@duskusu_mona
|
BÖLÜM 6: ŞAH VE MAT
"İsmimin ne önemi var varlığımı anımsayamadıysanız..." -ANASTASİA
(2 AY SONRA...)
Yaşam, ölüm ile doğumun arasında mıdır sahiden? Peki ya ölüm ile doğumun arasındaki yaşam size ait değilse ve bir başkasının yaşamında hayat bulduysanız? Kendi kararlarınızı alamadığınız, başkalarının sizin hayatınızın başrolü olduğu ve sizin yalnızca köşeden seyreden birinden fazlası olamamanız... Eğer bir başkasıysa sizin hayatınızdaki başrol, sizin o hayatta olmanızın anlamı ne? O hayat sizin değilse ne diye içerisinde barınıyoruz? Önce adıma karar verdiler. Atam Kraliçe Marry'nin ismini taşımama karar verildi. Onun gibi zalim ve acımasız hırs dolu bir kadının ismini taşımam istendi. Taşıdım. Sonra içine girebileceğim bir kaftan ördüler. Bütün benliğimi, sevdiğim şeyleri, kendimi kendim yapan tüm özelliklerimi silip attılar bir köşeye. Bana bir zırh yarattılar kendi elleriyle ve o zırhı taşımamı istediler benden. Hayatta kalmak adı altında etrafıma örülen o zırh bir süre sonra nefessiz bıraktı beni. En son... Özgürlüğüm... Belki de benim tek kurtuluşum olabilecek o şeyi aldılar elimden. Onlar için yaptığım onca şey, boyun eğdiğim onca emir ve isteğin karşısında bana uygun gördükleri şeydi bu. Özgürlüğümü çalmak... Üstelik bu kez özgürlüğümün dizginleri onlarda değildi. Bir başkasına vereceklerdi. O dizginler vazifem diye bahane edilen köklü bir ailenin oğluna verilecekti. Hayatım ellerimden kayıp gidiyordu. Benliğim... Her şeyim... Rosemarry adına hiçbir şey kalmıyordu geriye. Bu Dünya'ya gelişimin bir önemi olmadığı gibi gidişimin de bir önemi olmayacaktı. Fısıltılarla büyüdüğüm duvarlar ben gidince de susacak mıydı? Ardımda dolanan gölgeler geçecek miydi? Beni öldürmek için fırsat kollayan cellatlarım bırakacak mıydı peşimi? Hayatta kalmamın tek yolu bir başkasının hayatında yan rol olarak yaşamak mıydı? İnce elleriyle saçlarımı tarayan bekçiye baktım aynamın yansımasından. Prenses Dione'un emirleri benim hayatımdı. O balo için elinden geldiğince bana iyi bakmaya çalışıyordu. Onun, benim hayatta kalmak için çabalamadığını biliyordum. O benim gitmem için uğraşıyordu. Eğer hayatta kalabilen ikinci prenses olursam onun bütün hükmü bir şah gibi devrilecekti. Bana uyguladığı her şeyi kaybedecekti. Söz yetkisini benimle paylaşmak zorunda kalacaktı. Bütün bunları kaybetmemek için beni olabildiğince hızlı bir şekilde ortadan kaldırma yollarını seçiyordu. Babama da bu yolları özenle ilmek ilmek işliyordu. Sıkıntılı bir nefes alıp saçlarımı tarayan bekçinin elinden aldım saçlarımı ve ayağa kalktım. Ela gözlü, simsiyah saçları olan ince yapılı kadın bekçi, benim kalkmamla ayaklandı. "Bir sorun mu var prenses?" Bana 'majesteleri' olarak hitap etmemelerine artık alışmıştım. Bunu bozuntuya vermeden sakince bekçiye döndüm. Kocaman gözlerinde sözlerinin aksine bir sorun olduğu endişesini yansıtmıyordu. "Hayır." dedim sessizce. "Bugünlük bu kadar yeter. Çıkabilirsin." Ona arkamı dönüp aynalı masamın yanına gittim ve kulağımdaki küpeleri çıkarmaya başladım. Küpeleri çıkarırken ayna yansımasından hâlâ ayakta dikilen bekçiyi görünce sabırla gözlerimi kapattım. Hitap şekillerini bir nebze olsun göz ardı edebiliyordum fakat emirlerime uymamalarına dayanamıyordum. "Sana çıkmanı söyledim." dedim. Ona arkamı dönmeden küpelerimi çıkarmaya devam ettim. Bekçi pişkinlikle sırıtmaya başladı. "Prenses Dione öğlene kadar bakımınızın devam etmesini emretti." dedi ve devam etti. "Çıkamam." Büyük bir sakinlikle küpelerimi çıkardım. Ona fark ettirmeden öfke dolu bir nefes aldım. Gözlerim histerik olarak seğiriyordu. "Sana..." dedim tane tane sakin bir sesle. Hâlâ aynadaki yansımasına bakıyordum. "Çıkabilirsin dedim." diye ekledim bir kez daha. Bekçi alay dolu bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Söylediklerim sanki bir çocuğun ağzından çıkıyormuş gibi davranıyordu. Bana küçümseyen bakışlar atmaya başladı. Onu dikkate almadan boynumdaki kolyeye uzandım ve kolyeyi çıkarmak üzereyken bekçinin sözlerini işittim. "Mücevherlerinizi derhâl geri takın prenses." dedi küstahça. "Henüz bakımınız bitmedi." Öfkeyle gülümsedim. Kolyenin kancasını açan ellerim durdu. Gözlerimi sabırla kapatıp ağır ağır arkamı döndüm. İlk kez bir bekçime saf öfkemi gösteriyordum. Öfke dolu ve sert bakışlarımı üzerinde hisseden bekçi yutkundu. Yüzündeki küçümseyici tavır solup giderken ona hala öfkeyle bakıyordum. Marlon bana öfkelendiğin zaman bambaşka biri gibi bakıyorsun demişti. İnanmamıştım. Oysa şimdi bu söylediğine yavaş yavaş inanıyor gibiydim zira az önce beni küçümseyen bakışlar endişeyle kaplanmıştı. İlk kez gözlerimin önünde bir bekçi benden korkuyordu. Çünkü bu zamana kadar bana ne söyledilerse onlara gülümsemiştim. İlk kez onları öfkemle tanıştırıyordum. Bir bakışımla başını yere eğen ve titremeye başlayan bekçime bir adım yaklaştım. Adımımı görünce başı hafifçe kalktı. Bir adım daha atmamla geriye bir adım attı. Hiç gülümsemedim. Alayla bile olsa gülümsemedim. Sadece ona öfkeyle bakmaya devam ettim. "Tekrar et." dedim sert bir sesle. Bekçi sustu. Konuşması için adımlarımı durdurup karşısında dikildim. Bekçi ellerini önünde birleştirdiğinde onu sadece gözlerimle inceliyordum. Tepkisizliğimin