Yeni Üyelik
6.
Bölüm

BÖLÜM 4: ZİYARETÇİ

@duskusu_mona

 

BÖLÜM 4: ZİYARETÇİ

 

"Geçmiş olsun prenses."

"Teşekkür ederim Sevgili Bekçim."

Hekim yatağımın hemen yanına yerleştirdiği ilaçlarını toplarken ayaklarımı yatağıma uzattım. Dikilen ve sarılı duran kolumu acıyla sol elimle tuttum ve kucağıma yerleştirdim. Julia ve Marlon karşımda endişeli gözlerle beni seyrederlerken onlara gözlerimi büyüttüm. Endişe dozlarını yine kaçırmışlardı.

Hekim kadın eşyalarını topladıktan sonra odadan çıktı. Julia hemen adımlarını yanımda bitirip başından beri bana içirmeyi beklettiği yeşil çayını bana uzattı. "Bu size iyi gelecek Majesteleri..." diye mırıldandı. "Kendi ellerimle yaptım. İçinde şifalı otlar da var."

Julia'nın tatlılığına karşılık gülümsedim. "Teşekkür ediyorum Sevgili Bekçim fakat ihtiyacım yok. Ama çok istiyorsan Marlon'a verebilirsin. O da epey yaralandı."

Marlon bir anda gözlerini kocaman büyüttü ve bana baktı. Başımı yatırıp onu seyrettiğimde Julia bakışlarını arkasındaki Marlon'a çevirdi. Marlon, daha öncesinde Julia'nın çaylarından içmişti ve bir hafta boyunca tuvalet sıkıntısı yaşamıştı. Bunu hatırlayan Marlon kaşlarını havaya kaldırıp içeceği reddettiğini anlatıyordu. Ben ise ona omuzlarımı kaldırarak 'yapacak bir şey yok' mesajını vermeye çalışıyordum.

"Sen ister misin Bekçi?" dedi Julia elindeki bardağı Marlon'a uzatarak. Marlon kibar bir şekilde elini havaya kaldırdı.

"Kan görmekten midem bulandı da benim." diye söze girdiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu hareketim Marlon'ın dikkatini dağıtmıştı. Şaşkın Julia'nın bakışları ikimiz arasında gidip geliyordu. "Midem hiçbir şey istemiyor. Yine de ellerine sağlık Bekçi."

Julia gülümsedi. "Ne demek. Mideniz için de bir çay yapabilirim isterseniz."

"Hayır." dedi Marlon aniden. Sol elimle ağzımı kapatarak onu izledim. Yardım dolu bakışları kısa süreliğine bana döndüğünde ona bıyık altından sırıtarak bakıyordum. Ne gibi bir bahane bulacaktı acaba. "Yani zahmet etme." diye toparlamaya çalıştı Marlon. "Yorulmanı istemem."

Julia utançla gülümsedi ve başını eğdi. O an Marlon çok yanlış bir şey yaptığını fark edince dehşet içinde bana döndü. Gülmemek için verdiğim mücadelenin bir kelime karşılığı yoktu. Marlon her şeyi batırmıştı.

"Peki Bekçi." dedi Julia ve yatağımdan kalktı. "Ben kiler ile ilgileneyim Majesteleri." Başımı salladım.

"Kiler önemli." dedim üstüne basa basa. Julia mesajı anladığında ufak adımlarla odadan çıktı. O çıktıktan sonra birkaç saniye kendimi tuttum. Ayak adımlarının uzaklaştığını duyunca daha fazla kendimi tutamadım ve yatağıma kendimi atarak gülmeye başladım. Marlon ise başımda volta atmaya başlamıştı.

"Yanlış anladı ya!" dedi isyan ederek. Karnımı tutarak gülmeye devam ettiğimde Marlon mızmızlanarak bana döndü. "Niye gülüyorsun? Bahtımın rayı patladı burada!"

Gülmekten çatlayacaktım. Gözlerimde dolan yaşı silerken yatarak Marlon'un tepkilerini seyrediyordum. Yüzündeki endişe giderek artıyordu. "Çayı içseydin o zaman." dediğimde Marlon inanamaz bakışlarla bana döndü.

"İkinci bir ishal vakası istemiyorum Rose." Yatağımın başında duran yastığa uzandım ve yüzüme bastırarak gülmeye devam ettim. Marlon ve asla düzene giremeyen aşk hayatına bir yenisinin benim hizmetlim olan Julia olduğunu hayal etmek inanılmazdı. Onları bir anlığına evli hayal etmiştim. Julia'nın ona her sabah çay yaptığını ve Marlon'ın içmek zorunda kalması... Günün geri kalanını da tuvalette geçirmesi... Gözümün önünde canlanan bu hayal gülmemi arttırıyordu. "Çatlayacak şimdi." dedi Marlon sızlanarak ve yüzümdeki yastığı yüzümden kaldırdı. Kızarmış suratıma baktı. "Pancar."

"Bir anlığına evlendiğinizi hayal ettim de." dedim yatağımdan doğrulurken. Oturur pozisyona geldiğimde bakışlarımı Marlon'a çevirdim. Marlon bunun fikrinin bile imkânsız olduğunu belli eden bakışlarla bana bakmaya başladı. "Ne?" dedim garipseyerek. "Kız gayet güzel. Yaşlarınız da yakın." dedim ve ekledim. "Ayrıca çok sadık birisi."

"Öyle mi?" dedi Marlon sahte bir ilgi gösterisiyle. Başımı salladım.

"Ben bile ihanet ederim o etmez. O kadar."

