Yeni Üyelik
7.
Bölüm

BÖLÜM 5: ŞANS YÜZÜĞÜ

@duskusu_mona

BÖLÜM 5: ŞANS YÜZÜĞÜ

 

"Bir balo olacağını duydum."

Sandalyenin üzerinde öylece yeri izliyordum. Prenses Dione ayakta odamın bir ucundan diğer ucuna adımlıyordu. Odamı inceliyor ve bütün eşyalarımı eline alıp teker teker onlara bakıyordu. Kıyafet odama girip kıyafetlerimi inceliyor, ayakkabılarımdan beğenmediklerini odanın kapısına doğru fırlatıyordu. Göz ucuyla öfkeli ve huzursuz bakışlarla onu izliyordum.

Prenses, benim ile konuşmak istediğini belirttiği için Marlon gitmişti. Julia'ya bir görev vermiş ve yerine getirmesi için onu da odadan uzaklaştırmıştı. İçimi huzursuz eden en büyük şey ise şu an bahçedeki eğitimdi. Başbekçi çoktan bütün bekçileri toplamış ve onlarla derse başlamıştı. Geçen günkü hayat dersinin aksine kulaklarıma sürekli kılıç çarpışmalarının sesi geliyordu ve bu canımı yakıyordu. Onlar dışarıda eğitimdeyken odamda Prenses Dione ile hayatta kalma dersi işliyordum.

"Doğru duymuşsunuz Majesteleri..." dedim sessizce. Sesimde canlılık yoktu. Heyecan yoktu. Prenses Dione mücevher masamdaki mücevherlerime uzandı ve oldukça göz alıcı bir kolyeyi eline alıp incelemeye başladı.

"Kralın gelişi için bir kutlama demek..." dedi kolyeyi elleri arasında gezdirirken. Başımı kaldırmadan onu dinlemeye devam ettim. "Sana bir soru..." dedi Prenses Dione. İfadesiz bakışlarım onun kahverengi gözleriyle buluştu. "Bu baloya katılmalı mısın sence?"

Durdum ve yüzüne baktım. Ne cevap verirsem vereyim tersini iddia edeceğini biliyordum zira artık ona alışmıştım. Bu zamana kadar hayatta kalma adı altında bana öğrettiği her şey birbiriyle çelişiyordu. Bunun farkında mıydı emin değildim. Fakat söyledikleri sürekli çelişiyordu. Katılmam gerektiğini söylediğimde katılmamamı, katılmamam gerektiğini söylersem katılmamı söyleyecekti. Zira hayatta kalan tek prenses olduğu için sürekli ondan öğrenmem gereken şeyler olduğunu söyleyen biriydi.

Cevabımın aksini iddia edeceğini bile bile söyledim. "Katılmamalıyım." dedim donuk bir sesle. Prenses Dione şaşırtmadı.

"Yanlış." dedi bilmiş bir edayla ve elinde tuttuğu kolyeyle bana yaklaşmaya başladı. "Katılmalısın."

Ona fark ettirmeden alayla gülümsedim. Adımları karşımda bittiğinde elinde tuttuğu kolyeyi önümde sallamaya başladı. "Ne kadar göz önünde olursam beni öldürmeyi o kadar hayal ederler demiştiniz Majesteleri." dedim önümde salladığı kolyeye değil tam gözlerinin içine bakarak. Prensesin küçük çaplı afallığını gözlerinde gördüğümde devam ettim. "Bu baloya katılmamla herkesin beni öldürme isteğini daha da alevlendirmez mi sizce?"

"Yanlış." dedi bir kez daha Prenses. O cılız sesini duymak kanımı parça parça ayırıyordu sanki. "O senin yaşın küçükken geçerliydi Rosemarry. Sen artık büyüdün." dedi ve gözlerini kolyeye çevirdi. "On yedi yaşındasın. Vazifen seni bekliyor." dediğinde gerilen çenemle direkt olarak prensese baktım.

Onun gibi hayatta kalabilmem için evlenip bir erkek çocuk doğurmam gerekiyordu.

