Yeni Üyelik
5.
Bölüm

BÖLÜM 3: İLK DERS; SAYGI

@duskusu_mona

 

 

BÖLÜM 3: İLK DERS; SAYGI

 

Parmaklarımın arasında olan oku omuzlarıma doğru sertçe çektim. Keskin gözlerim sayesinde hedef tahtasını uzakta olmama rağmen net bir şekilde görüyordum. Sol elimle tuttuğum yayı sertçe sıkmaya başladım. Saçlarımı uçuşturan hafif esintiyle gözlerimi kapatıp parmaklarım arasında duran oku birden bıraktım.

Ok parmaklarımın arasından kurtulup gitti. Tahtaya saplandığı ses keskin kulaklarım tarafından işitilince gözlerimi yavaşça araladım. Hedefi tam ortadan vurduğumu görünce kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde tebessüm ettim ve bir ok daha aldım.

"Erkencisin."

Sesin geldiği yöne dönmek yerine az önce aldığım oku yaya yerleştirdim ve yayı bir kez daha sertçe gerdim. Marlon adımlarını yanı başımda durduğunda dikkatimi ona vermedim. Dikkatim hedefimdeydi. Hedefi tam ortaladığımdan emin olduktan sonra bir ok daha fırlattım. Ok, az önceki okumun hemen yanına saplanınca etkilenmiş bir şekilde kaşlarımı kaldırdım. Marlon, şaşkın sesler çıkarıyordu.

"İnanılmaz." diye mırıldandığında bu kez dikkatimi tamamen ona çevirdim. Dalgalı kahve saçları yüzünün her yerine dağılmıştı. Üzerindeki idman kıyafetleri ve kemerlerindeki hançerlerle bugünkü eğitim için oldukça hazır gözüküyordu.

Elimdeki yayı elimde çevik bir şekilde çevirip ona uzattım. Marlon, yaptığım hareketin etkisinden çıkamazken onun bu şaşkın haline istemsizce gülümsedim. "İddia ediyorum ki oklarım açtığı oyuklara ok saplayamazsın."

"Saplayamam zaten." diye hızlı bir itiraf gelince havalanan kaşlarım hızla eski yerine döndü. Bozulduğumu anladığı an gülümsedi. "Hiç öyle bakma Rose, duyularım seninkiler kadar keskin değil."

Başımı geriye atarak sesli bir nefes bıraktım. "Niye korkuyorsun?"

"Neyden?" diye sorduğunda gözlerimle kendisini işaret ettim.

"Kendinden, ona güvenmekten?"

Marlon'un bakışları yere düştü. Sorunun ne olduğunu çözemiyordum. Neden çoğu Bekçide kendine güven konusunda sıkıntılar oluyordu?

Marlon bakışlarını yerden kaldırmadan dudaklarını araladı. "Bunu biliyorsunuz Majesteleri," diye mırıldandı soğuk bir gülümsemeyle. "... bir efsanevi yüzüğe sahip değilken kendimize nasıl güveneceğiz?"

Sözleri içimde dolaşan bazı şeylerin dolanma yönünü değiştirmişti sanki. Bakışları hâlâ yerdeyken ufak bir öfkeyle yayımın ucunu çenesinin altına yerleştirdim ve çenesini kaldırdım. Gözleri gözlerime hizalandığında korkusuzca konuşmaya başladım. "Söylesene sevgili bekçim, senin bir yüzüğe ihtiyacın var mı?" Marlon hâlâ hüzünlü gözlerle bakarken ona bir adım yaklaştım. "Benim bir yüzüğüm yok ve asla da olmayacak." dedim güçlü bir fısıltıyla ve ekledim, "Ölümle burun buruna yaşıyorum. Kimin tarafından, nerede, ne zaman öldürüleceğimden bihaberim." dedim hırsla. Gözlerimi ardına kadar açmıştım ve bu gözlerimi yakmaya başlamıştı. Sertçe yutkundum. Marlon ise bu sözlerimden sonra bir farkındalık yaşamıştı. "Fakat söyle bana, ne vakit pes edip bıraktım elimdeki oku, yayı, hançeri, kılıcı?" Çenesinin altına yerleştirdiğim yayı yavaşça ondan uzaklaştırdım. "Hiçbir zaman." diye kendi sorumu yanıtladım. "Neden? Çünkü kendime güveniyorum ve inanıyorum. Bu yüzden pes etmiyorum. Bir yüzüğüm olduğu için değil, kendime inandığım için kendime güveniyorum."

Marlon öylece gözlerime baktı. Ardından bakışları sarayın bahçesinde kılıç düellosu yapan bekçilere kaydı. Gözlerinin bir şey aradığı kesindi.

Dudaklarını yalayıp konuşmaya başladı. "Haklısın Rose..." dedi ve ekledi. "Ama biliyorsun işte. Herkesin gözünde yüzük olmadan birer hiçiz."

Gözleriyle izlediği yerlerden birini işaret edince ağır hareketlerle gösterdiği yöne çevirdim bakışlarımı. Tilki Yüzüğünün Bekçisi elinde kılıç tutan bir bekçinin üzerine yürüyor ona bağırıyordu. Merakla kulaklarımı açıp onları dinlemeye başladım.

"Sen bana emir veremezsin Bekçi." diyordu Tilki Yüzüğünün sahibi olan genç kumral bir Bekçi. Karşısındaki on üç yaşlarındaki erkek çocuğu ise elindeki kılıcıyla ona öfkeyle bakıyordu. "Senin karşında sıradan bir Bekçi yok. Yüzüğü olan bir Bekçi var! Seni bu yüzükle yok ederim, biliyorsun değil mi?"

Erkek çocuğu öfkeyle kılıcını yere fırlatıp gencin üzerine yürümeye başladı. Merakla onları izliyordum. Çocuk tam karşısında durunca konuşmaya başladı. "Görüyorsun değil mi? Beni ancak yüzüğünle yok edebileceğini söylüyorsun. Karşıma kendi cesaretinle çıkmaktansa itinle çıkıyorsun."

Küçük çocuğun kendine olan güveni elimde olmadan gülümsememe sebep oldu. O an Marlon'un bakışlarını üzerimde hissettim ve ona döndüm. O da o çocuğun kendine olan güvenini görmüş, duymuştu. Yüzünde haklı olduğuma dair bir gülümseme yer ediyordu.

"Chester!" dedi gür bir ses. Ses, az önce gördüğümüz yerden geliyordu. Marlon ile bakışlarımız o yere döndü. "Yeryüzüne çık!"

Az önceki genç Bekçi bir anda yüzüğünü kullanmaya başladığında Marlon da ben de endişeyle öne atıldık. Gözlerimizin önünde genç bir Bekçi küçük bir çocuğa karşı yüzüğünü kullanıyordu.

Sarayın bahçesinde güçlü bir inilti çıktığında görüş alanımıza Tilki girdi. Turuncu ve beyaz bedeni, siyah kuyruğu ve başındaki kırmızı lekelerle gözlerimin önünde var olunca kaskatı kesildim. Göğsümün hareketi hızlanmıştı. Genç Bekçi, çocuğun üzerine doğru bir adım attı.

"Seni hâlâ yok etmemi istiyor musun?" dedi. Küçük çocuk yere attığı kılıcını eğilip yerden aldı. Korkusuzca genç adamın karşısında dik bir şekilde durdu. Gözleri çok kısa bir süre görkemli yaratığın, tilkinin, üzerinde dolaştı. Ardından dudakları yukarı kıvrıldı.

"Görünmez!"

Bahçenin girişinden yükselen bu sesle birlikte herkes bakışlarını o yöne çevirdi. Gözlerimi kısarak oldukça uzak kalan yere baktığımda onu gördüm. Dün ellerimle teslim ettiğim yüzüğün sahibi... Yeni makamının ilk gününde erkenden gelmiş ve savaşa hazırlanan Bekçilerinin bir anda kavgaya tutuştuğunu görmüştü. Gözlerinde büyük bir ciddiyet ve öfke vardı. Baştan aşağı simsiyah giyinmiş ve uzun peleriniyle herkesin meraklı bakışlarını kazanmayı başarmıştı Başbekçi katı yüz ifadesiyle adımlarını birbirine giren o iki Bekçiye yönelttiğinde Marlon yavaşça yanıma sokuldu.