"O kadar." diye beni tekrar ettiğinde sinirle öne atıldım.

"Her hastalandığında seni yanına çağırıp sana yapışan o Nina'ya dönmek istiyorsan bak." dedim kapıyı işaret ederek. "Kapı orada." Marlon yüzünü buruşturdu.

"Lütfen hatırlatmaz mısın?" deyip bir sandalye çekti ve sandalyeye oturdu. "Günlük gibisin, hiçbir şeyi unutmuyorsun!"

Kaşlarımı havaya kaldırıp ona baktığımda gözlerini benden kaçırdı. Güldüm ve ona başımdan çektiği yastığı fırlattım dikkatini çekmek için. Marlon üzerine fırlatılan yastığa ve bana baktı. Kaşlarını çattığında işaret parmağımı havaya kaldırıp "Bugün seninle bütün gün bahçede eğitimdeydik. Anlaştık mı?" diye ikaz ettim. Marlon garipser gibi bana baktı.

"Zaten eğitimdeydik Majesteleri. Başka bir şey oldu da ben mi hatırlamıyorum?" Zaferle gülümsedim. Onun bana olan sadıklığı karşısında her defasında mahcup oluyordum. Başımı sallayarak yatağıma yeniden uzandım ve çarşafı üzerime örterek koluma baktım. Sargılı olan yere diğer elimi yerleştirdim ve sargının üzerinde işaret parmağımla şekiller çizmeye başladım. Marlon bir süre sessizlikten sonra söze girdi. "Ormandayken bana neden o soruyu sordun Rose?"

Dikkatimi ona çevirdim ama bakışlarımı sargımdan ayırmadım. Yutkundum ve sargımın üzerine dolaşan parmağımı durdurdum. Ona uçurumun kenarında yaşadığım anı anlatmalı mıydım, anlatmamalı mıydım emin değildim. Anlatırsam benimle alay edip beni küçük görebilirdi zira burası Ardena'ydı. Burada boş şeyleri kafaya takmak mümkün olmazdı. Böyle önemsiz şeyleri kafanda büyütmek senin güçsüzlüğünü gösterirdi. Güçlü olduğunu kanıtlamak için olabildiğince acımasız ve umursamaz olman gerekirdi. Kendi benliğini bir kenara atacak ve insanların gözlerinde bir yere sahip olabilmek için kendini bambaşka birine çevirecektin. Diğer türlü Ardena içine çekerdi bedenini ve bir daha hiç kimse hatırlamazdı seni.

Yıllarca olmadığım biri gibi davrandım. Sırf atalarımın o ünlü sözü yüzünden kendi içimdeki merhameti herkesten sakladım. Halkımın beni diğer prensesler gibi öldürmemesi için bütün emirlere boyun eğdim. Bana uygulanan her şeye bir bir göz yumdum. Hayatta kalan tek prenses olan halamın, bütün emirlerine uyan bir kuklaya dönüştüm. Kendimi unuttum başkalarının sözleri arasında. Bir kalbim olduğunu, merhametimin olduğunu, acıma duygumu her şeyimi unuttum. Çünkü hayatta kalabilmem için bütün bunlardan vazgeçmeliydim. Öyle de oldu. Kendimi kimseye göstermeme fırsat bile kalmadan kendimi bambaşka birine çevirdim. Şimdi ise geri dönemezdim. Eski bene geri dönemezdim. Bu canımı tehlikeye atardı. İnsanların gözünde çizdiğim bütün imajım bir anda değişirdi.

"Hiç." dedim birden. Marlon inanmadı. Onu inandırmak için uğraşmak bile istemedim. Yorgundum. Kafam karışık bedenim kırgındı. "Belki sonra..." diye mırıldandım hemen ardından. İkna olması için.

"Elbette." dedi Marlon zorlamak istemeyerek. "Ben her zaman buradayım Rose." deyip ekledi. "Diğerleri dışında bir erkek kardeşinin daha olduğunu unutma. Ona her şeyi anlatabilirsin." dedi kendini ima ederek. Memnun bir şekilde gülümsedim.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandım ve derin bir nefes aldım.

"Ben gideyim." dedi Marlon ayaklanarak. Başımı kaldırıp ona baktım. Ela gözleri yorgunluktan kızarmıştı. "Yarın eğitimde görüşürüz." deyip bana el salladığında gülümseyerek el salladım.

"Görüşürüz."

Marlon odamdan çıktı. Odada tek başıma meşalelerin çıtırtısıyla kaldım. Ateşin sesi kulaklarımda, varlığı içimdeydi.

Yavaşça yatağıma uzandım ve yorganı üzerime çekip bakışlarımı balkonuma çevirdim. Balkonuma yansıyan ayın ışığına...

Elçi'nin söyledikleri aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Her bir sözü kulaklarımda yankılanıyordu ve içimi yakıyordu. Bazı şeyleri yanlış yaptığımı düşünmeye başlamıştım. Yanlış bir yolda mıydım? Hata mı yapıyordum? Herkes benden kurtulmak isterken ben onların yaşaması için kendimden vazgeçerken hatalı mıydım? İyi bir savaşçı böyle davranmaz mıydı?

Hayatta kalmak Dünya'nın biz prenseslere verdiği paha biçilemez hediyelerinden biriydi. O hediyeye sahip ikinci prensestim ama her an teke düşebilirdi. Zira hala ölüm tehlikesi içerisindeydim. Daha on yedi yaşımdaydım. Diğer yedi prensesin ulaşamadığı o yaştayım. Halam haricindeki bütün prenseslerin gelemediği o yaştaydım. Fakat o yaşa ulaşmak bana bir anlam ifade etmiyordu. Ölüm hala bir nefes kadar uzağımdaydı.