bir bekçiyi bu denli korkutacağına ilk defa şahit oluyordum. Öfkelenince gerçekten bambaşka birine mi dönüşüyordum? Göz ucuyla aynama döndüm. Yüzümdeki ifadeyi görünce durdum. Yüzümün rengi bile değişmişti. Bembeyaz yüzüm ve keskin bakışlarım o an beni bile korkutmuştu. Yutkunarak kıpırdandım. Böylesine birine dönüşmenin verdiği suçlulukla kendime gelmeye çalıştım. O an az önceki ses tonum kulaklarıma geldi. Ses tonumun keskinliği sonrasında içimi ürpertmişti. Hayır Rose... Biz o değiliz... Biz Kraliçe Marry değiliz. Derin bir nefes alıp karşımda duran bekçiye döndüm tekrardan. "Bir daha bana emrivaki konuşmayacaksın." dedim daha yumuşak bir sesle ve gülümsemeye çalıştım. Yeniden benim etrafıma örülen o zırhın içine girdiğimde bekçi afalladı. Gözleri korkuyla gözlerime değdi. Gülümsemeye devam ettiğimde bekçinin dudakları aralandı. "E-emredersiniz..." dedi titrek sesiyle. Etrafıma örülen o zırhın içindeki gerçek benliğim bu muydu? O gözler... O ses tonu... O tavırlar... Bütün bunlar yıllar evvel benden aldıkları Rosemarry miydi? O hırs, o sert bakışlar... Az önce gördüğüm o gözlerin içinde nefret duygusu... Gözlerimi kırpıştırarak az önceki anı gözlerimin önünden silmeye çalıştım. Bir hanımefendi edasıyla duruşumu düzelttim ve ellerimi yine bir hanımefendi edasıyla önümde bağladım. Yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdikten sonra bekçinin yanında ayrıldım. Bekçinin endişeli bakışları sürekli üzerimdeydi. Baştan aşağı beni süzüyor ve az önceki büründüğüm kişiliği sorguluyordu. Onların fısıltılarının yarattığı ve yıllardır içimde saklanan o gerçek ben ile tanışan ilk kişiydi. "Çıkabilirsin." dedim nazik bir şekilde. Bekçi bu kez beni dinledi. Başıyla bana selam verdikten sonra koşar adımlarla odamdan çıkınca içimde tuttuğum nefesi dışarı bıraktım. Masamın üzerinde duran bir bardağa su doldurdum. Suyu hızla içip kendime gelmeye çalıştım. Kraliçe Marry... Herkesin bir dönem korkulu rüyası... Kız doğuran bir Kraliçe olduğu halde herkes tarafından saygı duyulan ve gücüyle, acımasızlığıyla, kudretiyle herkesin dilinde dolaşan bir Kraliçe. O dönemin Kralı, Kral üçüncü Rowan’ın bile adı bu kadar anılmamıştı. O dönem herkesin ağzında yalnızca tek isim vardı. Kraliçe Marry... Anlatılanlara göre bonkör bir kraliçeydi. Kızı Prenses Edith'i başka bir kalede büyütmüştü. Herkesten saklamak için... Kızı büyüdüğünde saraya getirmişti. Halkın kızını öldürmesi beklenirken Prenses Edith, Anastasia'nın ellerinde can vermişti... Tıpkı Kraliçe Marry gibi... Bu kadar namı duyulan ve kudretiyle herkesi büyüleyen bir kadının sonu Anastasia'nın ellerinden gelmişti. Kraliçe Marry'nin tabloları sarayda hâlâ asılı dururdu. Bazen koridorlardan geçerken göz göze gelirdim bir tablosuyla. Doğduğum andan itibaren herkesin dilinde ona ne kadar benzediğim dolaşırdı. Kraliyet soyunda o ve ben haricinde sarı saçlı ve yeşil gözlü bir hanedan mensubu yoktu. Bu çok büyük bir şey değildi. Fakat herkesin dilinde bu benim Kraliçe Marry ile benzerliğimin kanıtlandığını iddia eden sözlerden ibaretti. Yüz şekillerimiz, fiziğimiz, bakışlarımız bile... Sanki ben onun kızı olarak dünyaya gelmiş gibiydim. Ya da onun yansıması. Belki de onun gölgesi... Fiziki özelliğim ona ne kadar benziyorsa, onun o karanlık ruhani özelliğinden bir o kadar kaçmaya çalışıyordum. Kraliçe sırf ona itaat etmeyenleri öldüren gaddar biriydi. Kendi halkına savaş açan biriydi. Elçilerle aramızın iyi olduğu bir dönemde ortada hiçbir şey yokken birden onlara saldıran gözü dönmüş bir kadındı. Onun tek amacı adını tarihe yazmaktı ve adının yıllar boyu anılmasıydı. Öyle de olmuştu. Ama adı yalnızca Anastasia'nın kurbanı olan bir Kraliçe olarak geçmişti tarihe... Kral üçüncü Rowan, babam Kral Alaric'in dedesi olan 2. Evan'ın babasıydı. Kraliyetimizden 19 kral geçtiği için bu çok da uzak bir tarih sayılmazdı. Birkaç yüzyıl öncesinde bu topraklardan geçmişti ve ayak izleri belki de hala duruyordu. İşittiğim ayak sesleriyle düşüncelerimden hemen sıyrıldım. Bu adım sesleri tanıdıktı. Bu adım seslerini çok iyi biliyordum. Kapımın aralanınca ağabeyim Caleb ile göz göze geldim ve kocaman gülümsedim. Caleb beni görünce gülümseyerek odanın içine kafasını uzattı. "Girebilir miyim?" diye sorunca başımı salladım. "Tabii ki de." diye mırıldandım ve masamın yanında uzaklaşarak odamın ortasına geçtim. Caleb üzerinde duran siyah ve gösterişli kıyafetlere bakınca gözlerimi büyütüp ona baktım. "Majesteleri..." diye mırıldandım gülerek. "Bu ne şıklık bu ne zarafetlik böyle..." Caleb gülerek üzerine göz gezdirdi. Başını eğip kıyafetlerine bakarken dalgalı kahve saçları önüne dökülüyordu. "Siz de bugün ışık saçıyorsunuz Majesteleri..." dedi gözleri mavi elbisemin üzerindeyken. "Sizin gibi bir ışığın sarayımızda olması bize şeref veriyor." "Daha neler!" dedim gülerek. Caleb da daha fazla bu büyük saygı hitaplarına dayanamayarak gülmeye başladı. "Seni görmeye geldim." dedi Caleb. "Prenses Dione'un sana yasak koyduğunu öğrendim." Yüzüm düştü. Sıkıntıyla bir nefes bıraktım ve dudaklarımı dişlemeye başladım. "O bana hep yasak koyuyordu ağabey." diye mırıldandım üzgün bir şekilde. "Sadece siz bilmiyordunuz." Caleb'ın yüzü düştü. Adımlarıyla yanıma geldi