk. Hekimler olumlu şeyler söyleseler de Caleb buna dayanabilir miydi kestiremiyordum.

 

Başımı kaldırıp onun gözlerine baktım. “Rowan güçlüdür.” dediğimde Evan sanki bunu duymaya ihtiyacı varmış gibi küçük bir çocuk sevincine büründü. “O zehri atlatacağına eminim.”

 

“Atlatacak evet.” dedi Evan birden kendine gelmiş gibi. Bir elini ellerim arasından çekti ve gözyaşlarını sildi. Üzerindeki pijamalara elini sürerek kuruladığında hüzünlü bir tebessüm belirdi yüzüme. Kraliçe olsaydı bu hareketine kızardı.

 

“Bir daha elini üzerindeki kıyafetlere silme.” dedim birden. Evan durdu. Yüzüme baktı, baktı, baktı... Gözlerindeki ufak kıpırdamalar ve acı geçişler bir bir önümdeydi. Her bir tepkisi, her bir hareketi... O an karşısında duran kişi ben değil, kraliçeydi. Bana aynı kraliçeye baktığı gibi bakıyordu. O an benim de kalbimde bazı şeyler kırılıp yeniden var oldu.

 

Evan’ın dudakları titreyerek aralandı. “Abla...” dedi yalvaran bir çocuk gibi. Gözlerim o kadar dolmuştu ki akmamak için zor duruyordu. “Bir kere sarılsam olur mu?”

 

Sorduğu soruyla gözlerimde duran yaşlar aktı. Evan’ın titreyen dudakları arasından kesik kesik nefesler dökülürken ona cevap vermedim. Uzanıp bir elimi başına diğer elimi sırtına yerleştirdim ve onu kendime çektim. Evan’ın kolları sıkıca beni doladı ve başını saçlarıma gömdü. Kokumu doya doya içine aldı ve omzumda sessizce ağladı. Ben ise hiçbir şey demeden onu sıkı sıkı sarmaladım.

 

“Şşş...” dedim sessizce. Elimi saçlarında gezdirirken saçlarına bir öpücük bıraktım. “Daha iyi misin?” diye sordum duygu yüklü sesimle. Evan omzumdayken başını salladı.

 

Annelerinin eksikliğini hep içlerinde taşıyacaklardı. Bazı günler gelecekti tıpkı bugün gibi bu eksiklik onları içten içe yakıp küle çevirecekti ve bazı günler gelecekti güçlerini toparlayıp annelerine iyi bir evlat olduklarını kanıtlayacak gücü kendilerinin en büyük silahı haline getirecekti.

 

Onların daima yanında olmaya yemin ettim o an. Onları daima korumaya, yaşatacağıma, ne zaman güçlerini yitirirlerse tıpkı bugünkü gibi onları sarıp sarmalayacağıma ve yanlışa düştüklerinde onlara doğruyu göstereceğime yemin ettim.

 

Onlar benim kardeşlerimdi. Canımdı. Kanımdı. Kalbimin parçalarıydı. Geleceğimin parçalarıydı...

 

Güçlü olmak zorundaydım. Kardeşlerim için güçlü olmak ve dik durmak zorundaydım. O an omzumun üstünden az evvel sandığı içine yerleştirdiğim komodine baktım. Bu tehlikeli bir karardı ve onu şu an icraate geçirmek kötü bir fikirdi. Kollarım arasında gücünü yitiren ve kaybetmekten korktuğu için tir tir titreyen biri vardı. Odasında günlerdir hasta olan ve ayağa kalkamayan bir kardeşim daha vardı. Ağabeyimin nasıl bu halde olduğunu araştıran bir ağabeyim vardı. Ve bütün bu kayıpları sindirmeye çalışan bir babam vardı.

 

Sırası mıydı? Bu kararın sırası mıydı Rose? Bunu yapabilir miyiz?