Ben kimine göre bir ölüydüm. Kimine göre ölüm için bekleyen bir kurban. Kimine göre bir prenses, kimine göre boşa kürek çeken bir kız çocuğu... Günün sonunda herkesin aklında tek bir şey vardı. O da tahtın arkasındaki o uğursuz ses bendim. Herkes o uğursuzun benim olduğumu düşünüyor ve beni öldürmeye çalışıyordu. Bu zamana kadar hiç suikast düzenlenmemişti. Fakat yine de o ölüm korkusuyla yaşamak zorunda kalmıştım. Geceleri uyumadığım ve kucağımdaki hançerle cellatlarımı beklediğim, onları beklerken sabah ettiğim günler şahidimdi. Bu yatağın içinde bir tabuta dönüşmemek için kaç gece uykusuz kalmıştım sayamıyordum bile.

Gün geçtikçe bu ölüm hissi beni korkutmaktan öteye taşımıştı. Bu belirsizlik artık bir korkuya bağlanmıyordu. Bu belirsizlik artık korkumu alıp gömmüştü kendi içine. Yerine bambaşka bir şey getirmişti. Deli cesareti...

Belirsizliğin içinde sıkılmış ve artık tek bir şey olmasını dilemiştim. Eğer öldürüleceksem artık ölmeliydim. Zira onlar değil, ölümü beklemek öldürecekti beni.

Bu kararı on bir yaşımda almıştım. O günden sonra deli cesaretiyle tanıştım. Deli cesaretim tek bir şey söylüyordu. Öleceğiz Rose, bu bir gerçek. Ama biz cellatların kanlı hançerlerinde değil, düşmanın hançerlerinde öleceğiz. Zira bizim vazifemiz, soyumuzu, krallığımızı korumak. Eğer öleceksek bütün gün odada durarak değil, er meydanında ölecektik. Masumlar için, seni öldürmek isteseler de onlara kıyamadığın halkın için...

O gün kendime bir söz vermiştim. Son nefesime kadar ne oku ne yayı ne de hançerlerimi, kılıçlarımı düşürecektim elimden. Ben son ana kadar savaşacaktım. Kendim için değil, hayatta kalmak için değil. Onların hayatta kalması için. Neticede bir kişinin bu topraklardan silinmesi koca bir krallığın silinmesine nazaran daha kayda değerdi.

Onlar için ölürdüm. Gözümü bile kırpmadan.

Çünkü ben Finch Hanedanının prensesiydim. Hanedanımın canı onlara, onların canı bize emanetti. Benim canım onlara emanet değilse bile onların canı bana emanetti. Bu topraklarda ölümle, kanla yaşamayı hak etmiyorlardı. Bunca savaşın sonucunda mutlu olmayı, aile olmayı hak ediyorlardı.

Ben Rosemarry... Rosemarry Finch... Finch Kraliyet Hanedanının dokuzuncu prensesi. Hayatta kalan ise ikinci... Gökyüzünün Bekçisi Kral Alaric Finch ve de Kraliçe Amara'nın yegâne kızıyım. Ağabeylerim Prens Caleb ve Prens Chris'in küçük kız kardeşleri, ikiz kardeşlerim Prens Dean ve Prens Evan'ın ablalarıyım.

Sarayında saygı görmeyen, hor görülen, istedikleri emrettikleri yerine getirilmeyen ve her geçen gün bana ölecek gözlerle bakan bekçilerin prensesiyim. Bunun adı prenseslikse...

Hayatta kalan ve uzun yaşayan prenses olan Prenses Dione'un öğrencisiyim. Halamın hayatta kalmak için sürekli tavsiyeler verdiği ve bana nazaran bu sarayda daha fazla saygı görülen Prenses Dione'un kölesiyim.

Ölmek kolay olandır. Asıl marifet yaşamaktadır...

 

(Birkaç gün sonra...)

 

Sarayın ihtişamlı taht odasının o kül kokan duvarları üzerimdeki yeşil renkli, mücevherlerle bezenmiş elbiseme sinmişti. Özenle toplanmış sarı saçlarım sarayın büyük pencerelerinden hafifçe sızan rüzgârın oyuncağı olmuştu. Oradan oraya savruluyordu ağır ağır. Meşalelerden çıkan ateş sesleri kulağıma her ulaştığında içimdeki küle dönüşmüş yangın sanki bir kez daha alevleniyordu. Odanın ortasındaki kocaman cam avize ve üzerlerine asılan mumlar, rüzgârın hafif esintisiyle sönmek ve sönmemek arasında bir kumar oynuyordu. Aralarından birkaçı dayanamamış ve sönmüştü.

Başımı yavaşça kaldırıp kapının olduğu yere odaklandım. Kapıdaki muhafızlar bize doğru bakıyor ve gözlerini bir kez bile kımıldatmıyorlardı. İçimdeki sabırsız duyguyla direkt olarak kapıyı seyrediyordum. Kapının desenlerini kaçıncı ezberleyişim olduğunu hatırlamaya çalışırken Chris'in adımlarını işitti keskin kulaklarım. Dikkatimi çok kısa süre dağıtan bu adımların yönüne baktım göz ucuyla. Yanıma geliyordu.

"Sevgili kardeşim..." diye yanıma geldi ve o da tıpkı benim gibi yönünü kapıya çevirip hemen yanımda beklemeye başladı. "Seni pek hüzünlü görüyorum."

