Yeni Üyelik
9.
Bölüm

BÖLÜM 7: HAYATTA KALAN TEK PRENSES

@duskusu_mona

 

 

 

BÖLÜM 7: HAYATTA KALAN TEK PRENSES

 

"Bitti mi Bekçi?"

"Evet, Majesteleri..."

"Tekrar kontrol et. Tek bir yara bile olmasın."

"Emredersiniz Majesteleri..."

Hekim narin elleriyle üzerime giydiğim elbiseyi yeniden açmaya başlayınca sıkıntılı bir nefes aldım. Prenses Dione hemen karşımda elleri önünde bağlı bir şekilde gözünü üzerimden çekmiyordu. Öfkeyle başımı yere eğip o fark etmeden derin bir nefes almaya çalıştım. Öfkemi gizlemek zorundaydım.

Hekim üzerimdeki elbiseyi tamamen çıkardı ve vücudumu tekrardan incelemeye başladı. Gözlerimi sıkıca kapatıp bu anın bitmesini diledim. Prenses Dione vücudumda herhangi bir yara görmek istemiyordu ve gözünden kaçırmamak için o da bu kontrole gelmişti. Kadının soğuk elleri sıcak tenimde gezerken doğruldum. Yüzümdeki ve omzumdaki yaralar temizlenmiş ve çeşitli bitkilerle sarılmıştı. Fakat Prenses Dione hâlâ tatmin olmuyordu.

Bana bakan gözleri ağır ağır vücudumda gezmeye başladı ve bir noktada durdu. Kolumda... Ava gittiğim zaman yaralanan ve dikilen koluma...

Onun o noktaya odaklanmasıyla yutkunarak bakışlarımı koluma çevirdim. Dikişin hafif izleri kalmıştı. Korkuyla gözlerimi Prenses Dione'a çevirdim. Bakışları keskin ve öfkeliydi. Gözleri bir koluma bir de gözlerime değiyordu. Stresten bayılmak üzereydim.

"Başka bir yara gözükmüyor Majesteleri..." dedi hekim kadın. Prenses Dione bana bakan o öfkeli gözlerini anında gözünü kırparak değiştirdi ve gülen gözlerle hekim kadına baktı.

"Teşekkürler bekçi. Prensesi giydirdikten sonra çıkabilirsin."

"Gerek yok." diye öne atıldım hemen. Elbiseme uzanıp giymeye başladım. "Ben hallederim. Sen çıkabilirsin."

"Prensesi giydirdikten sonra çıkabilirsin." dedi bir kez daha üstüne basa basa. Hekim kadın benim sözümü dinlemek yerine Prenses Dione'un sözünü dinleyip hırçınca elimdeki elbiseyi çekiştirip aldı. Buna elbette şaşırmamıştım.

Hekim kadın oldukça sert hareketlerle elbisemi giydiriyordu. Sanki kendi çocuğuymuşum gibi beni hırpalaması öfkemi kabartmıştı. Dişlerimi sıkarak başımı dikleştirdim ve işinin bitmesini bekledim.

Hekim kadın işini bitirince etraftaki eşyalarını bir çırpıda topladı ve odadan çıkmadan önce son kez Prenses Dione'a döndü. "Majesteleri..." deyip başıyla selamladıktan sonra kapıdan çıktı.

Odada Prenses Dione ile yalnız kaldığımızla stresle yerimde kıpırdandım. Bana öyle bakıyordu ki her an üzerime atlayacak bir panteri anımsatıyordu. Ağır adımlarla yanıma geldi ve tam önümde durdu. "Sen ne cüretle benim emrime karşı gelirsin Rosemarry?" dedi gür sesiyle. Üzerime doğru bağırmasına karşılık gözlerimi kapatıp nefesimi içime çektim. Her zamanki gibi bana üstünlük koyarak aşağılıyordu. "Sen kim oluyorsun da er meydanına çıkıp bir bekçiyle düelloya tutuluyorsun? Sana bunu yasakladığımı hatırlıyorum."

Başımı dikleştirip prensesin acımasız gözlerine baktım. "Ben sadece herkes gibi olmak istedim."

"Sen herkes olamazsın!" diye üstüme kükredi. Vahşi bir yaratık gibiydi. Sinirden gözlerim dolmaya başladığında prenses sertçe uzanıp kolumu tuttu ve sıktı. "Sana herkes olduğunu düşündürten ne? Son günlerde görüyorum ki fazlasıyla başındaki tehlikeyi unutmuş gibi görünüyorsun." Göğsüm hızla inip kalkarken o hâlâ başımda dolaşan o büyük tehlikeyi anımsatmaktan geri kalmamıştı. "Senin iyiliğin için uğraşmaya çalışıyorum. Bu zamana kadar hayatta kalabilen tek prenses olarak sana yol göstermeye çalışıyorum. Yaşaman için çabalıyorum ve sen hâlâ bana terbiyesizlik yapmaya devam ediyorsun öyle mi?" deyip kolumu sertçe bırakıp beni savurdu. Öfkeyle kapadığım gözlerimi açıp onun kızarmış suratına baktım. Öfkeden giderek kızarıyordu. Onun karşısında böyle aciz kalmak içimi kemirse de tek kelime edemiyordum. "Seni bu yüzden öldürecekler işte." dedi birden. Gözlerimi doğrudan ona çevirdiğimde gözü dönmüş gibiydi. "Sürekli onların gözleri önünde olmaya çalışıyorsun. Eğitimlerine izin vermemiz senin aklını karıştırdı anlaşılan. Kendini mutlak bir güç gibi görüyorsun."

"Asla Majesteleri..." dedim boğuk çıkan sesimle. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Söylediği sözler canımı acıttığı için değil söylediği sözler karşısında tek bir söz edemediğim için sinirden ağlamak istiyordum. "Hiçbir zaman böyle bir düşünce-"

"Kes sesini!" diye bağırdığında elim birden cebime doğru uzandı. Öfkemi kontrol edemediğimi fark edip elimi durdurmaya çalıştım. Elim cebimdeki hançere uzandığında sakince elimi yatağımın üzerine bıraktım prensese fark ettirmeden. Sakinleş Rose... Biraz daha sabret. Zehirli sözlerine kulak asma sakın. "Ses tonuna dikkat edeceksin benimle konuşurken."

Söylediği şeye şaşkınlıkla baktım. Oldukça normal bir ses tonuyla konuşuyordum üstelik ağlamak üzere olduğum için sesim olabildiğinde az çıkıyordu. O an fark ettim. Prenses hayatta kaldığı için kendini Dünya'nın en güçlü varlığı gibi görünüyordu. Kendisini baştan aşağı kibre boğmuştu. Herkesin ona itaat etmesini istiyordu. Onunla aynı mertebede olmama rağmen benim bile ona itaat etmemi istiyordu. İstediğini de alıyordu. Ona itaat ediyordum. İtaat etmek zorunda bırakılıyordum.