"Bu kim?" dedi fısıltıyla. Gözlerimi Başbekçi’den ayırmadan yanıtladım.

"Yeni Başbekçi." diye mırıldandığımda Başbekçi, Tilki Yüzüğünün sahibinin tam önünde durmuştu. Genç Bekçi, yeni gelen bu Bekçiye alayla bakıyordu. Tanımadığı aşikârdı fakat birazdan tanıdığında bu alaycı bakışların hâlâ gözlerinde yer edebilecek miydi merak ediyordum.

"Sen de kimsin be?" dedi genç, ukala bir tavırla.

Marlon yanımda şaşkınlıktan kaskatı kesilmişken ona doğru yaklaşıp fısıltıyla "Kor Alevin Bekçisi..." dedim.

"Kor Alevin Bekçisi..." dedi Drach aynı anda.

Başbekçi’yle aynı anda onun unvanını söylediğimizde gözlerimiz kesişti. Fısıltımı duymuş olmalıydı. Bakışları bana döndüğünde başımı dikleştirip onları izledim. Marlon ise şaşkınlıktan ve tedirginlikten Başbekçi’nin gözlerine bakamıyordu.

Drach, gence döndü. "Aynı zamanda yeni Başbekçinizim."

Karşısındaki genç şekilden şekle girdi. Cesur görünen çocuk ise bilmişçe gülümsüyordu. Drach öfkeli gözlerini ardına kadar açıp gence yaklaştı.

"Söyle bakalım Görünmez," dedi ona lakabıyla hitap ederek. "... nedir seni yemininden döndüren?"

"B-ben..." diye mırıldandı Görünmez. Başı olabildiğince öne eğilmişti. "Ben yeminimden dönmedim sevgili Başbekçim."

"Öyleyse neden tilkin dışarıda, Görünmez?" diye sordu Drach rahat bir tavırla. O an gözlerimi kısarak yalnızca ona odaklandım. Nasıl bir Başbekçi olduğunu çözmeye çalışıyordum. Oldukça rahat tavırları olsa da gözleri onu nasıl mahvedeceğini planlıyordu.

Görünmez, ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Drach cebinden bir hançeri hışırtılı bir sesle çıkardığında çenem kasılmıştı. Marlon yanımda korkudan açılan ağzıyla donakalmıştı. Keza şu an herkes aynı tepkiyi veriyordu. Daha ilk günden... İlk gününde bir parmak mı kesecekti?

"Sen Sevgili Bekçi..." diye söze girdi Drach gür bir sesle. Hançerini elinde çevirmeye başladı. O an bu hareketin ne kadar tanıdık geldiğini fark edip sertçe yutkundum. Marlon elimdeki yaya bakışlarını çevirdiğinde ben de çoktan bir elimdeki yaya, bir de Drach'in elinde çevirdiği hançere bakıyordum. Bu hareketi çoğunlukla ben yapardım. "... yüzüğünü barış için kullanacağına yemin ettiğin hâlde yeminini çiğnedin. Kurallar açık ve net." dedi keskin bir sesle ve gözüyle parmaklarında duran yüzüğü işaret etti. "Ya yüzüğü reddedeceksin ya da ben parmaklarını kesmek zorunda kalacağım."

Genç yutkunarak bakışlarını Drach'e çevirdi. Oysa Drach'in gözlerinde hiç acıma duygusu yoktu. Genç çocuk, korku dolu bir nefes alırken dudaklarını araladı. "Başbekçim..." dedi kesik kesik çıkan sesiyle. "Özür diliyorum. Lütfen yapmayın..."

Drach bakışlarını gence dikti. "Ben sadece yeminini çiğneyen birinin affını duymayan birisiyim o kadar, Bekçi. Senlik bir sorun yok."

Olaya el atıp atmama arasında gidip geliyordum. Görünmez, elbette hatalıydı fakat cezası bu olmalı mıydı olmamalı mıydı emin olamıyordum. Eski Başbekçi’nin çok serbest olduğunu fark ettim o an. Fazla toleranslı biriydi ve bu tip kavgalar olduğunda genelde yalnızca ayırmakla yetinirdi. Bu tip kavgalar her gün mutlaka olurdu. Fakat hep görmezden gelinirdi.

"Son kez söylüyorum Bekçi..." dedi Drach. Artık ona lakabıyla bile hitap etmiyordu. Gözünde çoktan bitmişti. "Ya tilkiyi reddedip yüzüğü bana teslim edersin ya da ben parmaklarını keserim."

Gencin bir eli sol elinde yüzüğüne gitti. Hüzünle yüzüğüne baktı. Bu zamana kadar kazanmak için eğitim aldığı yüzüğünü şimdi hırsı yüzünden tam anlamıyla kaybetmişti. Gözlerindeki hüznün tek açıklaması buydu. Buradaki bütün Bekçiler zamanı geldiğinde bir yüzüğe Bekçilik edebilmek için eğitim alırlar birbirlerine girerlerdi. Bir yüzüğe sahip olduklarında ise onlar artık sıradan bekçiler olmazlardı. Üstünlükleri olurdu, söz hakları olurdu. Çünkü onlar artık altın zırhlı, altın kılıçlı birer askere dönüşürlerdi.

Genç, ağır hareketlerle arkasında duran tilkiye döndü. Gözlerinin içine baktı. "Seni reddediyorum Chester. Seni kendimden azat ediyorum."

Tilki bir anda rüzgârla birlikte savrulup toz parçacıkları halinde yok oldu. Genç, işaret parmağındaki yüzüğü çıkarıp Drach'e uzattı. Drach yüzüğü aldıktan sonra muhafızlara döndü ve başıyla genci işaret etti. "Zindana kapatın. Kral geldiğinde ona hak ettiği cezayı verir."

Muhafızlar hızla Başbekçi’yi dinlediler ve genci kollarından tutup bahçeden çıkardılar. Bütün savaşçı bekçiler olan biteni izliyorlardı. Bazıları gözlerini Drach'den alamıyorlardı. Ona korkuyla bakanlar vardı. Daha ilk günden herkese korku salmayı başarmıştı. Drach yüzüğü cebine attıktan sonra savaşçı bekçilere döndü.

"Ben yeni Başbekçiniz Drach Farrighton." dedi kendini tanıtarak. "Namıdiğer Kor Alevin Bekçisi." diye de ekledi. Gözlerimi ondan bir kez bile çekmeden yalnızca onu izliyordum. "Tek bir kuralım var. O da bu sınırlar içerisinde, benim askerlerim birbirine saygısızlık yapmayacak. Yapan olursa neler olacağını gördünüz. Savaş aynı zamanda birlik olmayı getirir. Saygısızca bir araya gelen birlikler, hırsın esiridir. Adil olacaksınız. Bu savaş için de bu sınırlar içerisinde de böyle olacak!"

Çenem kasıldı. Marlon hayranlıkla Drach'i izliyordu. Benim ise hala içime sinmeyen şeyler vardı. Yeni Başbekçi hakkında...

"İlk dersiniz bu olsun." dedi Drach. "Bugün size saygıyı öğreteceğim."

Burnumdan bir ses çıktı. Ellerimle ağzımı kapatıp gülerken bahçedeki Bekçilerin bakışlarının bana döndüğünü hissettim. Başbekçi dikkatle beni ve tepkilerimi izlerken kendimi durduramıyordum. Başbekçi’yle göz göze geldiğimde ellerimi havaya kaldırdım. "Kusuruma bakmayın Sevgili Başbekçim, siz devam edin lütfen."

Drach'in bozulduğunu görebilmiştim. Saygıyı öğretecekti. İlk dersinde saygının anlamını bilmeyen Bekçilere saygıyı öğretecekti. Saygı anlayışlarımızın farklı olmasını bir kenara bırakalım, bu zamana kadar tek tük insanlardan başka bana saygı duymayan kişilerin bugün saygı dersi görmeleri komiğime gitmişti. Ne ironik ama!

Drach devam etti. "Görüyorum ki burada ciddi bir mertebe sıkıntısı var. Sorun yok, öğretiriz." dedi ve başıyla bahçenin geniş alanını işaret etti. "Toplanın."