Duruşumu bozmadan yanıtladım. "Hasret."

İkizlerin kendi aralarında Kral hakkında olan özlem konuşmalarını işitince başım istemsizce onlara çevrildi. Tahtın hemen sağında birbirleriyle heyecanlı bir şekilde Kral hakkında konuşuyorlardı. Onları öyle görünce hüzünle gülümsedim.

"Hasret." diye tekrar etti Chris. Başımı yeniden kapıya çevirdiğimde derin bir iç çektim.

"Hasret ya..." diye mırıldandım. "Aylar oldu. Ne ağabeyimin ne de kralın sesi kulaklarımdan silindi resmen." dedim hemen ardından.

"Bugün göreceksin onları." dedi Chris ve elleriyle koluma dokunarak destek verdi. "Asma o güzel yüzünü. Hem birkaç gün sonra balo var." dedi keyifle. Onu neyin bu kadar keyiflendirdiğini şimdi anlıyordum. Alayla gülümsedim.

"Seni neyin bu kadar keyiflendirdiğini düşünmek ve bunu bulamamak kendime olan güvenimi nasıl kırdı biliyor musun?" dedim alayla. Chris sessizce güldü. "Kimin omzuna konacaksın acaba bu kez sevgili muhabbet kuşu?"

Chris sessizce güldükten sonra kulağımda doğru eğildi. "Ben değil." dedi. "Sen."

Kaşlarımı hafifçe çatarak ona döndüm. O ise oldukça keyifli gözüküyordu. "Ne diyorsun sen?" dedim sessizce. Ne ima ettiğini bir türlü anlayamıyordum. Chris bir kez daha kulağıma eğildi.

"Sen, sevgili kardeşim." dedi bir kez daha. "Senin vazifen neydi, hatırlıyorsun değil mi?" dedi birden. Yutkundum ve ona döndüm. Ardına kadar açılan yeşil gözlerim onun gözlerine değdiğinde içimi endişe kaplamıştı. Başımı hafifçe yana eğdim.

"Chris..." diye mırıldandım sessizce. "O gün daha gelmedi."

"Prenses Dione." dedi birden. Adını duymak bile ellerimi sinirden kasıyordu. Öfke dolu bir nefes çektim içime. "Krala zamanının geldiğini söylemiş. Avdayken kral bunu bizimle de konuştu."

"Ne?" dedim hayret içerisinde. Artık korkumu saklamıyordum. Önümde birleştirdiğim ellerim korkuyla çözülünce Chris'in ciddi gözlerine baktım. "Ne konuştunuz?" dedim bunu söylerken sanki sesim içime kaçmış gibiydi.

Prenses Dione, hayatta kalabilmem için biriyle evlenmem ve onunla aile kurmamı söylemişti bir gün bana. Söylediğine göre eğer evlenirsem ve bir erkek çocuğum olursa halkın beni öldürme payı azalırmış. Neticede eğer erkek doğurursam onların gözünde bir nebze olsun saygı payım olabilirdi ki bu doğruydu. Prenses Dione'un bir oğlu ve üç kızı vardı. Ölmeyen tek prenses olduğu gibi prens doğuran da ilk prensesti. Bu yüzden ona saygı duyuyorlardı.

Chris sertçe burnunu çekti ve koluma sarılıp iyice yanıma sokuldu. Bu odada herkes bekçiydi ve kulakları her şeyi duyabilirdi. Oldukça önemli bir şey konuştuğumuz zaman bunu yapardı. Fısıldayarak konuşurdu ki bekçiler fısıltı sesini zor işitirler hatta işitemezlerdi. Ben hariç...

"Saraya döndüğünde senin için birini bulacağından bahsetti." dedi. Sıcak nefesi suratıma çarpmıştı fakat bu içimi daha da soğutmuştu. Ondan ayrılıp geri çekilmeye yeltendiğimde sıkıca kolumu tuttu. "Ben ise daha zamanının gelmediğini söyledim." dedi bu kez. Aşağı düşen başım yavaşça havalandı. Ağır ağır gözlerimi kırpıştırdım ve ona döndüm. Ciddiydi. Hem de çok ciddiydi. "O hala bizim gözümüzde küçük kız kardeşimiz. Bu çok büyük bir karar dedim ve Kral'a katılmadığımı belirttim."

İçime umut dolu bir inanış var oldu. İnançla Chris'in gözlerinin içine baktım. "Ya Caleb?" diye sordum. "O ne dedi?"

Chris'in yüzü düştü. Beni mutlu eden o memnun ifadesi yavaş yavaş kaybolup gitti. Sorumun üzerine yavaşça kollarımı tutmayı bıraktı ve ağır ağır uzaklaştı benden. Bu tepkisini çözememişken büyük kapının aralanma sesini işittim ve başımı o yöne çevirdim. Duruşumu hemen düzelttiğimde göz göze geldiğim ilk kişi en büyük ağabeyim Caleb idi...

"Caleb..." gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımdan. Chris göz ucuyla bana bakarken ben dönüp de bakmadım ona. Yalnızca Caleb'a bakıyordum.

Caleb yüzündeki yaralara rağmen kocaman gülümsedi ve bir adım içeri girdi. Üzerindeki kıyafetler yırtılmış ve kan lekeleriyle kirlenmişti. Çamur ve kan lekeli zırhı, yağlı kahve ve kıvırcık saçlarıyla savaştan geldiğini oldukça belli ediyordu. Hasret dolu gözlerim onu baştan aşağı inceledi. Ona doğru bir adım attığımda arkadan gelen kişiyle yerimde kaldım. Kral...