 

Derin bir nefes bıraktım ve bu kararımı erteleme fikri verdim kendi kendime. En azından şimdilik. Caleb ayağa kalkana kadar ertelemeliydim. Bu hâldeyken harekete geçmem anlamsızdı ve tamamen öfkeyle verilen bir karardı.

 

Evan’dan yavaşça ayrıldım. Kızaran suratına sıcacık bir gülümsemeyle baktım. “Dean nasıl oldu?” diye sordum dağılan saçlarını düzeltirken. Evan burnunu sertçe çekip tek omzunu kaldırdı.

 

“Yataktan kalkmak istemiyor. Dışarı çıkmak istemiyor. Kimseyi görmek istemiyor. Kendini odamıza kapattı.” Anlattığı şeyler her geçen saniye yüzümü düşürmüştü.

 

“Birazdan onun yanına gideyim o zaman.” dedim ve gülümsedim. “Hatta bence bu gece birlikte uyuyabiliriz. Ne dersin?” diye sorduğumda içimdeki acı harmanlanmıştı. Kraliçeyle, o ölmeden birkaç gün öncesinde birlikte uyuduğumuz aklıma gelmişti.

 

Evan’ın yüzünde küçük bir sevinç aydınlandı. “Gerçekten mi Rose?” diye sorduğunda gülümseyerek başımı salladım.

 

“Gerçekten. Normalde böyle şeyler pek olmazdı ama ben sizi biraz özlemiş olabilirim.” Evan küçük bir kahkaha attı.

 

“Ne garip. Hiç de olmaması gereken bir şeydi bu. Neyse olmuş bir kere.” dediğinde ben de küçük bir kahkaha attı. “Eh gel o zaman, bu kadar ısrar ediyorsan.” Bir kahkaha daha attım.

 

“Israr mı?”

 

“Evet.” deyip ekledi. “Seni kıramayacağım Rose. İyi günüme denk geldin.”

 

Uzanıp düzelttiğim saçlarına elimi daldırdım ve yeniden bozduğum. Sızlanarak geri çekildi. “Ya Rose!” deyip saçlarını özenle düzeltmeye başladı. “Dışarı çıkacağım şimdi böyle görünmemeliyim!”

 

“Kime göstereceksin kendini? Duvarda duran tablolara mı? Koridorda onlardan başka kimse yok.”

 

“Aynen.” dedi Evan sızlanırken ve kendini boy aynamın karşısına geçirdi. Saçlarını özenle düzenlerken bir yandan bana hayıflanıyordu. “Sahi bugün kime görünsem? Büyük annemiz Kraliçe Marry’e mi? Ya da büyük dedemiz Kral Owen?”

 

“Kral ikinci Evan’a görünebilirsin.” diye tavsiye verirken onun yanındaki duvara yaslanıp kollarımı göğsümün altına bağladım. Evan bana tiksinerek baktı.

 

“O herifi sevmiyorum.” dediğinde kaşlarımı kaldırıp onu uyardım. O ise omzunu silkti. “Oğullarını sevmeyen ve onları düşmanlığa iten biriydi. Öyle birini sevemem.”

 

Evan’ın söylediklerine hak vererek başımı salladım. Kral ikinci Evan üç oğlunu da birbirine düşman etmeyi başaran ve büyük bir taht kavgasına yol açan biriydi. Hanedanımızdaki en son olan taht kavgası buydu.

 

“Haklısın ama yine de ona hakaret edemezsin Evan. Atamız sonuçta.”

 

Evan bir kez daha nefesini seslice dışarı üfledi. Saçını tamamen düzelttikten sonra bana döndü. “Nasıl daha iyi mi?”

 

“Süper! Hadi gel Kral ikinci Evan’ı görmeye gidelim.” Evan bana ördek gibi bakarken birden bu durum komiğime gitmişti. Gülerek onun omzuna yavaşça vurdum. “Tamam hadi Dean’ın yanına gidelim şaşkın ördek.”

