Yeni Üyelik
11.
Bölüm

BÖLÜM 9: MÜCADELE

@duskusu_mona

 

BÖLÜM 9: MÜCADELE

 

"Hâlâ inanamıyorum." Marlon odamın ortasında yuvarlaklar çizerek yürüyor ve sürekli şaşkınlığını dile getirmekle meşgul oluyordu. Hekim kadın yüzümdeki yaraları ıslattığı bez ile temizlerken ona hiçbir cevap veremiyordum. Yüzümü gerdiğim an kesik yerlerden kan sızıyordu. "Sen onu yendin!"

Gözlerimi ağır ağır kapatıp açtım. Sanırım bütün gün bunu söyleyecekti ve durmaya da niyeti yoktu.

Hekim kadın yüzümü beziyle temizledikten sonra kaba doldurduğu suyun içerisine kana bulanan bezi bıraktı. Getirdiği birkaç kutunun kapağını açtı. Keskin bir koku burnuma süzüldüğünde yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. Kutunun içinde ölü bir kurbağa olabilir miydi? Zira bu koku leş kokusundan başka bir koku olamazdı.

"Ne var onun içerisinde?" diye sordum yüzümü germemeye çalışarak. Hekim kadın duraksadı ve yüzüme baktı. Hiçbir şey söylemeden içine sabır çeker gibi bir nefes çektiğinde çenem kasıldı. Bir soruma bile yanıt veremeyecek kadar beni görmüyordu.

Marlon, "Duyularında bir sorun mu var bekçi?" diye sorduğunda yönüm ona döndü. Hekim kadının suratı asıldığında Marlon devam etti. "Biz bekçileri bekçi yapan şey keskin duyularımızdır. Bir bekçi değil misin yoksa?"

"Bekçiyim." dedi hekim kadın garipser bir şekilde. "Dikkatimi işime vermiştim, duymamışım." dedi ve bana döndü. "Bağışlayın."

"Sen çık." dedi Marlon bu kez. "Başka bir hekim gönder." Hekim kadın kaşlarını çatarak Marlon'a baktı. Elindeki eşyaları getirdiği tepsiye sertçe bıraktı. Kaşlarım çatık bir şekilde onu izliyordum.

"Sen kimsin de bana emir veriyorsun saygısız bekçi?" dedi hekim kadın. Gözlerimi kısarak onu izlemeye devam ettim. Gözleri Marlon'a onu her an yok edecekmiş gibi bakıyordu. Başımı dikleştirip ona üsten baktım.

"Bu odada saygısız biri olduğu aşikâr sevgili bekçim..." diye söze girdim. Hekim kadın meraklı bakışlarını bana çevirdiğinde acımasızca ekledim. "Lakin o benim sağ kolum olan bekçim değildir." diye ekledim. Hekim kadının bakışları büyüdüğünde dişlerimin arasından bir fısıltı gibi konuştum onunla. "Kim olduğunu bilmek ister misin?"

Hekim kadının dişlerini sıktığını gördüm. Dudaklarımı hafifçe yukarı kıvırarak gülümsedim ve yönümü Marlon'a döndüm. Marlon, onu ezdirmediğim için bana minnet dolu bakışlar atıyordu. Yönümü bir kez daha hekim kadının tarafına çevirdim ve sert bir şekilde az önce tepsisine koyduğu ilacı gözlerimle gösterdim. "Ne var onun içinde?"

Hekim kadın yutkundu. Hemen ardından başını hafifçe eğerek açıklamaya başladı. "Çay ağacı ve nane yağı var prenses..." dedi ve ekledi. "Yaralarınızın iltihap kapmaması için hazırlandı."

"Güzel. Çık şimdi. Başka bir hekim bekçi gönder bana."

Hekim bekçi öfkeyle başını kaldırıp bana baktığında itaat etmeyeceğini düşündüğümü belli eder bir şekilde tek kaşımı kaldırdım. Hekim bekçi derin bir nefes aldı ve eşyalarını toplamaya başladı. Araya girdim. "Eşyalar kalacak." dedim net bir sesle. "Sen gideceksin."