Kral'ın gözleri ilk önce Kraliçe'nin gözlerini buldu. Ona sıcacık gülümsedikten sonra sırayla ikizler, Chris ve bana... Babamla göz göze geldiğimiz an sertçe yutkundum. O bana sıcacık bakarken ona dolu gözlerle baktım. Aylardır yüzlerini bile görememiştim ve şimdi, tam da şu anda karşımdalardı. Yüzlerinde yorgunluk hakimdi. Babamın yüzündeki kırışıklıklar artmıştı. Saçları o kadar dağılmıştı ki... Başındaki tacı olmasaydı yüzünde herhangi bir canlılık belirtisi bile yoktu.

Yanlarındaki muhafızlar eşliğinde önümüze geldiklerinde saygıyla eğildik. Caleb'ın adımları hemen önümde bittiğinde başımı kaldırıp ona baktım. Kollarını iki yana açınca alt dudağımı ağlamamak için ısırdım ve kollarının arasına girip sıkıca sarıldım. "Ağabey..." gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından. Caleb sıkıca sarıldı.

"Rosemarry..." dedi hasret duyduğum sesiyle. "Ne kadar güzelleşmiş böyle." Sözlerine burukça gülümsedim. Birbirimizden ayrıldığımızda elimi tutup havaya kaldırdı. Yaptığına gülerken o an Chris ile göz göze geldim. Düz ve ifadesiz bir şekilde bizi izliyordu. Onu öyle görünce yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve Caleb'a döndüm. Caleb ellerimi bıraktıktan sonra elleriyle başımı tuttu ve alnıma bir öpücük bıraktı. Sonunda ona kavuşmak içimdeki huzursuzluğu silip atmıştı. Caleb son kez yanağımda ellerini gezdirdikten sonra yanımdan ayrılıp Chris'in yanına gitti. O an kralın da kraliçeye sarıldığını gördüm. Chris, Caleb'ı görünce küçük bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. Caleb elini tokalaşmak için uzattığında Chris, uzanıp Caleb'ın elini sıktı. Caleb diğer eliyle Chris'e sarılmak için yeltendiğinde Chris zorluk çıkarmadan ona sarıldı. "Yaran nasıl oldu?" diye sordu Caleb ilgiyle.

Chris bu soruyla Caleb'tan ayrıldı. "Çok mühim bir şey değildi zaten. Geçti gitti." dedi. Kralın onu yaralandığı için avdan göndermesine bozulmuştu ve anlaşılan hala bozuktu.

"Sen bizim serseri prensimizsin Chris." dedi Caleb alayla ve Chris'in omzuna vurdu. Chris ise sert bir şekilde Caleb'a bakıyordu. Aralarında yine nasıl bir gerginlik olmuştu da Chris yine böyle bakıyordu anlayamamıştım. "Senin canın bir avdan daha önemliydi."

Chris başını salladı. "Haklısın Rowan." dedi birden Chris. O an aralarındaki gerginliğin daha ciddi olduğunu anlamıştım. Caleb'ın gerçek adı Rowan'dı. Caleb, ona Başbekçi’sinin hediye ettiği bir isimdi hatta lakap haline gelince onu kullanmaya başlamıştık. Chris ise sadece canını sıkacak bir durum olduğunda ona gerçek adıyla hitap ederdi.

Caleb, elini Chris'in omzundan ayırdı ve ağır adımlarla yanından uzaklaştı. İkizler Caleb'ı görür görmez heyecanla kollarına atlarken ben bir an olsun gözlerimi Chris'in üzerinden ayırmıyordum. Chris dümdüz karşıya bakıyordu. Gözleri sert ve keskindi. Kısık gözlerle onun huysuz tavırlarına baktım. Tam o sırada kral, Chris'in önünde durdu. Chris oldukça saygılı bir şekilde kralın karşısında boyun eğdi. Kral gülümsedi ve Chris'e sarıldı.

"Chris..." dedi kral ve ondan ayrılıp yüzünü avuçlarının arasına aldı. "İyisin?" diye sorduğunda Chris buruk bir şekilde gülümsedi.

"Öyleyim." dedi Chris düz bir sesle. Kral bir eliyle Chris'in yanağına hafifçe vurunca ikisi de güldü. Kralın, Chris'i hala bir çocukmuş gibi sevmesi beni duygulandırmıştı.

"Öyle olmalısın da." dedi Kral. "Neticede ileride bu krallık sana kalabilir." dediğinde Caleb'ın gözleri onlara döndü. Chris yüzüne düşen şaşkınlık ve gururla krala baktığında Kral, Chris'in omuzlarını sıvazladı. "İyi bir kral olmak halkına olan borcundur."

Chris yutkundu. Caleb ise gerilen çenesiyle önce krala sonra da Chris'e baktı. Kral, Chris'e son kez güldü ve yanından ayrıldı. Kral adımlarını bana yöneltince başımı yavaşça yana yatırıp ona baktım. Kral hiçbir şey söylemeden direkt bana sarıldığında ben de sıkıca ona sarıldım. "Rosemarry..." dedi hasret dolu sesiyle. Gözlerimden bir damlanın süzüldüğünü hissettim. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..."

Gülerek kraldan ayrılıp yeşil gözlerimi ona çevirdim. Yaklaştı ve o da tıpkı Caleb gibi alnıma bir öpücük kondurdu. "Sizi çok özledim." diye mırıldandığımda kralın yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti.

