Yeni Üyelik
10.
Bölüm

BÖLÜM 8: TURNUVA

@duskusu_mona

 

BÖLÜM 8: TURNUVA

 

-Adaletli ol Rosemarry... İnan bana bu, Dünya'nın bütün düzenini değiştirecek...

-Adil ol ki, biri diğerinin sahip olduğu hakta gözünü gezdirmesin...

-Merhametin kulağına ses ver Rosemarry... Onun yörüngesinden bir an olsun ayrılma. Eğer ayrılırsan işte o vakit çanlar çalmaya başlayacak. Ölüm çanları kulağından bir an olsun ayrılmayacak...

-Güler yüzlü ol Rosemarry... Öyle ki halk sana daima gülümsesin. Gülümseyen insanların yüzlerini unutma. O yüzler aklına geldikçe ne için savaşacağını daima hatırla...

-Dünya'nın gürültüsünü sustur Rosemarry... Sustur ki o gürültü arasındaki şelale seslerini, kuş cıvıltılarını, doğanın sesini duyabil. İçinde yaşadığın kâinatın eşsiz tadına varabil...

-Güçlü ol Rosemarry... Seni deviren kişi yalnızca kendin olacak kadar güçlü ol.

 

Her bir sayfa çevirdiğimde gözlerim doluyordu. Ellerimin arasında gelecekteki kendime bıraktığım o notlar şimdi öyle canımı acıtıyordu ki...

Çocukken annem bana 'Çocukluğun bir daha geri gelmeyecek benim yegânem... Bugünleri unutmamak adına gelecekteki kendine her gün birer not bırak. Bu ileride ruhun karanlıkla boğuştuğunda seni aydınlığa kavuşturacak...' demişti.

Dediği olmuştu...

Her bir sayfasında yamuk yazılarımın ne kadar da umut dolu olduğunu görebiliyordum. İçimdeki masum çocukluğum şimdiki kırık kalbime bir kucak açmıştı sanki. Yitirdiğim umudum, pes ettiğim onca şeyden sonra bu satırlar nasıl bu kadar iyi gelebilirdi kaybettiğim kendime?

Doğru. Ben kendimi kaybetmiştim...

Birkaç haftadır yaptığım onca şeyi geçirdim gözlerimin önünden. İçimde yıllardır sakladığım o tarafın bu olup olmadığını anlama çabasına girdim. Başaramadım.

Özüm neydi, aslen kimdim? Hiçbir cevap yoktu sorularıma.

Ben sadece kendimi kaybediyordum ve bunu hissediyordum. Bana çizilen her bir sınırı, her bir çizgiyi elimle silip atıyordum bir köşeye. Korkusuzluğumun ve cesaretimin dayandığı bir yer yoktu. Ne yaptığımın bilincine bile bazen o kadar geç varıyordum ki... Bilincim yerinden kayboluyor ve bambaşka birine dönüşüyordum sanki. Herkesin benden nefret eden o gözleri gözlerime değince birden dengemi kaybediyordum. En ufak sözlerinde kendimi kaybediyordum. Ve bunu fark ettiğimde ise geç kalmamla beraber pişman oluyordum.

Kraliçe hakkında konuşan o bekçiyi unutamıyordum. Zira o korku dolu gözleri aklımdan bir an olsun çıkmamıştı. Üzerinden geçen günler ise unutmama yardımcı olamamıştı.

Defterin bir sayfasını daha çevirdiğimde kapımın çaldığını duydum. Kapım çaldıktan çok kısa bir süre sonra kapım açıldı ve Marlon içeri girdi. Marlon'ı görünce hafifçe tebessüm ettim. Marlon, kumral dalgalı saçlarını oldukça büyük bir özenle düzeltirken çok iddialı bakışlar atıyordu. Onun bugünkü bu keyfinin sebebini biliyordum. Bugün kutlamanın olacağı gündü. Turnuvanın da...

"Günaydın Majesteleri..." dedi büyük bir özgüvenle ve önümde eğildi. Ellerimi ağzıma götürerek güldüm. Marlon ise hiç bozmadan devam etti. "Sabah sabah bu şakımalarınızın sebebi benim yakışıklılığım mı yoksa bugün özel bir gün mü?" diye sorduğunda gülümseyerek elimdeki defteri kapatıp yatağımın üzerine bıraktım ve ayağa kalktım. Aramızdaki mesafeyi kapatıp karşısında dikildiğimde dikkatle beni izliyordu.

"Elbette bu yakışıklılık karşısında tek bir söz bile etmem bana yakışmaz." dedim ve onu baştan aşağı süzdüm. "Bugün gerektiğinden de iyi görünüyorsun."

Marlon etkileyici bir şekilde kaşlarını kaldırdığında gülümsememi sürdürdüm. "Bu iltifatlarınız beni çok onurlandırdı Majesteleri. Bundan sonra hep böyle olmam gerektiğini bana ima ettiğiniz için asıl ben size teşekkür ederim."

"Çok kötü olmuşsun Marlon."

"Ne?" dedi bir anda Marlon şaşkınlıkla. Yüz ifadesi birdenbire değişince ve afallayınca kocaman bir kahkaha attım. "Sen bana az önce ne dedin Sarı Kafa?"

Ellerimle ağzımı kapattım ve gülmemi gizledim. Hemen ardından boyuna ulaşabilmek için uzandım ve düzeltmeye çalıştığı kumral saçlarını düzeltmeye çalıştım. "Tavuk kavgasından çıkmış gibisin." dedim ve saçlarını düzeltmeye devam ettim. Marlon boyuna ulaşabilmem için eğildi ve işimi kolaylaştırdı. Başı, hizama doğru gelince daha rahat bir şekilde saçlarını düzelttim. "Böyle daha iyi."

"Kırdın beni Majesteleri..." dediğinde kısa bir süre kaşlarımı çatarak ona baktım. Cümleyi öyle bir söylemişti ki bir süre doğru olup olmadığını bile anlayamamıştım. İki sınıf arasına öyle hızlı geçişler yapıyordu ki en sonunda böyle her şeyin karışacağı belliydi.

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Böyle kolay kırılır mısın sen bekçi?"

"Konu siz olunca evet Majesteleri." dedi ve bakışlarını yere eğdi. Gözlerimi yukarı kaldırıp sinsice gülümsedim. Ardından düşen başına uzandım ve kaldırdım.

"Majestelerin seninle uğraşmayı seviyor sevgili bekçi." dedim ve yüzünü bıraktım. Marlon coşkuyla omzuma yumruk attı.

"Ben de seni seviyorum Sarı Kafa."

Gülerek yanından ayrıldım. Odanın içinde benim için hazırlanan mor renkli elbiseye bakmaya başladım. Kolları, kollarımdaki yara izleri gözükmesin diye tüllüydü. Üstelik beyaz eldivenleri de vardı. Baştan aşağı mor olmakla birlikte üzerindeki işlemeler ve elmaslarla oldukça göz alıcı duruyordu. Etek kısmı kabarıktı. Böyle kabarık elbiselerden nefret ediyordum. Adım attığımı bile göremiyordum bunun içerisinde.

İç çektim. "Sabahtan bu yana elbiseye sadece bakıyorum." dedim ve can sıkıntısıyla ekledim. "Bunu giyince nasıl yürüyeceğimi düşünüyorum."

Marlon bakışlarını elbiseye çevirdi. Ardından ağır adımlarla elbiseye yaklaştı ve tül kısmını kaldırıp incelemeye başladı. Ellerimi göğsüme bağlayıp asık suratla onun yanına ilerledim ve elbisenin karşısına geçtim. Marlon elbiseyi en ince ayrıntısına kadar inceledi. En sonunda elbiseyi koklamaya başlayınca gülümseyerek gözlerimi devirdim. Marlon, elbise üzerindeki bütün testlerini yaptıktan sonra bana döndü. "Sorun değil. Ben giyerim. Sen de benimkileri giy."

"Ne?" dedim gülerek. Marlon ise elinde duran elbisenin kumaşını elleriyle okşadı.

"Kumaşı çok güzel. Yumuşak." dedi ve bir kez daha gözlerimin önünde elbiseyi kokladı. Şaşkın bir şekilde onu izliyordum. "Ayrıca kokusu da çok iyi."

Gülerek ona uzandım ve ellerinde tuttuğu elbisemin parçasını onun ellerinden aldım. Sahte bir kızgınlıkla ona çıkıştım. "Elbisemi koklamaktan vazgeç."

"Bak sevdin onu!" dedi coşkuyla. "Onu sahiplendin."

"Hayır." dedim büyük bir hayretle. "Sadece onu senin gazabından kurtardım."

"Bu da onu sahiplendiğin anlamına geliyor."

Ona arkamı dönüp duvara asılı olan elbiseme uzandım ve onu oradan çıkardım. Elbiseyi elime alıp bir kez daha baştan aşağı inceledim. Dokusu elbette güzeldi fakat bunun içine girmek istemiyordum. Ben savaş kıyafetlerimi, zırhlarımı ve pelerinimi istiyordum. Bunun içinde vazoya koyulan bir çiçekten farksız olacaktım.

"Ben katılmasam olur mu?" dedim birden Marlon'a dönerek. Marlon'ın yüz ifadesi şaşkınlıkla değişirken hemen atlamaması için ekleme yaptım. "Zaten bekçilerin beni önemsemeyeceğini biliyorum. Bu kutlamaya katılmam çok da bir şey fark ettirmez."

"Tanrım şuna aklını geri ver." dedi Marlon ve odada duran sandalyelerden birine oturdu. "Bu senin hazırladığın bir kutlama Rose. Üstelik annen bütün bu kalabalığın arasında rahat edemez. Yanında olmalısın."

Sıkıntılı bir nefes çektim içime. Çaresizce Marlon'a döndüm. "Prenses de olacak." dedim kısık bir sesle ve başımı yere eğdim. Marlon anlamış gibi oturduğu yerde kıpırdandı. Ona çok büyük sözler etmiştim ve daha yeni yeni bunun büyük bir sorun olduğunu anlıyordum. O günün adrenaliyle bu önemsiz gibi dursa da sakin kafam yerine gelince bu büyük bir sorundu. Zira artık sevgili halamın üzerimdeki koruyuculuğu ve ilgisi daha büyük bir şekilde artacaktı. Artık her adımımın arkasında belirecek derecede kendini kaybedebilirdi. Bu kutlama sırasında bana her şeyi yapabilirdi. Damarına basmıştım.

"Bu hiçbir şeyi değiştirmez." dedi Marlon ilgiyle. Başımı kaldırıp ona baktım. "Neticede bu bir eğlence." diye açıkladı Marlon ve ekledi. "Eğlence sırasında bir sorun yaratacağını sanmıyorum. Üstelik Kralın da olduğu bir eğlence."

"Ya Krala söylerse?" dediğimde kaşlarını çattı.

"Neyi?" diye sorduğunda sıkıntıyla ekledim.

"Ona söylediğim şeyleri."

Marlon ayağa kalktı ve koluma uzandı. Merakla onu izlerken dikiş izleri olan kolumun kollarını sıvadı ve morlukların görünmesini sağladı. Morluğu görünce istemsizce yutkundum ve o anları hatırladım. Bana ilk kez fiziksel bir şekilde zorbalık yaptığı anları hatırlayınca öfkeyle gözlerimi yumdum.

"Eğer konuşursa sen de konuşacaksın." dedi. Gözlerinde sert bir ifade vardı. "Sana bunu yapmaya hakkı yok."

"İnkâr edecek." dedim sıkıntıyla. "Onlardan habersiz ava çıktığımı söyler ve bu morluğu düşmanın yaptığı anlatır krala." dedim ve öfkeyle ekledim. "Halamı tanıyorum."

Marlon alayla gülümsedi ve çaresiz gözlerime baktı. "Rose..." dedi ilgiyle. Ellerimdeki elbiseyi sıktım sinirle. Marlon omuzlarıma uzandı ve destek verir gibi omuzlarımı tuttu. "Neden sahip olduğun şeyin farkında değilsin?" dedi birden. Kaşlarımı çattığımda büyük bir samimiyetle devam etti. "Sen kralın kızısın."