Hekim kadın başını yeniden yere eğerek dudaklarını araladı. "Bağışlayın fakat..." dedi ve ekledi. "Benim vazifem sizi iyileştirmek. Bu emri bizzat kraldan aldım. Beni ancak ve ancak o gönderebilir bu odadan."

Cesaretine karşılık hayret dolu bakışlar attım ona. Etkilenmiş bir şekilde kaşlarımı havalandırdığımda göz ucumla Marlon'ın maruz kaldığım bu duruma ne kadar şaşırdığını gördüm. Ona hep başıma gelenleri ve bana nasıl bir tavır takındıklarını anlatırdım. Gözleriyle görmesi onu daha da şaşırtmıştı.

Bugün yaşanan şeyden olduğunu düşünmediğim, az önce yaşananlardan olduğuna kanaat getirdiğim bir ağırlığın üzerime çöktüğünü hissettim. Her an deli cesaretiyle esip parlamamı engelleyecek bir ağırlıktı bu. Öfkemi yansıtmadan sahici bir gülümsemeyle hekim kadına döndüm.

"Yabancılık çekeceğini sanmıyorum sevgili bekçim zira sana bu emri veren kralın, kızı tarafından git emrini aldın." dedim ağırbaşlılıkla. "Başka bir itirazın yoksa gidebilirsin."

Hekim kadın suratıma baktı. Tek bir ses bile çıkarmadan ne diyeceğini bilmeden birkaç adım geriledi. Son kez Marlon ile bana baktı. Sonra da hızlı adımlarla kapıdan çıkıp gitti. Gidişiyle birlikte bakışlarım yere düştü. Marlon'ın adımlarını işittim. Yavaş adımları yanıma doğru geliyordu.

"Rose?" dedi ve görüş alanıma girdiği gibi. Dizlerinin üzerine çökerek yüz hizama geldi. Az önceki ağırbaşlılık ve kendime olan güvenimden sonra bu hızlı duygu değişimim onu da şaşırtmıştı. Bekçilerimin bana böyle davranıyor olmasını dışarıdan olabildiğince alttan alıyormuş gibi görünsem de içten içe üzülüyordum. "Dürüst olmalıyım, bu kadarını beklemiyordum."

Hüzünle tebessüm bıraktım solgun yüzüme. Çaresizce ağır ağır tebessümüm eşliğinde başımı iki yana salladım. "Bu ne ki?" dedim kısık bir sesle. Tebessümümü düşürmedim. "On yedi yıl sevgili Marlon..." dedim ve ekledim. "Yalnızca bir an tanık olduğun hâlde nasıl da yüzün düştü. On yedi yıl yaşadığını düşün." dediğimde Marlon çaresizce bitkin gözlerime baktı. "O yüz bir daha kolay kolay güler mi yine böyle?"

"Deme öyle Rose..." dedi ve uzanıp ellerimi tuttu. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Marlon devam etti. "Sen her şeye rağmen gülüyorsun. Gülmeye de devam edeceksin." Ellerimi daha sıkı tuttu. "Çünkü sen gelmiş geçmiş en güçlü bekçisin." dediğinde alayla gözlerimi devirdim. Marlon ise ciddi olduğunu belli eder gibi dizlerinin üzerinde doğruldu. "Öyle göz devirme. Ben çok ciddiyim Rose." dedi tek nefeste. Dikkatimi tamamen ona kilitlediğimde ela gözlerinin içerisindeki kararlılığı gördüm. Bunu görmem kısa bir süreliğine afallattı beni. "Sen az önce Kor Alevin Bekçisi’ni yendin." dedi büyük bir şey başarmışım gibi. Bakışlarımı ondan kaçırıp yere diktim ve derin bir nefes verdim. "Üstelik bundan günler öncesinde Prenses Dione'a karşı çıktın."