Bekçiler, Drach'in sözünü ikiletmeden hızlı adımlarla geniş alana geçmeye başladılar. Bir anda Marlon da yanımdan geçip giderken şaşkınlıkla ona uzanıp kolundan tuttum. "Nereye?" diye sordum merakla. Marlon ise şaşkınlıkla kaşlarını çattı.

"Ben zindana giremem Rose." dedi alayla. Alayına karşılık güldüm. "Sen gelmiyor musun?"

Sorusuna karşılık omuz silktim. "Bir şey değişmeyecek. Gitmemin bir anlamı yok. Ben burada ok çalışacağım."

"Ya kızarsa?" dedi birden. Tek kaşımı havaya kaldırıp ona baktım.

"Bana mı?" diye sordum ve bir adım öne atılıp Marlon'un karşısına geçtim. "Onun yüzüğünü ona ben teslim ettim sevgili Marlon. Eğer öyle bir şey yaparsa o yüzüğü verdiğim gibi geri alırım." Bu söylediğim şeyi yapabilir miydim bilemiyordum. Böyle bir yetkim var mıydı yok muydu emin değildim fakat bana en ufak bir saygısızlık ederse öfkeden her şeyi yapabileceğimi biliyordum.

"Peki." dedi Marlon. Kolunu tutmayı bıraktım.

Marlon hızlı adımlarla bekçilerin toplandığı yere giderken umursamadan yerden bir ok daha aldım ve sakince yayıma yerleştirdim. Oku tam germişken bir ses işittim.

"Bize katılmıyor musunuz Majesteleri?"

Gerdiğim oku yavaşça serbest bırakırken kaşlarım çatıldı. Bakışlarım hedeften kayıp yere döndüğünde işittiğim şeyin doğru olup olmadığını anlamaya çalıştım.

Bana 'Majesteleri' mi demişti o?

Bakışlarım yerden Drach'e döndü. Yönü bana dönmüş beni bekliyordu.

İlk defa Marlon ve Julia dışında biri bana 'Majesteleri' demişti. Hizmetimde çalışan, savaşçı olan bekçiler bana hep 'prenses' şeklinde hitap ederlerdi. Oysa bu bekçi bana 'majesteleri' diyordu. Bambaşka bir ses bana hak ettiğim gibi hitap ediyordu.

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken ne söyleyeceğimi bile bilemiyordum. Karşımda duran bu sert Başbekçi belki de benim kurtuluşum olabilirdi. Bunca zamandır bana reva görülen ve hep birilerinin ayaklarının altında ezilen saygımı geri kazandırabilirdi. İlk dersi saygıydı... Bekçilerimin bana karşı saygı duymalarını öğretir miydi bu Başbekçi?

"İlk dersiniz neydi sevgili bekçim?" diye seslendim ona doğru. Drach anında yanıtladı.

"Saygı, Majesteleri..."

"O hâlde geliyorum."

Okumu kutusuna yerleştirdim ve sırtıma astığım gibi ağır adımlarla Bekçilerin toplandıkları yere ilerledim. Onların yanına geldiğim an Başbekçi ve Marlon bana başlarıyla selam verdiklerinde gülümsemem büyüdü. Diğer Bekçiler hiçbir tepki vermediklerinde ise Drach kaşlarını çatarak Bekçilere döndü. Yanlarına Kraliyet Hanedanından biri gelmişti fakat onlar yanlarından sıradan biri gelmişçesine kıpırdanmalarına devam ediyorlardı. Bu alışıldık bir şey olmasına rağmen Drach buna büyük bir hayretle bakıyordu. Uzun zamandır bu topraklara adım atmadığı belliydi. Düzenden bihaber olduğu gibi tahmin ettiğinden daha kötü olması onu şaşırtmıştı. Aldırış etmeden gülümseyerek Bekçilerin yanlarına geçecekken Drach elini nazikçe kaldırıp önüme yerleştirdi ve beni durdurdu. Marlon ile göz göze geldik. Marlon çatık kaşlarla Drach'e bakıyor ve ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Önümde duran ele baktıktan sonra ben de bakışlarımı ona çevirdim. O ise hala aralarında konuşan ve kıpırdanan Bekçileri seyrediyordu. Eli yavaşça inerken gür bir sesle Bekçilere seslendiğinde aniden yükselen sesine karşılık irkildim.

"Kimin gözleri en keskin?" diye bir soru yöneltti Drach. Bekçiler kendi aralarında bu soruyu önce garipsediler. Ardından bu soruyu tartışmaya başladılar. Marlon soruya yanıt verecek gibi olduğunda onu gözlerimi büyüterek susturdum. Benim duyularımın keskin olduğunu yalnızca Marlon biliyordu. Başkasının bilmesini de istemiyordum.

"Diego." dedi aralarından birkaç kişi. Drach bekçilere döndü.

"Gel bakalım Diego."

Kalabalığın arasından iri bir genç savaşçı geldi. Tam Drach'in yanında durdu ve ellerini önünde birleştirip ona selam verdi. Drach bu hareketini gördükten sonra önce Diego'ya sonra bana baktı. Kendisinin bile benden daha çok saygı duyulmasını anlayamamıştı.

"Buyurun Başbekçim..."

Drach elleriyle birden beni gösterdi. "Karşında kim var? Görebiliyor musun?"

Diego başını kaldırıp benimle göz göze geldi. Bu an beni rahatsız ettiği için ondan bakışlarımı kaçırıp Marlon'a döndüm. Onun da kafası en az benimki kadar karışmıştı.

Diego önce afalladı. Kendine geldiği an "Prenses." diye yanıtladı. Drach'in bu cevap karşısında kaşları havalandı. Durumun ne denli bir boyuta ulaştığını kestirebilmişti.

"Prenses..." diye tekrarladı Bekçiyi. "Peki... Aranızdaki en zeki kişi gelsin."

Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Bekçiler de ben de onun bu öğretme anlayışını anlayamamıştık. Şu an ne yapıyordu? Neden yapıyordu? Bundan ne çıkarmalıydık?

Bekçiler arasında kısa bir konuşma yaptıktan sonra bir çocuğu öne sürdüler. Bu az önceki genç ile tartışan çocuktu. Çocuğun adımları tam karşımda, Diego'nun da yanında durunca Drach söze girdi.

"Adın nedir?"

"Clay." diye yanıtladı çocuk. Drach anlamış gibi başını salladı.

"Clay... Söyle bakalım, prenses kimdir, kimlere denir?"

Çatılı kaşlarım o an havalandı. Yapmaya çalıştığı şeyi anlamıştım ve bu yaptığına karşılık şok olmuştum. Yüzümde garip bir tebessüm yer edince karşımdaki çocuğa çevirdim bakışlarımı. Çocuk gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı.

"Kralların ve Kraliçelerin kız çocuklarına denir." diye yanıtladı çocuk. Drach anlamışçasına başını salladı.

"Aranızdaki en itaatkâr Bekçi kim?"

Bu kez Bekçiler oldukça hızlı bir şekilde bir Bekçi’yi daha öne sürdüler. Sarı saçlı ve kahve gözlü bir genç daha karşıma geçince Drach gözleriyle genci işaret etti.

"Sen misin aralarında en itaatkâr bekçi?"

"Benim sevgili Başbekçim. İs-"

"Sana ismini sormadım."

Genç şaşırarak Drach'e döndü. O an ben de şaşkınlıkla ona dönmüştüm. Az önce çağırdığı Bekçilere tek tek adını sorup bu gence sormaması kafamı karıştırmıştı.