"Hayal kırıklığısın sen." dedi yine o aşağılayıcı sözlerine devam ederek. Kendimi tuttum. "Sana tanınan imkanları sen kendini öldürtmek için kullanıyorsun. Sana tanınan onca imkana rağmen sen hâlâ ölmek için çabalıyorsun." dedi ve ses tonunu yükselterek yine bağırmaya başladı. "Şu an nelere sahip olduğunun farkında mısın sen? Eline kılıç, hançer, ok, yay verdik. Seni eğitimlere gönderiyoruz. Bu zamana kadar hiçbir prenses elbiselerini, babetlerini üzerinden çıkarmazken biz sana avlanman için kıyafetler verdik. Hiçbir prensesin sahip olamayacağı şeyler sunduk sana ve sen karşılığını böyle mi veriyorsun? İtaatsizliğinle mi veriyorsun?"

Öfkeyle ellerimi yumruk yaptım ve yatağımın çarşafını sıktım. Bütün bunları hatırlatması artık beni bitiriyordu. Sürekli bana tanıdıkları imkanlar ve bana bahşettikleri o yüce kanlarıyla beni ezip geçmelerine tahammülüm kalmamıştı. Kesik bir nefes aldığım sırada dikiş izi kalan kolumu sertçe yakaladı ve havaya kaldırdı. "Tek benim değil kralın emirlerine de karşı çıkıyorsun." dedi güçlü bir fısıltıyla. Dikiş izi olan yeri sertçe sıktığında acı içinde inledim. "Kralın emrine karşı çıkıp ava gittin öyle mi?"

"Hayır." diyebildiğim acının arasında. Prenses kolumu daha da sıktı.

"Yalan söyleme bana!" diye bağırıp kolumu çekiştirdi. "Sen, ben yokken ava mı çıktın?"

"Hayır Majesteleri." dedim ve acı içinde ekledim. "Eğitimdeyken oldu."

"Sen bu kadar beceriksiz bir savaşçı mısın yani?" dedi birden. "Kolumu koparmak üzere olan bir bekçiye karşılık bile veremiyorsun öyle mi?"

Öfkeyle gözlerimi kapadım tekrardan. Bu kendiyle kaçıncı çelişmesiydi artık sayamıyordum bile.

"Nasıl çıkacaksın bu izle baloya?" diye sorduğunda yutkundum. "Bu izle nasıl utanmadan bakacaksın misafirlerin suratına?"

"B-ben..." dedim ve kolumu sıkan ince koluna baktım. Tek bir hamleyle onu yere serebilirdim fakat karşımdaki kişi hayatta kalan bir prensesti.

Kolumu sertçe bıraktığında telaşla kolumu tuttum ve ovmaya başladım. Prenses önümde volta atmaya başladı ve sanki kraliyete çok büyük bir ihanet yapmışım gibi elleriyle yüzünü kapatıp dehşet içinde bir nefes aldı. Elbette çoğu şeyi abartmasına alışmıştım fakat şimdi yaptığı bu hareketleri, tavırları ve sözleri kanıma dokunuyordu. Giderek daha da öfkeleniyordum ona.

"Eldiven giyeceksin." dedi üstün bir sesle. "Bir daha sözümden çıkarsan..." deyip üzerime yürüdüğünde geri çekilmedim ve sertçe suratına baktım. "... işte o zaman seni bu odaya kilitlerim."

Gözlerim büyüdü. Hadsiz bir şekilde bana savurduğu bu tehdide karşılık suratına baktım. Kibri boyunu aşmıştı.

"Anlaşıldı mı?" diye sorduğunda cevap vermek istemedim. Başımı yere eğdim ve kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Tam o esnada kapının önündeki adım seslerini işittiğimde prenses sertçe çenemi kavrayıp kafamı kaldırdı ve gözlerime baktı. Kapı açıldı ve bunu gören Julia korkuyla irkildi. Oysa Prenses Dione öyle öfkeli ve kibirliydi ki bunu duymadı. "ANLAŞILDI MI DEDİM?" diye yüzüme bağırınca Julia korkarak içeri girdi.

"Majesteleri?"

Prenses duyduğu sesle çenemi yavaş yavaş bıraktı. Yüzümü ondan kurtardığım gibi sert bir şekilde yeşil gözlerimle Prenses Dione'a baktım. Yüzündeki kızarıklığı her zamanki gibi sahte gülümsemesiyle kapattı ve arkasını dönüp korkudan titreyen Julia'ya döndü.

"Neden kapıyı çalmadan giriyorsun bekçi?" dedi. Hâlâ esip gürlemeye devam ediyordu. "Saygı konusunda eksiklikler görüyorum sende."

"Bağışlayın majesteleri..." dedi Julia başını eğerek. "Prenses Rosemarry'nin yaralandığını duyunca koşarak geldim."

"Sen prensese böyle mi sahip çıkıyorsun bekçi?" dedi sert bir sesle. Julia titremeye devam etti. "Seni buraya süs olarak mı koydular? Ne işe yararsın sen?"

"Julia'nın bir suçu yok." dedim ve oturduğum yerden ayağa kalktım en sonunda. Prenses Dione'un hemen karşısına dikildim ve kızaran gözlerimle ona dişlerimin arasından konuşmaya başladım. "O benim bekçim. Sizin benim hizmetimde olan bir bekçiye karışma gibi bir yetkiniz yok Majesteleri."

Prenses Dione'un gözleri irileştiğinde artık içimde taşmayı bekleyen büyük bir fırtına vardı. Prenses ağır ağır bana döndü ve gözlerimin içine sertçe baktı. Bu kez gözlerimi ondan kaçırmadım. Onun baktığı gibi sertçe baktım gözlerine. Kısa bir süre sonra gözleri titrediğinde dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı.

"Bir daha..." dedi gözlerindeki titrekliğin aksine sert bir sesle. "... bana böyle davranmayacaksın Rosemarry. Aksi takdirde canın yanar." dedi ve ekledi. "Asıl senin benim sahip olduğum yetkileri bana hatırlatmak gibi bir yetkin yok."

Öfkeyle gülümsedim ve Prenses Dione'a baktım. Benimle aynı mertebedeydi. İkimiz de kralın kızıydık. Benden tek üstünlüğü hayatta kalabilmiş olmasıydı oysa atladığı bir nokta söz konusuydu.

Yutkunarak söze girdim. "Sizinle aynı kumaşın biçilen kaftanlarıyız Majesteleri." dediğimde Prenses Dione sanki bütün hayatı boyunca bu anı bekliyormuş gibi kocaman gülümsedi ve bana doğru bir adım attı.