"Bunlar yeterli değil Marlon." dedim ümitsiz bir ses tonuyla. Bakışlarımı ona çevirip keskin bir sesle söze girdim. "Söylesene günün sonunda Anastasia gibi herkesin dilinde geziniyor mu gücüm?" dediğimde durdu. Hiçbir şey söylemediğinde acıyla ekledim. "Gelmiş geçmiş en güçlü bekçi o’ydu. Ben onun zerresi bile olamam. Anladın mı beni?"

Kapı gıcırtılar eşliğinde açıldığında Marlon ellerimi bıraktı ve doğruldu. Gözlerimi kapıya çevirdiğimde yeni bir hekim kadının geldiğini gördüm. Bu daha gençti ve tertemiz güler yüzü olan bir yüze sahipti. Onun güler yüzüyle birlikte gülümsedim ben de. Hekim bekçi başını eğerek yanıma geldiğinde Marlon aradan çekildi ve arkama geçti. Güzel yüzlü kız konuşmaya başladı.

"Merhaba Majesteleri..." dediğinde etkilenmiş bir şekilde kaşlarımı çattım. Bana 'majesteleri' mi demişti o? Gülümsemem artarken bu söylediği sözle birlikte farkında bile olmadan utanmıştım. "Size pansuman yapmam için gönderildim."

"Hoş geldin." dedim samimiyetle. Sevecenlikle bir kız kardeş gibi elimi yatağa yerleştirip yatağa hafifçe vurdum oturması için. Hekim kız büyük bir nezaketle yanıma oturdu ve az önceki hekim kadının getirdiği tepsiye uzandı. Tepsiyi kucağına aldıktan sonra önceki hekim kadının yaptığı gibi dışı mat olan bir şişeyi eline aldı. İçini kokladıktan sonra tepsiden temiz bir bez çıkardı ve şişenin içerisindeki sıvıyı beze döktü. Merakla onu izlerken o bir yandan konuşuyordu.

"Nane yağı ve çay ağacı..." dedi ve açıkladı. "Kesik yaralar ağrılı olur Majesteleri. Her ne kadar kanasalar da delik bir yaraya nazaran daha ağrılıdır. Bu nedenle çay ağacı ve nane yağı süreceğim. İkisi hem ağrınıza iyi gelecek hem de iltihaplarını önleyecektir."

Gülümsemem yüzümde arttı. Marlon da etkilenmiş bir şekilde hekim bekçiye bakıyordu. Bekçi, elinde tuttuğu bezi dikkatli bir şekilde yüzüme yaklaştırdı. "İzninizle Majesteleri..." diye izin aldıktan sonra yüzüme dokunarak elindeki bezi yüzümde gezdirdi. Bezin üzerindeki yağlar yaralarıma temas ettiğinde sabırla bunun bitmesini bekledim.

Bekçinin eli öyle hafif ve öyle temiz işçilik görüyordu ki... Az önceki bekçiye nazaran işinde iyi olduğu gibi saygılı ve efendi birine benziyordu.

"Bunlar kuruduktan sonra yani yarın sabah merhem süreriz Majesteleri. Bacağınızın tedavisi bitti mi?" dedi heyecanla. Başımı salladım.

"Bitti." diye onayladığımda Bekçinin yüzüne utangaç bir gülümseme yerleşti. Şaşkınlıkla Marlon'a döndüm. O da bana bunun ne anlama geldiğini soran bakışlarıyla karşılaştığımda kendi kendime gülmeye başladım. "Bir şey mi oldu sevgili bekçim?"

Bekçi utangaç bir şekilde gözlerime baktı. "Tebrik ederim Majesteleri..." dedi ve ekledi. "Cesaretiniz ve gücünüz karşısında ağzımın açık kaldığını söylemeliyim. Muhteşemdiniz. Başbekçi’yi yere serdiniz." dediğinde yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü.

"İltifatların için teşekkür ederim sevgili bekçim." dedim samimi bir tonda. "Bunları duymak bu pansumandan daha iyi geldi doğrusu."

"Tarih bir ilki yaşadı." diye heyecanla devam etti bekçi. "İlk kez bir prenses arenaya çıkıp savaştı. Buna şahit olduğum için o kadar şanslıyım ki..." dedi. Heyecandan kıpır kıpır bir bedeni vardı. Gülerek Marlon'a baktım. Marlon da gülüyordu ve az önceki konuşmamızı anımsatmak adına 'Ben sana söylemiştim.' bakışları atıyordu. "Tarihin sizi yazacağına eminim."