ve düşen çenemi kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Benim tanıdığım Rosemarry başını eğmez." dedi ve ekledi. "Benim Hırçın Dalgalı Eşsiz Denizim..." dedi gözlerimin içindeyken gözleri. Bunu duyunca gülümsemeden edemedim. Hırçın biri olduğum için Ardena'nın en korkunç denizi olan Hırçın Deniz ve onun dalgaları olan nitelendiriliyordum. "Senin cesaretin ve gücün bizi kendimize getirirken niçin senin günden güne yüzün soluyor böyle?" dediğinde titrek bir nefes aldım. "Senin gücünden ilham alıyoruz biz. Bilmez misin bunu? Bu güç niye senin başını eğdiriyor öyleyse?" Göğsüm kabardı öfkeyle. Bunu söylemek bile iğrendirdi beni kendimden. "Çünkü ben bir prensesim." dedim ve acımasızca ekledim. "Benim tek bir kaderim var o da halkım tarafından öldürülmek." Caleb'ın çenemdeki eli düştü. Hüzünle baktı bana. "Hayatta kalmak için bu zamana kadar her şeyimi feda ettim. Kendi benliğimi bile..." Sesim titriyordu artık. "Söylesene benliğini bir kenara atanın gücü nasıl içinde olsun?" Caleb'ın bakışları değişti. Dört erkek kardeşim de en iyi şekilde büyüyüp yetiştirilmişlerdi. Her şey her imkân onların elinin altındaydı. Oysa ben o imkânları elde edebilmek için her gün kendimden bir şeyleri silip atmıştım. Onların kolaylıkla sahip olduğu her şeyi ben kendimi feda ederek kazanmıştım. En sonunda ne güç kalmıştı içimde ne de heves... "Ne yapıyor sana?" diye sordu hemen. "Babamla konuşurum." Ağır ağır gözlerimi kırpıştırdım. "Bir fayda etmez." dedim hemen ve ekledim. "Prenses akıllı. Babamızı kontrol altına almış. Ne söylersek söyleyelim onun cümleleri babamın ağzından dökülecek." diye açıkladım. Caleb sinir bozukluğuyla dolu bir nefes aldı. "Yapabileceğim bir şey olursa," diye devam etti Caleb. "Ben buradayım. Senin için her şeyi yaparım Rosemarry." Minnetle gülümsedim. İçimdeki yalnızlığa bir el olduğu için ona dolu bakışlarla baktım. "Teşekkür ederim..." dedim. Caleb uzandı ve alnıma bir öpücük bıraktı. "Bu hayatta bir tane kız kardeşim var." dedi Caleb. "Ona da her şey feda." Gülmeye başladım. Ne zamandır yüzümde duran bu buhranı alıp götürmüştü. Yüzümü güldürmeyi başarmıştı. "Kraliçeyi görmeye gidelim mi seninle?" diye sordu. "Ne zamandır odandan çıkmıyorsun. Özlettin kendini." Söylediğine karşılık alayla güldüm. Bekçiler ve beni özlemeleri... "Olur." diye mırıldandım. Birlikte odadan çıktık. Koridorda Caleb ile yürürken bütün fısıltılar sustu. Caleb'ın yanından geçen herkes başını öne eğerek ona selam veriyorlardı. Bu görüntüler canımı acıtıyordu. Kimse gözlerimizin içine bakamıyordu. Başları yere eğik bir şekilde öylece gelip geçiyorlardı. Ellerinde yemek tabakları, bardaklar, parşömen kağıtlarıyla bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Adımlarımız koyu renkli taşların üzerinden geçip gidiyordu. Yanından geçip gittiğimiz meşaleler gölgelerimizi kısa süreliğine duvarlara yansıtıyor ve sonra silinip gidiyordu. Tıpkı hayat gibi. Var olup yok oluşumuz arasındaki o boşluk hızla akıp gidiyordu. Her odadan sesler ve konuşmalar geliyordu. Kulaklarımı açıp dinlemek yerine sadece bekçileri seyrediyordum. Zira onları gözlemlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Gözüm sürekli onların üzerindeydi. Ölüm korkusuyla büyüyen biri için yanına gelen kişi Dünya'nın en masumu bile olsa o kişinin gözünde katildir. Hayatımı cellatlarımı bekleyerek geçirdim. Hâlâ da bekliyordum... Bir gün gelip canımı almaya kalktıklarında ne yapabileceğimi, onlara boyun eğip af dileyip dilemeyeceğimi bile bilmiyordum. O kanlı ip boynuma dolandığında neler söyleyerek kurtulacaktım ellerinden bilemiyordum. O kanlı hançerleri boğazımın üzerinde dururken nasıl yalvaracaktım onlara? Kirli elleri boynumu sıkarken bir zavallı gibi bakacak mıydım kararmış gözlerine? Yanımda bir prens ile olduğum için çoğu bekçi bize bakmamaya çok özen gösteriyordu. Bu yüzden gözlerini ve gözlerinin niyetini çözemiyordum. Şüpheci ve rahatsız edici bakışlarım bekçilerin üzerindeyken Caleb'ın adımları durdu. Onun duruşuyla bakışlarımı ona çevirdim. Büyük kapının önünde duruyorduk. Gelmiştik. Muhafızlar Caleb'ı görür görmez kapıyı hiç bekletmeden açtıklarında göğsümü kabarttım. Onların saygıları yalnız bana yoksundu. Kapı açıldıktan sonra Caleb öne atıldı ve odaya girdi. O girerken muhafızlar başlarını eğerek Caleb'ın geçmesini beklediler. Caleb geçtikten sonra ben de arkasından ilerledim. Büyük ve her yeri çiçek kokulu olan ihtişamlı bir odaya girdiğimizde kucaklanmış gibi hissettim. Koku ve sıcaklık öyleydi ki kendimi bir bebek beşiğindeymişim gibi hissettiriyordu. İhtişamlı kırmızı ve siyah renkli perdelerin önünde çiçek sulayan Kraliçe'yi görünce yüzüm güldü. Caleb odanın ortasında durdu ve Kraliçe'ye baktı. Onun o kızıl ve dalgalı saçları üzerine giydiği yeşil elbiseyle birlikte o kadar güzel görünüyordu ki... Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi ve pembe yanaklarıyla güzelliğin tanımı gibiydi. Baştan aşağı ince vücudu ve yeşil gözleri onu her gördüğümde sanki ilk kez görmüşüm gibi hissettiriyordu. Sarayın ve belki de gelmiş geçmiş bütün kraliçelerden daha güzeldi. Daha zarifti ve en önemlisi daha iyi niyetliydi. Pamuk gibi olan kalbi yüzündeki o sıcacık gülümsemeden bile belli oluyordu. İncecik elleri bile elindeki sulama kutusunu incitmemek istiyor gibi büyük bir dikkatle tutuyordu. Çiçeklerin üzerinde gezdirdiği elleri sanki sudan daha çok hayat veriyordu çiçeklere... Mavi renkli çiçeğini suladıktan sonra elindeki sulama kutusunu hizmetli bekçilerden birine uzattı. Bakışları bize dönünce tıpkı yüzündeki o sıcacık gülümseme gibi gözlerinin içine de sıcacık bir gülümseme yerleşti. Yüzündeki pembelik giderek artarken Caleb ile birlikte başımızla Kraliçe’ye selam verdik. Kraliçe gülümseyerek karşılık verdi ve yavaş adımlarla yanıma geldi. Kollarını iki yana açarak yanımıza gelirken Caleb, Kraliçe'nin kollarının arasına girdi. Kraliçe minnet dolu bir ifadeyle Caleb'ın kokusunu içine çekti ve gözlerini sıkıca yumdu. Sanki bu an bitmesin ister gibi. "Benim korkusuz prensim..." diye mırıldandı. Sesindeki yumuşaklık odanın kokusunu daha da arttırmıştı sanki. "Nasılsın?" diye sordu ilgiyle. Caleb'ın gülümsediğini gördüm. "O kadar iyiyim ki..." dedi ve Kraliçe'nin ellerine öpücük bıraktı. "Sizi görmek kimi kötü hissettirir?" Kraliçe dişlerini göstererek güldü. "Asıl sizi görmek kimi kötü hissettirebilir?" deyip bir kez daha Caleb'a sarıldı. Caleb'a sarılırken benimle göz göze gelince yavaşça Caleb'tan ayrıldı. Gülen yüzü daha da sıcacık bir tona ulaştı. Caleb Kraliçe'nin bakışlarını takip ederek beni gördü. Kraliçe Caleb'ın yanından ayrılıp benim yanıma geldi. Elleriyle önce kollarıma dokundu ve yavaşça okşadı. "Rosemarry..." dedi ince sesiyle. Avuçları yüzümü sarıp sarmalayınca mayışmış bir kedi gibi avuçlarının arasında döndürdüm başımı. Annemin yumuşak ellerini özlemiştim. Haftalardır odadan çıkamama yasağı işte şimdi acımasızlığını gösteriyordu. "Ne kadar özlemişim seni..." Aynı sarayın içinde olmamıza rağmen birbirimizle görüşemiyorduk. Birlikte zaman geçirmek belki de bizim için tarihi bir andan farksızdı. Her birimizin kendilerine ait vazifeleri vardı. Neticede hâlâ savaş halindeydik. Şu sıralar büyük bir saldırı olmasa da bu olmayacağı anlamına gelmiyordu. Kendimizi her ana hazırlamalıydık. Bunun için bir an bile çalışmayı bırakmamalıydık. Oysa ben bütün günlerimi odamda beni temizleyen ve cildime bakan bekçilerle geçiriyordum. Benim vazifem de buydu. "Ben de..." dedim sessizce. Sesimde kırgınlık vardı. Kraliçe bunu fark edince yüzünde bir kıpırdanma oldu. "Sizi ziyaret edip görmek istedik Majesteleri." dedi Caleb. Kraliçe minnetle gülümsedi. "Ne kadar mutlu ettiniz beni bilemezsiniz..." dedi Kraliçe ve elleriyle odasındaki masayı gösterdi. "Çiçeklerimden güzel bir çay yaptırayım mı size? Birlikte içeriz." diye bir teklifte bulundu Kraliçe. O an gülümsedim. Annemle vakit geçirmek istediğimi fark ettim. Caleb, "Teklifinizi geri çevirdiğim için beni bağışlayın majesteleri." dedi ve ekledi. "Kral ile ilgili kuzeydeki kalelerle hakkında bir görüşme yapacaktık." dedi. Kuzey biz Bekçilerin kalbiydi. Oradaki dört kalemiz de büyük hayati önem arz ediyordu. Zira bütün gücümüz o kalelerdi. Konumları ve orada bulunan donanmalarımız sayesinde Elçilere karşı bize avantaj sağlıyordu. Elçilerin gözü o kalelere gelmeden önce o kaleleri muhafaza etmeye başlayacaklardı anlaşılan. Kraliçe kuzeydeki kalelerin önemli olduğunu bildiği için memnuniyetle karşıladı. Caleb, başıyla son kez selam verdikten sonra odadan çıktı. Odada Kraliçe ile kaldık. Kraliçe hizmetli olan kahverengi saçlı bekçisine çiçeklerini gösterdi. Bekçi onu anladı ve çiçeklere yönelip çayı hazırlamaya başladı. Adımlarımı masaya yaklaştırdım ve kendime bir sandalye çekip oturdum. Kraliçe de tam karşıma oturdu. "Rose..." diye mırıldandığında başımı kaldırıp Kraliçeye baktım. "Hasta mısın sen? Yüzünde tuhaf bir renk var sanki." Onun her şeyi bu kadar çabuk anlayabilmesine her seferinde şaşakalıyordum. Gülümsemeye çalışarak başımı iki yana salladım. Kraliçe'nin bakışları daha da üzerime yerleşti. Bütün dikkatiyle beni incelemeye başladı. Ben ise başım eğik bir şekilde solumaya devam ettim. İçimdeki öfkeyi bir türlü kontrol edemiyordum. En olmayacak zamanlarda aklıma sürekli beni küçümseyen o bekçilerin bakışları geliyordu. "Bir sorun var." dedi Kraliçe yumuşak bir ses tonuyla. İç çektim. "Herkesin bir sorunu vardır Majesteleri." dedim. Gözlerim masanın üzerindeki çiçek vazosuna takılı kalmıştı. Kraliçe'nin gülümsediğini gördüm göz ucuyla. "Herkesin bir sorunu varsa o sorunu çözebileceği biri de vardır hayatında." dedi ve ekledi. "Anlatabilirsin." dedi sıcacık bir sesle. Gözlerim ona çevrildi. Yüzündeki yumuşak ifade içimi ısıtmıştı. "Yanlış anladınız Majesteleri..." dedim bahaneyle. "Benim bir sorunum yok." diye yalan söyledim gözümü bile kırpmadan. "Lafın gelişi söylemiştim." Kraliçe'nin bakışları üzerimde yoğunlaştı. Dudaklarımı aralayıp tek kelime etmedim. Yaşadığım sorunları ona anlatamazdım zira hiçbirinin çözümü yoktu. Elinden bir şey gelmeyecekti. Gelmeyeceği gibi kendini üzecek ve suçlayacaktı... Bütün bunları kimseye yansıtmamaya çalışacaktım. "Peki." dedi Kraliçe olgunlukla. "Sen öyle diyorsan öyledir." Bir süre hiçbir şey konuşmadık. Odadaki çiçek kokusu yavaşça çay kokusuna dönüştü. Hizmetli bekçi hazırladığı çayı masamızın ortasına koydu. Önümüze özenle yerleştirdiği geniş bardaklara