 

Evan önümden kapıyı açıp çıkarken peşine takıldım. Odamın kapısını kapatmak üzereyken gözlerim yeniden komodine gitmişti. Kısa bir süre ona baktıktan sonra Evan’ın adımı sayıklamasıyla kapımı kapattım ve ona döndüm. Uzun koridorun önünde bana liderlik ediyor ve önden yürüyordu.

 

Koridoru bitirip Caleb’ın odasına doğru gidilen yola geldiğimizde bakışlarım orada kaldı. Neler olduğunu ve durumun ne hale geldiğini bilmek istiyordum. Evan gelmediğimi fark edip bana döndü. Bir bana bir de gözümün takıldığı yere bakarken sonunda gözlerimi oradan ayırabilmiş ve Evan’a dönebilmiştim. Evan şaşkınca beni seyrederken gülümsemeye çalışarak yanına gittim.

 

“Sen şimdi gitsen ben sonra gelsem olur mu?” diye sorduğumda Evan yüzüme endişeyle baktı.

 

“Kötü bir şey mi var?” diye sorduğunda anında başımı iki yana salladım.

 

“Yok tabii ki.” dedim ve uydurabilmek üzere bir yalan belirlemeye çalıştım. Aklıma gelen ilk şeyi ona söyledim. “Marlon çağırmıştı da beni, hançerim onda kalmış. Onu alıp geleceğim hemen.”

 

“Sonra alsan?” diye sorduğunda sabırla yalan uydurmaya devam ettim.

 

“Ama biliyorsun Evan. Eğer hançerimi bir başkası çalar ve birini öldürürse bu suç benim olur.” diye mırıldandım ve anlaması için tane tane ekledim. “Böyle bir tehlikeye göz yumamam. Ayrıca size de tavsiye olsun. Hançerlerinize sahip çıkın. Onların üzerlerinde bizim simgelerimiz var.”

 

“Haklısın.” dedi Evan. Küçük solgun yüzüne zoraki bir gülümseme yaydıktan sonra, “Peki tamam. Dean’ın odasında görüşürüz.” dedi. Ellerimi ondan ayırdım. Evan arkasını dönerek benden uzaklaşırken arkasından mırıldandım sessizce.

 

“Görüşürüz ufaklık.”

 

Eğildiğim yerden kalkıp bakışlarımı doğrudan Caleb’ın odasına giden koridora çevirdim. Şu an ne haldeydi? Zehir onu ele geçirmiş ve yok etmiş miydi yoksa direnmeyi başarmış mıydı yoksa çoktan ayağa kalkmış olabilir miydi?

 

Adımlarım oraya gidip gitmemek arasında bir çekişme yaşıyordu. Kader parasının havada dönüp yere düştükten sonra üst kısmındaki karar desenleri gibi bir mesaj bekliyordum fakat faydasızdı. Orada ne dönüp bittiğinden habersizdim. Son yaptığı şeyler gözümün önüne geldikçe ona karşı duyduğum öfke ve nefret artsa da o şu an ölüm ile yaşam arasında büyük bir savaş veriyordu. Bütün bir gardımı indirip yanında olmayı düşünüyor ve bunun kötü bir şey olacağını sanmıyordum.

 

Günün sonunda aynı kanı taşıyorduk. O benim kardeşimdi. Belki aynı şeyi o yapmazdı fakat ben onun gibi hırsımın bana vurduğu zincirler arasında boş boş oturacak biri değildim.

 

Adımlarımı o yöne çevirdim. Ağır ve korkak adımlarım sanki duyacağı haberin iyi ya da kötü olmasını umursamaksızın oraya gitmekten çekiniyordu. Karşılaşacağım her türlü manzara benim canımı acıtmaya yemin etmiş gibiydi.

 

Kalbimin, içimde tuttuğu ritim kulaklarıma baskı etmeye başlayınca adımlarımı durdurdum. Öne kendimi sakinleştirmeliydim. Boğazımdaki alçak boğuk hissi dindirmeli, kızaran gözlerimi yeni nehir yataklarına çevirmemeliydim.