"Aman Tanrım..." dedim elimi kalbime götürerek. Bu kadar iltifatı hayatım boyunca ilk defa alıyordum ve birazdan mutluluktan yere düşüp bayılabilirdim. "Beni çok mutlu ettin bekçim..." dedim gülerek. "Umarım..."

"Namınızın en kısa zamanda bütün Ardena'ya yayılacağından eminim." dedi ve ayağa kalkıp son kez bana baktı. "İyice dinlenin Majesteleri. Yaralarınız dinlensin. Merhemi yarın sabah süreceğim."

"Her şey için sağ ol sevgili bekçim..." dedim büyük bir memnuniyetle. Bekçi gülümseyerek odamdan çıkınca şaşkın ve utançtan kızarmış suratımla Marlon'a döndüm. Marlon ise kendi kendine odanın içinde gezmeye başladı. Başı ve omuzları dik bir şekilde odanın ortasında büyük bir özgüvenle yürümeye başladı.

"Ah selam! Ben Marlon. Evet her şeyi bilen kişi olarak tanınıyorum ve evet seninle aramızdakileri de biliyorum." dedi duvarda asılı olan elbiseme yaklaşıp. Kaşlarım çatılı bir şekilde gülerek ona baktım. Elbisemin kollarından birine uzanıp bir beyefendi edasıyla elbisenin koluna bir öpücük kondurup önünde eğildiğinde gülmeye devam ettim.

"Delisin sen." dedim gülerek. Marlon ise elbisemle yaşadığı kısa süren aşktan sonra bana dönüp etkileyici bakışlar atmaya başladı.

"Ben..." diye söze girdiğinde ellerimi havaya kaldırıp durmasını istedim. Ne söyleyeceğini adım gibi iyi biliyordum.

"Ah hayır." dedim ama o durmadı.

"Sana..."

"Marlon hayır." dedim ve ellerimle kulağımı kapattım. Marlon bir adım daha atıp kulağımın dibine eğilerek kulağıma bağırdı.

"SÖYLEMİŞTİM!"

Kendimi yatağıma doğru attım ve sesli bir şekilde nefesimi dışarı üfledim. Marlon, mızmız bir çocuğun sinirini bozuyormuşçasına eğleniyordu. Ben ise gülmekten çatlayacaktım. Bu keyifli hali beni güldürmeyi başarıyordu.

O an daha yeni yeni beynimin uyuşukluğu gidiyordu. Ben bugün ne yapmıştım!

Telaşla yatağımdan doğrulduğumda Marlon keyifli hâllerine son verip bana baktı. O an yüzüm şekilden şekle giriyordu. Şaşkınlığın ve korkunun vücut bulmuş hali gibiydim.

"Marlon." dedim endişeyle. Marlon telaşla yanıma geldi.

"Ne oldu?" dedi korkuyla. Endişeli gözlerimle suratına baktım.

"Ben bugün ne yaptım?" Marlon oldukça normal bir şekilde sorumu yanıtladı.

"Arenaya çıktın ve Başbekçi’yi yendin."

Ellerimi saçlarımı daldırıp başımı yere eğdim. Tanrım! Aklım ve mantığım daha yeni yeni vücuduma ulaşıyordu. Ben bugün kendimi kurtların önüne atmıştım! Avcıların tek avını herkesin gözünün içine sokmuştum. Kralın gözü önünde arenaya çıkmış ve onun gözleri önünde onun emrini ezip geçmiştim. Her şey bir anda olmuş ve bitmişti. Ben kendime daha yeni geliyordum. Aklım neredeydi o an? Benimle olması gerektiği bir zaman benim aklım neredeydi?