Başım havaya kalktı. Damarlarımdaki akan kan sıcaklığını arttırdığında o an belki de bunu suratıma ilk söyleyenlerden biriydi Marlon. "Kralın tek kızısın." diye de ekledi. Kalbim bu gerçekle hızlandı. "Kral sence sana mı inanır yoksa ona mı?"

Bakışlarım bir kez daha ellerimdeki elbiseye gitti. Bu kutlamayı ben hazırlamıştım. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar ben düzenlemiştim. Katılmamam elbette çok göze batmazdı. Birkaç kişi dışında çok büyük bir sıkıntı olmazdı.

Balkondan gelen hafif rüzgârla ellerimdeki elbisenin yere uzanan kumaşı hareketlendi. Odamın içindeki Julia'nın diktiği çiçeklerin kokusuyla dolunca derin bir nefes alıp bu kokuyu içimle tanıştırdım. Rüzgâr odamdaki çoğu şeyi hareketlendirirken gözlerimi ağır ağır kapadım. Beni de alıp götürmesini diledim o an. Bu diyardan ve bu kanlı topraklar alıp götürülmek istedim. Yaşamak için öldürmek zorunda kalınan Ardena'nın uğursuz topraklarından arınmak istedim. O topraklara bastığım her adımımda bir bataklık gibi içine çekilip Ardena'ya benzemekten kaçmak istedim. Ardena'nın o kan kokusunu unutmayı diledim.

Ardena... Uğursuz topraklarında kimsenin hayat bulamadığı bir ölüm çukuru... Namıdiğer Ölüm Meleklerinin Diyarı...

Ölüm melekleri biz oluyorduk.

Elçiler ve Bekçiler...

Gözlerimi araladığımda rüzgârın çoktan odamı terk ettiğini fark ettim. Bakışlarımı odama çevirdim.

Çalışma masamın üzerinde duran mühür ve parşömenler... Rüzgârın acımasızca söndürdüğü her an yere yıkılacak gibi duran mumlar... Duvarda asılı duran Finch soyuna ait bir tablo, takılarımın olduğu aynalı masa... Gözüm her yerde biraz biraz takılıp gezdi. Kuş tüylerinden yapılan yumuşacık yatağım ve üzerindeki çarşaflarım... Hemen yanımdaki şamdanın üzerindeki mumum... Kahvaltımı yaptığım küçük masam ve üzerinde duran kirli tabaklar, kirli bardaklar...

Böyle bakınca her şeye sahip biri gibi görünüyordum. Elim her nereye değerse değsin bunlar benim malımdı. Benim eşyalarım... Benimdi...

Bütün her şeye sahiptim. Ya da öyle sanıyordum.

Kaderimin gerçek yüzüyle tanıştığımda dokuz yaşımdaydım. Chris ve Caleb beni bir köşeye çekmiş ve başıma gelecekleri bir bir anlatmaya başlamışlardı. O gün anlattıkları hiçbir şey beni korkutmamıştı. İçimde bu anlattıklarına nazaran en ufak bir korku kırıntısı bile yoktu. Belki de çocukluğumun verdiği deli cesaretiydi. Ne zaman ki etrafımdaki insanların varlıkları arttı o vakit kaybettim kendimi. Her biri benim kaderimle ilgili bambaşka hikayeler anlatıyor ve beni kendi çizgilerinde yürütmeye çalışıyordu. Her an öleceğim gerçeğini hatırlattıkları için çocukluğumu bile yaşayamamıştım.

Bana bir çocukluğu bile çok görmüşlerdi.

Her adımım, her sözüm ve her tavrım beni ölüme götürüyordu onlara göre. Bana sürekli geçmişteki o yedi prensesin hikayelerini anlattılar. Bazıları benim yaşıma bile gelemeden öldürülmüşlerdi. Bazıları ise en güzel yaşlarında koparılıp alınmıştı bu kan dolu topraklardan...

Onlara benzemem için her defasında bir yere kapatılmak zorunda kaldım. Çocukluğum balkonumun soğuk taşları arasında geçti. Kendime bulduğum en ufak boşlukta ise elimden kılıcımı eksik etmedim. Zira içimdeki dürtü bunu istiyordu. İçimdeki dürtü bu zamana kadar tek bir şey istiyordu. O da adil bir Dünya.

Gözlerim az evvel yatağımın üzerine koyduğum defterime gitti. Çocukken bu kadar baskının altında kendime yazdığım notların olduğu deftere...

'Adaletli ol Rosemarry... İnan bana bu Dünya'nın bütün düzenini değiştirecek...'

Herkesin yaşayabilme hakkının olduğu bir Dünya istiyordum. Yepyeni bir Ardena... Kan kokusunun buram buram gezdiği havasını tek nefeste söndürebilecek bir güç... İçinde yaşayanların, içlerindeki intikam hırsını tek celsede alabilecek bir kudret. Topraklarına basan insanların ağır adımlar ve eğik başlarla değil, emin adımlarla ve dik başlarla yürüyebileceği bir kâinat...

Bütün bunları sağlamak bir yıldız kadar uzaklıktaydı. Hayal olduğu gibi ona sahip olabilmek de imkânsızdı. Zira bir yıldız ancak öldüğü vakit inerdi yeryüzüne. Ardena ancak içindeki varlıklar öldüğü vakit bulabilirdi hayat...

Bir ölümün bedeli yeni bir hayattı...

Ardena'nın mutlak uğursuzluğunun yegâne temeli buydu.

Ellerimdeki elbiseyi sıktım ve Marlon'a döndüm. Marlon beklentili gözlerle bakınca asık suratımla söze girdim. "Umarım bana inanır." dedim sorusuna yanıt vererek. Marlon ilgiyle yüzüme doğru eğildi. Yeşil gözlerimi onun ela gözlerine çevirdim.

"Elbette sana inanacak." dedi ve doğruldu. Verdiği motivasyonun yerine geldiğini görebilmesi için gülümsedim. Marlon da gülümsediğinde birden uzanıp omuzlarımdan tuttu ve arkama geçip omuzlarımdan beni ittirerek ilerletmeye başladı.

"Ne yapıyorsun Marlon?" dedim hayretle. Elbise odamın olduğu yere kadar hiçbir şey söylemeden beni sürükledi. Önünde durduğumuzda ise beni birden bıraktı. Bırakmasıyla kaybolan dengemi hızla düzeltip çatık kaşlarla ona döndüm. Gözleriyle odayı işaret etti.

"Hadi bakalım Sarı Kafa." dedi ve ekledi. "Artık giyinmen lazım. Öğlen oldu."

Garipseyerek ona baktım. "Bunlar halamın sözleri. Doğruyu söyle." dedim ve işaret parmağımı havaya kaldırdım. "Şu an halam Panter Yüzüğünü kullanıp Marlon'ın kılığına mı girdi?"

Marlon'ın gözleri büyük bir volkan patlamışçasına şaşkınlıkla aralandı. Yaşadığı bu şaşkınlığa karşılık gülmeden edemedim. Onunla dalga geçmek o kadar eğlenceliydi ki. "Sen kafayı yemiş olabilir misin Rose?" diye sordu. "Halan nasıl bir yüzüğe bekçilik etsin? Üstelik Panter Yüzüğü sahiplendirilmemiş mi?"

Alt dudağımı yukarı bükerek düşünmeye başladım. Sahiplendirilmiş miydi hatırlayamıyordum fakat sahiplendirilmesiyle alakalı bir konuşma yapıldığını hatırlıyorum. Oldukça eski bir zaman da olsa bu yüzükle ilgili Kral ve eski Başbekçi'nin konuşmalarını hatırlıyordum.

Marlon heyecanla öne atıldı. "Yoksa sahiplendirilmedi mi?" dedi coşkuyla. Omuzlarımı kaldırıp indirdim.

"Hatırlamıyorum." dedim tereddüt dolu sesimle. "Ama Kral’ın bunun hakkında eski Başbekçi'yle konuşmalarını hatırlıyorum." Marlon mutlulukla odada dans etmeye başlayınca gülerek onu seyrettim. Tam bir soytarıydı!

"Tanrım lütfen Tanrım lütfen!" diye yalvarıyordu bir yandan. "Lütfen o yüzüğe ben sahip olmak istiyorum. Bütün hayatımı buna adadım!"

"Beyaz Geyiği istediğini sanıyordum." dedim çatık kaşlarla. "Kendine sürekli Işığın Bekçisi dedirtiyordun bana." Marlon dudak büzerek bana döndü.

"Onu sevgili ağabeyin Prens Caleb aldı ya!" dedi sızlanarak. Sonra üzgün bir şekilde bakışlarını yere eğdi. "Çok üzülmüştüm o gün."

Gülerek düşen çenesine uzanıp kaldırdım. "Olsun. Daha bir sürü yüzük var." dedim ve ellerimde duran elbiseye sarılarak onu baştan aşağı süzüp bir kanaate varmaya çalıştım. "Bence sana Basiliks verilecek."

"Basiliks mi?" dedi Marlon iğrenir gibi. En sevmediği yüzük olduğunu biliyordum. Bunu özellikle söylemiştim. Ellerini karnında tutarak geri çekildi. Keyifle gülümseyip ona döndüm.

"Ne istiyorsun Marlon? Sincap mı?" dedim bu kez de ve gülerek ekledim. "Hem suratınız da benziyor. Senin de yanakların tombul."

"Sus artık." dedi Marlon ve kendini benim yatağıma atarak kulaklarını kapattı. Keyifle gülmeye devam ettim. "Seni duymuyorum."

"Sana yüzüğünü kendi ellerimle teslim edeceğim. Hiç endişen olmasın." deyip arkamı dönüp kıyafet odasına ilerledim. Elbiselerimin olduğu odaya girdiğimde elimdeki elbiseye bir kez daha baktım. Sıkıntılı bir nefes verip üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Bu sırada Marlon'ın mızmızlanmalarını dinliyordum.

"Aslında ikiz kurtlar da fena olmaz." diyordu kendi çapında bir hesaplama çevirerek. "Neticede tek yüzükte iki yaratık olan tek yüzük o. Çok havalı değil mi? İki kaplanın var. Biri zehirliyor diğeri iyileştiriyor. Tam benlik!" O görmediği için rahatlıkla gözlerimi devirdim.

Elbisemi kafamdan geçirip nefes nefese kalmış bir şekilde konuşmaya çalıştım. "Marlon bir yüzüğe sahip olman için önce güçlü bir ruh sağlına da ihtiyacın var biliyorsun değil mi?" dedim ve elbiseyi başımdan geçirdiğim gibi üzerime yerleştirdim. Arkasındaki iplerin sarktığını görünce sıkıntıyla yerimde kıpırdandım. Bu elbiselerin bir de ipleri vardı değil mi?

"Benim ruh sağlığım bence gayet yerinde." diyordu Marlon içeriden. "Bir günde dokuz, on kişiyi öldürüyorum." Alayla gülmeye başladım.

"Bu mu senin ruh sağlığını ölçtüğün şey?" dedim ve yerde duran diğer elbisemi alıp odadaki sepete attım. "Marlon! Julia oralarda mı?" diye seslendim içeri doğru.

"Hayır. Çağırayım mı?" dedi ve ekledi. "Ama o şimdi aşağıdadır. Hazırlıklar için. Bir sorun mu var?" diye sorduğunda sesli bir şekilde mızmızlanarak elbiselerimin olduğu odadan çıktım. Üzerimdeki şey her an düşecek gibi durduğu için elbisenin korseli kısmını tutarak odadan çıktığımda Marlon çatık kaşlarla bana bakıyordu. Bir sorun olduğunu anlayıp yatağımdan kalktığında söze girdim.

"Bu zımbırtının bağlanması gereken ipleri varmış." dedim ve mahcup bir şekilde ona baktım. Marlon hızla gözlerini devirdi.