 

Parmaklarım arasında duran yüzüğün üzerine düştü gözlerim sakinleşmeye çalışırken. Belli belirsiz parlıyordu beyaz noktası tül eldivenimin altından... Bunu ilk defa görüyordum. Şaşkınca eldivenimi çıkarıp yüzüğe dikkatle baktım. Sahiden de hayal görmemiştim. Beyaz nokta bir Ay parçasıymış gibi parlıyordu. Bunun anlamının ne demek olduğundan emin değildim.

 

Onunla ilgili daha neler öğrenecek ve daha hangi sürprizlere karşı böyle şaşakalacaktım artık bilemiyordum. Her geçen gün bir hazine kutusu gibi içindeki mücevherleri bir bir gösteriyordu. Dışarıda aradığım o hazine sahiden bu yüzük olabilir miydi?

 

Sağ işaret parmağım, sol işaret parmağımın üzerindeki yüzüğü şefkatle okşadı. Ona sevgi göstermekten kaçmıyordum artık çünkü ikimizin de zayıf noktası buydu. Onun da benim de sevgiye ihtiyacımız olduğuydu ve onu sevgisiz bırakmak istemiyordum. En azından birimizi yaşatmalıydım.

 

Onun simsiyah rengi ve küçük beyaz noktası kalbimin içinde dönen tüm savaşları aforoz etmişti. Sadece bakmak bile içimdeki o korkuyu nasıl söküp atabilirdi? Bu bir büyü müydü? Yoksa kendi kendime girdiğim bir psikoloji yanılması mıydı?

 

Ne olduğu önemsizdi. İster bir büyü ister benim inandığım bir batıl... Bu şey bana gerçekten iyi geliyor ve beni sakinleştiriyordu. Onunla bütünleştiğimi ve ayrılmaz birer parça olduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Giderek bağlanıyorduk sanki. Bir daha kopmamak adına...

 

Onun varlığını öğrendiklerinde ve onu benden aldıklarında nasıl dayanabileceğimi düşündüm o an...

 

Sanırım dayanamazdım...

 

Gözlerimi sıkıca yumup derin bir nefes aldım az önceki düşüncelerimi silip süpürmek için. Fazla saçmalamıştım. Eğer kafamdaki planlarım düzgün bir yolda ilerlerse bunun olması imkansızdı. Kötüyü düşünüp kendimi bütün gün boş bir duvara bakmaya mahkûm edemezdim. Kendimi hızla toparladım ve durdurduğum adımlarımı hareket ettirdim.

 

Koridor bittiğinde ve adımlarım, kapısının önü muhafız ile hekimlerle dolu olan Caleb’ın odasının önünde durdu. Muhafızlar bakışlarını bana çevirdiklerinde küçük bir tebessümle yanlarına yaklaştım.

 

“Durumu hakkında bir bilginiz var mı sevgili bekçilerim?” diye sordum. Muhafızlar üzülerek başlarını öne eğdiler. O an benim de yüzüm düşmüştü. Gözlerim ikisi arasında dönerken arkalarında duran bir hekim kadın çıkageldi. Bir açıklama yapacağını anladığımda merakla onu dinlemeye başladım.

 

“Prensimiz gözlerini açtı.” dedi hekim kadın neşeyle. Yüzümde ufak bir kıpırdanma sonucu bir gülümseme yayıldı.

 

“İyi mi şu an?” diye sorduğumda hekim kadın duraksadı. Belli belirsiz yutkunmasının ardından derin bir nefes alıp başını yere eğerek konuşmaya başladı.

 

“Zehir tüm vücuduna yayılmış prenses. Lakin biz elimizden geleni yapıyoruz. Prensimiz de fazla inatçı. Kısa zamanda iyileşeceğini düşünmekteyiz.” dedi ve ekledi. “Ama hâlâ vücuduna yayılan zehrin bir kısmı onun hayatına mâl olabilir. Bunu önlemek temennimiz.”