"Ve bu balo vazifeni yerine getirebilmemiz için paha biçilemez bir şans sevgili yeğenim." dedi Prenses Dione zevkle ve yavaşça etrafımda dolanmaya başladı. "Bu davete Ardena'nın en büyük aileleri de katılacak. En köklü ve en ismi duyulanlar..." diye devam ederken adımları tam arkamda durdu. Nefesini ensemde hissediyordum. Elleri yavaşça önüme uzandı ve ellerinde tuttuğu kolyeyi ağır hareketlerle boynuma asmaya başladı. "Bu senin için şahane bir fırsat." dedi bir kez daha. Elinde tuttuğu kolyeyi boynuma astı ve yavaşça arkamdan geri çekildi. Öfkeyle kapadığım gözlerimi aralım. Nefesim sinirden sıklaşmaya başlamıştı.

"Baloya kadar eğitime katılmayacaksın." dedi birden. İşte o an kocaman bir yumru geçti gitti boğazımdan. Şaşkın bakışlarımı doğrudan ona çevirdim. "Baloya kadar yaralanmaman lazım. Her gün cildinin bakımı için sana bekçiler göndereceğim. Takı ve kıyafetler için de keza öyle." dedi gözlerimin içine baka baka. Öfkeden dolan gözlerim, prensesin kararlı gözleriyle kesişti. Prenses bana doğru eğilip yüzümü avuçlarının arasına aldı. "O gün herkesin gözünde parlamalısın. Herkesin dikkatini çekmelisin." dedi ve çenemden beni tutup çenemi yavaşça çevirip yüzümü inceledi. "Yüzünde en ufak bir iz tanesi bile olmayacak. Cildin pırıl pırıl olacak..."

Dişlerimi sıkmaya başladım. Oysa prenses durmuyor ve devam ediyordu. "Her gün en az dört kez banyo yaptırılacaksın. Gelip kontrol edeceğim."

Çenemi bıraktı. Sinirden titreyen ellerimi ondan gizlemeye çalıştım. "Anladın değil mi Rosemarry?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Öfkeden kabaran göğsüme baktığında anlamaması için hemen söze girdim. "Anladım." dedim keskin bir sesle. Öfkem sesime yansımıştı ve prenses bunu fark edince kaşlarını çattı. Onu yumuşatmak için "Majesteleri..." diye ekledim.

"Ses tonun Rosemarry..." dedi sonra. O her ağzını açtığında sinirden ve öfkeden bu odadan çıkıp gitmek istiyordum. "O gün gelene kadar ses tonuna da bir çekidüzen vermen senin için daha iyi olacaktır." dedi imayla. Az önceki sert çıkışım gözüne batmıştı anlaşılan.

Yutkunarak. "Emredersiniz." dedim daha kısık bir sesle.

"Güzel." dedi prenses Dione. "Kralın yanına gideceğim. Akşam yine gelirim."

Yalnızca başımı salladım. Prenses ağır adımlarla odadan çıkmaya yeltendiğinde içimde durmayan öfkem bir anda kendini daha da belli etti. "Kızınız?" diye seslendim eli kapıdayken. Durdu. Devam ettim. "O da katılacak mı baloya?"

Prenses Dione boğazını temizledi. Haddimi aştığımı belli eden bir boğaz temizlemeydi bu. Fakat umurumda değildi. Her şeyimi elimden aldığı yetmiyormuş gibi hayatımı adadığım şeyleri de elimden almıştı. Kılıcımı, hançerimi, okumu, yayımı...

Prenses sert bir şekilde yönünü bana döndü. "Haddini bil Rosemarry." dedi keskin sesiyle. Burnumdan solumaya başladım. "Sana hesap mı vereceğim?"

"O da on yedi yaşında." dedim birden. Kendimden böyle bir cesaret beklememiştim. "Onun da bir vazifesi var mı?"

Prensesin göğsü kabardı. "O kralın kızı değil Rosemarry." dedi Prenses ağır bir şekilde. "Kralın kızları ölüme mahkûmdur. Benim kızımın ölüm tehlikesi yok."

Beklediğim cevabı duyduğum an bilmiş bir edayla gülümsedim. O an Prenses Dione verdiği cevap ile elime nasıl bir koz düşürdüğünü bile fark etmemişti. Oynadığım bu ufak çaplı oyunun tuzağına bu kadar erken düşmesini beklemiyordum. Kendi ağzıyla bana sarayda dolaşan o fısıltılardan en azından bir tanesini susturacak bir koz vermişti. Kızının benden üstün olmadığını sonunda attığım oltaya düşerek dile getirmişti.