"Tanrı aşkına Rose! Bir şey oldu sandım ben de!" dedi ve hiç çekinmeden yanıma geldi. "Dön arkanı."

"Sen nereden biliyorsun elbise ipini bağlamasını?" diye sorduğumda birden ipleri tuttuğu gibi sertçe asıldı. Kaburgalarım ciğerlerimle buluştuğunda inleyerek Marlon'a döndüm.

"İp değil mi günün sonunda? Düğüm atacağım işte." dedi ve sıktığı yere iki tane düğüm attı. Gözlerim büyüyerek ona döndüm.

"Marlon ciğerlerimle birleştim!" dedim ve elinden kurtulmaya çalıştım.

"Çok mu sıktım?" dedi ve sonra bağladığı yeri çözmeye başladı. "Kilolu olduğunu unutmuşum, kusura bakma."

Sertçe dirseğimle karnına vurdum. Marlon gülerek iki büklüm olurken bir an önce şu ipi çözmesini bekledim. Nefes bile alamıyordum ve yüzümün kıpkırmızı olduğundan emindim. "Çöz şunu artık. Öleceğim şimdi."

"Çözemiyorum. Çift düğüm atmışım." dedi ve elbiseyi kendine doğru asıldı. Tanrım gerçekten bir elbisenin içinde ölemem değil mi? "Hançerim neredeydi benim? Keseyim şunu."

"Marlon!" diye bağırdım en sonunda. "Tek elbisem bu. Ne yap et çöz şunu."

Marlon biraz daha iplerle uğraşırken nefessizlikten boğulacaktım. Arkada bir şeyler yapıyordu ama ne yaptığı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. En sonunda her ne yaptıysa kaburgalarım ciğerlerimin içerisinden çıktı ve rahat bir nefes aldım. İpi çözmesiyle elbisenin üzeri bir anda önüme doğru düşmeye başlayınca telaşla elbisenin üzerini tutup düşmesini önledim. Utançtan bayılacaktım şimdi.

"Çözdün mü?" diye sordum. Umarım kesmemiştir.

"Çözdüm." dedi ve bir kez daha iki ipi de eline aldı. "Tek düğüm atarsam bu çözülür. Çift atarsam açılması zor. Tanrım ne saçma bir kıyafet bu!" dedi mızmızlanarak. Sabır dolu bir nefes aldım. Marlon bir kez daha iki iple elbisemi bağlamaya çalışırken kapının önünde duran adım sesleriyle bakışlarım kapıya kaydı. Ne olduğunu anlamama fırsat bile kalmadan kapı birden açılınca şok içinde kalakaldım. Çünkü şu an çok saçma bir pozisyondaydık. Zira ben elbisenin üzeri düşmesin diye elbisenin göğüs kısmını tutuyordum Marlon ise üzerindeki savaş kıyafetleriyle elbisemin iplerini bağlamaya çalışıyordu.

Kapım açılınca ve kapımın önündeki bekçiyle göz göze gelince içine düştüğüm hayret tufanı daha da arttı zira bu hiç beklemediğim birisiydi.

Başbekçi çatık kaşları ve sert bakışlarıyla önce bana sonra da Marlon'a baktı. Sertçe yutkundum ve Marlon'a döndüm. Oysa o oldukça sakin bir şekilde Başbekçi'yi görünce gülümseyerek selam verdi. "Hoş geldiniz Başbekçi’m." dedi Marlon. Bakışlarımı utançla Başbekçi'ye çevirdim.

"Yanlış bir zamanda geldim anlaşılan." dediğinde hemen öne atılacaktım ki Marlon rahatlığını bozmadan devam etti.

"Pek sayılmaz." dedi ve ellerindeki ipleri havaya tutarak Başbekçi'ye gösterdi. Gözlerim Marlon'un yaptığı şeyle irileşirken her dakika utançtan daha da yerin dibine giriyordum. "Tanrı aşkına bunlar nasıl bağlanıyor?" diye Başbekçi'ye sorunca yüzümdeki kırmızılık artık domatesten bile daha kırmızıydı. Ne yapıyordu bu?

"Marlon!" dedim güçlü bir fısıltıyla. Oysa Marlon hâlâ elbisenin ipleriyle kafayı bozmak üzereydi.

Başbekçi'nin sesini duydum o an. "Önce normal düğüm at. Sonra her iki ipi de ikiye katla ve öyle düğüm at." dedi ve hiç bozmadan bana döndü. "Bu arada Kral’ımız sizleri emretti Majesteleri."

"Anladım sevgili bekçim." dedim hemen. Yüzümü olabildiğince saklamaya çalışıyordum. "Teşekkür ediyorum."

"Başbekçi!" dedi birden Marlon. "Ben dediğini anlamadım." dedi ve ipleri bir kez daha havaya kaldırdı. Marlon ne yapmaya çalışıyordu böyle? "Şimdi bunları bağladım. Nasıl ikiye katlanacak bunlar?"

Ellerimle yüzümü kapattım. Artık bunu yapmaktan çekinmemiştim. Kızarmış suratımı ne sarı saçlarım ne de odanın karanlık kısmı kapatabilirdi. Yüzümün kızarıklığını ancak bu şekilde kapatabilirdim.

"Bir kadın bekçi çağırmamı ister misiniz Majesteleri?" diye sordu Başbekçi. Memnuniyetle gülümseyerek ona döndüm.

"Evet. Çok mutlu olurum sevgili bekçim."

"Hey!" dedi Marlon araya girerek. "Ben kötü müydüm?" Bir kez daha dirseğimle Marlon'un karnına sertçe vurduğumda Marlon bu kez iki büklüm olarak inledi.

"Sus artık Marlon!" dedim güçlü bir fısıltıyla. Marlon ise gülmeye başladı.

"Görüyorsun değil mi Başbekçi’m? Kadınlara yaranılmıyor." dediğinde öldürücü gözlerle ona baktım. Marlon bakışlarımdan çekinip ağzını kapatarak güldü. Başbekçi ifadesiz bir şekilde bir bana bir Marlon'a baktı.

"Yardımcı olmamı ister misiniz Majesteleri?" Sorusuna karşılık içimdeki kan doğrudan yüzüme akın etti. Tanrım bir elbisenin başıma bunca dert açacağını nereden bilebilirdim? Savaş kıyafetlerim olsaydı şu an bu duruma düşmeyecektim. Ellerim elbisenin korsesini hâlâ düşmemesi için tutarken olabildiğince Başbekçi’ye bakmamaya çalıştım.

"Julia yok mu?" diye sorduğumda cevabını geciktirmedi.

"Kendisi kraliçenin yanındaki hizmetli bekçiyle davetlilere içecek dağıtıyor. Çağırabilirim."

Derin bir nefes aldım. Julia'yı işinden alıp elbise ipi için odama kadar çağıramazdım. Sabırla gözlerimi kapadım. "Yok çağırma." diye mırıldandım. Marlon söze girdi.

"Yardım eder misiniz Başbekçim? Kralı daha fazla bekletmeyelim." Drach, kapıyı kapatıp odama girdiğinde titremeye başladığımı fark ettim. Yıllardır tanıdığım en yakınım olan Marlon bile bunu yaparken utançtan kıpkırmızı kesilmiştim. Şimdi yabancı birinin yapması beni ne hâle sokardı emin olamıyordum.

Drach, ağır adımlarla arkama geçti. Aşağı uzanan ipleri sakince tuttu ve hızlı bir şekilde bütün ipleri tek tek bağlamaya başladı. İpleri her sıktığında sıkışıp sıkışmadığımı kontrol etmesi bunu daha önceden yapmış olduğu hissine kapılmamı sağladı. Belki de evliydi.

Elbisemin bütün iplerini tek tek bağladıktan sonra dokunmamaya özen göstererek yavaşça ayrıldı benden. Rahat bir nefes bırakmaya çalıştım. Düşündüğümden daha hızlı ve sakin bitmişti. Bunun verdiği rahatlıkla ellerimle kızaran yüzümü havalandırmaya çalıştım. Bunun kızarmış suratımı geçireceğini düşünmem baştan aşağı saçmalıktı.

"Teşekkür ederim sevgili bekçim." diye mırıldandım ve yüzümü onlara dönmeden doğrudan aynalı masama ilerledim.

"Rica ederim Majesteleri. Artık gitmeliyiz." Başımla onu onayladım ve aynadan kendime baktım. Yüzüm tahmin ettiğimden daha da kızarmıştı. Tanrım bu şekilde nasıl aşağı inecektim!

"Başbekçi’yi duydun Rose." dedi Marlon ve duruşunu düzelterek Başbekçi'nin yanında durdu. "Hadi."

"Tamam." dedim zorla. Yüzümün kızarıklığını umursamamalarını umarak onlara arkamı döndüm. Marlon doğrudan bana bakarken Başbekçi'nin baktığı başka bir nokta vardı. Sol elimdeki siyah yüzüğüm.

O an fark ettiğim şeyle yatağımın üzerinde duran mor tüllü eldivenlerime ilerledim ve hızla eldivenlerimi giymeye başladım. Eldivenleri giyerken Başbekçi'nin gözleri hala yüzüğümdeydi. Merakla ona döndüm. "Bir sorun mu var Drach?" dedim direkt ismiyle hitap ederek zira bakışlarında farklı bir hava sezmiştim. Yüzüğe dik dik bakıyordu ki bir sorun olduğunu düşünmüştüm.

"Yok Majesteleri." dedi Drach düz bir sesle. Ardından kapıya doğru sol elini açıp geçmemi bekledi. Yaptığı bu ince harekete hafif bir tebessümle yanıt verip kapıya doğru ilerlemeye başladım.

Kapıdan önce ben çıktım. Hemen arkamda muhafızlarım gibi duran Başbekçi’m ve en yakın arkadaşımla birlikte taş duvarların arasından bir bir geçtik. Bekçilerin sembolü olan beş yüzüğün birleşimiyle oluşan yuvarlağa benzeyen siyah beyaz bayraklarla karşılaşınca gülümsemeden edemedim. Savaş dışında nihayetinde duvarlarda bayrağımızı görünce gururla yürümeye devam ettim.

Adımlarım büyük salona gelince duraksadı. Hemen arkamda Drach ve Marlon durunca derin bir nefes aldım. Buna hazır mıydım? İçeride sayılarca bekçi vardı. Köklü aileler ve belki de adları bütün bir Ardena'ya yayılan bekçiler vardı. Bütün hepsinin gözü önünde olmaya hazır mıydım? Onların öldürücü gözlerine maruz kalmaya hazır mıydım? İçeri girdiğimde dik başımla tökezlemeden yürüyebilir miydim?

Hemen arkamda duran Marlon'ın adımlarıyla irkildim. Marlon destek vermek için omuzlarıma dokunduğunda göz ucuyla arkama baktım. Başbekçi sert bir şekilde ikimize bakıyordu. Marlon, "Yapabilirsin Rose. Hemen arkanda olacağım." dediğinde rahatça gülümsedim. O sahip olabileceğim en iyi dosttu.

Bir elimi kaldırıp omzumun üzerinde duran Marlon'ın ellerine uzandım ve elinin üzerine elimi koyarak gülümsedim. "İyi ki varsın Marlon." dediğimde Başkbekçi güçlü bir sesle boğazını temizledi.

"Artık girmeliyiz Majesteleri..." dedi otoriter sesiyle. Sıkıntıyla nefesimi dışarı verdim. Yönümü tamamen kapıya döndüm. Kapının önünde duran iki muhafızla göz göze geldik o an. Bu kez onlara sert bir şekilde baktım ve gözlerimle kapıyı işaret ettim. Muhafızlardan biri yerinden kıpırdamazken diğeri kapının önüne geçti ve ikili kapıyı tek başına açıp geçmeme izin verdi. Ona gülümseyerek içeriye bir adım attım.