 

Usulca salladım başımı ve kafamı aralık kalan kapıya doğru uzatıp içeriyi görmeye çalıştım. Fakat görebildiğim tek şey Caleb’ın silahlarıyla dolu olan duvarıydı. Hekim kadın merakımı görünce küçük bir tebessümle bir teklifte bulundu.

 

“Dilerseniz prensimizi görebilirsiniz prenses. Ona iyi geleceğinden eminim.” deyince memnuniyetle gülümsedim. “Halihazırda içeride de hekimler var. Bir sorun olduğunda müdahale edeceklerdir. Buyurun.”

 

Bana gösterdiği bu nezaketli tavır karşısında alt dudağım titredi. En ufak bir saygı diline bile öyle muhtaçtım ki... İçimi birden dolduran bu sevincin karşısında ne yapacağımı bilemeyerek ellerimi kulaklarıma götürdüm ve küpelerimi çıkarmaya başladım. Hekim kadın çatık kaşlarıyla beni seyrederken yeşil yakutlu küpelerimi çıkarıp ona uzattım. Kadın şaşırmıştı. Yanaklarının kızardığını görünce utanmaması için gülümsemeye çalıştım.

 

“İçimden geldi. Küçük bir hediye. Kabul etmez misin?” diye sordum. Kadının dili birbirine girdiğinde muhafızlar da meraklı bakışlarla bizi izliyorlardı. Hekim kadın bir muhafızlara bir de bana baktı. Şaşkınlığı beni daha da gülümsetti.

 

“Prenses bu...” dedi ve cümlesini tamamlayamadan bakışlarını yeniden bana çevirdi. “Bu çok hoş bir teklif. Lakin niçin böyle bir şeye gerek duydunuz? Rica ederim merakımı mazur görünüz.”

 

Tek omzumu kaldırdım. “Bana karşı güzel bir saygı diliyle konuşan sayılı bekçilerdensin. Ve bence bu bir ödülü hak ediyor.” dediğimde muhafızlar çatık kaşlarıyla bana baktılar. Onları aldırmadan kadına bakmayı sürdürdüm. “Israr ediyorum.” deyip küpeleri bir kez daha uzattım.

 

Kadın hâlâ şok içerisindeydi. En sonunda dayanamadım ve eline uzandım. “İzninle.” diyerek elini tutup avucunu açtım ve küpelerimi onun avcuna bıraktım. Kadın küpelere bile bakmadı. Doğrudan bana baktı. Gözlerinde tuhaf bir duygu ve bir değişiklik vardı. Sanki benimle ilgili söylenen her bir şeyin yalana dönüştüğünü gösteren bir değişimdi bu. Bu zamana kadar hakkımda neler neler söylenmişti... Hiçbirine sesimi çıkarmamak üzere susturulmuştum. Ve şimdi herkes onların bir yalan olduğunu anlıyordu, üstelik ben kendimi savunmadan oluyordu bu.

 

Kadın duygulu gözlerle bana bakakalırken elimi onun elinden çektim ve sıcak bir gülümsemeyle yanından sıyrılıp Caleb’ın odasına ilerledim. Aralık kapıyı ittiğimde ve kapıyı tamamen açtığımda karşımda duran büyük yatağın üzerinde koca cüssesiyle yatan ağabeyimi gördüm.

 

Yanakları yok olmuş gibiydi. Hatta bu birkaç günde fazlasıyla kilo vermiş gibi duruyordu. Yüzü kemikleşmiş, kolları ve bacakları incelmişti. Gözleri bir açılıyor bir kapanıyor ve neler olduğunu sorguluyor gibiydi. Kolunu kaldırmaya çalışsa da bunu başaramıyor ve acıyla kıvranmakla yetiniyordu. Kahve saçları terden duştan yeni çıkmış gibiydi. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı...