"Tanrım ben ne yaptım?" dedim korkuyla. Hala bunu yediremiyordum kendime. Sabahtan bu yana sürekli dile getiriyorlardı. Fakat mantık dışı olduğum için hiçbir şekilde endişeye kapılmıyordum. Şimdiyse mantığım ve aklım gayet yerindeydi. "Prenses de oradaydı!" dedim bir kez daha sızlanarak. Ellerimle saçlarımın diplerini sıktım öfkeyle. "Aklım neredeydi? Benim aklım neredeydi!"

"Rose. Sakin olur musun artık?" dedi Marlon. "Olan oldu. Geçti gitti. Boş ver bunları." dedi sakinleştirircesine. "Günün sonunda mağlup olan değil kazanan taraf oldun sen."

"Babamı çiğneyerek." dedim kendime yediremeyerek. "Defalarca beni bunlardan uzak tutmaya çalıştı. Defalarca uyardı. Ava çıkmamı ve insanların gözü önünde durmamamı defalarca emretti bana. Ben ne yaptım?" dedim ve öfkeyle parmaklarımı göz pınarlarıma götürüp beklettim. "Yapma dediği her şeyi bir bir yaptım."

"Bunu şimdi mi düşünüyorsun Rose?" dedi Marlon birden. Kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Bitti anlamıyor musun? Ayrıca kralın bu yüzden seni cezalandıracağını düşünmüyorum."

"Prenses..." dedim tek nefeste. "O susmayacak. O sürekli konuşacak. Yine tehdit edecek beni."

Marlon sabır ister gibi gözlerini yumduğunda telaşla ayağa kalktım. Bacağımdaki sargı bezi aklıma gelince bir kez daha sızlanarak ellerimle stresten oynamaya başladım. "Balo vardı." diye mırıldandım. Ellerim aniden yüzüme gitti. "Yüzüm kesiklerle dolu, bacağım yaralı." dedim ve öfkeyle odanın içinde gezinmeye başladım. "Tutamadın kendini değil mi Rose? Kendini tutamadın ve başına bunlar geldi. Hak ettik." dedim kendi kendime. "Hak ettik! Prensesin sızlanmalarını da başımıza gelecekleri de hak ettik! Durduramıyorum çünkü kendimi."

"Rose." dedi en sonunda Marlon bu saçmalığa bir son vermek ister gibi. "Geç oldu. Üstelik yoruldun. Bence uyu." dedi ve çenesiyle beni işaret etti. "Delirmiş gibi görünüyorsun."

"Delirdim zaten!" dedim çıldırmış gibi. O yaptıklarım ve deli cesaretim şimdi üzerime bir ağırlık daha bırakmıştı işte. Pişmanlık. "Ne yapacağım ben şimdi?" dedim ve stresten dişlerime vurarak ritim tutmaya başladım. Marlon sızlanarak nefesini dışarı üfledi.

"Sen ne yaparsın bilmiyorum ama ben uyumayı düşünüyorum." dedi Marlon ve eliyle balkonumdan görünen havayı işaret etti. "Hava kararıyor."

"O sahiden ben miydim?" diye sordum bu kez. Sanki içimden bambaşka biri çıkmıştı. Marlon gerçekten bir deliymişim gibi beni baştan aşağı süzerek baktıktan sonra kapıya yöneldi. Hiçbir şey söylemezken ona öfkeden kızarmış gözlerimle bakıyordum.

"İyi geceler Majesteleri." dedi ve odadan çıkıp gitti.

Arkasından baktım bir süre. Bakışlarım kapıdan ayrıldığında farkına vardığım bu gerçeklik başımı ağrıtmıştı. Geriye doğru hafifçe sendelediğimde elim can havliyle yatağımın ayak ucundaki başlığını tuttu ve oradan destek aldı. Diğer elim alnıma gitti ve alnımda oluşmaya başlayan soğuk terleri silmeye başladı. Sakin nefesler alarak kendime gelmeye çalışıyorum. Damarlarımda gezen adrenalin etkisini yitirmiş ve mantığımı geri getirmişti. Her şeyin farkına varıyordum ve başıma gelebilecek bütün ihtimalleri kafamdan geçiriyordum.