mis kokulu çayları doldurdu. Önümdeki bardaktan çıkan buharı seyrettim. Kraliçe’nin gözü hep üzerimdeydi. Durgunluğum yüzünden onun da canını sıkmış olmalıydım. Kendimi hızla toparlayıp gülümsemeye çalıştım ve önümdeki çiçek çayından bir yudum aldım. Tadının mayhoşluğuyla gözlerimi kapattım. "Ellerine sağlık sevgili bekçim." dedim hazırlayan bekçiye. "Çok güzel yapmışsın. Pek maharetlisin." diyerek övdüm onu. Bu çay gerçekten de solan yüzüme iyi gelmişti. Adeta can vermişti. Büyük bir zevkle birkaç yudum daha aldığımda fark ettiğim şeyle durdum. Göz ucuyla bekçiye baktım. Beni dinlememiş ve Kraliçe’nin çiçekleriyle ilgilenmeye başladığını fark edince kalbimin kırıldığını hissettim. Kraliçe önce bana sonra da bekçisine baktı. Bekçinin benim övgülerime karşılık bir teşekkür bile etmeyişini fark eden bekçiye kibar bir sesle seslendi. "Mona..." Bekçi isminin zikredilmesiyle hemen bakışlarını bize çevirdi ve birkaç adımda yanımıza geldi. "Emredin majesteleri..." Kraliçe gülümsemesinden ödün vermeden bekçiye bakmaya devam etti. "Prenses çayını çok sevmiş." dedi sevecen bir sesle. "Elinin lezzetine de bayılmış." Bekçi bakışlarını bana çevirdi. Suratsız bir şekilde bana baktı. Onu teşekkür etmesine zorlandırılmasını istemiyordum. Kendi içinden geldiği gibi davranmasını istiyordum. "Afiyet olsun Majesteleri." dedi bekçi. Ümitle başımı kaldırıp bekçiye baktım. Bana söylediği şeyle tebessüm etmiştim istem dışı. Bana 'Majesteleri' demişti. Gülümseyerek ona bakmaya devam ettiğimde bekçi sinsice gülümsedi. "Size de afiyet olsun prenses." Gülümsemem yüzümde donakaldı. Ardından bir çiçek gibi yavaşça solup gittim. Bakışlarım ağır ağır düştü. Hiç beklememiştim böyle bir tepkiyi. Hayatımda belki de bundan daha fazla utandığım ve hayal kırıklığı yaşadığım bir an var mıydı bilemiyordum bile. Bir an için ümitlenmiştim. Belki biraz biraz bazı şeyler normale döner diye mutlu olmuştum. Oysa şimdi yine aynı yerdeydim. Düştüğüm ve kimse tarafından kaldırılmadığım o yerdeyim. Başımla selam verip çayımdan zoraki bir yudum daha aldım. Gördüğüm bu muamele ile bu çayı içmek istemiyordum ama içmeliydim. Dikkat çekilmek istemiyordum. Kraliçe’nin bu duruma bozulduğumu görmesini istemiyordum. "Bizi biraz prensesle yalnız bırakabilir misin sevgili bekçim?" dedi Kraliçe. Bekçi başıyla selam verdi. "Emredersiniz Majesteleri..." dedi ve yanımızdan uzaklaşıp gitti. Odada yalnızca ikimiz kalmıştık. Kraliçe derin bir nefes çekti içine. "Balo yaklaşıyor." dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. "Heyecanlı mısın?" "Öyleyim." deyip masada duran çiçek çayı yerine suya uzandım ve su içtim. Bu tat artık bana güzel gelmiyordu. Kraliçe ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Biliyor musun? Ben de çok heyecanlıyım." dedi. Heyecanı sesinden okunabiliyordu. "Hep birlikte vakit geçirmeyi o kadar özledim ki..." Gülümsedim. Birbirimizden bu kadar kopuk bir aile olabilmemiz kraliçeyi üzüyor olmalıydı. "Ben de..." dedim ve ekledim. "Bu balo umarım hepimize iyi gelir." dedim. Bunu söylerken sesimde bir renk ve ton bile yoktu. O balo benim kaderimin seçileceği gündü ve o günden nefret ediyordum. Kraliçe bir anda ayağa kalktı. Ağır adımlarla yanıma yaklaştı ve hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Uzanıp o yumuşacık sıcak elleriyle buz gibi olan ve nasır tutan ellerimi tuttu. "Neyin var biriciğim?" dedi bir anda. O an içimden bir şeyler kopup gitti. "Nedense üzerinde bir buhran var. Kara bulutlar dolaşıyor gözlerinde." deyip saçımın bir tutamını ellerinin arasına aldı. "Gözlerin bambaşka yerlerde, sözlerin de keza öyle." Yutkundum. Kraliçe bunu görünce bakışları daha da çaresizce gezdi üzerimde. Ellerimi tutan elleri daha da sıkılaştı. Bir diğer eli de yanağımı okşuyordu. O an bir sevgiye muhtaç olduğumu hissettim. Annem yanağımı okşarken ve elimi tutarken bütün güçsüzlüğümle gözlerimi kapatıp sık nefesler almaya başladım. İçimde kopmayı bekleyen bir fırtına vardı. "Niye bu kadar zor?" diye bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından. Kraliçe, "Ne zor?" diye sorduğunda gözlerimden bir yaş süzülüp gitti. Kendime ve bu tepkilerime anlam veremiyordum. Asla böyle biri değildim. En ufak şeylere böyle çocuk gibi ağlamazdım. Fakat annemin yanındayken ve o bana sürekli bir çocukmuşum gibi yaklaşınca kendimi çocuk sanıyordum. Bir çocuk gibi teslim oluyordum annemin kollarına. "Yaşamak..." dedim titreyen bir fısıltıyla. Gözlerim aralandı. Yaş dolu gözlerim annemin yeşil çaresiz gözlerini buldu. "Anne..." dedim yine titreyen sesimle. Ona nadiren 'anne' derdim. Hepimiz öyleydik. Sarayda bir aileden çok birbirimize saygı konusunda büyük bir olgunlukla büyütülmüştük. Artık o kadar çaresiz ve zor bir durumdaydım ki o bütün saygı duvarlarını yıkıyordum. "Rosemarry?" dedi Kraliçe şaşkınlıkla. Ellerimi tutan elini bıraktı ve iki eliyle birden yüzümü avuçlarının arasına aldı. Bir bir akan gözyaşlarımı silerken sessiz bir hıçkırık koptu dudaklarımdan. "Anne ben yaşayamıyorum." dedim fısıltıyla. Kimsenin duymasını istemiyordum. Kraliçenin bakışlarında bir titreme gördüm o an. Gözyaşlarımı silen parmakları durdu ve gözyaşlarımın akmasına izin verdi. Başımı çaresizce iki yana salladım. "Anne..." dedim