 

Odanın iki ayrı köşesinde duran hekimler ellerini önlerine bağlamış prensi gözlemliyorlardı. Onlara aldırmadan yavaşça Caleb’a yaklaştım. Yatağının baş ucuna geldiğimde gözleri direkt olarak bana kaydı. O an gözlerinde bir başka duygunun daha olduğunu görebilmiştim. Korku...

 

“Rowan?” dedim merakla. Ellerimi alnına yerleştirdim ve yaklaşıp gözlerine daha yakından baktım. “İyi misin?” diye sorduğumda gözlerini ardına kadar açtı. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi ama aldığı ilaçlar ile tedaviler yüzünden bütün kasları gevşemişti ve konuşamıyordu. O an aklıma gelen ilk şeyle söze girdim. “Zehirlendiğin için mi korkuyorsun?” diye sorduğumda gözlerini sıkıca kapattı. Göz kapakları bile terlemişti. Yüzü kıpkırmızıydı. Gözlerini bir kez daha ardına kadar açtı fakat bunu anlayamıyordum. Az önce söylediğim şeyi onaylamış olabilir miydi? “Merak etme Rowan...” diye mırıldandım ve uzanıp elini tuttum. “Geçecek. İyileşeceksin, korkma.” Alnında duran elim alnını okşamaya başladığında Caleb bir kez daha gözlerini sıkıca yumdu. Ne yapıyordu ya da ne anlatmaya çalışıyordu anlayamıyordum.

 

Caleb’a bir adım daha yaklaşacakken ayağıma küçük bir şey takıldı. Acıyla yüzümü buruşturup üzerine bastığım şeye bakmak için eğildim. Ayağımın altında duran küçük bir yüzük görünce sabırla nefesimi dışarı verdim.

 

“Seni küçük ucube! Bu kadar küçük olurken nasıl canımı acıtabilirsin?” dedim ve gülerek elimdeki yüzüğü Caleb’a gösterdim. “Eşyaların o kadar dağınık ki bir gün birinin ölümüne yol açacak benden söylemesi.”

 

Caleb’ın gözleri bir kez daha ardına kadar açıldı ve gözü yüzüğün üzerindeydi. Kaşlarımı çatarak gözlerini doğrudan diktiği yüzüğe baktım. Oldukça antika ve ucunda ufak kırmızı bir taşın durduğu bir yüzüktü. O an bu yüzük bana tanıdık gelmeye başlamıştı. Bir anda hatırladığım şeyle gözlerim farkındalıkla aralandı.

 

“Annemin yüzüğü bu, değil mi?” diye sordum yüzük elimdeyken. “O yapmıştı bunu.” dediğimde içimde buruk bir acı yer etti. Sanatla ilgilenmeye, doğayla ilgilenmeye bayılan bir kraliçeydi o. Taktığım takılarımı hep o yapardı, odamdaki çiçekli tablolar onun elinden çıkmaydı. Ne de güzel biriydi... “Sana yapmıştı. On sekizinci doğum gününde hediye etmişti. Şimdi hatırladım.” dedim ve yüzüğü komodinin üzerine bıraktım. Gözlerim bir süre onun üzerinde kaldıktan sonra Caleb’a döndü. Bilinci gidip geliyordu. Ellerim alnına uzandı yeniden. “Onu bazen çok özlüyorum. Her yerde o kadar çok izi var ki...”

 

Caleb birden gözlerini yatağının karşısına dikti. Oraya bakmamı istiyor gibi gözlerini kocaman açtığında başımı çevirip duvarına baktım. Duvarında yine kraliçenin yaptığı bir tablo duruyordu. Hüzünle gülümsedim.