"Sana ismini sormadım çünkü aralarındaki en itaatkâr Bekçi sen değilsin." dedi sert bir tavırla. Genç, çatık kaşlarla Drach'e baktığında bir hata yapıp yapmadığını düşünmeye başladı. Çaresiz bakışları arkadaşlarına döndüğünde Drach adımlarını bana yöneltti. Tam yanımda dikilip yönünü benim gibi Bekçilere döndüğünde önce önümüzde duran üç Bekçiye ardından arkada dizilen Bekçilere baktı. Bakışlarım sadece onun üzerindeydi. "Zira karşında duran kraliyet soyundan bir prensese itaat etmiyorsun." diye eklediğinde bakışlarım büyüdü. Yutkunarak önümde duran Bekçilere döndüğümde Drach devam etti. "Sen Diego," dedi ve devam etti. "Aralarında görme duyusu en keskin olan kişi sen değilsin. Zira karşında bir prenses olduğunu herkes gibi sen de göremiyorsun." Yönünü çocuğa döndürdü. "Ve sen Clay, aralarında en zekisi falan değilsin. Öyle olsaydın karşındakine nasıl davranılması gerektiğini bilirdin." Karşımızdaki bekçilerin başları ağır ağır yere düşerken Drach acımadan devam etti. "Hepiniz neyin ne olduğunu biliyor ve görüyorsunuz. Öyleyse nedir bu saygı yoksunluğunuzun sebebi?" Arkada dizilenlerin de başları yere eğildiğinde Drach bağırmaya başladı. "Karşınızda bir prensesin olduğu görüyor ve ne anlama geldiğini biliyor ama itaat etmiyorsunuz öyle mi? Karşınızdaki kişi öyle sıradan biri değil. Kral Alaric Finch ve Kraliçe Amara'nın kızı. Ona itaat etmemenizin sebebi nedir bekçilerim? Hepiniz kralın çocuklarısınız da haberimiz mi yok?"

Her bir sözü gururumu daha da okşuyordu. Bu yaptığı benim için o kadar özeldi ki. Yıllarca fısıltılar ve gölgelerin içinde büyüyen biri için insanların ayakları altında kaybettiği saygısını insanların başlarını yere eğerek bana geri vermesi benim için çok anlamlıydı. Onu en iyi şekilde mükâfatlandıracaktım.

Bakışlarım tamamen bekçilere döndü. Farkında olmadan başımı ve duruşumu dikleştirmiş hepsinin önümde eğik başıyla bana itaat ettiklerini görüyordum.

Drach devam etti. "Ona saygı duymak zorundasınız. Saygı duymayanı saygı duydurtmak zorundasınız. İlk ve en önemli vazifeniz bu. İtaat edeceksiniz. Ona hak ettiği gibi hitap edecek ve ona boyun eğeceksiniz. İsyan edeniniz varsa bir adım öne çıksın."

Bekçiler sustu. Bunca zamandır istediğim şeyi bana bir anda bahşedince afallamıştım. Bekçiler boyunlarını yere eğdiler. O an gözlerim dolmuştu. Marlon ile göz göze geldim. O da tıpkı benim gibiydi. Mutluydu ve bana gururla bakıyordu. Çenem titriyordu. Bütün bu olanlar karşısında ne yapacağımı bilememiştim. Tek bildiğim şey Başbekçiye borçlu olduğumdu.

"Ders bitmiştir." dedi Drach. "Yarınki ders için herkes hazırlıklı olsun. Bugünkü gibi geçeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Mümkünse yanınıza yedek kıyafetler getirin."

"Emredersiniz Başbekçi'm."

Drach yanımdan ayrılıp gittiğinde ben hala şokun etkisiyle bulunduğum yerde donakalmıştım. Yaşanan şeylerin birer hayal olup olmadığını idrak etmeye çalışıyordum. Marlon ağır adımlarla yanımda durunca başımı kaldırıp ona bakamadım bile. Marlon tam dudaklarını aralayacakken bekçilerin isyanı kulaklarımı buldu.

"Kral nereden bulup getirtmiş bunu?" dedi aralarından biri. Karşılarında olmam hiçbir şeyi değiştirmiyordu ve öfkeyle birbirleriyle konuşmaya devam ediyorlardı.

"Bize ahlak dersi veren kendini beğenmişin teki!"

"Savaşı Elçilere saygı duyarak kazanacağımızı mı düşünüyor?"

"Daha ilk günden yaptıklarına baksanıza! Tanrım neden bu topraklarda düzgün bir Başbekçi yok!"

"Kafayı yemiş. Bir an önce onu göndermemiz lazım."

Gözlerim öfkeyle aralandı. Az önce anlattığı hiçbir şey bekçilerin o kalın kafasına girmemişti. Marlon öfkeyle arkasını döndü ve bekçilere bağırmaya başladı.

"Siz ne yapıyorsunuz? Karşınızda prensesiniz var!" dedi öfkeyle. "Onun yanında nasıl böyle konuşursunuz?"

Önce bir sessizlik hüküm sürdü. Ardından hep bir ağızdan gülmeye başladılar. "Az önce söylenenleri ciddiye almış olmalısın Marlon." dedi aralarından biri. Öfkeyle dişlerimi sıktığımda Marlon bir adım atıp çocuğun üzerine yürümeye başladı. Çevik bir hareketle onu kolundan yakaladım. Marlon onu tutmamla birlikte adımlarını durdurdu.

Kahve gözleri bana döndüğünde ona herhangi bir sorunun olmadığını göstermek için sıcak bir şekilde gülümsedim ve uzunca gözlerimi kapattım. Marlon öfke dolu gözlerini son kez bekçilere çevirdi. Kolunu yavaşça bırakıp oradan uzaklaşmaya başladım. Arkamı döndüğüm gibi az önceki sıcak gülümsememden eser kalmamıştı. Yüzümde büyük bir öfke ve hırs yatıyordu. Marlon'ın ağır adımları arkamdan ilerlerken arkama bile dönmeden dolu gözlerle saraya ilerlemeye başladım.

Bir an... Yalnızca bir an aptal gibi her şeyin düzeleceğini sanmıştım. Bu yeni bekçi benim kurtuluşum olur sanmıştım. Hak ettiğimi bana geri verebilecek güçte olduğunu zannetmiştim ve yine yanılmıştım. Ardena'dan ne beklemiştim ki? Bekçilerinin bana itaat etmesi ve boyun eğmesini mi? Saçmalık!

"Rosemarry..." dedi hemen adımları yanımda biten Marlon. Adımlarımı yavaşlattım ve onu dinlemeye başladım. "Sen onları önemseme. Ben inanıyorum." dediğinde yavaşlayan adımlarım durdu. Marlon önüme geçip gülümseyerek konuşmaya devam etti. "Onlar sana itaat edecekler. Buna inanıyorum. Bu yeni Başbekçi bunu yapabilir. Görmedin mi?" dediğinde aklıma dün yaşananlar gelmişti. Bana olan aşağılayıcı tavırlarını hatırlamıştım Başbekçi’nin. Sonrasında da Chris'in sözlerini. O an bazı şeylerin parçaları birleşmişti. Başbekçi’nin bunu yapma amacı onlara saygıyı falan öğretmek değildi. Chris'in emrine riayet etmekti.

"Bu mümkün değil." diye bir mırıltı çıktı ağzımdan. Gözlerimi ona çevirdim. "Onun amacı Chris'in emrine biat etmek. Bana karşı duyduğu saygı gösterişten ibaret."

"O da ne demek?"

"Sonra anlatırım Marlon." dedim ve omuzlarımdan düşmek üzere olan ok kutusunu sertçe omuzlarıma bir kez daha geçirdim. Derin bir nefes aldım ve korkunç bir şekilde gülümsemeye başladım. Marlon bu tepkime karşılık tuhaf bakışlarla beni seyrediyordu. Ona döndüm ve kendimden emin bir sesle, "Hazırlan." dedim. Marlon karşımda şekilden şekle girerken çenemi havaya kaldırdım. Az önce yaşanan hadsizliğin öfkesini bir şekilde üzerimden atmalı ve yaşananları unutmalıydım. "Kuşlar daha uyanmadı. Güneş daha doğmadı," dedim. Marlon ne söyleyeceğimi anladı ve sertçe yutkundu. "Orman hâlâ uyuyor." diye devam ettim ve ekledim. "Elçiler için daha iyi bir zaman olamazdı."

"Rose..." diye mırıldandı suçlu bir ifadeyle Marlon. "Emin misin? Bak dediğin gibi saat daha çok erken. Ya yokluğun fark edilirse?"

Alayla gülümsedim. "Kim fark edecek yokluğumu? Kimin umurundayım da yokluğum fark edilsin?" dedim ve ona doğru bir adım attım. "Hazırlan bakalım Sevgili Bekçim. Ava çıkıyoruz."

*** 

Ayaklarımın altında ezilen yaprak sesleri, kuşların cıvıltılarına eşlik ediyordu. Yanında olmasak bile Hırçın Deniz'in öfke dolu dalga sesleri kulaklarımızı buluyordu. Doğanın içinde iki beden her adımda biraz daha yaklaşıyordu. Avlarına...