"İşte bunu duymak bütün yorgunluğumu alıp götürdü benden." Bakışlarımı bir an olsun üzerinden ayırmadım. Aylardır babasını görmeyen bir kız çocuğu için babasını uzun uzun izlemek bir hediye değil de neydi?

"Bir dahaki sefere ben de size eşlik etmek istiyorum Majesteleri." dedim kendimden emin bir sesle. "Siz gittikten sonra çok çalıştım. Kendimi çok geliştirdim." O an odadaki herkesin bizi izliyor olduğunu fark ettim ve bundan cesaret aldım. Hepsi merakla beni dinliyordu. "Bütün düşmanları saniyeler içinde yere serecek kadar çok çalıştım. Okum birini bile ıskalarsa beni cezalandırın."

Kral büyük bir kahkaha attı. Bu keyifli bir kahkahaydı. Bana tekrardan sıkıca sarıldı ve kraliçeye döndü. "Kızımı görüyor musun Amara?" diye seslendi büyük bir keyifle. "Kızımın korkusuzluğunu görüyor musun?"

Kraliçe keyifle güldü. Bir koluyla Caleb'ın omzunu sıvazlarken diğer eliyle beni işaret etti. "Hakkını vermeliyim kralım. Elinde kılıç olmadığı bir güne şahit olmadım."

Evan araya girdi. "Evet Majesteleri." dedi Evan. "Rosemarry'nin yenmediği bekçi kalmadı. Yenileri lazım."

Gülerek krala döndüm. Yüzünde tatmin edici bir ifade olsa da gözlerinde bir belirsizlik hakimdi. Ağır ağır bana döndü ve yanağımı okşamaya başladı. "Rosemarry..." diye mırıldandı. "Benim yegâne kızım..." dediğinde bu hissiyat beni gururlandırmıştı. Göğsümü gererek kralı dinlemeye devam ettim. "Cesaretin, korkusuzluğun ve pes etmeyişinin beni ne kadar gururlandırdığını bilemezsin." Heyecandan yutkundum. Kral'ın yüzündeki o samimi ifade yavaş yavaş yok olurken gülümsemem yüzümde dondu. "Fakat biliyorsun, seni ava götüremem."

"Ben bir prensesim." dedim zor çıkan sesimle ve devam ettim. "Halkın gözünde uğursuzum. Güçsüzüm. Acizim." Sesim giderek kendi içimde boğuluyordu. Kral söyleyeceği her şeyi benden duyunca hüzünle baktı bana. Benim bu halimi o da sevmiyordu. Bu düzeni o da sevmiyordu fakat elinden bir şey gelmiyordu. Atalarının yıllardır süregelen bu kuralına gücü yetmiyordu. Bunu bir ihanet olarak görüyordu. "Sorun değil." diye mırıldandım son kez. "Alıştım."

Kralın yüzümü okşayan elleri düştü. Bakışları önce kraliçeye döndü. Kraliçenin üzgün bakışlarını üzerimde hissediyordum. Kral hiçbir şey söyleyemeden yanımdan ayrılıp giderken sessizce burnumu çektim. Birkaç adımın yanımda bittiğini fark edince başımı kaldırdım. Chris destek verir gibi elleriyle kolumu sıvazladı. Desteği için teşekkür ettiğimi belli eden bakışlar attım ona. Chris gülümsedi ve bir diğer eliyle de omzuma uzanıp beni kolları arasına aldı. Ardından krala döndü. "Majesteleri..." diye seslendi Krala doğru. Kral bize döndüğünde Chris devam etti. "İzninizle, dışarı çıkabilir miyiz?"

"Tabii ki de Chris."

Chris beni kolları arasından ayırmadan kapıya doğru ilerletti. Bir eliyle hala kolumu sıvazlıyordu. Taht odasından çıktıktan sonra koridordaki bekçilerin koşuşturmaları ve telaşları arasında kaldık. Chris hiçbir şey söylemiyor ve beni bir yere götürüyordu. Hiç sesimi çıkarmıyordum.

Sarayın bahçesine çıktığımızda Chris hemen önüme geçip karşımda dikildi. "Rose..." diye mırıldandı. Hiçbir tepki vermedim. İşaret parmağını çeneme yerleştirip düşen başımı kaldırdı. "İyisin?"

Ağzımı açmadım. Yalnızca başımı sallamakla yetindim. Chris ise üzülerek bana bakıyordu. "Bak bana." dedi Chris. Bakışlarımı ona çevirdim. "Kim ne derse desin Rose..." dedi kendinden emin bir şekilde büyük bir hırsla. "Sen uğursuz falan değilsin. Aciz hiç değilsin." Kollarıyla omuzlarımı tuttu. Sanki içimdeki ölen ruhu uyandırmak ister gibi. "Sen benim kardeşimsin." dedi. "Ve benim kardeşimin kulakları boş seslere daima kapalıdır." Bakışlarım onun gözlerinde gezdi. Göğsüme oturan ağırlık biraz azalır gibi olmuştu. Chris devam etti. "Sakın bütün bunlara alışma. Alışmak yok." dediğinde sertçe yutkundum. "Herkese ne kadar güçlü olduğunu göstereceksin. Tamam mı?"

"Güçlü falan değilim ben Chris." dedim umutsuz bir sesle. Chris'in omuzları düştü. Başıyla beni işaret etti.

"Güçlü değil misin?" diye sordu. O an bu soruya az önceki kendi cevabımı yerleştirince rahatsız olmuştum. Chris'in sesi daha da ciddi bir hale büründü. "Kralın beş evladı var. Dört erkek ve bir kızı." diye söze girdiğinde dikkatim tamamen ona kesilmişti. Chris ise kendinden emin bir şekilde devam etti. "O kız var ya... Kralın tek kızı." Kaşlarımı çatarak onu dinliyordum. "O kız, bu dört oğlana bedel."

Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Bütün bunları söyleyen kişinin Chris olduğunu bilmek beni afallatmıştı. Söylediği şeyler elbette gururumu okşuyordu fakat bütün bunları çok büyük bir hırsla söylüyordu. Sanki avda bir şeyler yaşanmış gibi.

"Chris..." dedim birden meraklı ses tonumla. Chris dikkatini bana verdiğinde devam ettim. "Avdayken bir şey mi oldu?" diye sordum. Chris gülümsedi.

"Aynı zamanda Anastasia'dan sonraki en zeki kişi." diye ekledi Chris az önceki söylediklerine. Endişeyle onun gözlerine baktım.

"Ne oldu?" diye sordum telaşla. Chris ise gülümsemekle yetindi.

"Belki sonra Rose." diye mırıldandı Chris. "Henüz bunu bilmek için fazla masumsun."

"Chris beni çıldırtma." dedim sert bir şekilde ve bir adım ona doğru attım. Chris önce adımıma sonra da gözlerime çevirdi bakışlarını. "Caleb ile aranızda bir şey olmuş. Doğru mu?"

"Doğru." dedi Chris normal bir ses tonuyla. Chris'in bu özelliğini seviyordum. Daima dürüsttü. Kaşlarım merakla havalandı tekrardan.

"Taht kavgası mı?"

"Sayılır."

O an anladığımı belli eden bir gülümseme yerleşti yüzüme. Bir adım geri çekildim ve yüzüne baktım. "Başka ne olabilir ki?" dedim kendi kendime. "Çocukluğunuzdan beri bir taht için birbirinizin canını almadığınız kaldı."

Chris rahatsızca gözlerini devirdi. Taht kavgasından başka şeylerin de olduğunu anladım o an. Onu çok iyi tanıyordum. Çocukluğumuz neredeyse birbirimizle geçmişti. Biz Chris ile birlikte büyümüştük. Caleb genelde babamla birlikte krallık hakkında görüşmeler yaptığı için bize katılmazdı. Chris ile olan bağımız bu yüzden daha kuvvetliydi.

"Başka bir şey daha var?" diye şüpheci bir şekilde yaklaştım ona. "Doğru mu?"

"Doğru." dedi Chris ve bir adım geri çıktı. "Sıkıldım artık bu sorgudan Rose." diye mırıldandı ve elini ensesine attı. "Onu konuşmak istemiyorum. Gayet açık değil mi?"

Gerginliğine karşılık sustum. O ise rahatsız bir şekilde sarayın bahçesinde dolaşan bekçileri seyretmeye başladı. Chris'e üzülemiyordum. O çocukluğundan beri kıskançtı ve bunu sürekli dile getiren birisiydi. Şimdi de Caleb'ı kıskanması oldukça doğaldı. Fakat Chris, Caleb ile sürekli taht hakkında kavgaya tutuşurdu. Şimdi taht haricinde ne yüzünden tutuştukları kafamı karıştırmıştı.

"Bir kız mı?" diye sordum hemen aklıma gelen ilk şeyle. Chris kâinatın en garip yaratığıymışım gibi bana baktığında durumun bu olmadığını anladım. "Yüzük mü?" diye sordum bu kez. Chris bıkkın bir şekilde nefesini dışarı üflediğinde bunun da olmadığını anladım ve susmaya başladım.

"Şimdi değil Rose..." dedi Chris bir kez daha. "Sen gözünü açınca her şeyi anlatacağım sana."

"Chris sen ne anlatıyorsun?" diye çıkıştım birden. Bu fazla gizemi canımı sıkmıştı artık. "Neye gözümü açacağım, neyi anlayacağım? Oyun mu oynuyorsun benimle?" dedim öfkeyle. Chris ise onaylamaz gözlerle bana baktı.

"Bu." dedi birden. Kaşlarım daha da çatıldı. "Uyanman gereken konu tam da bu." dedi bir kez daha. Kafa karışıklılığı ile onu seyrederken o derin bir nefes aldı sakinleşmek için. "Beni sürekli haksız görmen ve ciddiye almaman."

"Seni niye ciddiye alayım ben Chris?" diye sordum öne atılarak. Öfkemi kabartmıştı. "Sen soytarının tekisin. Hangi söylediğini ciddiye almamı bekliyorsun? Sürekli benimle uğraşmalarını mı?" dedim ve devam ettim. "Sürekli bana koyduğun üstünlüğünü mü? Neyi ciddiye almalıyım?"

Chris bana hayal kırıklığıyla baktı. Öfkeden kızaran gözlerime baktı uzun uzun. Büyük bir çaba sarf etmek istemediği belliydi bu bahsettiği konuda. Sadece bakıyordu ve bu bile bana kendimi suçlu hissettiriyordu.

Chris ile çocukluğumuzun özeti onun beni sürekli bir şekilde emir kulu yapmasıydı. Söylediklerinden çıkmamamı istiyor ve söylediklerinden çıkarsam beni cezalandıracağını söylerdi. Büyümemize rağmen arada hala bana bu üstün tavrını koymaktan çekinmiyordu. Chris ile geçen güzel çocukluk anılarımız da vardı. Fakat aklımda yalnızca Chris ile sürekli bir atışma halinde olmamız kalmıştı.

"Tamam Rose." dedi teslim olur gibi. "Neyi istiyorsan onu ciddiye almaya devam et."