 

Tabloda bir panter duruyordu. Simsiyah bir panter güneşin doğuşuna karşılık oturmuştu bir uçurumun kenarında. Altından deniz akıyordu. Üzerinde gecenin son renkleri, biraz ilerisinde gündüzün ilk ışıkları duruyordu. Öyle güzel çizmiş ve boyamıştı ki... Kenarlarına çiçek eklemeyi ihmal etmeyip güller ekmişti tablosunun kenarına. Gözlerim dolu dolu Caleb’a döndüm. Gözleri kıpkırmızı ve kocamandı.

 

“Sen de özledin demek.” deyip bir iç çektim. “Sana normalde kızgındım Rowan. Son yaşananlardan ötürü. Fakat ortak yaramızı halâ birbirimize paylaşabilecek kadar aramızdaki mesafeyi biraz azaltabiliriz.” dedim ve ekledim. “İyi olacaksın. Bunu biliyorum. Endişelenme, annemi özlediğin her an her şeye rağmen yanında yine olurum senin.” dedim ve suratım asık bir şekilde devam ettim. “Ama başka şeyler ile ilgili yüzünü bile görmek istemeyecek kadar sana öfke doluyum.”

 

Gözleri ağır ağır kısıldı. Sözlerim onu kırmıştı.

 

“Neyse bunların yeri ve sırası değil. Sen savaşmaya devam et. Atacaksın bu vücudundaki zehri. Merak etme.”

 

Tam sözlerimi bitirdikten sonra Caleb’ın kısılan gözleri tam anlamıyla kapandı. Bir süre yeniden aralanmasını bekledim. Bilinci sık gidip geliyordu. Fakat ne kadar beklediysem gözleri bir türlü açılmıyordu. Bir sorunun olup olmadığını anlamak adına hekimlerden biriyle göz göze geldik.

 

“Neden uyanmıyor?” diye sorduğumda hekim kadın önüne birleştirdiği ellerini çözüp birkaç adımda yanıma geldi. Telaşla yataktan kalktığımda arkamda duran erkek hekim bekçi de arkamda belirdi. Beni iterek Caleb’ın kollarını tutup bir süre beklediklerinde korkudan konuşamıyordum bile. “B-bir sorun mu var?”

 

Kadın olan hekim Caleb’ın gözlerini aralayıp baktı. Diğeri ise bileğini tutuyordu. Bir süre bir şeyler yaptıktan sonra duraksayıp birbirlerine baktılar. Sessizce birbirlerine donakalmış bir hâlde bakakaldıklarında anlamıştım her şeyi. Her şeyin nasıl birdenbire bitişini ve yine elimden kayıp gidişini...

 

Kaskatı kesilen bedenimin aksine dilim duygu yoksunluğuyla “Öldü mü?” dediğimde iki hekim de aynı anda bana döndüler. Dudakları titriyordu. Karşımda yıkılmışlardı. Ben ise dışarıdan oldukça soğukkanlı gözüküyordum ama içimden yıkılıyordum. Hekimler hiçbir şey diyemediler. Dilleri bunu söylemeye varmadı. Lakin ben anlamıştım.

 

Hekimlerden biri Caleb’ın üzerindeki yorganı eline alıp onun yüzünü kapatırken kanım donmuştu. Gözlerim kapandığında çok kısa süreliğine bilinç kaybı yaşadığımı anlamıştım zira hekim kadının kollarını tutar ve nefes darlığı yaşarken buluvermiştim kendimi.

 

“Prenses! Prenses iyi misiniz?” Nefeslerim boğazıma dizildi. Ağlamaya gücüm yoktu. Ama bu nefeslerin bir şekilde çıkmasına ihtiyacım vardı. “Prenses! Kendinizi tutmayın, nefes alın. Nefes alın yalvarırım.”

 

Bütün bir dengem bir anda yerinden fırlamıştı. Ellerim ayazda kalmış yavru ürkek bir yavru gibi tir tir titriyor, gözlerimin önüne biriken o güçsüz yaşlar kendilerini bir an önce teslim etmek istiyorlardı yanaklarıma. Oysa ben kendimi olabildiğince sıkıyordum.