"Beth'e sevgilerimi iletir misiniz Majesteleri?" dedim hemen ardından. Prenses Dione az önce yaptığı büyük potla birlikte yutkundu ve ağır ağır başını sallayıp odamdan çıktı.

O odamdan çıkınca gözlerimi kapayıp keskin kulaklarımı ardına kadar açtım. Adım seslerini dinledim. Ağır, sert ve öfkeli adım sesleri beni duyamayacak kadar uzaklaştığında öfkeyle gözlerimi açtım. Sinirle ayağa kalkıp sandalyeye güçlü bir tekme geçirdim. Boynuma astığı kolyeyi büyük bir hışımla boynumdan asılarak paramparça ettim ve üzerimdeki elbiseyi yırtmaya başladım. Az önceki söylediği her şey aklımda bir bir dönerken öfkem daha da kabardı.

"Nefret ediyorum." dedim büyük bir öfkeyle ve odamın ortasında dizlerimin üzerine çöküp elimi saçlarıma geçirdim sertçe. "Nefret ediyorum..." diye sayıkladım. Gözlerimden süzülen yaşlar öfkedendi. Bunca şeye maruz kaldığım için içimde yaşadığım öfkedendi. Gelişiyle yine özgürlüğümü kısıtlayacağını biliyordum. Ama bu kadarını beklemiyordum. "Nefret ediyorum hepinizden..." dedim ve ellerimle yüzümü kapattım. Avuçlarımın arasına bir hıçkırık kopup gitti. "Hayatımı mahvettiniz!"

Kapımın önündeki adım sesiyle birden irkilerek ağlamayı kestim. Telaşla yüzümdeki yaşları silerken kapımın açılışıyla yerimde kaldım. Gelenin Julia olduğunu gördüğümde kendimi hızla toparlayıp ayaklandım. Julia dağılmış halimi görür görmez telaşla yanıma koştu.

"Majesteleri?" dedi telaşla. "Neyiniz var? Hasta mısınız?" dediğinde ellerimi havaya kaldırarak susmasını istedim.

"Şşş..." dedim. Julia durdu. "Duyacaklar." dedim hemen ardından fısıltıyla. Julia ağzını kapattı. "Bir şey yok." dedim hemen ardından yine fısıltıyla. "Sinirlerim bozuldu o kadar."

"Benden istediğiniz bir şey var mı?" dedi birden. "Ne isterseniz yaparım."

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Sadece..." dediğimde Julia'nın bütün dikkati bana kesilmişti. "Biraz yalnız kalsam olur mu?"

"Emredersiniz Majesteleri..." dedi Julia büyük bir alttan almayla. Ona duygulu duygulu baktım. Emrime uyup odadan çıktığında gözlerimde tuttuğum yaşlarım dökülmeye devam etti.

Gözlerim odamın içinde gezdi. Her bir zerresine baktım tek tek. Bana ait olan ama benimle alakası olmayan o ihtişamlı ve içinde her şey olan ama özgürlüğüm olmayan odanın içine baktım. Kocaman odada giderek küçülüşüme baktım. Umudumun giderek yitmesini gördü gözlerim. Odanın içine gezinirken mücevherlerimin olduğu masanın el aynasıyla göz göze geldim. Yorgun, bitmiş, kırılmış yeşil gözlerime. Atam Kraliçe Marry'den aldığım o yeşil gözlere. Hemen ardından saçlarıma... Yine ondan aldığım sarı, dalgalı ve bakımsız saçlarıma...

Adımlarım kendi kendine masanın önüne gitti. Masanın hemen önünde duran adımlarımla aynada kendime bakmaya devam ettim. "Kimsin sen?" gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından. Aynadaki görüntüme soruyordum bu soruyu.

Aynaya uzanırken elime çarpan büyük kutuyla duraksadım. Ellerime çarpan kutuya çevirdim bakışlarımı. O an aklıma gelen şeyle kutuyu ellerimin arasına aldım. Geçen gün kutunun içinde bir yüzük gördüğümü ve o yüzüğe bakmayı unuttuğumu hatırladım.

Kutuyu açtım ve yine o yüzükle göz göze geldim. Simsiyah ve üzerinde beyaz bir nokta olan yüzüğe baktım...