Yaptığım şey inanılmazdı. Yaptığım şeye ben bile şaşırmıştım. Onun gibi namı duyulan bir bekçinin benim karşımda yenilmesi şaşırtıcı ve benim için gurur vericiydi. Fakat bunu herkesin gözü önünde yapmıştım. Bütün bir krallığın gözleri önünde onu yere sermiş ve boynuna bir kılıç dayamıştım. Üzerimde krallığımın sakinlerine duyduğum en ufak bir korku damlası bile olmadan. Onların benim günü geldiğinde cellatlarım olacağını umursamadan o kılıcı Başbekçi’nin boynuna dayamıştım. Kendi ölüm fermanımı imzalamıştım.

Geriye sendeleyen bacaklarım güçsüzlükten titremeye başlamıştı. Kendimi yavaşça yatağımın kenarına bıraktım. Gözlerim masamda duran renk renk hançerlerime gitti.

Ailemin gözlerini hatırlattı hançerlerimin üzerindeki yakutlar. Babamın kardeşlerimi görünce gözlerindeki hayal kırıklığı ile sarılmış üzüntü gözlerimin önüne geldi. Kardeşlerimden birinin bile cesaret edip arenaya çıkmayışı, kralı yüz üstü bırakışı... Annemin başıma her an bir şey gelebileceği korkusuyla bana titreyen sesiyle seslenişi... Sevgili halamın üzerindeki etkisini yok sayıp ona başkaldırmamın üzerine arenaya çıktığımda kıpkırmızı gözleriyle öfke dolu bakışlarla bana bakması...

Ben ne yapmıştım...

Başımı hafifçe yere eğip ellerimi saçlarıma daldırdım. Büyük bir hata ile hayatımı nasıl bekçilerin kanlı hançerlerine bırakışımı fark ettim.

"Öldürecekler seni." dedim acı içinde. Gözlerim dolmaya başlamıştı. Korkudan değil. On yedi yaşıma kadar bu gerçek gözlerime tek bir korku damlası bile düşürmemişti. Sinirimden... Yıllarca ölmemek için verdiğim mücadeleyi tek bir göz kararmasıyla nasıl hibe ettiğim aklıma geldikçe sinirden deliriyordum.

Can havliyle başımı kapıma çevirdim. Kapımın önünde tek bir muhafız bile yoktu. Hepsi büyük salonda eğlencedeydiler. Eğlence devam ediyordu. Ben ise erkenden odama çekilmiş yaralarımı tedavi ettirmek bahanesiyle cellatlarımdan kaçıyordum. Kaçırılıyordum. Kraliçe ve Prenses Dione'un emri üzerine...

Yutkunarak titreyen bacaklarımla ayağa kalktım. Keskin kulaklarımı sonuna kadar açıp sesleri işitmeye başladım. Tek bir ses bile yoktu. Titrek bir adım atıp kapıya ilerledim. Kapının önüne geldiğimde kapının üzerinde olan büyük demir çubuğu kapıya sabitlenmiş halinden kurtardım ve aşağı doğru bıraktım. Demir çubuk duvar ve kapı arasında kaldı. Kapıyı açmalarını önlediğimi düşünerek yatağımın baş ucuna geri döndüm. Hava giderek kararıyordu. Kara bulutlar, geceyi daha da karartmıştı.

Bu gece tek bir uyku damlası bile yoktu. Uyursam ölürdüm. Ve ben ölmek istemiyordum. Ben yaşamak istiyordum. Herkes gibi...

 

(SAATLER SONRA...)

Baykuşların sesleriyle başımı yavaşça balkonuma çevirdim. Güneşin turuncu ışıkları gözlerime vurunca masamın başından kalkıp balkona ilerledim. Balkonuma çıktığımda havanın kokusunu çekebildiğim kadar içime çektim. Gözlerime değen ağaçların yeşillikler, güneşin ışığıyla bir muhafız miğferi gibiydi. Kendine yeni bir zırh örmüş ve kendini herkesten gizlemiş gibiydi. Uzun düşen gölgesine baktım hemen ardından. Gölgesinin altında gezen beyaz kelebeklerin, çiçeklerin üzerine konuşunu seyrettim.