"Sen beni kendinle bir mi tutuyorsun?" dedi alayla. "Ben..." deyip işaret parmağını kendine çevirdiğinde alaycı bir bakışla onu izledim. "Hayatta kalan tek prensesim." dedi üstüne basa basa.

Gülümsedim. Rahat bir tavırla "Emin misiniz?" dedim. Bakışlarında derin bir öfke belirdi.

"Ne ima ediyorsun?" deyip üzerime yürümeye başladığında geri adımlamak yerine aksine başımı dikleştirerek ona baktım. Julia korkuyla her an bana bir şey olabilirmiş gibi yanımdaydı. Korkulu gözleri benim üzerimdeydi.

"Majesteleri..." dedi korkuyla Julia. Sesindeki tınıyı anlamıştım. Sesindeki tını artık durmam gerektiğini söylüyordu. İleri gitmemem gerektiği söylüyordu. Oysa benim içimdeki öfke bambaşka şeyler söylüyordu.

Prenses Dione'un gözlerinden bir an olsun gözlerimi ayırmadım ve söze girdim. "Hayatta kalan tek prenses olduğunuza emin misiniz?" dediğimde öfkesi kabaran prensese alayla bakmaya devam ederken birden ciddileştim. Onun yaptığı gibi sertçe devam ettim. "Bu sarayda iki tane prenses barınıyor." dedim kaşlarımı kaldırarak anlaması için ve son kez ekledim. "Ve bildiğim kadarıyla ikisi de hayatta."

Prenses Dione'un gözleri öfkeden dolmaya başladı. Julia ise korumacı bir tavırla elini bana uzattı. Karşımdaki haddini bilmeyen kibir yığınının böylesine öfkeden kıvranmasına karşılık içten içe gülüyordum. Bana bu zamana kadar yaşattığı bütün o zorbalıklar aklıma gelince ona bir an olsun acımıyordum. Az önce bana yaptığı fiziksel zorbalık bile bu sözlerimle kapatılamayacak kadar büyük bir hadsizliğin tablosuydu.

Öfkeden tek kelime etmedi. Bedeni karşımda tir tir titrediğinde başımı daha da dikleştirdim ve ona bir adım attım. Karşısında dikildiğimi gören Julia'nın korkudan gözleri dolmuştu. Beni ilk kez bu kadar öfkeli görüyordu. Zira Prenses Dione da öyle... Daha öncesinde bir korkak gibi onun karşısında ezildiğim için buna alışmıştı. Ben ise bu alışkanlığını kıracaktım. Bundan sonra kendimi ezdirmeye niyetim yoktu.

"S-sen..." dedi kekeleyerek. Öfkeden konuşamıyordu. "Ne hakla bana bunları söy-"

"Odanıza dönün Majesteleri." dedim düz bir ifadeyle. "İyi görünmüyorsunuz." dedim sahte bir ilgiyle. "Bu hâldeyken bekçiler sizi görmesin. Zira hâlâ üzerinizde büyük bir tehlike dolaşıyor." dedim tıpkı onun yaptığı gibi. Bekçilerin onu öldürmemesi ölmeyeceği anlamına gelmiyordu. "Siz hâlâ kralın kızısınız. Ölüm tehlikeniz kralın kızı olduğunuz sürece devam edecek. Ediyor da." Kendi sözlerini benim ağzımdan duyunca yüzündeki kızarıklık giderek artıyordu.

"Majesteleri..." dedi Julia titreyen sesiyle. Artık tam anlamıyla ağlıyordu. "Lütfen..."

"Odanıza dönmeniz sizin için daha iyi olacak Majesteleri." dedim bir kez daha ve acımasızca devam ettim. "Yoksa az evvel kolumu sıkarak oluşturduğunuz morluk baloda gözükecek ve ben açıklamasını yapmaktan çekinmeyeceğim."

Julia şaşkınlıkla koluma bakışlarını çevirirken Prenses Dione da aynı şaşkınlıkla bakışlarını koluma çevirdi. Yavaş yavaş mor rengine dönen koluma baktığında gözleri korkudan kapanıp açıldı. Sertçe ona bakmayı sürdürdüğümde Prenses Dione öfkeyle arkasını döndü ve odadan çıkıp gitti. Adım seslerinin uzaklaştığını işittiğimde Julia ağlayarak karşıma dikildi.

"Majesteleri siz ne yaptınız?" dedi ve ağlamaya devam etti. "Prenses Dione size bir şey yapacak diye aklım çıktı. Niçin ona başkaldırdınız?"

Julia'nın ağlamasına dayanamadım ve titreyen ellerine uzanıp ellerini tuttum. Sıcacık bir gülümsemeyle Julia'ya baktım. "Korkma Julia..." dedim ellerini okşarken. "O bana hiçbir şey yapamaz."

"Ama Majesteleri..." dedi ve kesik bir nefes aldı. "Ya bu yaşananları bekçilerden biri duyduysa? Sizi öldürmek isteyecekler. Prenses Dione'a saygı duyuyorlar."

"Bana hiç kimse bir şey yapamaz." diye tekrar ettim tane tane. Korkudan şelale olan gözlerine çevirdim bakışlarımı ve gözyaşlarını sildim.

"Çok korktum Majesteleri..." dedi Julia bir hıçkırık daha kopararak. "Odaya girdiğimde sizin yüzünüzü tutuyordu... Elimden hiçbir şey gelmedi ben çok korktum..." dedi telaşla. Onu sakinleştirmeye çalıştım.

"Korkma." dedim ve ekledim. "Bana bundan sonra kolay kolay bir şey yapamaz. Onu farkında olmadığı bir farkındalığa uyandırdım." dedim kendimden emin bir sesle. "Karşısında kimin olduğunu artık daha iyi biliyor.

Julia burnunu çekti ve koluma uzandı. Moraran koluma acı içinde bakarken sıkıntılı bir nefes bıraktım. "Kolunuz..." diye mırıldandı Julia. "Merhem getireyim ben..."

"Gerek yok." dedim hemen koluna uzanıp onu durdurarak. Ardından kocaman gülümsedim. "Senin gelmen o kadar iyi oldu ki... Artık bana yaptıklarını kanıtlayabileceğim bir şahidim var."

Julia memnuniyetle gülümsediğinde ona kollarımı açtım sarılmak istediğim için. Julia şaşırarak bana baktı. Ben ise hâlâ ona sarılmak için kollarımı kocaman açmaya devam ettim. Kraliyet soyundan biriyle samimi olmak hizmetli bekçilere yasaktı. Onun bu yüzden çekindiğini anlamıştım. Fakat kraliyet ve kuralları umurumda bile değildi artık. Ben sadece kendim olmak istiyordum. Ben sadece herkes gibi olmak istiyordum...