Sanki ruhum bu yüzüğe işlenmiş gibiydi. Ruhum gibi kararmış, umudu yitirilip gitmiş, rengi solmuş... Ama hâlâ içinde bir kırıntı kalan... Bir umut kırıntısı kalan... Karanlığın içindeki aydınlık ufak bir nokta... Ruhumun karanlığında hapsedilmiş ve etrafı sarılmış beyaz bir ümit parçası.

Öfkeden hâlâ titreyen parmaklarım yüzüğe uzandı. Yüzüğü parmaklarımın arasına alınca hissettiğim soğuklukla irkildim.

Yavaşça kutusundan çıkardım. Kutuyu masaya koyup elimdeki yüzükle odanın yine ortasına geçtim. Odanın ortasında dizlerimin üzerine çöküp oturdum ve parmaklarımın arasındaki yüzüğü incelemeye başladım.

Soğuktu. Tıpkı benim gibi...

Simsiyahtı. Tıpkı benim gibi...

İçindeki beyaz nokta ruhumun aydınlık noktasının aynası gibiydi...

Hafızamı kuvvetlendirmeye çalıştım. Bu yüzüğü nereden bulduğumu ve çocukken kullandığım takılarımın arasında olup olmadığını geçiriyordum zihnimden. Fakat yine... Yine en ufak bir görüntü yoktu. Hafızamda bu yüzüğe dair bir tane bile anı yoktu. Oysa nasıl olamazdı? Beni bu kadar yansıtan bir yüzük nasıl olur da benim hafızamda yer etmezdi.

Bu zamana kadar bir kez olsun kendi isteğimle takı takmamıştım çünkü takılardan nefret ediyordum. Mücevherlerle dolu ve ağır olan parıltılı takılardan çocukluğumdan beri nefret etmiş ve Prenses Dione'un zoruyla takmıştım. Oysa bu yüzükte bir tane bile mücevher yoktu. Bu yüzük diğer takılarım gibi renkli değildi. Bu zamana kadarki bütün takılarımın tam tersiydi. Ve bu benim ilgimi çekmişti. Çünkü ilk defa kendime bu kadar benzeyen bir yüzük görüyordum.

Yüzük ellerimin arasında dururken birden elimde onu çevirmeyi bıraktım. Yüzüğün ayarı büyüktü. Bunu küçükken takmış olmam imkansızdı. Küçük parmaklarıma bu kadar bol bir yüzüğü takmışsam bile düşürmemiş olmam büyük bir mucizeydi.

Bol yüzüğü önce yüzük parmağıma taktım. Yüzük parmağıma tam olmuştu. Orda dururken başımı hafifçe yana eğerek ona baktım. Parmaklarımda ilk kez bir takı bu kadar güzel ve gizemli duruyordu. Bütün renkli kıyafetlerimin aksine bu siyah yüzük şahane duruyordu.

Yıllar sonra kendi isteğimle ve kendi zevkimle bu yüzüğü takma kararı almıştım. İçinde bulunduğum duygu öyle çaresiz bir durumdu ki bu yüzüğe tutunarak kendimi avutmaya çalışıyordum. Bu yüzük benim tutunacak tek dalım olmuştu birdenbire. Sanki içinde düştüğüm bu buhran dolu durum içerisinde bana güç veriyor gibi hissediyordum.

Yüzüğü taktığımda üzerimde oluşan özgüvenle şaşırdım. Kararlı halim ve deli cesaretiyle bürünmüştü bütün bedenim.

Kaşlarımı çatarak baktım bu kez yüzüğe. Mahvolan hayatımın tam ortasında bir yüzükle yeniden umutla dolmuştum. Üzerimde düşen ağırlık öyle bir ağırlıktı ki sanki kendimi bulmuş gibiydi. Bunca zamandır dışına ördüğüm o sahte kimliğin ardında yatan kendimle bu yüzük bir bağ kurmuştu sanki.

Bunların hepsinin psikolojik olduğunun farkındaydım. İnsan çaresiz kaldığında bir insanla değil, bir nesneyle belki de bir bitkiyle bulurmuş tekrardan kendini... Bu yüzden şans nesneleri var olmuş hatta. Şanslı ve güvende hissettikleri için. Bu yüzük de tıpkı o şans nesneleri gibi olmuştu birden. Çocukluğumda kullandığım ama hiç hatırlamadığım o yüzük yıllar sonra benim şans yüzüğüm olmuştu. Benim sığınağım olmuştu. Gücümü kaybettiğimi hissettiğim her an ona dokunarak kendime gelecektim. Çünkü o yüzük benim esas benliğimi içinde yaşatıyordu. Çocukluğumu yaşatıyordu içinde. Ve ben her düştüğümde kendime sarılacaktım. Çocukluğuma... Bu yüzük çocukluğuma ve esas bana ulaşmam için bir köprüydü artık.