Adımlarımız yavaşladı. Duyduğum sesleri Marlon da duymuş olacak ki temkinli adımlarla önüme geçti. Bir eli kemerindeki kılıcında diğer eli benim önüme siper olmuştu. O an kulaklarım işittiğim birkaç adımla daha titredi. Birden fazlalardı. Birden oldukça fazlalardı hem de.

"Dokuz..." diye mırıldandım fısıltıyla. Gözlerimi kapatıp dikkatimi adım seslerine verdim. Her bir ayak sesi kulağımda atıyordu sanki. Birbirlerinden farklı ritimlerini kafamda eşleştirmeye çalıştım. "En az dokuz kişiler..." dedim eşleştirebildiğim kadarıyla. Marlon adımlarını önümde durdurdu. Gözlerim kapalıyken onun adımlarının hareketliliğinin kesildiğini fark ettim ve gözlerimi anında araladım. "Niye duruyorsun Marlon?"

Marlon göğsünü kabarttı ve bana döndü. "Dokuzdan fazlalar dedin Rose." dedi güçlü bir fısıltıyla. "Yüzüğümüz de yok. Bu bizi aşar. Başımız belaya girecek."

Hayret dolu bakışlarımı ona çevirdim. Bunları bir savaşçı adayının söylemesi o kadar şaşırtıcıydı ki. Yüzükleri olmadan kendilerini bir hiç olarak görüyorlardı.

Öfkeyle dişlerimin arasından konuşmaya başladım. "Beşi bende. Dördü sende." dedim net bir şekilde. Marlon güçlü bir şekilde soluğunu dışarı bıraktı.

"Rose..." dedi endişeyle ve ekledi. "Konu ben değilim, anlamıyor musun?" Eğilen başımı havaya kaldırıp gözlerine baktım. Konunun ne olduğunu anlamak için başımı hafifçe omuzlarıma yatırıp gözlerimi kısarak ona baktım. Marlon, "Eğer sana bir şey olursa ne olur? Bunu hiç düşünüyor musun?" dedi stresle. "Sen bir prensessin."

Alayla dişlerimi göstererek gülümsedim. Gülümsememden sonra üst dişlerimle alt dudağımı ısırdım ve bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdim. "Herkesin ölmesini beklediği biri olduğum doğru sevgili Marlon. Belki de onlara istediklerini veririm." dedim hırsla ve elimi cebimdeki hançerime götürüp sıkıca tuttum. "Sınırı geçtiler." dedim başımı ona çevirerek. Yüzüme yapışan saçlarımı rüzgâr savuruyordu. "Topraklarımıza girdiler." diye devam ettim ve başımla seslerin geldiği yönü gösterdim. "Biz ölmezsek kasabaya inecekler ve masumları öldürecekler. Bunu mu istiyorsun?" Marlon'un bakışları değişti. Yüzünde bu kez öfke beliriyordu. "İki kişi canını kurtaracak diye onca canın gitmesi sana adil geliyor mu?" diye sordum hemen ardından. Gözlerini açmasını ve bir şeyleri anlamasını istiyordum. "Canım onların olabilir." dedim büyük bir hırsla bir ve adım öne atıldım. "Ama halkımın canını leş ettirmem onlara."

Marlon başını dikleştirdi. Hiçbir şey söylemeden başını tek bir hareketle öne doğru eğdi ve başını salladı. İtaat ettiğini gösteren bu hareketle zafer içinde gülümsedim. "Plan basit." dedim büyük bir özgüvenle. Marlon anlamış gibi gülümsedi. Onunla ava çıkmayı bu yüzden seviyordum. Çoğu taktiğimizi biliyordu ve bir ekip halinde harekete geçiyorduk. "On iki..." diye mırıldandım bu kez. "Net sayıları on iki."

"Yarı yarıya." dedi Marlon büyük bir zevkle. Hançerimi cebimden çıkarıp elimde çevik bir hareketle salladım.

"Söz veremem." diye mırıldandım hançerimin ucundaki noktaya bakışlarımı dikerek. "Hançerlerimin dur emrine itaat etmeleri gibi bir huyları yok maalesef. Sayım yedi, sekiz sularında gezerse bağışla beni."

"Sayıyı geçersen bana bir hançer borcun olsun o hâlde." dedi Marlon sırıtarak. Hançerimi tekrardan cebimdeki yerine yerleştirip ona arkamı döndüm ve sesin geldiği yöne doğru ilerlerken onun duyabileceği bir fısıltıda mırıldandım.

"Bakarız."

Marlon duymuştu. Arkamdan gelen sırıtma seslerini çok net bir şekilde işitebiliyordum. Onun sırıtışı beni de sırıtmaya teşvik etmişti.

Ondan ayrılıp oldukça ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Siyah pelerinimin başlığını kafama geçirip maskemi taktım. Önümde dolaşan birkaç adım sesi işitir işitmez adımlarımı durdurdum ve bir ağacın arkasına eğildim. Önümde ellerinde kılıçlarla giden iki Elçiyi görünce ellerim istemsizce cebime gitti. O an aklıma gelen bir fikirle gözlerimi kıstım. Keyifle gülümseyip ağacın arkasına sindiğim yerden çıktım ve önümden geçip giden Elçilerin tam arkasına geçtim. Onlar beni fark etmemişlerdi fakat ben tam arkalarındaydım. Bu durum beni eğlendirmişti. Sırıtarak omzuma astığım ok kutusundan bir ok çıkardım ve diğer omzuma astığım yayı tek hamlede elime aldım. Hızla oku yayıma geçirip bana arkaları dönük olan Elçilere oku yönelttim. Elçiler hâlâ etraflarına aylak aylak bakarken büyük bir zevkle oku bıraktım.

Ok, iki Elçi'nin de aralarından geçip önlerinde duran bir ağaca saplandı. İki Elçi de şok içinde kalırken bakışları direkt olarak bana döndü. "Tüh..." diye mırıldandım onlara bakarken ve elimde yayı çevirmeye başladım. "Tam da ok dersinden yeni çıkmıştım." dedim hemen ardından büyük bir keyifle. Elçiler şaşkınlıkla beni izliyordu. "Hiç olmadı bu, beğenmedim. Arkanızı bir daha döner misiniz? Bir atış daha yapacağım."

Elçiler önce birbirlerine baktılar. Ardından gülmeye başladılar. Onların gülüşlerine kendi kahkahalarımla eşlik ettim. Dışarıdan bakılınca birer deli gibi görünüyorduk. Fakat biz birer düşmandık.

Elçilerden kahverengi saçlı olanı bir adım öne atıldı. "Şans bir kere ayağına gelir ufaklık." dediğinde etkilenmiş bir şekilde tek kaşımı havaya kaldırdım.

Gözlerimi kısarak üzerindeki madalyonunun amblemine bakmaya çalıştım. Güneş'in resmini gördükten sonra gülümsedim.

Elçilerin adımları biraz daha yanıma yaklaştı. Oldukça kendilerinden emin bir şekilde hareket ediyorlardı. "Aslında aptal olmasaydın bizi öldürebilirdin ufaklık." dedi yine kahverengi saçlı Elçi. Güneş'in Elçisi...

Başımı hava kaldırdım. "Aptal?" dedim kendi kendime. Onlar adımlarıyla beni korkutmaya çalışıyorlardı. Her adımlarında bende bir korku oluşmasını umdukları kesindi. Aramızdaki mesafe onların adımlarıyla kapanırken birden geriye doğru bir adım attım. Bu geriye attığım adım onları güldürdü ve cesaret verdi. Onlar her adım attıklarında ben bir adım geri attım.

"Şuna baksana." dedi Güneş'in Elçisi yanında duran kumral saçlı Elçiye. "Korkudan nasıl da kaçıyor." dediğinde bakışlarımı onlardan ayırmadan geri geri adımlamaya devam ediyordum. Yanındaki Elçi gülümsemeye başladı.

"Bekçilerin hepsi böyle. Bunu bilmiyor muydun?" dedi büyük bir hırsla. Diğerine nazaran mizacı biraz daha sertti. "Hepsi korkak hırsızların teki! Anca böyle bize yem ederler kendilerini."