"Majesteleri?" dedi şaşkınlıkla. "Bağışlayın fakat bu mümkün değil." Gülümsemeye devam ettim.

"Bu odada kraliyet kuralları geçerli değil." dedim ve onu beklemeden yanına gidip ona kocaman sarıldım. Mis gibi tarçın kokusuyla buluşunca gülümsedim. Tarçınlı kurabiyeler yemişti anlaşılan.

Julia bir süre durdu. Titreyen bedenine sarılmaya devam ederken elleriyle ürkekçe bedenimi sardı. Bana oldukça çekingen bir şekilde sarılmıştı fakat bunu umursamamıştım. Onunla yıllardır bu odada birlikteydik ve birbirimizi tanıyorduk. Onunla samimi olmaya çalıştıkça o benden kaçıyordu çünkü bunun bir suç olduğunu biliyordu. Ama ben bunu önemsemiyordum.

Yavaşça ondan ayrıldım. Ayrıldığımda gözleri hâlâ şaşkınlıktan kocamandı. Gülmeye başladım. "Sanki çok kötü bir şey yapmışız gibi davranıyorsun Julia." dedim gülerek. Julia utançla gülümsedi. "Sadece sarıldık."

"Çok tuhaf Majesteleri..." dedi Julia birden. Merakla onu dinledim. "Sizi anlamak mümkün değil." dediğinde kaşlarımı çatmaya başladım. Julia ise utangaçlıkla devam etti. "Bekçilere birer işçi gözüyle değil birer dost gibi yaklaşıyorsunuz bu çok..." dedi ve utançla ekledi. "Bu çok kıymetli... Bizim için..."

Sevecenlikle gülümseyip ona baktım. "Sınıflar mühim değil." dedim sıcak bir ses tonuyla. "Dostluk olmadan sence katlanır mı bu Dünya?"

Julia ellerini önünde bağladı. "Öyle Majesteleri..." dedi ve başıyla selam verdi. Gülümseyerek ona baktım.

"Öyleyse senden bir şey isteyeceğim." dedim ve heyecanla yanına ilerledim. Az önceki yaşanan bütün tatsız olayları bir kenara attım. Prenses Dione ile olan bu anlamsız meselemi sonra halledecektim zira şu an daha önemli bir konu söz konusuydu. "Seninle bir kutlama düzenleyeceğiz."

Julia şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Neyin kutlaması majesteleri?"

Kocaman gülümsedim. "Yeni bir varisin kutlaması sevgili bekçim..."

*** 

"Ne yaptım dedin sen?" dedi Marlon büyük bir hayretle.

Saraydaki çalışan bekçilerin bakışları aniden bize dönünce gergin bir şekilde Marlon'a döndüm. Mahcup bir şekilde ağzını kapatınca başımı yana çevirip sabır dolu bir nefes çektim içime. Kutlama için yapılan hazırlıkların ortasında Marlon'a, Prenses Dione'a kafa tuttuğumu anlatmak pek de doğru değildi anlaşılan. Tepkileri tarafından aşırı dikkat çekiliyorduk.

Marlon ağır hareketlerle yanıma yaklaştı ve kulağıma eğilip fısıldamaya başladı. "Bunu gerçekten yaptın mı?" diye sordu. Ondan ayrılıp emin bakışlarla ona baktığımda şoku daha da arttı. Bir şeyler söylemek yerine ağız hareketleriyle bana 'Sana inanamıyorum' dediğinde gülmeye başladım. "Ne zaman oldu bu?"

"Dün." dedim rahat bir tavırla. Marlon giderek daha da şok oluyordu. Bir kez daha yanıma sokuldu ve kulağıma yaklaştı.

"Canına mı susadın sen?" dedi fısıldayarak. Önümüzden geçen bekçiler bize garip bakışlar atarken sahte bir şekilde gülümsemekle yetiniyordum. Oysa Marlon hiçbir şey umurunda değil gibi konuşmaya devam ediyordu. "Sen Prenses Dione'a baş kaldırdın. Rose bu ne kadar büyük bir şey haberin var mı? Başın derde girecek."

"Marlon söylediğime pişman ediyorsun." diye fısıldadım. Bekçilerin gözleri sürekli üzerimizdeydi. Büyük davet odasının ortasında herkes odayı hazırlamakla meşgulken biz burada Prenses Dione'a karşı olan başkaldırımı konuşuyorduk. Sabırla ona döndüm. "Ben daha ona hiçbir şey yapmadım."

"Hiçbir şey yapmadın mı?" dedi Marlon hayretle. Derin bir iç çektim. Bunu bu kadar büyütebileceğini tahmin edememiştim.

"Onunla benim aramda hiçbir fark yok." diye direttim dişlerimin arasından. Marlon çekinerek bana baktı. "İkimiz de kralın kızıyız."

"Ama o-" diye söze girdiğinde öfkeyle sözünü kestim.

"Ben de, Marlon." dedim diyeceği şeye karşılık olarak. "Ben de." diye tekrar ettim üstüne basarak.

"Kral ne zaman gelecek?" diye sordu Marlon.

Kral, ağabeyim Caleb ile birlikte kuzeydeki kalelerin güvenliği için yeni bir düzen oluşturmak için kuzeye gitmişti. Gideli daha iki gün olmuştu. Ona haber vermiştim ve onun da geleceğini bana gelen bir mektupla öğrenmiştim. Bu kutlama birkaç güne gerçekleşecekti ve kral da o güne kadar mutlaka geleceğini söylemişti.

"Kutlamaya yetişecek." dediğimde bir konuşma işitti kulaklarım. Marlon yanımda bir şeyler söylüyordu fakat aldırmadım. Çünkü kulağıma ulaşan bazı sesler vardı ve bu sesler kulağımı bir hayli tırmalamıştı.

"Tanrım yine neyin kutlaması bu? Aklımı kaybedeceğim?" diyordu tiz bir bekçinin sesi kalabalığın arasında. Kalabalığın arasındaki ses olmasına rağmen işitebilmiştim. Marlon dikkatimi ona vermediğimi görür görmez salonu dinlemeye başladı. Benim gibi kulaklarını kabartıp salonu en ince ayrıntısına kadar dinledikten sonra yüz ifadesi değişti. Benim duyduğum konuşmayı duymaya başlamıştı anlaşılan.

"Ne oldu Gloria? Nedir bu telaşının sebebi?" dedi farklı bir bekçinin sesi.

"Kraliçemiz bir kutlama yapacağımızı söyledi." dedi aynı tiz ses. Bu yaptığım şey elbette saygısızcaydı fakat bu sözlerin sahibi olan o bekçi daha da saygısızdı.