 

“Prenses! Ellerinizi açın. Sıkmayın kendinizi. N’olur sıkmayın kendinizi açın yumruklarınızı.” O an ellerimi yumruk yaptığımı bile daha yeni fark edebilmiştim. Nefeslerim artık tam anlamıyla düzensizleştiğinde başımı arkamda kalan kardeşime çevirmeye yeltensem de hekim kadın başımı tutup bunu engelledi. “Bakmayın. Hadi gelin çıkalım odadan.”

 

“Hayır.” diyebildim. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki başım ağrımaya başlamıştı. “Hayır kardeşim burada. Onu bırakamam.” dedim ve hekim kadına baktım dolu gözlerle. “Siz onu tek başına bırakırsınız. Ben yanında kalayım.”

 

“Prenses yapmayın.” dedi hekim kadın ağlayarak. Ben ise hâlâ olanlara inanmak istemiyordum. Delirmiş gibiydim. Akıl sağlığımı yitiriyordum. “Az önce konuşuyordum onunla, duyuyordu beni. Şimdi niye duymasın ki? Ne değişmiş olabilir?” dedim gülerek. Ayağa kalkmaya çalıştığımda titreyen dizlerimin üzerinde duramadım ve yere düştüm. Hekim kadın düşmemle yere eğilip kollarımdan tuttu.

 

“Prensesim... Güzel prensesim, yalvarırım size... Odadan çıkmalıyız.”

 

“Hayır.” dedim ısrarla ve bir kez daha ayağa kalkmaya yeltendim. “Gözleri açıktı az önce. Siz görmemiş olabilirsiniz. Biz konuşuyorduk.” dedim ve ayağa kalktığım gibi Caleb’ın yanına gittim. “Rowan!” diye seslendim beni tutmaya çalışan hekim kadına inat. “Caleb...” dedim sonra da. “Özür dilerim. Az önce seni üzdüm özür dilerim. Şakasının sırası değil açar mısın gözlerini?” dedim ağlamaya başlarken. “Ciddi değildim lütfen. Rowan dediğim için de üzüldün özür dilerim.” deyip ellerimi gözlerime götürüp göz altımda beklettim. “Yapma, sen de yapma. Aynı şeyi yapma, neden hepiniz aynı şeyi yapıyorsunuz!” diye bağırdım en sonunda oda dolusu. Dizlerimin üzerine çöktüğüm gibi uzanıp yorganını tuttum sıkı sıkı ve ağlamaya başladım.

 

“Prenses...”

 

“Sus!” diye tersledim hekim kadını. Başımı kaldırıp ona baktım gözyaşları içinde. “Uyuyor sus. Uyandıracaksın.”

 

“Ölüyü uyandıramam prenses.”

 

Gözlerime bir şimşek çakıldı sanki. Kadının gözlerinde kalakaldı gözlerim. Hiçbir şey diyemedim. Hiçbir şey söyleyemedim. Ellerimle sıkı sıkı tuttuğum yorgan yavaşça kaydı ellerim arasından. Bir boşluğa düştüm o an sanki. Sesler, varlıklar, nesneler...

 

Odanın içine doluşan muhafızların arasında gelen kralı bile ne zaman fark edebildim bilmiyordum. Chris odaya ne zaman gelip kralın çıldırmış halini zapt etmeye çalışıyordu bilemiyordum. İkizler odaya nasıl doluşmuş ve kapının önünde donakalmışlardı bilmiyordum. O an Evan ile göz göze geldik. Evan bana yıkılmış gözlerle bakarken ben de ondan farksız değildim.

 

Bir yaprak gibi dökülüyorduk öylece...

 

Ve bir kış sabahı gibi içimizde keskin bir acıyla uyanıyorduk her güne...

 

Bunun sonu nereye varacaktı? Bunun bir sonu var mıydı?

 

Bölüm : 06.12.2024 18:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...