bir kez daha. "Beni öldürüyorlar." Kraliçe başını tıpkı benim yaptığım gibi iki yana salladı. "O ne demek Rose?" dedi endişeyle. "Sen neler söylüyorsun?" Kendi ellerimle gözyaşlarımı sildim. Yüzümü ellerimle kapatıp ağlamaya başladığımda Kraliçe daha fazla dayanamadı ve kollarıyla beni sarmaladı. Sıcacık kolları beni sarmalarken artık sadece bir çocuktum. Beş yaşında küçük bir çocuktum ve benden özgürlüğüm alındığı için annemin kolları arasında ağlıyordum. Kraliçe’nin kolları arasında sessizce ağladım. Belki de dakikalar aldı bu yas. Bu alınan özgürlüğümün başkalarının avuçları arasında sıkılıp öldürülmesinin yasıydı. Kraliçe başıma öpücükler konduruyor ve bir an olsun kollarını benden ayırmıyordu. Ellerinin arasından kayıp gidecekmişim gibi her yanımı sarmalamıştı. Kokusunu içime çektim ve kendimi durdurmaya çalıştım. Bu denli bir patlama beklememiştim kendimden. İçimdeki kopmayı bekleyen fırtına annemin yanında sağanak bir yağmura dönüşmüştü. Kraliçe kollarını benden ayırıp yeniden yüzümü avuçlarının arasına aldı. Kendimi toparlayabildiğim kadarıyla dudaklarımı araladım. "Halkın kurbanı olmaktan..." dedim tek nefeste. Konu asla bu değildi. Onların beni öldürmesi umurumda bile değildi. Fakat Kraliçe’yi inandıracak tek bahane buydu. "Sinirlerim bozuldu." Kraliçe ellerime uzandı ve ellerimi tuttu. "Bozulabilir elbet." dedi naif bir sesle. Ellerimi öptü usulca. "Bu çok normal." dedi ve ekledi. "Ama endişelenme Rosemarry. Ben yaşadığım müddetçe buna asla cüret edemezler." Burnumu çekerek anneme baktım. Annem saçlarımı düzeltti. Yüzümü cebinden çıkardığı bir mendille sildi. Çamura düşen küçük kızını temizler gibi üzerimdeki buhranı temizlemeye çalıştı. "Ve sana yemin ederim." dedi kararlı ses tonuyla. Onu ilk kez bu kadar ciddi görüyordum. O hep güler yüzlü bir kraliçeydi. Ciddi olduğu anlar neredeyse hiç yok denilecek kadar azdı. "Kral da buna asla izin vermeyecek. Ben de... Kardeşlerin..." dedi umutla. "Kardeşlerin seni o kadar çok seviyor ki. Sana kıymaya kalkan herkese gereğini yapacağına eminim." dedi ve gülümsedi. "Biz hepimiz sana siper olmaya hazırız bir tanem." Elleri bir kez olsun bırakmadı ellerimi. "Sen ölürsen karanlığa gömülür bütün Ardena. Bütün krallığın bunu bir gün öğreneceklerini biliyorum. İnan bana." İçimi bu denli yakıp yıkan bu konu olmamasına rağmen sözleri içimdeki yangını söndürmüştü bir nebze. Özgürlüğüm için içimde çıkan yangını Kraliçe o güzel sözleriyle söndürmüştü. Minnetle gülümsedim ve kollarımı ona uzatıp kocaman sarıldım. Kraliçenin kolları da beni sarınca bu kez ağlamadım. Sadece kokusunu içime çektim. Kollarımı daha da sıkı sardığımda kraliçenin omuzlarının üzerinden, sol elimi gördüm. Üzerinde duran siyah yüzüğü... Onu hiçbir an çıkarmamıştım parmağımdan. Gözlerim yüzüğün üzerinde gezerken içimdeki bütün öfke ve nefret kaybolup gitti sanki. Hepsi içimden buharlaşıp parmaklarımdaki yüzükte birikti. Ruhumu hafifleten yüzük içimdeki acıyı da hafifletmişti. Gözyaşlarımı silip kararlı gözlerle annemin kolları arasından ayrıldım. Annem yüzümdeki ifadeyi görünce rahatladı. Ellerini omzuma yerleştirip destek verdi bana. "Hayat boş bir kitaptır Rosemarry." dedi Kraliçe. Dikkatimi ona verdim. "Her insanın kendi hayatı olduğunu varsayarsak herkesin kendine ait boş bir kitabı vardır." Omuzlarımı okşadı. "Yaşadıklarımızla doldururuz o kitabı. Benim kitabımın en güzel satırlarısın sen." dedi birden. Yüzüme duygu dolu bir gülümseme yerleşti. "Kardeşlerinle birlikte kitabımın biricik satırlarısınız." deyip durdu. Bakışlarını kendi karnına çevirdiğinde benim de bakışlarım onun karnına çevrildi. Kaşlarımı çattığımda Kraliçe gülümseyerek devam etti. "Benim her satırım gönlümde açan bir çiçekten farksız. Sizler de benim dünyamda açan en güzel çiçeklersiniz." dedi ve birden omzumu tutan elleri karnına gitti. "Sizler ve yeni açacak çiçeğim için her şeyi yapacağım. Yaşamanız için ölmem gerekirse kimsenin bu konuda en ufak bir şüphesi bile olmasın." dedi ve ekledi. "Ölürüm." Yanaklarım şaşkınlıktan kızarmıştı. Kraliçe eliyle karnını okşamaya başlayınca kafamda olan her şey bir anda silinip gitti. Yüzümde saf bir gülümseme yerleştiğinde heyecanla yerimde kıpırdandım. Kraliçe bakışlarını benim şok olmuş suratıma çevirince gülümsedi. "Ben... Yani... Yani ben değil, siz..." dedim kafa karışıklılığı ile. Heyecandan dilim tutulmuştu. "Ben çok mutlu oldum sizin," deyip durdum. Cümleyi sonunda toparlayabildiğimi fark edince kraliçe gülmeye başladı. "Sizin hamile olmanıza." diye tamamladığımda Kraliçe kocaman gülümsedi. "Bunu ilk seninle paylaşıyorum." dedi Kraliçe başını öne eğerek. "Bir annenin içindeki duygusunu paylaşacağı bir kızının olması gerekiyormuş." Kocaman gülümsedim ve titreyen ellerimi uzatıp Kraliçe’nin ellerini tuttum. Ellerini okşadım. Kraliçe mutlulukla baktı bana. "Tebrik ederim..." diye mırıldandım. "Umarım Kral bu haberi duyunca havalara uçacak." Kraliçe utançla güldü. Yanaklarındaki pembelik giderek artarken gülümsemem bir an olsun düşmüyordu yüzümden. "Bunu kutlamalıyız." dedim şoktan çıktığım zaman. "Bir turnuva." diye devam ettim. Kraliçe hamile olduğu zaman doğacak çocuğu için hep turnuvalar, şenlikler düzenlenirdi. "Erken değil mi?" dedi Kraliçe. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Siz dört tane prens doğurdunuz Majesteleri." dedim. Onun bu zamana kadar saygı duyulması gereken bir etkendi bu. "Ve şu an altıncı çocuğunuza hamilesiniz. Şenliklerin en büyüğü düzenlenmeli." Kraliçe utançla başını eğdi tekrardan. Heyecanla yerimde kıpırdandım. "Hatta..." diye mırıldandım. "Bu şenlikle ben ilgileneceğim..." dedim heyecanla. "Her şeyi ben düzenleyeceğim. Ben düşüneceğim..." Kraliçe’nin şaşkınlıkla gözleri büyüdü. "Gerçekten mi?" dedi duygusal bir sesle. Ona baktım dolu gözlerimle. "Gerçekten..." dedim ve ekledim. "Annem benim için canını hiçe sayıyor. Aynı şey benim için de geçerli." Kraliçe duygusal gözlerle baktı. "Ben de sizin için gerekirse-" "Tamam." dedi Kraliçe. Duymak istemediği belliydi ama anlamıştı. "Hemen bugün hazırlıklara başlıyorum." dedim. Kraliçe kocaman gülümsedi. "Öyle olsun bakalım." Bir kez daha uzanıp sarıldım Kraliçe’ye. Sıkıca sardığım kollarımı bir daha asla bırakmayacakmış gibiydi. Kraliçe’nin az önce yaşadığı duyguyu yaşıyordum. Ellerimden kayıp gidecekmiş gibi... *** "Sensiz çok sıkıcı geçiyor Rose..." dedi Marlon bozuk bir sesle. Gülerek gözlerimi devirdim. Sanki ben olmadığım için her an karşımda ağlayacakmış gibi duruyordu. "Hiç mi imkânı yok eğitime katılmanın?" diye sordu Marlon. Başımı olumsuzca sallamakla yetindim. Ona buraya gelebilmek için bahaneyle getirdiğim su çömleğini uzattım. Eğitim alanına yalnızca Marlon'u görebilme ve ona su verme bahanesiyle gelebiliyordum. "Maalesef." dedim olgun bir sesle. "Elimden hiçbir şey gelmiyor." Bakışlarımı birbirleriyle kılıca tutulan bekçilere çevirdim. Onlara özenerek bakan gözlerim o kadar acınasıydı ki... Kendi sarayımda ve kendi bahçemde dışarı bile çıkmak için bir bahaneye ihtiyacım vardı. Kılıçlarımı ve hançerlerimi özlemiştim. İstem dışı bir şekilde eğitim alanına doğru bir adım attım. Marlon attığım adımı dikkatle izliyordu. Bekçiler her kılıç savurduğunda içim gidiyordu. Elimdeki su çömleği ellerimde titriyordu. Ellerimde olması gereken kılıçken bu çömleğin durması canımı yakıyordu. "Rose..." dedi Marlon. Dikkatimi ona vermeye çalıştım fakat olmuyordu. Gözlerim sürekli kılıçlardaydı. Orada olup ben de biriyle düelloya tutulmak istiyordum. Ava çıkmak bile istemiyordum artık. Yalnızca şu arenada birkaç kılıç sallasam yeterdi. "Prenses görünürde mi Marlon?" diye sordum hırsla. Gözüm dönmüştü adeta. "Rose..." dedi Marlon endişeyle. "Baloya az kaldı. Yaralanırsan Prenses Dione daha ağır bir ceza verecek." dediğinde umursamadan onun kemerindeki kılıca uzandım ve kılıcı sesli bir şekilde çıkardım. Marlon endişeyle kolumu tuttu. "Rose." dedi fısıltıyla. Kimsenin duymasını istemeyeceği bir şey söyleyecekti anlaşılan. "Olmaz. Prenses saraydayken olmaz." "Haftalardır." dedim dişlerimi sıkarak. İçimdeki öfkeyi atmak için bir şekilde bir şeyler yapmam gerekiyordu ve en sevdiğim şeyi yapacaktım. "Haftalardır elimde kılıç tutmuyorum Marlon. Sürekli üzerime sürülen garip merhemlerden sıkıldım. Banyo yapmaktan, yüzüme sürülen o bitkilerden bıktım usandım artık." Marlon çaresizce baktı ve kolumu bıraktı. Ne dese çaresizdi çünkü gözüm öyle dönmüştü ki şu an beni kimse durduramazdı. Elimdeki çömleği yere bıraktım. Üzerimde elbise olup olmamasını umursamadan eğitim alanına doğru ilerlemeye başladım. Marlon'ın endişeli adımları peşimden geldi. Eğitim alanına girdiğim an bekçilerin bazıları elimdeki kılıçla bakıştılar. Ardından aralarındaki müsabakaları bıraktılar ve yönlerini tamamen bana döndüler. Zevkle gülümseyip elimdeki kılıcı çevik bir hareketle elimde çevirmeye başladığımda hepsi elimdeki dönen kılıca baktılar. Tanrım! Bunu yapmayı bile nasıl özlemişim böyle! "Var mı meydan okuyan?" diye sordum elimde kılıcı döndürmeye devam ederken. Marlon'ın bakışları sürekli etraftaydı. Prensesin bir yerlerden çıkıp geleceğinden endişe duyuyordu. Kalabalıktan hiçbir ses çıkmadı. Hepsi usulca birbirlerine baktılar. Aralarından bir türlü birini çıkaramadıklarında sabırla nefes aldım. Gözlerimi kısarak aralarından birini gözüme kestirmeye çalıştım. Arkada duran uzun boylu, iri, kahve kıvırcık saçları olan bir çocuğu fark ettim. Az önceki kılıç müsabakasını hatırladım. Çevik biriydi. Tam bana göre bir rakipti. Elimde döndürdüğüm kılıcı birden o çocuğun üzerine doğru tuttum. Bekçiler yaptığım bu ani hareketle irkildiler oysa ben aldırmadım. "Seni seçtim." dedim çocuğa doğru. "Gel bakalım." Seçtiğim genç çocuk bir süre tereddütle suratıma baktı. Ardından alaycı bir gülümsemeyle aralarından ayrıldı ve karşımda durdu. Onun o alaycı ve küçümseyen gülümsemesine kendimden emin bir gülümsemeyle karşılık verdim. Üzerimde mavi renkli oldukça özenli bir elbise duruyor olabilirdi. Ayaklarımda babet de olabilirdi ve saçlarım bir savaşçıya nazaran daha az yağlı ve bakımlı gözüküyor da olabilirdi. Bunlar beni küçük görebilmesi için oldukça haklı sebeplerdi. "İsmi-" "Senin de ismini diğerleri gibi yendikten sonra unuturum." dedim hemen ve ekledim. "Küçük bir müsabaka gözüyle bak." Onların hırslarını daha da alevlendirmek ve benimle bütün bir güçleriyle savaşmaları için bu sözlerimi bilerek söylüyordum ki bunlar da işe yarıyordu. Genç şaşkınlıkla