*** 

Gözlerim bir an olsun birbirleriyle kılıca tutulan bekçilerden ayrılmadı. Başbekçi’nin onlara öğrettiği taktikleri uzaktan anlamaya çalışıyordum. Her bir bekçiyi en ince ayrıntısına kadar analiz etmeye çalışıyordum. Bakışlarım bir bekçiyi yere seren Marlon'a döndüğünde gururla gülümsedim. Marlon da onay bekleyen bir çocuk gibi kenarda onları izleyen bana çevirdi bakışlarını. Ona gurur dolu bir gülümseme gösterdiğimde Marlon omuzlarını düzeltti.

Prenses Dione odamdan gittikten sonra soluğu burada almıştım. Savaşmak yasak olabilirdi fakat izlemek de yasak olamazdı.

En kenarda, bir yabancı gibi birbirlerine yeni öğrendikleri savaş teknikleriyle saldıran bekçileri izliyordum. Bana yasak koyulması tüm bunlardan geri kalmama engel olamazdı. Yasaklar umurumda bile değildi. O yasakların sınırlarındayken bile ben yine de halkım için savaşmaya ve bir şeyler öğrenmeye devam edecektim.

Yeşil elbisemi yırttıktan sonra üzerime mücevherli olmayan ve Prenses Dione'un görür görmez öfkeden kabaracağına emin olduğum kabarık olmayan oldukça düz, dekoltesiz simsiyah bir elbise giymiştim. Ellerime tıpkı onun yaptığı gibi siyah tüllü bir eldiven giymiştim. Sol yüzük parmağımda duran yüzük tüllü eldivenlerimle birlikte görünmüyordu. Fakat ben onun varlığını biliyordum ve ona sığınıyordum. Odamda bütün gün ağlamak yerine ondan güç almıştım ve burada bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum.

Bekçilerin hepsi büyük bir hışımla terli hallerini ve kirlenen üstlerini umursamadan kılıç savurmaya devam ediyorlardı. O anda fark ettiğim bir şeyle gözlerimi hafifçe kısıp hepsinin ortak noktasına baktım. Yaptıkları hamleler çoğunlukla göğüs ve baş odaklıydı. Bacaklara doğru bir hamle henüz görememiştim. Bunu fark edince büyük bir zevkle gülümsedim. Öğrencilerin ortak yaptıkları her şey öğretmenlerinin ta kendisidir. Demek ki öğretmenlerinin savaş tekniği böyleymiş.

Yeni Başbekçi’yle bir kılıç düellosu yapmayı çok istiyordum. Onu yendiğimi hayal ediyor ve istemsizce sırıtıyordum. O ilk gün bana küçümser bakışlarının o şok etkisi halini görmek beni keyiflendiriyordu.

"Katılmıyor musunuz Majesteleri?" Arkamdan gelen sesle irkilsem de irkildiğimi belirtmeden yavaşça arkamı döndüm. Drach arkamdan yaklaşıp tam yanımda durdu. Saygıyla eğildiğinde başımla onu selamladım.

"Bugün değil." dedim kararlı ses tonumla. Drach şaşırmış gibi gözlerini kıstı.

"Prensimiz bana, sizin savaş konusunda oldukça hevesli olduğunuzdan söz etmişti." dedi birden. Dikkatimi ona verip bakışlarımı birbirlerine kılıç sallayan bekçilere çevirdim. Cümlesini nasıl bitireceğini biliyordum ve özenle bitirmesini bekliyordum. "Hatta bunun için size ayrı bir eğitim vermemi de istemişti." dedi ve ekledi. "Sanırım ben bu söylediklerini kafamda biraz fazla büyütmüşüm." dediğinde öfkeyle bir soluk aldım.