Bir kelebek... Ömrünün az olduğu söylenir dururdu hep. Bu gerçekle yaşarlar, gezerler ve ölürlerdi. Kaderleri herkes tarafından bilinirdi. Kozadan çıktıkları andan sonra onlar, insanların gözlerinde bir ölüden farksızlardı. Birkaç gün içerisinde öldüklerinde kimse dönüp de bakmayacaktı. Kimse sormayacaktı. Her kelebek gibi ölüme mahkumdu. Kimsenin gözü önünde durmaya hakları yoktu. Ölüm onların tek yaşamıydı.

Yeşil gözlerimi sarayın büyük bahçesindeki eğitimde olan bekçilerime çevirdim. Sarayın büyük ve yeşilliklerle süslenmiş bahçesinde kanlı kılıçlarıyla kol gibi geziyorlardı. Sabahın ilk vakitlerinde hepsi aşağıda birbirleriyle savaş talimlerine başlamışlardı bile. Onları izledim bir süre. Bütün gecenin uykusuzluğunu onlara bakarak gidermeye çalıştım.

Bakışlarım Marlon'ı aradı. Dün geceden sonra onu merak ediyordum. Dün yaptığım hatayı çok geç fark edebildiğim gibi Marlon'ı sinirlendiğimi de çok geç fark edebilmiştim. Dengesizliğim giderek sinir bozucu bir hale bürünüyordu. Bütün bu anileşen tavırlarım yaşımdan kaynaklı mıydı? Yoksa içimde bu zamana kadar çıkmayı bekleyen gerçek Rosemarry ile üzerine zırh giyen Rosemarry'nin kavgası mıydı bütün bunlar? Kendim iki farklı kişiliktim. Bir yanım merhametli, acımayı bilen bir tarafken, diğer kısmım acımasızdı. Gözü kara ve hırslıydı.

Gözlerimi yumarak güneşe çevirdim yüzümü. Güneşin gözlerimden akan her bir yaşı kurutmasını bekledim. Akan yaşlarımı sıcacık benliği ile silip atıyordu yüzümden.

Solan yüzüme can olmasını bekledim. Yüzümün etrafında oluşan her bir yaranın olduğu gibi her bir hüznün de ışığıyla dolmasını iyileştirmesini bekledim.

Güneş tenimde gezerken titrek bir nefes aldım. Gözlerim aralandığında gökyüzünün rengi daha da değişmişti. Giderek maviye dönüşüyordu. Derin bir nefes aldım. Yıkılmamalıydım. Bu gece ölmediysem diğer gecelerde de ölmeyecektim. Titreyen elimle diğer titreyen elimi tutarak kendime destek vermeye çalıştım.

"Ölmeyeceğiz." dedim keskin bir sesle. Göğsüm hızla inip kalkarken gözlerimi tekrardan göğe kaldırdım. Bulutların üzerinde uçuşan kuşlara baktım ve hafifçe tebessüm ettim. "Kuşlar özgür." dedim kendi kendime. "Biz neden olmayalım Rose?"

Yüzümdeki kesik yaralar güneşin ışığıyla hafifçe yanıyordu. Bu beni daha da gülümsetti. Yarayı ancak acı iyileştirebilirdi.

Bekçilerin gözünde bir kelebektim. Fakat bilmiyorlardı. Özgür bir kuş olduğumdan habersizlerdi. Altın kafesimi kıracağım ve kanatlarımla uçacağım gün onlar kelebeğin ölmesini bekleyeceklerdi. Benim kanatlanmamla hepsi susacaktı.

"Eğer ölürsen..." dedim kendi kendime ve elimi daha sıkı tuttum. "Seni asla affetmem Rose."

O an gözlerim farklı bir şeye takıldı. Gökyüzünün üzerinde rüzgârla birlikte dağılan bulutlar gözümde bir simaya dönüştü. Gözlerimi kısarak bulutlara baktım. Başımı hafifçe omzuma yatırdığımda bu simanın daha net bir şeye dönüştüğünü görebildim. Yelesi olan bir aslan...