Bir anda pelerinimin başlığına uzandım. Başlığı kafamdan çıkardım ve saçlarımın ile yüzümün görünmesini sağladım. Onlar ne yaptığımı anlamazlarken ellerimi başlığımın arkasına yerleştirdim. Onlara fark ettirmeden hızla okuma uzanıp oku sertçe oradan çıkardım ve kıvrak bir hareketle arkamı dönüp ağaçların arkasında duran ve bana ok atmak için hazır olda bekleyen Elçiyi tam kafasından okla vurdum. Bu ani hareketimle iki Elçi de adımlarını durdurdu. Geri geri adımlamamın sebebinin avıma yaklaşıyor olduğumu anlamaları çok uzun sürmedi.

Ağır hareketlerle bu kez yönümü onlara döndüm ve tıpkı onların yaptığı gibi onlara doğru adımlamaya başladım. İkisinin de adımları gerilemeye başladığında kocaman gülümsedim. Bu kez gülümsememi görüyorlardı. Az önce maske ve başlık yüzünden göremedikleri korkunç gülümsememi görüyorlardı.

"Anca böyle yem edersiniz bana kendinizi." dedim. İkisinin de yutkunduğunu işitti keskin kulaklarım zevkle elimdeki yayı omzuma astım. "Ve kendime haksızlık edemeyeceğim, ok dersime iyi çalışmışım. Zira az önceki atış, arkadaşınızın kafasını patlatacak kadar isabetli bir atıştı. İtiraf edin."

İkisinin de korkudan dili tutulmuştu. Tehlikeli adımlarım onlara öyle korku salmıştı ki bir anlığına ikisi de birer Elçi olduklarını unutmuşlardı. Güçlerini kullanmıyorlardı. "Hey!" diye seslendim ikisine de. "Elçi değil miydiniz siz? Gücünüz yok mu? Unuttunuz mu yoksa?" dedim ve dudaklarımı büzerek üzülüyormuş gibi yaptım. "Neyse ki düşmanınız sizi düşünüyor ve bu eşsiz gücünüzü size hatırlatıyor. Kıymetimi bilin."

Güneş'in Elçisi bir anda ellerini birleştirerek ormana büyük bir ışık kümesi yaydığında istediğime ulaşmış gibi gülümsedim ve en iyi olduğum şeyi yaptım. Keskin duyularımı sonuna kadar kullanıp hızla koşmaya başladım. Karşımdaki Elçiler o kadar saflardı ki... Bu ışık kümesi yüzünden beni kör edeceklerini ve görüşümü kısıtlayacaklarını düşünmüşlerdi. Fakat yanıldıkları nokta bendim. Benim gücümün sınırlarını bilmemeleriydi. Ve diğer yanıldıkları nokta da bu ışık kümesi yüzünden kendilerinin de hiçbir şey göremeyecekleriydi. Korkakça kullandıkları güçleri hiçbir işlerine yaramamıştı.

Hızla yanlarında bittiğimde cebimdeki hançeri çıkardım ve sertçe Güneş Elçisi'nin kalbine hançerimi sapladım. Hançeri saplamamla ortadaki ışık kümesi yavaş yavaş kaybolmuştu. Öfkem bir anda kendini göstermişti. Sabah yaşananlar ve bana söylenen o sözler aklıma her geldiğinde hırstan gözüm dönmüştü. Kalbine sapladığım hançeri içindeyken döndürdüğümde Elçi acı içinde bir çığlık kopardı. Susması için dizlerine sert bir tekme attım ve dizlerinin üzerine çökmesini sağladım. Tam o esnada iki elin de boynumu sıktığını hissettim. Bu diğer Elçiydi.

"Sen artık çok oldun canavar!" diye kükredi kulağıma doğru. Boynumu öyle sıkmıştı ki nefesimi alamıyordum.

Elçiye sapladığım hançeri çıkaramadan bırakmak zorunda kaldım. Nefessizlik bütün bedenimdeki gücü esir almış gibiydi. Elçi, beni öldürdüğüm Elçi'nin yanından alıp sertçe yere yatırdı ve boğazımı sıkmaya devam etti. Yaptığı bu ahmak hataya karşılık nefessiz kalsam da gülümsemeye çalıştım. O ise buna daha da öfkelendi. "Ölmek üzeresin ama hâlâ sırıtıyorsun öyle mi?"

İki ayağımı da esnek bir şekilde karnıma kadar çektim ve bütün gücümle üzerimdeki gözü dönmüş Elçi'nin karnına indirdim. Elçi, yediği güçlü darbeyle üzerimden savrulunca nefessiz kalan bedenim titremeye başlamıştı. Geçirdiğim küçük çaplı öksürük krizinden sonra uzandığım yerden kalktım. O an bizim yanımıza gelen üç Elçi daha görmüştüm. Asıl gösteri şimdi başlıyordu.

Kemerimdeki keskin kılıcı oldukça sesli bir şekilde çıkardım ve hiç durmadan üzerimden savrulan Elçi'nin yanına gittim. Elçi de kendi kılıcını çıkardı ve savurduğum kılıca güçlü bir yanıt verdi. Kılıçlarımız kesiştiğinde ona kılıcımın üzerinden öldürücü gözlerle baktım. Yanımıza ulaşan Elçilerden ikisi de kılıcını çıkarıp etrafımı çevrelediğinde öldürücü yeşil gözlerim hala beni boğan Elçideydi.

Üç elçi de etrafımı sardı. Kalan tek Elçi de kenarda ellerini birleştirmiş tek bir hamlemde gücünü kullanarak beni yok etmeyi planlıyordu. Onu fark eder etmez kurtulmam gereken kişinin önce o olmasına karar verdim.

Kılıçlarımızı birbirinden ayırdım ve kendi etrafımda hızla dönerek onlar fark etmeden cebimdeki yeşil yakutlarla bezeli olan hançerimi de çıkarıp ellerini birbirine birleştiren Elçiye sertçe fırlattım. Hançerim Elçi'nin tam kafasına geçince etrafımı saran Elçiler bir anda üzerime saldırmaya başladı.

Ellerimde tuttuğum kılıcı bana savurduklarını engellemek için kullanmaya başladım. Sağımdan, solumdan... her yerimden bir kılıç savruluyordu ve ben öylece ortada savunmada kalarak darbelerden kaçmaya çalışıyordum. Kılıçlardan bir tanesi kolumu keskin bir şekilde sıyırınca acı içinde inledim. Kolumu önemsemeden bana savrulan bir kılıca sertçe vurdum. Kılıç yere düşünce savunmasız kalan Elçi'ye sertçe kılıcımı sapladım ve hemen o esnada arkamdan savrulan bir başka kılıcın önünden hızla çekildim. Arkamdan savrulan kılıç, az önce kılıç sapladığım Elçi'nin kafasından aşağı doğru kaymıştı. Bunu gören Elçi şok içinde ortadan ikiye böldüğü arkadaşına bakmaya başladı. Bunu fırsata çevirip kutumdaki oklardan birini aldım ve elimle şok geçiren Elçi'nin içinden geçirdim. Her şey o kadar hızlıydı ki araya kendi ırkımdan biri bile karışsa onu tanımayacaktım. Gözüm dönmüştü.

Ok sapladığım Elçi dizlerinin üzerine düştüğünde kalan tek Elçiyle göz göze geldik. Beni boğmaya çalışan kumral saçları olan Elçi... Kılıcımı sertçe sapladığım Elçi'den çıkardım. Kılıcın üzerinden akan kanları acımasızca sallayarak toprağa dökülmesini sağladım. Yüzüm dağılmıştı. Yerde sürünmekten üzerim, saçlarım kirlenmişti. Kıyafetlerim, kollarım ve yüzüm başkalarının kan kokusuna bulanmıştı. Aynı zamanda kan izlerine...

Derin bir nefes alıp göğsümü kabarttım ve kalan tek Elçi'nin üzerine yürümeye başladım. Elçi korkakça bir adım geri attı. Durmadım ve üzerine yürümeye devam ettim. Yüzümde artık alaycı bir gülümseme bile yoktu. Oldukça sert ve acımasızdım. Dişlerimi sıkmaktan çenemin kasıldığına emindim.

"Dur artık!" dedi son kalan Elçi. Korkunç bir ses tonuyla söze girdim.

"Topraklarımıza girdiniz." dedim dişlerimin arasından. Kanlı kılıcımı hızla sol elime aldım. Sağ elimden oluk oluk kan akmaya başlamıştı. Yaram derindi anlaşılan. "Ve tesadüfe bak, hâlâ topraklarımızdasın."