"Kafanda büyüttüğün şeyin ta kendisiyim Başbekçi." dedim keskin bir fısıltıyla. Kimsenin duymaması için. Bugün herkes sinirlerimle oynuyordu. Yeşil öfke dolu bakışlarım anında Drach'e döndü. Yukarıdan bana bakıyordu yine. Dişlerimin arasından konuşmaya devam ettim. "Benden alınanları senden alsaydım bırak bekçi olmayı normal bir insan bile olamazdın." dedim kararlı bir sesle. Drach'in bakışlarında o an öfke gördüm. Bu beni keyiflendirdi. "Benden alınanlara rağmen burada duruyor ve bekçilerimi izliyorsam bil ki," deyip ona doğru tehditkâr bir adım attım. "Kafanda büyüttüğünden de fazlasıyım."

Öfkelendiğimde ne kadar acımasız olduğumu ve ağzımdan çıkan hiçbir şeyi duymadığımı en iyi Marlon biliyordu. Bugünden sonra Başbekçi’nin de bunu bileceğinden emindim. Yüzüme alaycı bir gülümseme yerleştirdim. Ona acıyarak bakmaya başladığımda Başbekçi’nin burnundan soluduğunu gördüm. "Neyse ki benden henüz alınmadı." dedi arsızca. O an alaycı bakışlarım yeniden öfkeye gömüldü. "Bu söylediklerinize şahit olmadıktan sonra sizi kafamda nereye koyduysam orada öyle durmaya devam edeceksiniz Majesteleri."

Hadsizliğine karşılık dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerim önünde duran bu hadsiz bekçiyi bir gün bu meydanda ona söylediği her şeyi hatırlatacağıma yemin ettim. Bütün bunları kılıcım onun boynuna dolandığında tekrardan hatırlatacaktım.

Öfke dolu bir soluk aldım ve acımasızca söze girdim. "Farklı olduğunu düşünmüştüm." diye söze girdim. "Diğer bekçilerden..." Drach'in bakışları değiştiğinde bu kez zevkle gülümseyen bendim. "Seni kafamda koyduğum yerden azat ediyor ve diğer bekçilerin olduğu yere koyuyorum sevgili Başbekçi’m." dedim tıpkı onun gibi. Gözleri titredi öfkeden. Oysa ben gülümsemeye devam ettim. "Çünkü senin de layık olduğun yerin orası olduğuna şahit oldum. Az önce..."

Mesajımı almıştı. Bunu fark eden ela gözlerine son kez tiksinircesine baktım ve yanından ayrılıp gittim. Arkamda öylece donakaldığını hissedince keyifle gülümsedim.

Diğer bekçilerin ne kadar itaatsiz ve hadsiz olduğunu gören bir bekçiye verebileceğim en iyi ceza onun da onlara benzediğini söylemekti. Onlara benzemek istemediğini daha ilk gün görmüştüm. Fakat şimdi ellerimle onu, o istemediği yere atmıştım. İçindeki bu huzursuzlukla yaşamaya devam edecekti. Zira zehirli oklarım çoktan içini çürütmeye başlamış olmalıydı.

Hayatta kalabilmek için yapmam gereken tek bir şey vardı. Herkesle savaşmak. Gerek kılıçla gerek sözlerle gerek tek bir duruşla. Sevgili halam bana savaşmayı yasaklamış olabilirdi. Ama bu benim savaşımın bittiği anlamına gelmiyordu. Benim savaşım devam ediyordu. Son nefesime kadar da devam edecekti. Ne korku vardı içimde bundan sonra ne de tek bir tereddüt. Yolum belli, adımlarım sertti.

Ben yaşayacaktım ve bunun için herkesle savaşacaktım. Kendimle bile.

Yaşamak için attığım adımlar beni hain edecekti onların gözlerinde. Oysa onların gözleri gerçeklere kapanan bir perdeydi. O gözlerle tıpkı onlar gibi haksızlığa boyun eğerdim ancak. Perdeli gözleriyle gördükleri umurumda bile değildi. Gerçeği biliyordum, doğruyu yanlışı biliyordum. Kendi adaletimle yaşayacaktım. Çünkü onların adaletinin beni her defasında bir uçurum kenarına götürdüğüne defalarca kez şahit olmuştum.

Parmaklarıma yansıyan ruhum bugün kaybettiğim o umudumu geri getirmişti. Bir şans yüzüğünden fazlasıydı belki de... Fakat bugün için yalnızca bir şans yüzüğüydü.

Gelecek henüz gelmemişti. O gün onun da marifetini görecektim.

Loading...
0%