"Kutlama mı? Kral gideli daha iki gün oldu. Neyin zaferi bu?" dedi diğer bekçi. O an gözlerimle de o iki bekçiyi görebilmiştim. Salonun en ücra köşesinde ellerindeki örtülerle birlikte ayakta sohbet ediyorlardı. Ellerinde masa örtülerinin olduğu koyu sarı saçlı kız suratsızca etrafta gezdiriyordu gözlerini. Yanındaki kumral saçlı kız ise oldukça sakindi. Diğeri gibi huysuzca bakmıyordu etrafa.

"Kraliçemiz hamileymiş." dedi isminin Gloria olduğunu öğrendiğim kumral saçlı kız. Koyu sarı saçlı olan kızın suratında duygusuz ve iğrenir bir ifade yer aldı. Dikkatle onları seyretmeye devam ettim.

"Hamile mi?" diye sordu ilgisizce. Kumral saçlı bekçi başını salladı.

"Evet. Beklememiz gerektiğini söylesem de nafile. Tören istiyorlar."

"Kız doğuran bir kadından ne beklenir ki?" dedi birden. Kaşlarım öfkeyle havalandığında o an bir adım öne attığımı bile Marlon'ın kolumu tutmasıyla fark edebilmiştim. Öfkeyle dişlerimi sıktığımda Marlon hemen yanıma geldi destek olur gibi. "Bu utançla bir de karnındakinin kutlamasını mı yapacak?"

Bu kez sabrım bir anda beklemediğim bir şekilde taştı. O an umurumda olan hiçbir şey yoktu. Nerede olduğumu, beni öldüren cellatlarımın arasından geçtiğim ya da beni sürekli küçümseyen bekçilerin gözleri önünde olmayı önemsemedim. Aklımda geçen tek bir şey vardı o da bu hadsiz bekçiye dersini vermekti.

"Rose..." diye arkamdan koşar adımlarla gelen Marlon'ın sesini duydum. "Yavaş yürü." O an adımlarımın normale nazaran oldukça hızlı olduğunu fark ettim. Marlon'ın uyarısıyla boğazımı temizleyip adımlarımı yavaşlattım ve bir hanımefendi edasıyla ellerimi önümde birleştirdim. Marlon hemen arkamdan geliyordu. Bir şeyler yapabileceğimden korkuyordu.

Az önce birlikte sohbet eden iki bekçi benim ve Marlon'ın geldiğini fark edince bakışlarını bize döndürdüler. Olabildiğince sıcak gözükmeye çalışan bir gülümseme bıraktım yüzüme. Olabildiğince etrafa iyi biri gibi gözükmek zorundaydım. Adımlarımız ikisinin de önünde bittiğinde duruşlarını düzeltmeden bize döndüler. Elbette onlardan bir saygı gösterisi beklemiyordum. "Güzel günler dilerim sevgili bekçilerim." dedim güler yüzle. Kumral saçlı kız gülümsememe küçük bir tebessümle yanıt verdi. Oysa diğer bekçi hala suratsızca bana bakıyordu.

"Size de prenses." dedi kumral saçlı bekçi.

"Hazırlıklar nasıl gidiyor?" diye sordum hemen. Bekçiler kendi aralarında kısa bir süre bakıştılar. Kumral saçlı kız daha ilgiliydi. O söze girdi.

"Halletmeye çalışıyoruz prenses."

"Güzel." diye onayladım onu. Koyu sarı saçlı kız yerinde kıpırdanmaya başlayınca göz ucuyla ona baktım. Konuşma yapmak için hazırlanıyor gibiydi.

Beklediğim gibi oldukça kendinden emin bir edayla kollarını önünde bağladı. Bu tavrına karşılık istemeden kaşlarımı çatmıştım. Daha öncesinde birçok kez bana saygısızlık yapılmıştı fakat böylesine ilk defa maruz kalıyordum. Karşımda tıpkı bir kraliçe edasıyla duruyor ve bana hesap soruyor gibi bir tavra bürünüyordu. İstifini bozmadan söze girdi. "Kralımız geldiği zaman bu kutlamayı yapsak daha iyi olmaz mıydı prenses?"

Marlon aramızda kalan bir adımlık mesafeyi bu sözle kapattı. Ben ise kendimi olabildiğince pamuk gibi hissetmeye çalıştım. Pamuk kadar sakin ve yumuşak davranmaya özen göstererek söze girdim. "Anlayamadım sevgili bekçim. Tekrar edebilir misin lütfen?" dedim olabildiğinde kibar bir ses tonuyla. Marlon karşımdaki terbiyesiz bekçiye gösterdiğim bu mütevazi tavırlara karşılık şok içinde bana bakıyordu.

Karşımdaki bekçi kendini düzeltmesi için verdiğim bu şansı elinin tersiyle iterek söylediğini gerçekten tekrar etmesini izledim. "Kralımız olmadan düzenlenen bu anlamsız kutlamadan bahsediyorum."

Aşağı düşen çenemi kaldırdım. Öfkeden parmağımda siyah yüzüğü oynamaya başladım. Bu yüzük tuhaf bir şekilde içimdeki canavarı ortaya çıkarıyor gibiydi. İçimde yıllardır uyuyan ve kimsenin görmediği o vahşi yaratığı uyandırıyordu sanki. Belki de bir aslan... Pençelerinin keskin sesleri kulaklarımda geziniyor, öfkeli gözlerimin içindeki kükremesi bütün dünyayı sessizliğe bürüyordu.

Başımı hafifçe yana yatırıp gözlerimi kıstım şüphe duyar gibi. "Anlamsız dediğin kutlama benim emrini verdiğim kutlama mı sevgili bekçim? Doğru mu anladım?"

Koyu sarı saçlı kız kaşlarını çatmaya başladı. Önüne bağladığı kollar yavaş yavaş çözünmeye başladığında yüzümdeki gülümseme çoktan silinmişti. Yüzümdeki ifade düz olmasının yanı sıra oldukça sert ve vahşiceydi. Marlon bu ifadeyi adı gibi iyi biliyordu. Onunla çok kez ava çıkmıştık ve genelde düşmanlarıma karşılık böyle bakardım. Gözümde çoktan bitirdiğim bir av gibi bakıyordum ona.

"Siz mi emir verdiniz prenses?" diye sorduğunda hiç bekletmeden cevabını verdim.

"Kusurunu gördüğün bir konu mu söz konusu sevgili bekçim?"

Duruşunu düzeltti. Hiçbir şey söyleyemeden yerinde kıpırdanırken arkadaşı olan kumral saçlı kızın kahve gözleri buldu gözlerimi. "Asla prenses." dedi arkadaşına sorduğum soruya cevap vererek.