İçeride karşılaştığım ilk şey güçlü bir kalabalığın varlığıydı. Kapının gıcırtılar eşliğinde açılmasıyla kalabalığın sesleri birer birer azaldı. Bütün gözler bir bir kapının önünde duran bana döndüğünde titremeye başladım. Nefes alışlarım hızlanmıştı.

Karşımdaki tahtlarda Kral ile Kraliçe’nin oturduğunu ve doğrudan bana baktığını gördüm. Hemen yanındaki küçük tahtlarda ise Caleb, Chris, Evan ve Dean duruyordu. Onların sağ tarafında da Prenses Dione ve onun ailesi duruyordu. Herkesin bakışları üzerimde gezerken kendimi bozmamaya gayret ettim.

Bana bakan nefret dolu bekçilerin gözleriyle karşılaştım o an. Bu zamana kadar anlatılan çoğu hikayeden ve destandan daha karaydı gözleri. Her birinin o kara dumanı anımsatan gözleriyle ilk kez birebir kalmıştım. Hep birlikte bana böyle bakan bir ordu gibi duruyorlardı. Sarayın içerisindeki tek tük bekçilerin böyle bakmasına alışmıştım fakat herkesin aynı şekilde bakması, bana kendimi baştan aşağı bir suçmuşum gibi hissettiriyordu.

Daha fazla merdivenin üzerinde dikili kalmak istemedim. Elbisemin kabarık eteklerini tüllü eldivenlerimin sarıldığı ellerimle kaldırdım ve başımı dikleştirdim. Sarı saçlarım geri savrulurken ağır adımlarla merdivenden inmeye başladım. Başımı bir an olsun o gözlere rağmen indirmedim aşağıya. Doğrudan karşımda duran ve beni bekleyen aileme baktım. Yüzümde en büyük gülümsememle kalabalığın arasına girdim. Kalabalık benim aralarına girmemle yavaş yavaş açılırken bana öldürücü gözlerle bakan bekçilere onların aksine gülümsedim. Her birine tek tek güler yüzümle karşıladıktan sonra ailemin karşısındaki yerime geçtim. Başımı önüme eğerek onlara selamımı verdim ve gülümsememi bozmadan onların yanına gittim. Kral beni görür görmez ayağa kalkınca bütün dikkatler bize kesildi. Ağır adımlarla yanıma geldi ve kahverengi yumuşak gözlerini bana çevirdi. Ona bir kez daha başımla selam verdiğimde eğdiğim başımı kaldırmak için çenemden tuttu. Başımı hafifçe kaldırdıktan sonra uzanıp alnıma bir öpücük kondurdu. İşte o an bekçilerin hiçbiri böyle bir şey beklemiyordu. Kralın bu hareketi bekçileri bozarken kral benden ayrıldığı gibi konuşmaya başladı.

"Rosemarry..." dedi büyüleyici sesiyle. Dolu gözlerle onu izliyordum. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." Bekçilerin bakışlarına baktım göz ucuyla. Hepsinin gözünde tek bir şey vardı o da kralın benim üzerime olan bu düşkünlüğüne karşılık beni öldürme olasılıklarının daha da düştüğüydü. Bunu fark edince duygusallıkla krala dönüp baktım. O ise bana hayran olurcasına bakıyordu. "Hoş geldin... İyi ki geldin... Neşemize neşe kattın yegânem..."

İçim titredi. Gülümseyerek ona ve arkada bizi izleyen Kraliçe’ye baktım. Kraliçenin duygulu gözleri üzerimizdeydi. Kardeşlerimin de keza öyle...

"Tebrik ederim Majesteleri..." dedim duygulu bir sesle. "Umarım sağlıklı bir şekilde kucağınıza alırsınız. Size hediye olarak bu daveti hazırlamam benim için bir onurdu." diye de ekledim. Kral bir kez daha bana güzel gözleriyle baktı.

Ellerini çenemden ayırdığında son kez ona baktım ve bu kez Kraliçe’nin yanına ilerledim. Kraliçe benim gelmemle ayağa kalkınca onun da önünde eğildim. Kraliçe gözyaşları ve gülümseyen yüzüyle baştan aşağı beni süzdü. "Ne güzel olmuşsun böyle..." dedi naif sesiyle. "Hoş geldin..." dedi ve ekledi. "Hazırladığın bu kutlama için sana çok teşekkür ederim..."

"Rica ederim Majesteleri..." diye mırıldandım. Kral tahtına oturduğunda bize ayrılan küçük tahtlara doğru ilerlemeye başladım. Dean'ın hemen yanında duran beyaz tahtın önünde durduğumda yavaşça tahtıma oturdum. Kalabalığı karşıma alınca derin bir nefes verdim ve kalabalığa baktım. Kral eliyle kalabalığa izin verdi.

"Lütfen devam edin bekçilerim..."

Bekçiler çok az süren sessizlikten sonra aralarındaki konuşmalarına devam ettiler. Konuşmalar giderek gürültüye dönüştüğünde ise dikkatimi kalabalıktan çektim. Yanımda oturan Dean kıpırdanarak bana yaklaştığında kaşlarımı çatarak ona eğildim. Bir şeyler söyleyecekti.

"Çok güzel olmuşsun sevgili ablacığım." dediğinde gülmeden edemedim. Gülerek ona döndüm.

"Sakin ol, Julia halâ evli değil." dedim ve ondan uzaklaşarak oturuşumu düzelttim. Dean bozulmuş bir ifadeyle bana bakınca bilmişçe gülümsedim.

"Her şeyi bu kadar hızlı anlaman hiç eğlence bırakmıyor!" diye sızlanmaya başladığında söze girdim.

"Dört erkek kardeşle büyümenin bir cezası sanırım bu." dedim ve önüme döndüm. Dean kıkırdadı.

"Cezası mı?" dedi ve ekledi. "Lütfu olmasın?"

"Siz ve lütuf?" dedim birden ona dönerek. Daha da gülmeye başladığında sinir bozukluğuyla ben de gülmeye başladım. Dean hemen yanımızda oturan Chris'i dürttü. Chris eğlence esnasında oradan oraya giden bekçileri seyrediyordu. Dean'ın onu dürtmesiyle dikkatini bize verince ona el salladım. "Merhaba sevgili kardeşim." diye seslendim ona. Chris gülerek aramızda kalan Dean'a rağmen bana el sallayınca ben de güldüm. Hiçbir şey söylemiyor ve bizimle konuşmuyordu. O günkü tartışma yüzünden olduğunu sanmıyordum zira bugüne kadar Chris ile olan şiddetli kavgalarımızın ertesi günü yine birbirimize sarılarak hikayeler anlatırdık. "Sıkıldın galiba?"

"Öyle." dedi Chris kalabalığın sesine rağmen. "Bir an önce turnuva başlasa da eğlensek." dediğinde etkilenmiş bir şekilde ona baktım.

"Yoksa arenaya mı çıkacaksın?" diye sordum. Chris omuz silkti.

"Belli olmaz."

Şaşırmış bir şekilde kaşlarımı havaya kaldırıp dudaklarımı aşağıya doğru büktüm. Chris, Dean'ın kolunu tutup çekiştirmeye başlayınca kaşlarımı çatarak onu seyrettim. Bir süre sonra Chris, Dean'ı yerinden kaldırıp kendi yerine oturtmuş ve benim yanıma oturmuştu. Çatık kaşlarla onu izlerken Chris bana doğru eğildi. Kulağımı ona doğru eğdiğimde ise konuşmaya başladı.

"Şu Başbekçi..." dedi ve ekledi. "Hiç yenilmediği söyleniyor. Bu unvanını birinin alması gerekiyor." Şaşkınlıkla ona döndüm.

"Gerçekten mi?" dedim hayretle. "Hiç yenilmemiş mi?" Chris başını sallayıp bir kez daha kulağıma doğru eğildi. Davetin arasında Chris ile dedikodu yapıyor olmamız sinir bozucu derecede komikti.

"Onun tacını devireceğim bugün." dediğinde ona büyük bir gururla baktım.

"İşte benim kardeşim." dedim ve kalabalığın fark etmediği bir anda uzanıp saçlarını karıştırdım. "Devir onu."

Chris gülerek yanımdan uzaklaşırken ben de güldüm. O an bakışlarımla beni buraya getiren Marlon ile Başbekçi’yi aramaya başladım. Kalabalık öyle çoktu ki onları göremiyordum bile. Keskin bakışlarımı kullanmam gerektiğimi düşünüp bütün bir dikkatimle kutlamadaki bekçileri izlemeye başladım. Çok uzun olmayan bir sürenin ardından Marlon'ı görebilmiştim. Julia ile bir köşede bir şeyler içiyorlar ve sohbet ediyorlardı. Tanrım Dean buna fena bozulacaktı!

Biraz daha etrafa bakmaya çalışsam da Başbekçi'yi göremiyordum. Gitmiş miydi? Belki de odaya hiç girmemişti. Arkamdaki adım seslerini hatırlamaya çalıştım. Arkamdaydı ve ben duyamamış olamazdım. Fakat şu an hatırlayamıyordum. Tek hatırladığım salona girmeden önceki bize sert bir şekilde bakmasıydı.

Chris yerinde kıpırdanınca kalabalığın arasında göz gezdirmeyi bıraktım. Kral ve Kraliçe'nin de ayaklandığını görünce ben de istemsizce ayağa kalktım. Herkes bizim ayağa kalkmamızla bakışlarını bize çevirince Kral söze girdi.

"Sevgili biricik kızım Rosemarry de geldiğine göre bahçeye çıkıp turnuvalara başlayalım diyorum sevgili bekçilerim. Zira bugün bir hayli güçlü müsabakalar izleyeceğiz." dedi ve elleriyle muhafızlara kapıyı işaret etti. Muhafızlar kapıyı açtıklarında kalabalık akın akın kapıya ilerlemeye başlayınca bakışlarımı Chris'e çevirdim. Chris üzerindeki kıyafeti çekiştirerek düzeltti.

"Alt et onu Chris." dedim net bir sesle. Onda kalan bir sözüm vardı. Elbette bunu gerçekleştiren ben olacaktım fakat öncesinde Chris'in de onu alt etmesini istiyordum. Beni küçümseyen o gözlerinin yenilince döneceği hali sabırsızlıkla bekliyordum.

Chris büyük bir nezaketle önümde eğilip ellerimi tuttu ve nazik bir öpücük kondurdu. "Emriniz başımın üzerinedir Majesteleri." Sinir bozukluğuyla gülerek ondan elimi çektim.

"Soytarı." diye mırıldandım ve kalabalığa baktım tekrardan. Giderek azalmışlardı.

Kalabalık salondan tamamen çıktılar. Salonda yalnızca tek tük görevli bekçiler ve biz kalmıştık. Finch Ailesi...

Prenses Dione keskin bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmiyordu. Dik bir şekilde bana bakarken ağır adımlarını bize çevirdi. Adımları karşımızda durdu ve Kral’a selam verdi. Kral gülerek ona karşılık verdiğinde Prenses Dione söze girdi.

"Kralım..." dedi ve göz ucuyla bana baktı. Endişeyle onu izliyordum. Ne diyeceğini kestirmeye çalışsam da yüz ifadesi düz olduğu için bu pek mümkün olamıyordu.

"Sevgili kardeşim..." dedi Kral merakla. "Önemli bir husus mu var yoksa?" Gözlerimi sanki bir şeyler yapabilirmiş gibi ağabeyim Caleb'a çevirdim. Oysa onun şu an hiçbir şey umurunda değildi. Öylece yeri seyrediyor ve Kral’ı bekliyordu. Prenses söze girdi.