bana baktı. Az önceki görünüşümün yanında ağzımdan çıkan sözler çocuğu şoka uğratmıştı. Hanımefendi gibi görünen halime aldanmış ve içimde uyuyan canavarla karşılaşınca afallamıştı. İşte bu gerçek bendim. Saraydaki o sahte güler yüz ile bekçilerin sürekli aşağılayıcı tavırları altından yalnızca başımla onları selamlayarak kaçan biri değildim. Er meydanın uykusundan uyanmış bir aslan gibiydim. Burada saygı ve duruşun yeri yoktu. Burada kılıçlar konuşurdu. Genç çocuk elindeki kılıçla karşıma geçti. O an arkasından gelen Başbekçi’yi gördüm ve duraksadım. Meraklı ve düz bakışları önce genç çocuğun sonra da benim üzerimde dolaştı. O an ona öyle bir gülümseme attım ki... Bu gülümseme beni küçümsediğine pişman olacağını belli eden bir gülümsemeydi. Ona asıl benliğimle tanıştıracağıma hazırlı olmasını söylediğim bir gülümsemeydi. Bakışlarımı Başbekçi'den çektim ve tamamen karşımdaki rakibime çevirdim. Kılıcı bir kez daha elimde çevirdiğimde rakibimin bakışları yeniden kılıcıma odaklandı. Keskin kulaklarım onun yutkunduğunu işitmemi sağladığında zevkle gülümsedim. Marlon hâlâ etrafa bakıyordu. Onun rakibimi nasıl yeneceğimi görememesi beni üzecekti. Başbekçi'nin adımları yanımızda bitti. Düelloyu yakından izlemek istediği belliydi. Saçlarımı geriye savurdum ve kılıcımı sağa tarafa doğru savurup hazır olda bekledim. Bu hazır olduğuma dair bir işaretti. Rakibim de aynı hareketi yapınca kalabalığın arasından bir bekçi geri sayım yaptı. "Üç, iki..." dedi ve duraksadı. Son kez sarayın girişine kaçamak bir bakış attım. Kimse yoktu. Bu da burada istediğim gibi davranabileceğimin işaretiydi. "Bir!" Bekçinin geri sayımı bittiğinde rakibim ağır hareketlerle yanıma yaklaştı. Başbekçi dikkatle bizi izliyordu. Bir gün onunla da bir düello yapacaktım. Bunun farkındalığına vardığımda aklıma kıvrak bir plan geldi. Şu an benim savaşma tarzımı öğrenebilirdi. Ona bu fırsatı tanımamalıydım. Şu an olabildiğinde kendim gibi değil bir başkası gibi savaşmalıydım. Zira gün geldiğinde ve Başbekçi’yle müsabaka yaptığımızda ona kendi savaş tarzımla cevap verecektim. Savaş tekniğimi öğrenmemesi gerekiyordu. Bu yüzden kendimi ve tekniğimi olabildiğince saklayarak savaşacaktım. Hızla düşündüğüm planı yine aynı hızla uyguladım ve benden hiç beklenmeyecek bir şekilde rakibimin hızla üzerine yürüyüp kılıcımı savurdum. Rakibim hızlı kılıç darbelerimi benim gibi hızla savuruyor ve durduruyordu. Bir yandan kendi savaş tekniklerimden uzak bir şekilde savaşmaya çalışırken diğer yandan da rakibimin savaş tekniğini çözmeye çalışıyordum. Hızlı ve atikti. Omuz ve baş ana hedef noktasıydı. Genelde savunmada değil saldırmada kalmayı tercih ediyordu. Ona savurduğum her kılıcı kendini savunma için değil saldırmak için kullanıyordu. Gözleri ise yalnızca sağ kolumdaydı. Bir sonraki hamlemi takip etmeye çalışıyordu. Kılıcı omzumun üzerinden sıyrıldığında hafifçe yanağımın kesildiğini hissettim ama umursamadım. Onu alt edebileceğim bir yol bulmuştum. Onu yapabilmem için de en çevik olduğu anı yakalamam gerekiyordu. Rakibim kılıcıyla bir kez daha omzumun olduğu kısma odaklanınca hızla kendimi geriye attım. Geriye atmamla kendine avantaj sağladığını sanan bekçi üstüme koşunca o an bu anı fırsata çevirmeyi düşündüm. Kılıcı, bir kez daha omzumdan geçince kendi kılıcımla ona karşılık verdim. Artık taktiğini çözmüştüm. İki kez omzuma bir kez de başa doğru saldırıyordu. Nadiren karın bölgelerine iniyordu. O nadir anı kollamaya başladığımda Marlon'ın sesini işittim. "Rose!" diye seslendi fakat onu duymamazlıktan geldim. "Hadi..." diye mırıldandım sesli bir şekilde. O nadir anı kolluyordum. Karın bölgeme inmesini bekliyordum ki bunu yapabilmesi için de onun karın bölgesine doğru saldırıda bulunmaya çalışıyordum. Marlon bir kez daha seslendi. "Rose!" Dinlemedim ve dikkatimi dağıtmamaya çalıştım. Rakibim en sonunda istediğimi yapmış ve karın bölgeme bir saldırıda bulunduğunda kılıcı hiç beklemediği bir şekilde sol elime aldım ve sol elimle kılıcına ters yönde bir karşılık verdim. Ters yönde verdiğim karşılıkla elinde kılıcın kontrolünü kaybetti. Bunu fırsata çevirdim ve esnek vücudumu kullanarak kılıcı tutan eline sert bir tekme attım. Tekmemle rakibimin elindeki kılıç savrulduğunda bu kez çevik olan bendim. Hızla kılıcımı boynuna tuttum. Kılıcımın keskin ucu boğazında durduğunda yutkundu. Ellerini havaya kaldırıp teslim olduğunda ise zevkle gülümsedim. Başbekçi’nin bakışlarına baktım o an göz ucuyla. Yüzünde görebildiğim tek ifade şaşkınlıktı. Sol elimde duran kılıca bakıyordu. Sol elimle de kılıç kullanabildiğimi görünce şaşkınlıktan yüzündeki ifade değişmişti. "Şah..." diye mırıldandım rakibime doğru ve bu kez müsabaka boyunca tıpkı yaptığı gibi kılıcı omzunun üzerine götürdüm. Keskin uç omzuna değince irkildi. "... ve Mat." "Rosemarry!" O an duyduğum sesle yere çakıldığımı hissettim. Duyduğum o keskin ve net ses elimde tuttuğum kılıcın titremesine sebep oldu. Sertçe yutkundum ve başımı asla çevirmek istemediğim sesin geldiği yöne çevirmeye çalıştım. Göz ucuyla gördüğüm ilk şey ellerini önünde bağlamış ve kırmızı elbisesinin içerisinde duran Prenses Dione oldu. Öfkeli bakışları o kadar sertti ki. "O kılıcı bırakıyorsun. Derhâl!" |
0% |