"Arkadaşın seninle aynı fikirde değil sanırım." dediğimde Marlon arkadan yavaşça kolumu tuttu. Dur der gibi. Oysa durmaya niyetim yok gibiydi. Parmağımdaki yüzüğü sinirden çevirdiğim her an bir kez daha öfkeden kabarıyordu göğsüm.

"Rose..." diye fısıldadı kulağıma doğru. "Tamam. Yeter. Dur artık." Tam o esnada koyu sarı saçlı kız söze girdiği için dikkatimi Marlon'a vermeden kıza çevirdim.

"Ben sadece kralımızın da olduğu bir gün daha iyi olur demek istemiştim prenses. Kral olmadan yapılan ve düzenlenen törenler bereketsiz olur derler." dedi düz bir ifadeyle. Hâlâ bana karşı bir üstünlük besliyordu. Tek kaşımı havalandırdım etkilenmiş gibi.

"Daha önce duymamıştım bunu?" dediğimde bu kez içimde onun için kalan tahammül zerresini de sözleriyle öfkeye çevirdi.

"Halk ile olan ilginiz yüzündendir prenses."

"Bekçi!" diye öne atıldı Marlon daha fazla dayanamayarak. "Çizgini aşıyorsun. Yapma."

"Sadece hakikati söylüyorum bekçim." dedi kız. O an kumral saçlı arkadaşı da tıpkı Marlon gibi arkadaşının kolunu tuttu.

"Sus artık." dedi kumral saçlı kız fısıltıyla oysa fısıltısı net bir şekilde kulaklarıma varıyordu. "Başını derde mi sokmak istiyorsun sen?"

Gerilen çenemi gizlemek adına gülümsemeye çalıştım. "Kralımızın bu törenden haberi var. Ona bir mektup gönderdim. İki güne burada olacaktır." diye açıkladım oldukça olgun bir şekilde. Koyu saçlı kızın bu açıklamanın umurunda bile olmadığı açık ve netti. O sadece kraliçe ve bana hakaret etmek için bir yol aramıştı ve kralın gelmeyişini de bahane olarak kullanmıştı. "Düşünüp kafa yoracağınız bir konu ortada kalmadı sevgili bekçilerim, huzurla tören hazırlıklarına devam edebilirsiniz."

"Bilmiyorduk prenses, kusura bakmayın." dedi hemen yanında kumral saçlı kız. Kahve gözlerine gülümseyerek baktım. Bu bekçiyi sevmiştim. Her ne kadar diğer bekçilerin arasında kalsa da sınırlarını biliyordu. Beni sevmediğini bilsem de haddini biliyordu.

"Yargılamak yerine sorabilirdin sevgili bekçim..." dedim onun aksine acımasız bir tavırla. Marlon'ın kolu bir an olsun kolumdan ayrılmıyordu. Her an üzerime atlayacağını düşünen biri olarak görüyordu anlaşılan beni. Tetikte bekliyordu beni durdurmak için.

"Anlayamadım prenses?" dedi bir anda koyu sarı saçlı olan bekçi. Cevabımı üzerine alması hoşuma gitmişti. Ona döndüm ve bilmiş bir edayla onu önce baştan aşağı süzdüm. Ardından söze girdim.

"Anladın sevgili bekçim. Anladın." dedim üstüne basa basa. Bekçi çatık kaşlarla bakışlarını üzerimde sürdürürken birden merakla öne atıldım. "İsmin neydi senin?" diye sorduğumda Marlon sıkıntılı bir nefes vermişti. Bu nefesin anlamını biliyordum. Marlon ne yapacağımı tek bir sorumla çok iyi anlamıştı.

"Raven." dedi koyu sarı saçlı bekçi. Sonunda ismini öğrenebilmiştim.

"Raven..." dedim kendi kendime ismini öğrenmek ister gibi. Birden kolumu çekiştirerek Marlon'dan ayırdığımda Marlon sıkıntıyla oflamaya devam etti. Ben ise olabildiğince büyük bir gülümsemeyle karşımdaki bekçiye baktım. "Odama gelir misin Raven? Kirlenen elbiselerim vardı. Onları sana vereyim. Julia bugün rahatsız."

Birbirlerine baktılar ve kısa süreliğine bir sorgulama yaptılar. Daha öncesinde hiç yabancı bir bekçiyi odama almamıştım. Julia ve hekimler haricindeki bekçilerin odama girmesi yasaktı. Bizzat kral tarafından verilen bir emirdi bu. Zira cellatlarım bu çatının altında bu duvarların arasındaydı. "Tamam prenses." dedi tereddütle ve elindeki örtüleri arkadaşına bıraktı. Memnuniyetle gülümsedim ve kumral saçlı bekçiye döndüm son kez.

"İyi günler dilerim sevgili bekçim." dediğimde gülümsememe gülümsemeyle karşılık verdi.

"İyi günler prenses." dedi ve son kez arkadaşına bakıp ellerindeki örtülerle yanımızdan ayrıldı.

"Rose..." Marlon'a döndüm. O an aklımdaki plana onu dahil etmediğim gelmişti.

"Ah Marlon..." dedim şaşkınlıkla. Ardından hemen toparladım. "Sen burada kal. Birazdan geliriz."

"Rose..." dedi bir kez daha Marlon. Raven şüphelenmiş gibi bizi seyrederken bir şeyleri anlamaması için gülümsemeye devam ediyordum. Yanaklarım o kadar ağrımıştı ki. "Kirli elbiselerine lütfen özen göster. Yırtılmasınlar." dedi. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Anlatmaya çalıştığı şeyi anlamıştım. Bu bekçiye çok fazla yüklenmemem gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Yüzümdeki gülümseme kısa bir süreliğine silinip oldukça korkunç bir ciddiyete büründü.

"Kirliler zaten." dedim ve ekledim. "Yırtılsalar da bir şey olmaz bundan sonra."

Marlon sabır dolu bir nefes alırken son kez ona baktım. Ardından kendimden emin bir şekilde ona arkamı döndüm ve odama doğru ilerlemeye başladım. Bekçinin küçük adımlarını arkamda hissedince yüzümdeki gülümseme solup gitti. O öfkeli gözlerimin yeniden geldiğine emindim.

Adımlarımız odamda bittiğinde kapıyı kendim açtım ve ellerimle bekçiye odanın içeriye girmesini işaret ettim. Bekçi şaşırarak önce ayakta kalakalsa da sonunda içeri girdi. O girdikten sonra kapıyı sertçe kapattım. İrkildiğini görünce yüzümdeki öfke daha da arttı. Bekçinin bakışları odamda gezerken bir anda kıyafetlerimin olduğu odadan çıkan Julia ile karşılaştılar. Julia kapının sert sesiyle kendini odaya atmıştı ve bekçi de onu görünce şaşırmıştı.