"Prensesimiz-"

"Prenses Rosemarry hakkında düşüncelerinize kulak misafiri oldum sevgili halacığım." Kalbim yanımdan gelen ve Prenses Dione'un sözünü kesen Chris'le tekledi. İçimde tuttuğum nefesimi rahatça verirken bakışlarımı Chris'e çevirmeden Prenses Dione'a çevirdim. Prenses Dione şaşkın bakışlarını Chris'e çevirdi. O an Chris'e baktım. O da oldukça kendinden emin ve bilmiş bir edayla söze girdi. "Malum kız kardeşimde gördüğüm bazı değişiklikler var." dedi imayla. Prenses Dione yutkundu. Onunla birlikte ben de yutkundum. Chris acımadan devam etti. "Her şeyden haberdarım ve kız kardeşimin üzerinde görmüş olduğum bu değişikliği size borçluyuz." dedi ve ekledi. "Teşekkürlerimi iletmeliydim."

Sesindeki imalı tını Prenses Dione'un gözlerini titretti. Minnetle Chris'e döndüm. O ise dimdik Prenses Dione'a bakıyordu. Şu an öyle bir andı ki bütün saygı çerçevesini bir kenara bırakıp Chris'e sarılabilirdim.

Prenses tepkisiz kalmamak adına başını salladı. "Anladım prensim..." dedi sadece. Beni Kral’a şikâyet etme niyetindeyken Chris'in sert duvarlarına çarpmıştı. Fakat anlamadığım bir konu vardı. Chris bütün olanları biliyor muydu? Nereden öğrenmiş olabilirdi?

"Ne güzel..." dedi Kral samimiyetle. "Senin ona iyi bir öncü olacağından bir an olsun şüphe etmemiştim zaten sevgili kardeşim." Prenses Dione kendini gülümsemeye zorladı.

Kral son kez bana bakıp gülümsedi ve merdivenlerden inip tahtların olduğu yerden ayrıldı. Hemen arkasından Kraliçe, Caleb ve Prenses Dione ilerlerken ben orada öylece şok içinde kalakalmıştım. Onların odadan çıkmasını kolladım. Odadan çıktıklarında ve odada Evan, Dean ve Chris kaldığında ise dolu gözlerle Chris'e döndüm.

"Sen..." dedim ve durdum. Chris ise gülümsemeye başladı.

"Seni yine şikâyet edecekti değil mi?" dedi ve ekledi. "Yardım bakışlarını Caleb'a atmak yerine bana atsaydın buna daha erken engel olabilirdim Rose."

Yutkundum. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakmaya devam ettiğimde ikizler merakla yanımıza geldiler. Ben ise hala bir şeyleri anlamakta zorlanıyordum. "Anlamadım." dedim açık ve net bir şekilde.

Chris gülümsemeye devam etti. "Ne zaman Prenses seni şikâyet etmeye kalksa Caleb'a bakıyor ve ondan kendini kurtarmasını bekliyorsun." diye açıkladı. Bu gerçekle kaşlarımı çattım. "Ben senin her şeyini ezbere biliyorum Rose. Çocukluğum tamamen seninle geçti, unuttun mu?"

"Sen hiçbir şey bilmiyorsun yani?" dedim. Kaşları çatıldı.

"Hayır." dedi ve tereddütle açıklamaya başladı. "Ben sadece öylesine bir imayla söyledim." dedi ve durdu. Gözlerimin içine şüpheci bir tavırla baktığında başını hafifçe geriye attı bir şeyleri kafasında çözmüş gibi. "İkinizin de yüz ifadesi kaskatı kesildi. Bir şey yaptı sana değil mi?"

"Şey..." diye araya girdi Evan. O an onların burada olduklarını tamamen unutmuştuk. "Kim kime ne yapıyor? Hiçbir şey anlamadım."

"Ben dinlemedim bile!" dedi Dean.

Chris dudaklarını birleştirdi. Çenesi kasıldığında öfkelendiğini gördüm ve mahcup bir şekilde başımı eğdim. Bir şeyleri ağzımdan kaçırmaktan bıkmıştım. Chris'in göğsü kabardı. "Bunu sonra konuşacağız." dediğinde başımı kaldırıp ona baktım ve başımı ağır ağır iki yana salladım. Oysa Chris itiraz kabul etmedi. "Konuşacağız." dedi üstüne basa basa.

"Chris?" dedi Evan bir kez daha araya girerek. Chris sabırla gözlerini yumdu. Evan, Chris'in arkasında olduğu için bunu göremiyordu. "Halam, Rosemarry'ye bir şey mi yapıyor?" dedi korumacı bir tavırla. Chris ciddi bir şekilde bana bakmayı sürdürdü. Yalvaran gözlerle ona baktım.

"Halam mı?" dedi Dean hemen ve öne atıldı. Chris'in karşısına geçti ve şüpheyle Chris'e baktı. "Halam ablama ne yapıyor Chris?"

"Bugün Kraliçe’mizin en mutlu günü." dedi Chris en sonunda sessizliğini bozarak. "Onu yalnız bırakamayız. Yanında olmalıyız."

"Kızıyor mu sana?" diye sordu hemen ardından Dean bana dönerek. O an ne yapacağımı bilememiştim. Dean ve Evan bebekliklerinden beri Chris ve benimle büyümüşlerdi. Bizden tek ayrı büyüyen ise ağabeyim Caleb idi. Sırf bu yüzden ona karşı bir eksiklik hisseder ve onun yanında olup bu eski boşlukları kapatmak isterdim. Chris ise buna sürekli kızardı. Onun iyi biri olmadığını anlatıp dururdu hep. Caleb erken yaşta Kral ile birlikte krallık işlerine girince biz dört kardeş büyümek zorunda kalmıştık. Chris ile birlikte koca bir çocukluk geçirmiştik. İkizler çok sonradan doğdukları için genelde Chris ile daha iyi anlaşırdım. Ve yine en tartıştığım kişi de oydu. İkizler ise çocukluklarından beri yalnızca beni ve Chris'i gördükleri için ikisi de bize çok düşkündü. Caleb ile neredeyse hiç sohbetleri bile yoktu.

Bütün bunları ele alınca eğer Prenses Dione'un yaptıklarını ikizler bilirse her yeri ayağa kaldırırlardı. Kral onlara ceza bile verebilirdi. Bunun olmasını istemiyordum. Konuyu kapatması için Chris'e yalvaran gözlerle bakıyordum. Oysa tek gözü dönen ikizler değildi. Chris de bu duruma öfkelenmişti ve içindeki şüphe de giderek artmıştı.

"Ablanız bize sonra her şeyi bir bir anlatacak." dediğinde kanım dondu. Ondan beklediğim şey bu değildi. Asla bu değildi.

"Chris..." diye öne atıldığımda tek elini havaya kaldırıp bana susmamı söyledi beden diliyle. Öfkeyle dişlerimi sıkarak ona baktım. O ise aynı öfkeyle önce bana sonra da ikizlere baktı.

"Turnuva başlayacak." dedi ve ekledi. "Bu konuyu sonra hep birlikte konuşacağız. Şimdi dışarı çıkıyoruz."

*** 

Bizim için ayrılan oturma yerlerinden arena çok net bir şekilde görünüyordu. Dördüncü maça geçiyorlardı ve bu kez karşılarında Başbekçi ve eğittiği savaşçı bekçilerin en iyisi diye nitelendirilen biri vardı. Heyecanla bu anı bekliyordum çünkü Başbekçi arenaya daha ilk kez çıkmıştı. Bu savaşçı Bekçi ise daha önceki üç maçtaki bütün rakiplerini mağlup etmiş ve Başbekçi ile düelloya tutulmaya hak kazanmıştı.

Sağımda oturan Chris dikkatle Başbekçi'yi seyrediyordu. Solumda oturan Caleb ise bütün bunlardan sıkılmış bir şekilde kıyafetinin düğmeleriyle oynuyordu. Çatık kaşlarımı Caleb'a çevirdim. O ise dikkati tamamen başka yerdeymiş gibiydi. Aklı bambaşka diyarların meyvelerini tadıyordu.

"Ağabey..." diye seslendim ona. O an Chris'in de bize döndüğünü görmüştüm göz ucuyla. Caleb, başını yavaşça kaldırıp bana baktığında gülümsedim. Gülümsememle hafifçe dudaklarını yukarı kıvırdı. "Sıkıldın mı yoksa?"

Tek omzunu kaldırıp indirdi. "İlgimi çekmiyor." dedi. Dudaklarımı büzdüm.

"Başbekçi'yle düello yapmak ilgi çekici gelmiyor mu sana?" diye sordum bu kez. O an Caleb'ın hemen yanında oturan kralın da dikkatini bize verdiğini gördüm. Dirseğimle Caleb'in dirseğini dürttüm. "Hadi ama!" diye isyan ettim. "Kralın en büyük oğlu bu zamana kadar hiç yenilgisi olmayan bir bekçiye kafa tutmayacak mı yani?"

Kral memnun bir ifadeyle gülümsedi ve benim gibi beklentili bakışlarını Caleb'a döndürdü. Oysa Caleb umursamadan düğmesini oynamaya devam etti. Yüzüm düşerek ona baktım. "Ciddi olamazsın." dedim sızlanarak. "Senden hiç beklemezdim."

"Beni teşvik edemezsin Rosemarry." dedi Caleb düğmesiyle oynarken. "Arenaya çıkmayacağım." dedi ısrarla. Sağımda oturan Chris dönmüş bedenimin üzerinden kafasını uzattığında korkuyla irkildim. Chris sağ omzumun üzerinden Caleb'a bakmaya başladı.

"Seni yendiğim günden beri arenalarda görünmüyorsun Caleb." dedi alayla. Kral gülerken Caleb bu duruma sesli bir nefes aldı. Öfkelenmişti. Oysa Chris durmuyor ve devam ediyordu. "Var mısın o düelloyu bugün yenileyelim?"

Caleb bakışlarını düğmeden kaldırıp Chris'e baktı. Yüzünde alaycı bir ima duruyordu. "Sen mi?" dedi çenesiyle onu göstererek. Onu aşağılar gibi tavrı kralın yüz ifadesini değiştirdi. Kral iki oğlu arasındaki gerginliği daha yeni yeni görüyordu anlaşılan.

"Hayır. Bak orada Başbekçi de var." dedi ve kafasıyla arenada zırhını giyen Başbekçi’yi gösterdi. "Benim seni yenmemi beğenmediysen bir de o yensin seni."

"Chris." dedim keskin bir sesle. Aralarında kaldığım yetmiyormuş gibi bir de onların kavgalarına tanık oluyordum. Başımı omzumun üzerinde duran Chris'in yüzüne çevirdim. "Yeter artık."

"Hadi ama Rose." dedi Chris. Asla durmuyordu. "Ne diye ağabeyinin savaş cevherlerini görmekten kendini mahrum bırakıyorsun ki? Sahi. Sen ondan hiçbir şeyler öğrenmiş miydin? Bana öğretmemişti. Ben kendi kendime öğrenmiştim." dedi ve bu kez ciddi bir şekilde ekledi. "Öğrendiklerimi sana tek tek öğrettim. Peki ya o? O ne yaptı?" dediğinde Caleb'ın yüzünde bambaşka bir ifade duruyordu. Bu öfke değildi. Bu bambaşka bir şeydi. "Hayatın boyunca sana altı boş sözler verip hiçbirini tutmadı."

"Chris!" dedi sert bir sesle Caleb. O an Kral araya girdi.

"Benim burada olduğumu unutuyorsunuz sanırım." dedi daha üstün bir sesle. Chris ve Caleb birbirlerine sert bir şekilde bakarken arada kaldığım için Kral’a döndüm. Kral beni görünce güven verircesine gözlerini yumdu. "Rowan, derhâl önüne dön." diye emir verdi. Caleb son kez öfkeyle göğsünü kabarttı ve önüne döndü. "Chris." dedi Kral. "Sen de."

Chris oldukça mutlu bir ifadeyle omzumun üzerinden ayrıldı ve önüne döndü. Şaşkınlıkla ona baktığımda o, sanki az önce hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. Bakışları doğrudan arenadaydı. Dudaklarım öfkeyle aralansa da kapatmak zorunda kaldım çünkü bekçilerden biri coşkuyla bağırmaya başladı. İki bekçi de müsabakaya tutuluyordu anlaşılan.