Elçi yutkundu. "Burası bizim topraklarımız." dedi. Bunu söylerken kurduğu cümle kadar bile cesaret yoktu ses tonunda. Alayla tek kaşımı havaya kaldırıp sertçe ona bakmaya devam ettim.

"Burası..." dedim üstüne basa basa. "Bizim topraklarımız."

"Burası bizimdi." dedi Elçi. O kadar çok ilerlemiştik ki artık Hırçın Deniz'in dalgaları kulağıma daha net geliyordu. Uçuruma yaklaşmıştık. Korkak herif geri geri gitmekten denize uçacaktı. "Siz bizden çaldınız."

"Kes sesini." dedim sert bir sesle. Adımları uçurumun kenarına gelince durdu. Ben ise durmadım ve tam önünde durup kılıcımı ona doğrulttum. Kılıcın ucunu göğsünün ortasına götürdüm ve hafifçe bastırdım. En ufak hareketim onu aşağıdaki keskin kayalıklarda parçalayacaktı. "Siz ne sanıyorsunuz kendinizi?" dedim. Elçi korkak bakışlarını uçurumun aşağısına çevirdiğinde sertçe tepki gösterdim. "Bana bak!" dedim yüzüne doğru bağırarak. "Seninle konuşuyorum." Elçi ağır hareketlerle yüzünü bana döndürdü ve bana baktı. "Ortada çalan ya da mağdur yok bunu o kalın kafanıza sokun artık." dedim öldürür gibi. Elçi öfkeyle dişlerini sıktı. "Yıllardır süregelen bu saçma inanışınız kaç kişinin ölümüne sebep oldu?" diye sordum acı içinde. "Kaç insanın hayatının içine sıçtınız? Haberin var mı senin?"

Elçi yutkundu ve sinirle bana bakmaya devam etti. Dişlerimin arasından konuşmaya devam ettim. "Ataların yıllar evvel bu toprakları kaybetti. Anladın mı?" dedim ve kılıcı göğsüne biraz daha bastırdım. "Atalarının yaptığı bir hatayı ne diye masumlardan çıkarıp duruyorsun?" dedim bu kez sanki bütün savaşı o çıkarmış gibi. Bütün bir Elçileri o an tek bir kişi gibi görüyordum. "Kaybettin." dedim ağır ağır. "Kabul et artık. Açgözlülüğünüzü, doyumsuzluğunuzu dizginleyin ve kabul edin. Kaybettiniz." Acımasız sözlerim karşımdaki Elçiyi daha da sinirlendiriyordu. Birden Elçi gülmeye başladı. Kaşlarımı çatarak tiksinircesine ona baktım.

"Ya siz Majesteleri?" dedi birden. "Siz ne zaman kaybettiniz Bekçilerin size olan saygısını?"

Sözleri beynimde bir uğultu bıraktı. Bu uğultu az önceki bütün düşüncelerimi susturdu. Kanım çekilir gibi olduğunda kılıcı tuttuğum elim titremeye başladı. Bunu nereden biliyordu? Benim kraliyet soyundan olduğumu nereden anlamıştı?

Elçi arsızca gülümsemeye devam etti. "Siz halkınız için bu kadar şeyi göze alabiliyorsunuz. Peki ya halkınız?" diye sordu Elçi. Dudaklarım titremeye başladı. "Halkınızın sizin hakkınızdaki düşüncelerinizden haberiniz var mı?" dedi bu kez. Yapmaya çalıştığı şeyi anlamıştım.

"Beni kışkırtmaya çalışıyorsun."

"Hayır." diye itiraz etti Elçi. "Size gerçekleri göstermeye çalışıyorum Majesteleri." dedi alayla. "Az önceki cesaretiniz ve savaşçı ruhunuz beni bile gururlandırdı doğrusu. Peki ya halkınız?" Bakışlarımı ondan kaçırarak yere eğdim. "Halkınız sizi öldürmek için size bir kurban gibi davranırken siz ne diye onlar için canınızı feda etmeye kalkıyorsunuz?"

"Bu zamana kadarki bütün prensesleri gözlerini bile kırpmadan katleden bir halk... Hanedanınızdaki prensesleri katlettiler Majesteleri." dediğinde gözlerim dolmaya başlamıştı. Göğsüm durmadan hızla inip kalkıyordu. "Siz cellatlarınız için kendinizi neyin içine attığınızın farkında mısınız? Onlar için verdiğiniz bu mücadele onların umurunda mı sanıyorsunuz?" dedi ve acımasızca devam etti. "Onlar sizi öldürmeyi planlarken siz burada onları yaşatmaya çalışıyorsunuz."

Son söylediği şeyle kılıç ellerimin arasından kayıp gitti. Kılıcım, Hırçın Deniz'in dalgalarına yuvarlanıp gidince irkildim. Bir adım geriledim ve duyduğum şeylerin ağırlığıyla gerilediğim yerde bir çivi gibi çakıldım. Nefes alışlarım hızlanmış gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı.

Elçi arsızca gülümsedi. Uçurumun kenarından bir adım bile ayrılmadan bana bakmaya devam etti. "Size üzülüyorum Majesteleri." dedi naif bir ses tonuyla. Oysa bu ses tonu beni rahatsız ediyordu. "Keşke sizi hak eden bir halka sahip olsaydınız." diye mırıldandı ve bakışlarını kendi krallığının olduğu yere çevirdi. Buradan çok net bir şekilde kaleleri görünüyordu. "Oysa benim krallığım sizin söylediklerinizin aksine açgözlü ya da doyumsuz değil." dedi. "Benim krallığım bir olmayı bilir. Benim krallığımın en büyük gücü fedakârlıktır. Kendi canını başkaları için ortaya koyanların önüne siper olur benim halkım." Gözyaşları içinde Elçi'ye döndüm. Kahverengi gözleri krallıktan çevrildi ve bana döndü. Baştan aşağı hızlıca beni süzdü. "Sizi hak etmiyorlar." dedi net bir sesle. "Hak etmiyorlar."

Yutkundum. Sözlerinin beni bu kadar etkileyeceğini düşünememiştim. Elçi acıyan gözlerle gözlerimin içine baktı. O an bunun bir manipülasyon olmadığını, Elçi'nin gerçekten bana üzüldüğünü hissettim. Benim aptallığıma ve saflığıma üzülmüştü. Zira söylediklerinde haksızlık payı yoktu. Haklıydı. Bunu bile bile bu zamana kadar yılmamıştım fakat bildiklerimi bir başkasının, düşmanımın yüzüme çarpması bende tokat etkisi yaratmıştı.

Elçi'nin gözleri birden ardına kadar açıldı. O an her şey ağırlaştı sanki. Yavaşladı. Zaman aksadı. Elçi karnına yediği okla yavaş yavaş gözlerimin önünden kaydı ve uçurumdan aşağı düştü. Gözleri ise bir an olsun gözlerimden ayrılmadı.

Şok içinde Elçi'nin düşüşünü izledim. Uçurumdan kayıp gittiğinde bir süre olduğum yerde kalakaldım. Yanıma koşuşturan adımlar bir anda önüme geçtiğinde uçurumun başında takılı kalan gözlerim ağır ağır karşımdaki yara ve ter içinde kalan Marlon'a çevrildi. Marlon endişeyle beni kollarımdan sarstı, kendime getirebilmek için. Bir anda darbe aldığım yeri sıkıca tuttuğunda acı içinde inleyip geri çekildim.

"Rose?" dedi Marlon korkuyla ve az önceki sıktığı yere baktı. Siyah kıyafetimin üzerindeki koyu ıslaklığın kan olduğunu fark edince hızla yanıma geldi ve cebinden uzun bir bez parçası çıkardı. Bez parçasını sertçe yaramın üzerine bağlayıp sıktığında acı içinde iki büklüm oldum. "Tamam Rose. Saraya gittiğimizde hemen bir hekimin yanına gideceğiz."

Başımı sallayarak onu onayladım. Kolumu sardıktan sonra yüzümü avuçlarının arasına aldı. "İyisin değil mi?" Başımı hızla salladım.