"Bizi biraz yalnız bırakabilir misin Julia?" dedim oldukça tatlı bir sesle. Bekçinin kalp atış seslerini işittim. Söylediğim yalanı Julia'nın ayakta görmesiyle fark etmişti. Julia rahatsız gözükmüyordu. Yüzündeki neşe yerindeydi ve rengi pembeydi. Bekçi sertçe yutkunduğunda bakışlarımı doğrudan ona diktim.

Julia "Emredersiniz Majesteleri..." diyerek odadan çıktığında onunla baş başa kalmıştık. Ortada bir başına kaldığında derin bir soluk aldım ve etrafında dönmeye başladım. Bekçinin artan kalp atışı ve kesik kesik aldığı nefes sesi odamı doldururken ben sadece onun etrafında dönüyordum. Elbisemin cebindeki hançere uzandığımda bekçinin bakışları bana döndü. Korku dolu bakışları sert yüzümle karşılaştığında ürktü. Bir adım geri gittiğinde ona doğru bir adım attım. Duvara doğru bir adım daha attığında bu kez sabrım taşmışçasına kocaman adımlarla onu gövdesinden ittirerek duvara yapıştırdım ve hançeri doğrudan boynuna dayadım. Güçlü ve tiz bir çığlık attığında sertçe elimle ağzını kapattım ve yüzünü duvara karşı bastırdım. Dizimi kaldırıp karnına yerleştirdim ve karnına doğru dizimle baskı yaptığımda acıdan inledi. Dişlerimin arasından fısıldadım. "En ufak bir ses çıkarırsan o ses tellerini keserim." diye onu tembihledim ve ellerimi yavaşça ağzından çektim. Dizimi çekmedim ve biraz daha bastırdım.

"P-prense-" diye korkudan gevelemeye başladığında sağ elimde tuttuğum hançeri kafasının sağına doğru götürdüm ve boynuna yasladım.

"Kes sesini küstah!" dedim dişlerimin arasından. Öfkeyle onun gözlerine baktım. "Sen ne cüretle kraliçe hakkında öyle konuşursun? Kimsin sen? Bir yerlerde kraldan varisin var da haberimiz mi yok?" dedim hırsla. Boynuna bastırdığım hançer boynunu hafifçe kesmişti. Hançerimin altından akan kanları görebilmiştim. "Senin hükmün, sözün, yargın? Ne sanıyorsun sen kendini?" diye suratına doğru bağırdığımda bekçi korkudan gözlerini kapattı. Karşımda karda kalmış bir kuş gibi tir tir titriyordu oysa ben ona merhamet edemiyordum. Merhamet etmem gerekiyordu fakat edemiyordum. Kendimi ve öfkemi durduramıyordum.

"Siz nasıl duydunu-"

Hançeri biraz daha bastırdığımda akan kanlar daha da arttı. Karşımdaki bekçi ağlamaya başladığında ben gözüm dönmüş gibi devam ettim konuşmaya. "Bana istediğini demekte özgürsün. Bana söylediklerin umurumda bile değil! Ama kraliçene saygı duymak zorundasın. Ona boyun eğmek ve ona itaat etmek zorundasın. Kral Alaric'in karısı o! Kral Alaric'in dört oğlunun annesi. Nasıl utanmalı diyebilirsin kendinden utanman gerekirken?" dediğimde bekçinin ağzından bir hıçkırık kopup gitti.

"Ö-özür dilerim Majesteleri." dedi. Bana ilk defa majesteleri diyordu fakat bu bile öfkemi dizginlemeye yetmemişti. İçimde taşmayı bekleyen bütün öfke sanki bu bekçiye taşıyordu. "Ama kraliçe hakkında herkes böyle konuşuy-" diye inkâr etmeye kalkınca inanamaz gözlerle ona baktım. Hâlâ yaptığını savunup inkâr ediyordu.

Sözünü kesmek için karnında olan dizimi geri çekip sertçe karnına geçirdim. Acıyla başı aşağı düşünde hançerimin keskinliğiyle boynu biraz daha kesildi. Canı buna da yandığı için artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ve kollarımın arasında sinir krizi geçiriyordu. Her anlamda avıma yakalanmıştı. "Kes sesini yoksa o güzel boynun sargı bezlerine sarılacak." dedim ve sağ kolumu hafifçe kaldırıp dirseğimi duvara yasladım. Hançerim hâlâ boynundaydı, dizim ise hâlâ karnındaydı.

"Prenses... Yapmayın... Biri duyar-" diye zırvalamaya başlayınca öfkeyle bağırdım.

"KİM NE DİYEBİLİR?" dedim. Sesim öyle gür çıkmıştı ki birazdan bütün sarayın odama dolacağını düşünüyordum oysa bu bile korkutmadı gözümü. Kafamda bambaşka bulutlar ve bambaşka düşünceler uçuşuyordu. O an hançeri tutan elime çevirdim elimi. Üzerinde duran siyah yüzüğe. Ona baktığım an içimdeki cesaret daha da arttı. "Benim kararıma kim itiraz edebilir? Ne sanıyorsunuz siz kendinizi? Ettiğiniz yeminleri mi unuttunuz?" dedim dişlerimin arasından korkunç bir fısıltıyla. Bekçinin kalbinin atışı hızlandı. Avucumda avımdan kurtulmaya çalışan bir kuş gibiydi. Her an hızlanan o aptal kalbi yüzünden son nefesini verecek gibiydi. Gözleri aşağıdaki gibi emin bir şekilde bulmuyordu gözlerimi. Kollarını bağlayamıyordu önümde. Hançeri biraz daha bastırdım. "Bir daha annem hakkında böyle konuşursan andım olsun ki seni o hırçın denizin dalgalarında boğarım." dedim. Gözleri yaştan gözükmüyordu. "Bundan sonra senin veya bir başkasının kraliçeye en ufak bir hakaretini duyarsam elimde olan ve bu zamana kadar kullanmaktan çekindiğim haklarımı kullanırım bekçi. Hepinizi idam ederim. Kafalarınızı da sarayın girişine asarım. Bence iyi bir ders olur. Hem size hem başkalarına..."

Korkuyla gözleri irileşti. Bakışları giderek karşısında bir canavar varmışçasına kızarır ve dolarken kendimi bir canavar gibi görmüyordum o an. Tek bir isteği vardı o da haddini bilmeyen ve adalet nedir bilmeyen bütün bu bekçilere cezasını vermekti. Kendi adaletimle. Bir başkasının adaleti ancak ve ancak benim hayatımın süsü oluyordu zira. Her insana kendi adaletimi işleyecektim. Tek kurtuluş buydu. İçimde dönen tufanların tek kurtuluş yolu buydu. Ardena ve adaleti bu zamana kadar başarısız olmuştu. Sıra benim adaletimdeydi.