"Üç dediğimde başlayacaksınız." dedi ortada duran Bekçi. Başbekçi Drach ve karşısındaki adını unuttuğum siyah saçlı Bekçi birbirlerine baktılar. O sırada gözlerim arenanın karşısında oturan Marlon ile kesişti. Marlon heyecanla ellerini birbirine sürtünce gülümsedim. Bakışlarımı bir kez daha arenaya çevirdiğimde tam da gülümsememi izleyen Başbekçi'yle göz göze geldim. Gözlerimiz birbirine değince yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş söndü. "Bir..." dedi bekçi. Kılıçlarını yana doğru savurdular. "İki... Üç!"

Sürenin bitmesiyle siyah saçlı bekçi her zamanki gibi hızlı bir atakla arenanın ortasına atladı. Drach, elindeki kılıcıyla üzerine savrulan kılıcı savururken bir yandan da ona saldırıyordu. Bunu aynı anda yapabilmesi beni yine şaşırtıyordu.

Başbekçi atik ve sert savaşan birisiydi. Gözlemlediğim kadarıyla ona mağlup olanlar ya çok yavaş olduğu için ya da kas kuvveti onunkine yetemediği için yeniliyordu. Rakibi olan bekçinin atikliği gözle görünür bir şeydi. Kas kuvvetini de şu ana kadar mağlup ettiği rakiplere göre oldukça iyiydi. Fakat hâlâ bir şeylerin eksik olduğu aşikârdı. Başbekçi'nin farklı bir tekniği vardı. Ne olduğunu çözemezken o an gözüme takılan bir şey oldu. O da Başbekçi'nin benim yaklaşık iki maç öncesinde fark ettiğim çok ince bir hamleyi fark etmiş olması ve oraya saldırmasıydı. İşte o an bazı şeyler oluştu kafamda.

İki maç öncesinde siyah saçlı bekçide fark ettiğim şey kendisinin tek amacının sağ dirseğini kullanmaya çalışmasındaydı. Bunu toplamda dört kez denemişti. Sağ dirseğini bulduğu birkaç fırsatta gözle görülmeyecek bir şekilde çok az da olsa havalanmıştı. Bu ise onun dirseğiyle olan bir tekniğinin olduğuydu. Bunu ancak gözlem yeteneği oldukça iyi olanlar fark edebilirdi. Az önceki saldırıda Drach, kılıcını bekçinin sağ dirseğinin olduğu yöne doğru yapmıştı. Üstelik bekçinin dirseğini kaldıracağını öngörerek ki bunda da yanılmamıştı. Bekçi kılıcını, Drach'in gövdesine doğru salladığı her anda dirseğini hava kaldırmaya çalışmıştı. Drach bunu fark etmiş ve bekçinin dirseğine sallamıştı.

O an kendi yansımamı gördüm onda. Dışarıdan tıpkı benim gibi soğuk görünüyordu. Tıpkı benim gibi her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözlemliyordu. Savaş konusunda iyi olduğu aşikârdı. Kol gücü ve atikliği zaten onu Başbekçi olabilme yoluna sokabilmişti anlaşılan. Üstüne gözlem gibi büyük bir yeteneğe sahip olmasıyla da Kor Alevin Bekçisi olmuştu.

Bu maçın kazananı kafamda belirlemişti. Yine o kazanacaktı. Kor Alevin Bekçisi...

Tam da tahmin ettiğim gibi oldu.

Drach son hamlesi olarak bekçiden geri çekildi. Geri çekilmesiyle kendini yere atması bir oldu. Yerde kayarak bekçinin bacaklarına sert bir tekme atınca bekçi dengesini kaybettiği gibi yere düştü. Ve tam o an Drach yere düşüp sürüklenmesini, anlayamadığımız bir hızda bitirerek dizlerinin üzerine çıktı ve kendi etrafında dönüp kılıcını yerde yatan bekçinin tam da kalbinin üzerinde tuttu. Kılıcın ucu, bekçinin kalbinin üzerine doğru tutulunca bekçi nefes nefese Drach'e baktı. İkisi de nefes nefeseydi ve her yerleri yara bere içinde kalmıştı. Bir süre kalabalıktan bir ses çıkmadı. Ardından müsabaka sorumlusu bekçi avazı çıktığı kadar kazananı açıkladığında bütün kalabalık birbirine girdi.

"BAŞBEKÇİ!" dedi müsabakadan sorumlu bekçi. "Kor Alevin Bekçisi ve de bekçilerin Başbekçisi! Kazanan Drach Farringhton!"

Kalabalık onu coşkuyla alkışlamaya başladı. O an göz ucuyla Chris'e baktım. Chris son hareketinden sonra bütün benliğini yitirmiş gibiydi. Şok içinde Başbekçi'ye bakıyordu. Aklında onunla düelloya tutulmak varken şu an tek düşündüğü şey bu Bekçinin nasıl bu kadar iyi olduğuydu. Sırıtarak başımı yere eğdim.

"Hâlâ çıkmakta ısrarcı mısın?" diye sordum mırıldanarak. Chris'in burnundan soluduğunu duyunca keyifle gülümsedim.

Kral beklentiyle Chris'e döndü. Onun müsabakaya çıkmak istediğini biliyordu. Chris'in bozulmuş suratını görünce kralın yüzü düştü. Hayal kırıklığıyla önce Chris'in bozulmuş suratına sonra da hiçbir şey oynadığı düğme kadar bile umurunda olmayan Caleb'a baktı. Sonra da ikizlerin beraber sohbet edişlerine. O an içimden bir şeyler kopup gitmişti. Kral gerçekten büyük bir üzüntü yaşıyordu.

Bunca zamandır oğullarının her daim yanında olmuştu. Bir kez bile onlara sesini çok fazla yükseltmemişti. Onları en iyi şekilde yetiştirebilmek için birçok eğitmenle büyütmüştü. Fakat şimdi emeklerinin karşılığını alamamanın verdiği hayal kırıklığı vardı gözlerinde. Bir eğlencede bile arenaya eğlencesine çıkarabileceği bir oğlu yoktu. O potansiyeli oğullarında göremiyordu. Dört oğlu da bambaşka diyarlardaydı.

Üzüntüyle kralın önüne dönüşünü ve Başbekçi'ye bakışını gördüm. Başbekçi'yi sevmişti. Onun gücüne hayran kaldığı belliydi. O güce karşılık kendi oğullarından birini çıkaramasa da o gerçekten Başbekçi'yi sevmişti.

Gözlerim önce arenaya döndü. Rakibini kaldıran Başbekçi'ye baktım önce. Sonra gözlerim müsabaka görevlisinde dolandı. Elindeki bir kese altınla Başbekçi'ye ödülünü vermeye gidiyordu. Ardından Chris'e döndüm. Öfkeli bakışlarla Drach'e bakıyordu. Caleb hâlâ kucağında düğmeyle oynuyordu. İkizler kendi aralarında konuşuyorlardı. Kraliçe ise bütün bu gerginliğin arasında mutluluk saçıyordu. En sonunda gözlerim Marlon'a kaydı. Marlon karşımda ve benden uzak olmasına rağmen dimdik bana bakıyordu. Ve işte o an ondan tam da beklediğim gibi bir tepki geldi. Marlon başını tek celsede salladı içimi, gözlerimde görerek onay verir gibi. İşte buna keyifle gülümsemiştim. Zihnimi okumuş ve bunu onaylamıştı. En iyi ve en sadık dostum aklımdan geçen şeyi onaylamıştı ve ben de onun onayıyla birlikte ayaklanmıştım.

Ayaklanmam tahmin ettiğim gibi kimsenin umurunda olmadı. Normal bir bekçi kadar bile değerim olmayan insanların gözünde bir gölgeden farksızdım. Herkes görüyordu ama başını çevirip bir kez bile bakmıyordu.

Kalabalığın arasından sıyrıldım ve emin adımlarla merdivenlerden arenaya doğru inmeye başladım.

Adımlarım sert ve kendinden emindi. O anki cesaretimi neye borçluydum bilmiyordum. Yalnızca içimdeki sesi dinliyordum. Gözlerim tek bir şeyi arıyordu. Aklımdan tek bir şey geçiyordu ve ayaklarım tek bir yere gidiyordu.

Arenanın sarı kumlarına ayak bastığımda gülümsedim. Yukarı doğru uzanan oturma yerlerine baktığımda ailemi görebilmiştim. Kralın hâlâ asık suratıyla Başbekçi'nin ödülüyle seyircileri selamlamasını görmüştüm. Ve işte o an... Beni kimse durduramazdı.

"Kor Alevin Bekçisi!"

Sesim bütün bir kalabalığın arasında yayıldı. Herkes bakışları arenanın girişinde mor elbisesiyle bir hanımefendi gibi duran bana döndü. Ellerim tıpkı bir prenses gibi önümde birleşmiş olsa da içimdeki canavar her an bu elleri kırıp kendini göstermek istiyordu.

Ailemin gözleri birer birer beni buldu. Prenses Dione kocaman olmuş öfkeli gözlerle bana bakıyordu. Ona çok bakmadan bakışlarımı Chris'e çevirdim. Chris kafası karışmış bir şekilde yanındaki boş yere baktı önce. Onun yanından kalkıp gittiğimi bile fark edememişti. Caleb ise elindeki düğmeyi sonunda bırakmıştı. Doğrudan bana bakıyordu ve yüzünde şaşkın bir gülümseme duruyordu. İkizler yüzlerindeki şaşkınlığı attıktan sonra bana ellerini kaldırarak selam verdiler. Onlara gülümsedim. Annem ve babam... İkisi de bana öyle bakıyorlardı ki... Annemin gözlerindeki endişe ne kadar baskın basıyorsa, babamın gözlerinde öfke de o kadar ağır basıyordu. Gözlerimi onlardan hızlıca çektim ve bana şaşkın bir şekilde bakan şövalye kıyafetleri içerisinde olan Drach'e döndüm.

"Buyurun Majesteleri..." dedi tereddütle. Gülümsedim ve arenaya doğru yürümeye devam ettim.

Arenanın ortasında durdum ve müsabaka sorumlusu bekçiye döndüm. Bekçi kafası karışmış bir halde bana bakarken ona gülümsedim ve kemerine doğru uzandım. "İzninle sevgili bekçim..." diye mırıldandım ve kılıcını sesli bir şekilde kemerinden çıkardım. Kılıcını çıkardığım gibi gözlerimi kılıcın yansımasında gezdirdim. Şu an korkmam gerekiyordu fakat ben bir an olsun korkmuyordum. Üzerimdeki bu deli cesaretim nereden geliyordu bilmiyordum.

Bakışlarımı kılıçtan çektim ve kılıcın üzerinden sert bir nidayla Başbekçi’ye baktım. Çenemin ucuyla kendisini işaret ettim. "Benimle de bir kılıç düellosu yapmanı istiyorum sevgili bekçim."

"Rosemarry!" diye bağırdı hemen Kraliçe. Bakışlarım çok kısa süreliğine ona döndü. Ona güven verircesine döndüm ve gözlerimi yumdum. Gözlerindeki telaş her an akıp gidecek gibiydi.

Başbekçi'nin bakışları derinleşti. Gözlerinin içerisinde bu teklifime oldukça hayran kalan biri var gibi görünse de gözlerinin önüne siper olan şey endişesiydi. Zira karşısındaki kişi normal bir bekçi değildi. Kralın soyundandı. Kralın tek kızıydı. Bütün bekçilerin öldürebilmek için ağzının suyunun aktığı kişiydi.

Ağır ağır bana döndü. Yanında duran bekçiye elindeki kazandığı altın kesesini uzattı. Adımlarıyla arenanın ortasına ilerleyince imayla gülümsedim. Tam karşımda durduğunda işte o an herkes neler olacağını merakla izlemeye başlamıştı. Göz ucuyla Marlon'a baktım. Heyecandan ve gururdan yerinde duramıyordu. Gülümsedim.