Chris öfkeyle yanımdan ayrılıp gitti. Bize doğru gelen Marlon'ın önünden bir rüzgâr gibi geçip gitti Chris. Yine ne diye birden böyle celallenmişti bir türlü anlayamıyordum. Onu çözmek ve düşünce yapısını anlayabilmek zordu.

Chris'in ardından öfke dolu gözlerle baktığımı gören Marlon yavaşça yanıma yaklaştı. "Yine mi tartıştınız?" diye sordu adımları yanımda durduğunda. Öfkeli gözlerim hala saraya giren Chris'teydi.

"Chris işte." dedim sinirle ve onun önünden yürümeye başladım. Marlon peşime takılırken hayıflanmaya devam etti. "Erkek kardeşlerin olunca günün sonunda sağlıklı bir ruh halin olamıyor!" dedim öfkeyle. Saraya hızlı ve sinirli adımlarla girdiğimde Marlon koşar adımlarla peşimden gelmeye devam ediyordu. "Hiçbir zaman büyümeyecekler. Başımızdaki felaketi anlamayacak kadar çocuk ve benciller. Her ikisi de!"

"Tamam Rose..." dedi Marlon uysal bir sesle beni sakinleştirmeye çalışırken. "Bak saraydayız. Herkes sana bakıyor." O an öfkem bir anda buharlaşıp gitti. Marlon'ın hatırlattığı şeyle adımlarım yavaşladı. Bunu nasıl unutabilmiştim.

Adımlarım ağırlaştı ve yüzümdeki öfkeyi sahte bir gülümsemeyle kapatmaya çalıştım. Bekçilerin gözleri üzerimde dolaşırken bir hanımefendi edasıyla yürüyüşümü düzelttim ve ellerimi kucağımda birleştirip başımı dikleştirdim. Üzerimdeki yeşil elbise ve başımdaki küçük tacın varlığını unutmuş ve bir anda savaş zırhlarımın içinde zannetmiştim kendimi. Sahte birine dönüşmek Dünya'nın en iğrenç hissiydi.

"Böyle olmaktan nefret ediyorum." dedim fısıltıyla. Marlon hemen yanımda olduğu için fısıltımı net bir şekilde duydu. Adımlarımı odama çıkan merdivenlere yönelttim. Marlon yavaşça yanıma sokuldu.

"Biliyor musun? Ben de böyleyken seni ciddiye alamıyorum." dedi ve kıkırdadı. Ona dirseğimle hafifçe vurdum ve gülümsedim. Asıl beni ciddiye alması gereken halim buyken beni bu halde ciddiye almaması beni güldürmüştü.

"Alma zaten." dedim ve hemen ekledim. "Zira bu ben değilim."

"Biliyorum, Majesteleri..." dedi Marlon tekrardan alayla.

Adımlarım odamın önünde durduğunda Julia birden kapıyı açtı. Adımları duymuş olmalıydı. Kapıyı kapatıp hemen önüme geçti ve saygıyla önümde eğildikten sonra heyecanla söze girdi. "Majesteleri... Size söylemem gereken bir şey var."

Huzursuz bir nefes bıraktım. "Sonra Julia. Bugün gerçekten pek iyi hissetmiyorum." dedim ve odama girmek için kapıya yeltendiğimde Julia kapının önüne geçip bana engel oldu. Çatılı kaşlarım Marlon'a döndü kısa bir süre. O da ne olduğunu anlayamamışçasına Julia'ya bakıyordu.

"Şimdi söylemeliyim Majesteleri." dedi Julia ısrarla. Aşağıdayken içimde beliren öfke şimdi yeniden bana kendini göstermişti.

"Julia..." dedim sabırla. "Bugün gerçekten biraz huzursuzum. Önümden çekilir misin? Odama geçip kıyafetlerimi giyip eğitime gideceğim." dedim tane tane açıklayarak. Julia korkak bakışlarla beni izlerken bir anda arkasındaki kapı ağır ağır açıldı. Odamdan çıkan yüzle olduğum yere çivilenmiştim. Uzun kahverengi saçları ve kahve gözleri, üzerindeki ihtişamlı mavi elbiseyle birlikte geceyi andırıyordu. Kollarındaki takılar, boynundaki mücevherler ve ellerindeki tül eldivenin üzerindeki yakut yüzüklerle tepeden tırnağa ihtişamını gösteriyordu. Saçlarının arasında duran sarı küçük taç ise gözlerimdeki hayal kırıklığını bana yansıtacak kadar parlaktı.

"Hoş geldin sevgili yeğenim..." dedi Prenses Dione.

Gözlerim, Julia'nın arkasındaki halam Prenses Dione'da kalakaldı. Omuzlarım düştüğü gibi bütün özgürlüğüm de böylece bir anda düşüp gitti ellerimin arasından.

Özgür geçirdiğim birkaç haftadan sonra Prenses Dione ile birlikte yeniden o hayata dönmenin verdiği hüzünle ellerim titremeye başlamıştı. Gözlerim çoktan sinirden kızarmıştı. Zira gözlerimin önünden özgürlüğüm kayıp gitmişti.

"Siz de hoş geldiniz..." dedim boğuk çıkan sesimle ve başımı yere eğdim. "Majesteleri..." dedim sanki ölümümü ister gibi...

Birkaç haftalık özgürlüğüm ellerimden kayıp gitmişti. Ben ise ona yalnızca boyun eğmiştim. Çünkü artık bir prenses değil, onun kölesi olarak hayatıma devam edecektim...

Loading...
0%