"Affedin prensesim..." dedi ağlamaktan sesi boğuk çıkıyordu. "Affedin yüce prensesim... Yemin ederim, yemin ederim bir daha kraliçemiz hakkında ve sizin hakkınızda öyle konuşmayacağım." dedi ağlamaya devam ederken. Gözyaşları kollarımın üzerine akıyordu.

"İsabet olur bekçi." dedim ve yüzüne yaklaştım. Gözlerinin tam içine bakarak fısıltıyla son uyarımı yaptım ona. "Beni olmaktan korktuğum şeye dönüştürmeyin."

Hançeri sertçe boynundan geçirdiğimde korkuyla geri çekildi bekçi. Ellerini hemen kanlar akan boynuna götürdüğünde tiksinircesine ona bakmaya devam ettim. Karşımda dizlerinin üzerine çöktü ve ağlayarak elleriyle boynunu tuttu. Boynu çok derin kesilmemişti. Özellikle sıyırmıştım hançeri boynundan. Oysa bu bile onun canını yakmıştı.

Sıkıntıyla bakışlarımı onun üzerinde gezdirdim bir süre. Ağlaması ve gözlerimin önünde bana diz çökmesi canımı acıtmıştı. Fakat söylediği her söz zihnimde yankılanınca ona olan bakışım değişiyordu. Onun yanından ayrılıp masamın üzerinde olan mendillerden sarı olanını elime aldım ve bekçiye döndüm. Bekçi hâlâ hıçkırarak ağlamaya devam ederken ona elimdeki sarı mendili uzattım. Başını hafifçe kaldırıp uzattığım mendile baktı.

"Al bakalım, boynuna tak. Hem elbisene de çok yakışır." dediğimde delirmiş bir şekilde bana baktı. Titreyen ve kana bulanan elleriyle uzandı sarı mendile. Mendili alıp boynuna sarmaya başladığında alayla gülümsedim. "Kolay kolay kimseye hediye vermem sevgili bekçim. Sen şanslısın."

Gözlerindeki korku sözlerimle daha da büyüyordu. Başını eğerek ayağa kalktı ve mendille boynunu sardı. Karşımda dikilip saygıyla selam verdiğinde başımı dikleştirerek ona baktım. Az önceki bütün terbiyesizliğini bir kenara attığımda aslında bu yaptığımın oldukça vahşice olduğunu fark ettim. O an aklıma asla istemediğim o isim geldi. Kraliçe Marry...

O da ona itaat etmeyen herkesin bir bir canını alan bir zalim olarak anılmıştı tarihte. Ona benzemekten her zaman korkmuştum. Fiziki özelliğimin yanı sıra huyumun ona benzemesinden bu zamana kadar korkmuştum ve olabildiğince bundan uzak kalmaya çalışmıştım. Bana itaat etmeyen bekçilere genellikle gülümseyip geçerdim. Fakat bu seferki farklıydı. Bu kez bana değil, Kraliçe'ye yapılan bir saygısızlık söz konusuydu ve buna sessiz kalamazdım. Zira o böyle ithamları zerre hak etmiyordu. Üstelik şu an yeni bir varise hamileyken.

"Çıkabilirsin." dedim ona acıdığımı belli etmeden ve ona anında arkamı dönüp kapıya doğru seslendim. "Julia!" Julia hemen kapıda bekler gibi içeri girdi. Az önceki konuşmalarımızı duyduğu yüz ifadesinden belliydi. Ona aldırmadan gülümseyerek başımı kıyafet odasına çevirdim. "Kirli elbiselerimi alabilir misin?" dediğimde Julia sanki her an ona da aynısını yapabilecekmişim gibi korkuyla hemen beni onayladı.

"Elbette Majesteleri..."

"Teşekkür ederim."" dediğimde kapıya ilerleyen bekçiyi gördüm. Ona seslendim. "Raven!"

Bekçi ismini zikretmemle anında arkasını döndü. "Emredin Majesteleri." Sonradan kazandığı saygısına karşılık minnettarca gülümsedim.

"Konuştuklarımızı saraydaki bütün bekçilere anlatmanı emrediyorum. Herkes bilsin ne ile karşılaşacaklarını..." dedim kendimden oldukça emin bir ses tonuyla.

Bekçinin bakışları değişti. Bütün bu yaşananları aslında herkesin bilmesi uygun değildi zira hâlâ ölüm tehlikesi olan birisiydim. Bütün bekçilerin az önceki yaptıklarımı ve söylediklerimi öğrenmesi demek bana kondurdukları o uğursuz damgasını daha büyütürdü. Onlar için büyük bir tehlike olduğumu düşündürür ve beni öldürmek için ellerini çabuk tutarlardı. Fakat bu umurumda bile değildi artık. On yedi... On yedi yıldır cellatlarımı beklemekten ve geceleri uykusuz kalmaktan sıkılmıştım. Eğer öldürmek için odama gelirlerse bunun cevabını da benden alırlardı. Artık onlardan korktuğum için söz söylemekten çekinmeyecektim.

Bekçi bunu saklamasını isteyeceğimi düşünmüştü ve bunun aksini emrettiğimi görünce de şaşkınlıktan dili tutulmuştu. "Emredersiniz Majesteleri." dedi şüpheyle ve ağır adımlarla arkasını döndü.

"Teşekkür ederim, sevgili bekçim..." diye mırıldandım arkasından. Odamdan çıkıp gitti.

Bakışlarım arkasından kapanan kapının üzerindeki işlemelerde gezdi bir süre.

Bir cani miydim? İçimde yatan ve öfke diye nitelendirdiğim onca tufan caniliğin sinsi sırıtmalarından biri miydi?

Bir zalim miydim? Herkesin dilinde dolaşan büyük büyük annem Kraliçe Marry'nin yıllar sonraki yansıması mıydım?

Ben kimdim? Neden vardım ve varlığım ne önemi vardı? Günün sonunda uğursuzluk adı altında öldürülecek bir kurbandım. O vakit ne diye yaşıyordum? Ne diye yaşamak için savaşıyordum. Ne diye cellatlarımın savaştıkları insanlarla savaşıyordum? O gün uçurumdan düşen elçi haklı mıydı? Ben, beni öldürmeleri için uğraşanları yaşatmaya çalışırken hata mı ediyordum?

Ben Rosemarry... Rosemarry Finch... Eşsiz kan diye nitelendirilen o yüce Finch soyunun dokuzuncu prensesi... Belki de en şanssızı... Diğer prensesler ölümle acı çekiyordu. Ben ise yaşamakla acı çekiyordum. Hayatta kalan ikinci, yaşamakla acı çeken tek prenses...

Loading...
0%