"Fakat Majesteleri..." dedi ve ekledi. "Bu doğru olmaz."

"Emrime karşı mı geliyorsun sevgili bekçim?" dedim hemen ardından. Üzerimdeki özgüveni çözememişti. Bu ise beni daha da keyiflendirmişti. Drach baştan aşağı beni süzdü garipseyerek.

"Asla Majesteleri." dedi kendini savunarak. Hemen ardından bakışlarını krala çevirdi. Sanki ondan onay bekler gibi. Bunu elbette yapmak hakkıydı bu yüzden sıkıntı çıkarmadan anlaşmalarını bekledim. Kral, Drach'e öylece bakıyordu. Gözlerinde çaresizliği görünce hayal kırıklığına uğramıştım. Kralı mutlu etmek için indiğim bu arenada onun benden utanması gerçek olabilir miydi?

Kral önce etrafındaki kalabalık bekçilere baktı. Sonra da Drach'e. Gözlerindeki çaresizliğin tek bir sebebi vardı. O da benim yenileceğime kesinlikle emindi. Benim yenilmem ve halihazırda benden nefret eden bekçilerin ağzına laf verecek olmasıydı. Eğer izin vermezse ve beni arenadan aldırtsa da bu yine insanların ağzına laf olacaktı. Babamın bunları düşünüyor olması beni çok büyük bir boşluğa atmıştı. Oğullarına attığı o beklentili bakışlar üzerime bir kez bile değmemişti. Benden utanıyordu ve buraya onun için her şeyi göze alarak çıkmama bile gururlanmak yerine benden tam anlamıyla utanıyordu.

Öfkeyle yutkundum ve gözlerimi yumdum. Önümde bağladığım ellerimi sertçe sıktım. Drach hâlâ onay bekler gibi Kral’a baktığında sıkıntılı bir nefes aldım ve onun cevabını hiç beklemeden arkamı döndüm. Arenanın diğer ucuna geçtim ve ayaklarımdaki babetlerimi çıkarmaya başladım. Ellerimle yanıma bir bekçinin gelmesini işaret ettim. Drach şaşkınlıkla beni izlerken bütün bu gerginliğin son bulmasını istiyordum. Yanıma çağırdığım bekçi yanıma gelince onun ayaklarının yanına babetlerimi çıplak ayağımla itekledim. Ellerimle boynumdaki kolyeye uzandım ve kolyemin kancasını tek celsede çıkarıp yanımda duran bekçiye uzattım. Dirseğime kadar uzanan mor tüllü eldivenlerimi ağır ağır çıkardığımda göz ucuyla Drach'e baktım. Merakla beni seyrediyordu. Bir gözü hâlâ Kral’daydı. Umursamadım ve bileğimdeki takıları çıkarmaya başladım.

Sıra parmaklarım arasındaki siyah yüzüğe gelince duraksadım. Yüzüğe baktım. O olduğu zaman kendimi iyi hissediyordum. Fakat yine de dikkat çekmemesi adına onu da çıkardım ve bekçinin avucuna bıraktım. Kulağımda sallanan ağır mücevherli küpeleri çıkardım ve bekçinin takılarımla dolmuş avucuna bıraktım. Son olarak kafamda duran küçük tacı da çıkardım. Saçlarımı tacı çıkarmamla hızla savurdum ve yere bıraktığım kılıca uzandım. Elimdeki tacı da bekçiye verdikten sonra elimdeki kılıcı sertçe çaprazıma doğru salladım. Drach yutkunarak bana baktı. Korkuyordu. Benimle düelloya girmekten korkuyordu.

Son kez krala döndü. Kral en sonunda çaresizce izin verdiğinde ise yavaşça kendi kılıcıyla arenanın diğer ucuna adımlamaya başladı. Heyecanlanmıştım. Üzerindeki şövalye kıyafetleri vardı. Benim ise mor bir elbise... Bu savaş ne kadar tuhaf olabilirdi bilmiyordum.

Drach nihayet arenanın diğer ucuna yerleşti ve kılıcını çıkarıp karşımda beklemeye başladı. Arena öyle büyüktü ki onu görebilmek için keskin gözlere ihtiyaç vardı. Neyse ki buna sahiptim.

"Kendin ol sevgili bekçim." diye bağırdım arenanın diğer ucuna doğru. Drach dikkatini bana verince devam ettim. "Şu anda karşındakinin cinsiyeti ya da soyunu unut. Ben senin rakibinim. Bana rakibinmişim gibi davranacaksın."

"Majesteleri..." diye itiraz etmeye kalktığında sertçe sözünü kestim.

"Benimle diğerleri gibi savaşacaksın Başbekçi." dedim ve yine aynı sert ses tonumla ekledim. "Sana emrediyorum."

Bir kez daha bakışları Kral’a kayınca işte bu kez öfkeyle ona seslendim.

"Emrime itaatsizlik mi ediyorsun?" diye bağırdığımda başını anında bana çevirdi. Gözlerimi kısarak başımı yana yatırdım ve cevabımı bekledim. Drach çok geciktirmeden derin bir nefes eşliğinde cevabını verdi.

"Hayır Majesteleri."

Memnuniyetle gülümsedim.

En sonunda kendisi gibi olup karşımda durunca heyecandan kalbim yerinden çıkacaktı. Herkes buradaydı. En soylu aileden en adı anılan ailelerine kadar... Bu zamana kadarki bütün savaşçı bekçiler, yüzüğü olan bekçiler, ailem... Her biri buradaydı ve beni izliyordu. Benim hayatı boyunca bir kez bile yenilgisi olmayan bir bekçiye kafa tutuşumu izliyordu. Heyecanım çoktu fakat yine de içimdeki deli kan öylesine sızıyordu ki damarlarıma... İşte o an kendimi bambaşka biri gibi görüyordum. O deli kan bir anlığına uğruyordu ve o beni ben yapıyordu.

Müsabakadan sorumlu bekçi ortaya geçti. Arenanın ortasında üzerinde sembolümüz olan siyah ve beyaz renklerindeki bayrağı sallamaya başladı. Derin bir nefes aldım. "Taraflar hazırsa üç deyince başlasın. Bir, iki..." O an gözlerim son kez Marlon'a kaydı. Bana tek destek olan ve beklentiyle bakan oydu. Çünkü gerçek beni sadece o biliyordu.

"Üç..."

Müsabaka başladığı anda ikimiz de yavaş hareketlerle birbirimize yaklaşmaya başladık. Drach ile olan yavaş adımlarım, arenanın ortasına kadar gelince kılıcını ilk doğrultan o oldu. Üzerime doğrulttuğu kılıcı sertçe üzerimden savurduğumda şaşırdı. Bu kadar kuvvetli olmamı beklemiyordu anlaşılan. Beş duyumun da onlara nazaran daha keskin olacağını bilseydi ne yapardı acaba?

Bir kez daha kılıcıyla beni teyit ettiğinde sıkılmışçasına gözlerimi devirdim. Bütün bir mücadeleyi böyle elinde kılıç tutmayı yeni öğrenen çocuklar gibi geçiremezdim. Sıkıntıyla ona sert bir hamlede bulunduğumda beklediğim gibi hızla geri çekildi. Bu kez şaşıran bendim. Yukarıda izlediğime nazaran sahada gerçekten de fazlasıyla çevikti. Bunu lehime çevirmeliydim.

En sonunda beklediğimi bana vererek üzerime kılıcıyla birden saldırmaya başlayınca hızla onu gözlemlemeye başladım. Kılıcını savurarak üzerimden savurduğumda bazı bekçilerin beni küçümseyen sözlerine tanık oldum. Kulak asmadım ve bütün odağımı Başbekçi'ye kestim. Ona karşı mağlup olamazdım. Bu arenaya çıktıysam onu yenmeden gitmeyecektim buradan.

Bir süre onun çevik ataklarıyla onu çözmeye çalıştım. Az önceki savaş tekniğinden oldukça bağımsız teknikleri vardı. Onunla bir ortak noktamızı daha bulabilmiştim. Savaş tekniklerimiz birden fazlaydı.

Onda gözlemlediğim en belirgin nokta saldırılarını gövdem ve başım üzerinde gerçekleştirdiğiydi. Bu iki yer arasında dönüp duran bir tekniği vardı. Bu tekniği daha önceden biliyordum fakat buna karşılık nasıl bir cevap verileceğini bilmiyordum.

Göz ucuyla Marlon'a bakabildim. Marlon ellerini birbirine kenetlediğinde aydınlanmış bir şekilde ona baktım. Bu benim kendi bulduğum bir teknikti ve bunu Marlon'dan başkası bilmiyordu. Kapan Tekniği...

Kapan Tekniğim için onu biraz daha gözlemlemeliydim. Boş bir anını kollamaya çalışsam da o sürekli gövdeme kılıcını fırlatıyordu. Diğer bir yandan az önceki bekçiye yaptığı gibi ayaklarıma sürüklenmemesi için ayaklarımıza da bakıyordum. Dikkatim her yerdeydi. Kılıç darbelerini sürekli savunmayla geçiştirdiğim için bekçiler sıkılmıştı.

Bir süre daha Drach'in darbelerini savunmayla defettikten sonra onun bu çevikliğini kendi lehime çevirerek Kapan Tekniğimi uygulamaya karar verdim.

Drach bir kez daha kılıcını göğüs kafesimin olduğu kısma salladığında kılıcımı hızla oraya götürdüm. Kılıçlarımız havada çarpıştığında birbirimizle göz göze geldik. Herkes benim korkak bir savaşçı olduğumu zikrederken içimde patlamayı bekleyen öfke bir anda kendini gözlerimde belli etti. Bakışlarımı çatık kaşlarla bakan Drach ise benimle o an ilk defa tanışıyordu. Birden çakışan kılıçlarımızı ayırmadan kendi gücümü kullanarak onun kılıcına baskı yapmaya başladım. Gücüme başta şaşırmıştı şimdi ise gücümün şaşkınlığına daha da şok oluyordu. Dirense de manasızdı.

Büyük bir güçle kılıcıma bastırarak onun kılıcını indirmeye çalıştım. O bu küçük güç gösterisi oyunuma kanmış olmalı ki tek isteği kılıcımın altında kalmamaktı. Onun beklemediği ve kendini kaptırdığı bir anda çevik bir hareketle kılıcımı ondan ayırdım. Aşağı doğru hafifçe savrulduğunda ise dikkatini hızla gövdemden çekebilmek adına bacaklarına doğru salladım kılıcımı. Drach bacaklarına savrulan kılıcı önlemeye çalışırken bir anda kimsenin beklemediği bir şekilde sağ bacağımı sertçe havaya kaldırdım. Bacağımı oldukça ensek bir hareketle Drach'in çenesine kadar kaldırıp çenesine oldukça sert bir tekme indirdim. Bunu yaptığım esnada Drach'in kılıcı bacağımı kesmişti fakat umurumda bile değildi. Benim korkak olduğumu birbirlerine anlatan bekçiler sessizliğe gömüldüğünde arkaya savrulan Drach'e baktım ve keyifle gülümsedim. Drach çenesini tutarak benden uzaklaşırken kılıcını kaldırıp gelmemi engellemeye çalışıyordu fakat bu mümkün değildi.

Ona son darbemi yapmak için hızla harekete koyuldum. Bütün dikkatini acısına toparladıktan sonra hızla koşarak onun arkasına geçtim. Tam bana arkasını dönecekken sertçe dizlerine bir tekme geçirdim. Tekmemle birlikte dizleri bükülürken diz çökmesi için bir tekme daha indirdim. Gözlerimin önünde dizlerinin üzerine çöktüğünde bütün bu olanlara anlam veremiyordu. Onlara nazaran hızlı koşuşumu, bilek kuvvetimin yine onlara nazaran daha güçlü olması... Bütün bunlara bir anlam bulamazken kılıcımın yay gibi kalan keskin olmayan kısmını boynundan geçirdim. Boynundan geçirdiğim kılıcımın ucunu tuttum ve kafasını kendimle kılıcımın arasında sıkıştırdığımda sertçe kendime doğru asıldım. Kıvrılan bacaklarının üzerine kendi bacağımı koyarak baskı yaptığımda ise her şey bir anda olmuş ve her şey bir anda bitmişti.