"Ben iyiyim." dedim dehşet sesimle. İyi değildim. Az önce söylenen şeyler aklıma oturmuştu. "Sen? Sen iyi misin?"

"İyiyim." dedi Marlon. "Vay be!" dedi sonra şaşkınlıkla. "On iki kişi be! On iki kişinin üstesinden geldik." dedi zaferle. Mutluluktan havalara uçacaktı. Gülümsemeye çalıştım. "Senin kurbanları gördüm. Neler yapmışsın öyle?" dedi Marlon. Kısa bir şekilde güldüm. Gülecek hâlde bile değildim. Maksat durumu anlamamasıydı.

"Dokundum öldüler." dedim onun tabiriyle. Marlon koca bir kahkaha attı.

"Çok keyiflendim." dedi Marlon. Ardından bana döndü. "Seninle ava çıkmayı özlemişim sarı kafa." deyip kolunu omzuma attı ve yürümeye başladı. Ona eşlik ederek yürürken zihnimi dağıtmaya çalışıyordum. Az önceki olanları unutmaya çalışıyordum.

"Öyle." diye mırıldandım.

Adımlarımız az önceki benim katlettiğim cesetlerin olduğu yerde bitince Marlon'un kolları arasından ayrıldım. Cesetlerin üzerindeki hançerlerimi toplamaya başlarken Marlon ağız dolusu bir ıslık çaldı.

"Şu hâle bak, ziyafet sofrası yapmış bizimki yine." dedi ellerini iki yana açarak. Cesetlerden birinin yanına eğilip kafasını tuttu. "Sen yine çok yara almamışsın. Şu arkadaştan hıncını çıkarmış. Bak." dedi kahverengi saçlı Elçi'nin kafasını ikiye bölünen Elçi'yi göstererek. "Gördün mü? İçini dışına çıkarmış."

"Marlon." dedim son hançerimi de aldıktan sonra ona dönerek ve onu ikaz ettim. "Cesetleri rahat bırak."

"Emredersiniz Majesteleri." dedi ve adamın kafasını bırakıp ellerini havaya kaldırdı. Soytarılığına göz devirdikten sonra sıkıntıyla yerde duran cesetlere baktım.

"Hepsini denize atacağız." diye mırıldandım. "Önce madalyonlarını toplayalım."

"Hemen!"

Marlon büyük bir hızla cesetlerin üzerinden teker teker madalyonları topladı. Ben ise hiçbir şey yapmadan öylece yeri seyrediyor ve söylenenleri düşünüyordum. O Elçinin söyledikleri aklıma takılmıştı bir kere.

Marlon bütün madalyonları toplayıp çantasına doldurdu. Dikkati bana kesildiğinde ona dönüp bakmadım bile. Bir sorun olduğunu anlamıştı. Yavaş adımlarla yanıma geldi. "Rose sen iyi misin?"

Dolu gözlerimden bir damla yaş aktı. Marlon bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Gözyaşımı silmeye yeltendiğinde sertçe başımı eğdim ve kendi gözyaşımı sildim. "Neyin var Rose?" diye sordu yumuşak bir ses tonuyla.

Burnumu çektim. "Ben..." diye mırıldandım. Daha fazla içimde tutmak artık içime büyük bir yük olmaya başlamıştı. Başımı kaldırıp gözlerimi onun kahve gözlerine diktim. "Ben boşuna mı çabalıyorum?"

"Ne?" dedi Marlon. Devam ettim.

"Halkım beni öldürmek için planlar yaparken ben burada onları yaşatmaya çalışıyorum." dedim o Elçi'nin sözlerini tekrar ederek. Bu söz canımı çok acıtmıştı.

Marlon beklemediğim bir şekilde düşen başımı işaret parmağıyla kaldırıp yeşil gözlerime baktı. "Bu durum da senin zoruna gidiyor." dediğinde gözyaşları içinde başımı salladım. Dudaklarımı birbirine bastırarak burnumu çektim. "Rose dinle..." deyip omuzlarımdan tuttu destek vermek isteyerek. "Sen benim tanıdığım en iyi, en güçlü ve en cesur insansın. Bunu bir gün onlar da anlayacaklar." dedi ve ekledi. "Ve inan bana seni öldürmek için değil yaşatmak için uğraşacaklar. Çünkü bilecekler senin onlar için her şeyi göze alabileceğini ve sana güvenebileceklerini..." Gözlerimden bir damla daha akarken Marlon şefkatle gözyaşımı sildi. "Sen diğer prensesler gibi çay bahçelerinde oturarak ölümü beklemiyorsun. Canını ortaya koyuyorsun onlar için. Bunu görecekler. Ben biliyorum."

"Görecekler mi sahiden? Sevecekler mi beni?" diye sordum titreyen sesimle. İlk defa Marlon'ın karşısında bu kadar güçsüz duruyordum. Bir şeylere inandırılmaya ihtiyacım vardı. İlk defa çelimsiz, savunmasız duruyordum. O güçlü duruşum bugün bir zırh gibi çıkmıştı bedenimden ve içinde bunca yıldır kırılıp dökülen paramparça bir kız kalmıştı.

"Bütün bir Ardena önünde diz çökecek." dedi Marlon büyük bir inançla. "Anastasia'dan bile daha çok saygı göreceksin."

"Abartma." dedim gülerek. Birkaç adım gerileyip gülmeye başladığımda Marlon'ın ciddi yüz ifadesiyle karşılaştım. O an yaşadığım ufak çaplı şokla ona baktım. "Ciddi misin sen?" dedim şaşkınlıkla. "Ben ve Anastasia? Aynı cümledeyken bile kimin daha çok ağır bastığı belli değil mi Marlon?" dedim inatla. "O Dünya'nın en güçlü kadınıydı. Sınır tanımayan, herkes tarafından itaat edilen ve tek bir duruşuyla insanları titreten biriydi." dedim tıpkı babamın anlattığı gibi. Başımı hafifçe yana yatırdım. "Bütün bunlara ben nasıl sahip olabilirim? Avlanmak için bile saraydan kaçan ben, nasıl sınır tanımayabilirim."

Marlon gülümsedi. Birkaç adımda yanıma yaklaştı. Kulağıma doğru eğilip fısıldamaya başladı. "İnan bana, Anastasia senin bu cesaretini görseydi hayran olurdu." dedi ve ekledi. "Söylesene hangi prenses saraydan avlanmak için kaçar? Hangisi halkını korumak için canını ortaya atar?" dedi. Sesi giderek kısılıyordu. "Biliyor musun? Mümkün olacağını bilsem senin Anastasia'nın kızı olduğunu bile düşünebilirdim."

Sözleriyle gözlerim irice açıldı. Kulağımdan yavaşça ayrılıp gözlerimin içine baktığında sertçe yutkundum. Bu söylediği iyi bir şey miydi yoksa kötü müydü emin bile olamıyordum. "Ağır ol Marlon." dedim sertçe. "İleri gidiyorsun. Ben Anastasia'nın kızı falan olmam." dedim ve dişlerimin arasından, "Onun gibi bir caninin kanını asla taşımam." diye de ekledim.

Ona hayran olduğum doğruydu. Fakat onun kanından olmak bana göre değildi. Neticede o da masumların kanına girmişti. Hanedanımızdan Kraliçe Marry ve onun kızı Prenses Edith Finch'i öldürmüştü. Haneme ihanet etmemek adına ona olan hayranlığımı hep içimde saklamıştım. Gücüne ve cesaretine hayran olduğum kişiydi. Fakat o da masum değildi. Tıpkı benim, bizim gibi.

"Neyse." dedi Marlon. "Ben şu cesetlerden kurtulayım."

"İyi olur." dedim yanımdan uzaklaşırken.

Marlon'ın ve o Elçi'nin söyledikleriyle baş başa kaldım.

Her şey bir bir gözlerimin önünde yeniden canlanınca sertçe gözlerimi kapattım. Bu av öfkemi azaltmaktan çok benim canımı daha da yakmıştı.

O an düşüncelerime bir yenisi eklendi. O Elçi'nin uçurumdan düşmeden önceki son sözleri bir de farklı bir bakış açısından idrak etmeye çalıştım. Bütün bunlar; ölüm korkusu, itaatsizlik, saygısızlık, yok görülme... Bütün bunlar onun başına gelseydi ne yapardı?

Anastasia'nın...

Loading...
0%