Gözlerimi müsabakayı kontrol eden bekçiye çevirdim. O ise şaşkınlıkla elindeki bayrağı havaya kaldırmayı bile unutmuştu. Gözlerim o an kalabalığa da kaydı. Tüm nefesler tutulmuş ve tüm gözler bir yaratık görmüşçesine bana çevrilmişti. Kralın baştaki utanç dolu bakışları kaybolmuş ve şok içinde kalan gözleri üzerimde dolanmaya başlamıştı. İkizler ise birbirlerine bakarak yaşadıkları şeyin gerçekliği hakkında konuşuyordu. Chris ve Caleb, dik oturuşları ve açık ağızlarıyla birlikte gülümsememi sağlıyorlardı. Gülümseyerek Marlon'a döndüm bu kez. Bana başardığımı belli eden kocaman bir gülümseme hediye ettiğinde keyiften dört köşe olmuştum.

Yırtılan mor elbisem, yüzüme aldığım birkaç kılıç darbesinin oluşturduğu sıyrıklar ve bacağımdaki kesik umurumda bile değildi. Tek isteğim şu an bekçilerin, tüm bekçilerin bana karşı olan bakışlarının değiştiğiydi. Ki öyle de oldu...

Hepsi içimden çıkan canavara bakakaldılar. Tek kelime bile edemediler ve öylece Başbekçi'yi alt edişimin şokunu atlatamadılar.

Müsabakadan sorumlu bekçi hiçbir tepki vermediğinde artık bu pozisyonda kalmaktan rahatsız olduğum için kollarım arasındaki nefes nefese kalmış bekçiyi bıraktım. Başbekçi kollarımdan ayrıldığı gibi elleriyle çenesini tuttuğunda onun önüne geçtim ve sol elimi ona uzattım. Drach önce elime sonra da bana baktı. Yenilgiyi kaldıramadığı, hırstan kararmış gözlerinden anlaşılıyordu. Benden asla böyle bir şey beklemiyordu. Bu çok açıktı. Gözlerinde şaşkınlık ve hırs dans ediyordu. Ben ise ona en samimi gülümsememle elimi uzatıyordum.

Drach öfkeyle uzattığım elime uzandı. Onu yine şaşıracağı bir güçle kendime doğru çekip kalkmasına yardım edince Drach şaşkınlıkla ellerimize bakmaya başladı. Ellerimin üzerinde ellerini gezdirip bunun nasıl mümkün olabileceğini kendi kendine sorgularken söze girdim.

"İyi müsabakaydı sevgili bekçim." dedim nefes nefese. "Tebrik etmeliyim."

Dach sert bir şekilde yeşil gözlerimi bakınca elini bıraktım ve kılıcımı arkamda duran sorumlu bekçiye uzattım. Bekçi titreyen elleriyle elimden kılıcı alınca gülümseyerek yırtılan elbisemle yürümeye başladım.

Arenanın kapısının olduğu yere yürürken arkamda hissettiğim adım sesleriyle gülümsemeye başladım. Anlaşılan bu bekçi beklediğimden daha da hırslıydı.

Hafif bir hareketlilik ile kulaklarım titrediğinde ellerimi cebimdeki hançerime götürdüm. Duymayacağımı sandığı adım sesleri her yaklaştığı an hançerimi biraz daha sert kavradım. En sonunda kimsenin beklemediği bir anda sertçe arkamı dönüp cebimden çıkardığım hançerimle üzerime savrulan kılıcı sert bir darbeyle Başbekçi'nin ellerinden uzaklaştırdım. Kılıç aramızdan savrulup havada döndü ve en sonunda kuma sert bir şekilde saplandı. Ben ise gülümsememi yitirir bir şekilde bana az evvel müsabaka bittiği halde saldırmaya çalışan Başbekçi'ye doğru hançerimi uzattım ve boynuna dayadım. Ardından ona yaklaştım ve fısıldamaya başladım.

"Sana bir şey söylemeyi unutmuşum sevgili bekçim." dedim büyük bir sır veriyormuşum gibi. Bu çok büyük olmasa da bir sırdı. Onun da öğrenmesini istediğim bir sırdı. "Her bir duyum sizinkilerden daha keskin. Reflekslerim de keza böyle. O yüzden bana dokunman biraz zor." Drach nefes nefese kalan öfkesiyle beni seyrederken ben devam ettim. "Ağabeylerimin aksine ben çocukluğumdan beri ne kılıcı ne de hançeri elimden düşürmedim. Böyle basit numaralar bana işlemez." dedim az evvel yaptığı şeyi anımsatarak. Gözlerindeki ela karardı. Ben ise bundan haz duydum.

"Sana bir şey daha emredeceğim." dedim gözlerimi kısarak. Drach burnundan soluyarak bana baktığında alaycı bir imayla ekledim. "Kazandığım altınları kasabadaki çocuklara ve öksüzlere dağıtacaksın. Sana güvenebilir miyim?"

Yüzünde öyle bir ifade vardı ki... O an onun da tıpkı benim gibi ilk günleri anımsadığını düşündüm. Beni aşağılayıcı ve küçük görüşünü anımsadım. O da anımsadı. Buna emindim. Çünkü o gün gözlerime bakan ela gözler küçümseyiciyken şimdiki ela gözlerin içinde hayret duruyordu. Yanılgısının kanıtı bundan başka ne olabilirdi?

"Emredersiniz Majesteleri." dedi bıkkın bir sesle. Gülümseyerek hançerimi boynundan çektim ve çevik bir hareketle hançerimi elimde çevirdim. Bu hareketimi dikkatle izledi. Hançerimi çevirdikten sonra elbisemin arasına sıkıştırdım ve son kez ona baktım.

"Güzel." dedim ve arkamı döndüm bir kez daha. Bu kez arkamdan adım sesleri gelmedi. Sessizlik uzun sürerken en sonunda müsabakadan sorumlu bekçinin coşku dolu çığlığını işittim.

"Kazanan Prenses Rosemarry Finch! Kral Alaric Finch ve de Kraliçe Amara'nın yegâne kızı! Hırçın Dalgalı Deniz'in Bekçisi!" dedi birden. Bu lakapla birlikte adımlarımı durdurup arkamı döndüm. Gülümsemem yüzümde yayılınca bunun gerçek olup olmadığını düşündüm bir süre.

Lakaplar yüzüğü olan bekçilere verilirdi. Benim bir yüzüğüm yoktu. İşin tuhaf kısmı bu lakaba sahip olan bir yüzük de yoktu. Bu lakap benimdi. Bana özeldi. Hırçın denize benzediğimi babam her fırsatta dile getirirdi. Tıpkı onun dalgaları gibi hırçın ve güçlü olduğumu söylerdi. O dalgalar arasında hayat bulduğu eşsiz bir denizdim ben babamın gözünde. Oysa şimdi... Şimdi herkesin gözünde o Hırçın Deniz'dim ben. Hırçın Dalgalı Deniz'in Bekçisiydim!

Gururla arkamı dönüp arenanın çıkışına doğru ilerledim. Bu geçici lakabımın verdiği keyifle sırıtarak arenanın çıkışına ilerlediğimde kapıda beni bekleyen endişeli kraliçeyi görünce yüzümdeki gülümseme soldu. Kraliçe gözleri dolmuş bir şekilde beni bekliyordu. Geldiğimi görünce hızla yanıma koştu ve üzerime eğildi.

"Rosemarry!" dedi ve elleriyle önce yüzüme sonra da kollarıma baktı. Kollarımdaki ve yüzümdeki yaraları görünce bekçilere bağırdı. "Tanrım, bir hekim çağırın. Derhâl!"

"İki hekim çağırın sevgili bekçilerim." dedim hemen büyük bir keyifle. "Zira benim kadar yara alan biri varsa..." dedim ve arkamı dönerek Drach'e bakıp gülümsedim. "... o da rakibimdir."

"Rosemarry..." dedi Kraliçe kıyamayan bir ses tonuyla. Bakışlarımı ona çevirdim. Öyle endişelenmişti ki her an ağlayabilirdi. "Ah tatlım, her yerin kan içinde! Saraya girelim."

"Ben iyiyim Majesteleri." dedim güven verircesine ve ellerini tuttum. "Fakat elbisem için aynısını söyleyemeyeceğim. Kendisi fazla hırpalandı." deyip bacağımı havaya kaldırdım. Bacağımı havaya kaldırmamla elbisem biraz daha yırtılınca yaramaz bir çocuk gibi gülümseyerek kraliçeye baktım.

"Rosemarry inan şu an elbise en son umurumda olan şey bile değil." dedi ve koşarak ellerinde bezlerle yanımıza gelen Julia'ya döndü. Julia'nın uzattığı bezleri aldığı gibi hızla yüzüme tutmaya başladı. "Teşekkür ederim Julia. Biraz daha bez getir."

"Şu an acımaya başladı işte." dedim bezi sıkıca bastırdığı için. Kraliçe bezi çekti ve bu kez nazik bir şekilde bastırmaya başladı. Gülmeye başladım.

"Tanrım ben seninle ne yapacağım?" dedi yüzümdeki kanları silerken. "Arenaya çıkmak da ne demek?"

"Erkek kardeşlerimde o hevesi göremedim. Kralın yüzünün düştüğünü gördüm. Ben de onların görevini üstlendim. Her zamanki şeyi yaptım yani." diye açıklamaya başladığımda kraliçe aniden öne eğildi ve fısıldamaya başladı.

"Burada böyle konuşma Rosemarry, lütfen." dedi yalvarır gibi. Bekçilerin duymasından korkuyordu.

"Pekâla Majesteleri." dedim onu daha fazla zor durumda bırakmamak için.

Kraliçe yüzümdeki yaraları temizledikten sonra doğruldu. Hekim kadın koşarak yanımıza geldiğinde Kraliçe hızla konuşmaya başladı. "Yaralarına pansuman yapın. Birazdan geleceğim bir tanem. Önce Kral’a senin durumun hakkında bilgi vermeliyim."

"Gayet iyiymiş deyin Majesteleri." dedim ve alayla ekledim. "Hatta beni ava çıkarabileceği fikrini de sunmaktan çekinmeyin lütfen. Zira az evvel yenilgisi olmayan birine ilk yenilgisini yaşattım."

"Hâlâ av diyorsun Rosemarry..." dedi Kraliçe inanamaz bir sesle. Gülmeye devam ettim. Bugün keyfim kolay kolay bozulamazdı. "Yüce Tanrım sen bana yardım et! Bu deli kızı nasıl zapt edeceğim ben?"

Gülmeye devam ettiğim sırada Kraliçe’yle göz göze geldik. Bana onaylamaz bir şekilde bakıyordu ama bir yandan da kıyamıyordu. En sonunda gardını indirerek kolumdaki oluşan yaraya uzandı ve sıcak bir öpücük kondurdu. Onun anne yüreğine her defasında hayran kalıyordum.

"Odasına götürün. Dinlensin." dedi ve son kez bana bakarak yanımızdan ayrıldı.

Hekim kollarımdaki yaraları temizlerken hala çıldırmış gibi gülüyordum. Az önce yaptığım şeyler aklıma geldikçe heyecandan havalarda süzülüyor gibiydim. Az önce hiç yenilgisi olmayan bir bekçinin ilk yenilgisinin oluşmasını sağlamıştım. Ben onu yenmiştim. Ben Başbekçi'yi yenmiştim. Kor Alevin Bekçisi’ni alt etmiştim. Drach'i yenmiştim!

O an aklıma sabah gelecekteki kendime düştüğüm o not gelmişti.

'Güçlü ol Rosemarry... Seni deviren kişi yalnızca kendin olacak kadar güçlü ol...'

Loading...
0%