Yüzü yoktu. Gözleri, burnu... Yalnızca kafası ve büyük yeleleri vardı. Gözlerim bulutları takip ederken bu aslanla kalbimin hızlandığını fark ettim. Bulutlar oluşan aslanı yavaşça bozarak dağıldı. Rüzgâr o an tenime ürkütücü bir şekilde çarptı. Bütün tüylerim havalanırken ellerimi kollarıma götürüp sıvazladım. Rüzgârın bu ani hızlanışıyla savrulan saçlarımı toparlamaya çalışırken göz ucuyla aslanı gördüğüm yere çevirdim bakışlarımı. O an kaşlarım giderek çatılmıştı.

Aslan kaybolmuştu.

Üstelik o bulutlar da bir anda yok olmuştu.

Kaşlarımı çatarak tereddütçe başımı çevirip bir adım attım ve balkonumun ucunda durdum. Rüzgârın o büyük bulutları birden dağıtması imkansızdı. Bu kadar hızlı bir şekilde dağılıp ortada masmavi gökyüzünün kalması imkansızdı.

Kalbim yerinden çıkacak gibi hızlanırken gözlerimi kapattım. Hayal görmüş olamazdım değil mi?

Gözlerimi bir kez daha araladım. Yoktu. Gitmişti. Kesinlikle gitmişti.

Ellerim havaya kalktı istemsizce. Kaşlarımı çatarak havalanan sol elime baktım. Nefesim hızlandı. Sol elim gökyüzüne doğru ilerleyince önce elime sonra da yüzük parmağımdaki yüzüğe baktım. Gökyüzü hiç göremeyeceğim kadar maviydi. Tek bir beyazlık tek bir bulut bile yoktu. Az önce gördüğüm şeyin hayal olması olasılığı giderek artıyordu.

Ellerim rüzgârla birlikte sola savrulduğunda sağ elimle sol elime uzanıp sertçe tuttum durması için. Yutkunarak elime ve göğe bakıp duruyordum. Delirmiş olabilir miydim? Uykusuzluk ve dün yaşadığım şey aklımı yitirmeme sebep olmuş olabilir miydi?

Önüme savrulan saçlarım nefesimle havalanıp kalkıyordu. O an bazı şeyler kafamda yerleşmeye başlamıştı. Bu yüzük hakkında...

Aklımda kısa anılar canlanıyordu.

"Bir yüzük buldum."

"Nereden?" diyordu yabancı bir çocuk sesi.

"Bilmiyorum. Yanında çok güzel bir çiçek duruyordu. Çiçeğin bana hediyesi bu yüzük."

"Bakabilir miyim?" dedi tekrardan yabancı ses. Bir oğlan sesiydi.

"Tabii ki de..."

Gözlerimi aralayıp anının gözlerimin önünden silinmesini istedim. Bu tuhaf anıyla birlikte balkonun ucundan geriye doğru bir adım atarken aşağıya kayan bakışlarım biriyle göz göze geldi. Dün onu yere serdiğim bekçimle... Kor Alevin Bekçisiyle.

Bakışları balkonumda tuhaf ve delirmiş hareketlerle birlikte havada tuttuğum elimde geziniyordu. En sonunda gözlerimin içine baktığında çekinerek yutkundum. Ellerini arkada bağlamış, üzerine kırmızı ve siyah işlemeli bir kıyafet giymişti. Saçları ıslaktı. Gergin çenesi üzerimde gezinirken havada duran elimi yavaşça aşağı indirdim. Dağılan saçlarıma hızlıca çeki düzen verdim ve son kez ona bakarak balkondan çıktım. Odama girdiğimde işittiğim adım sesleriyle yerimde durdum. Büyüyen gözlerim odamın içinde gezerken aslında bu adımların odamda değil, odamın kapısında olduğunu işittim.

Kapım önce açılmaya çalışıldı. Açamayınca ise kapıma yavaşça iki kez vuruldu. "Majesteleri?"

Julia'nın sesini duyunca gözlerimi kapatarak rahat bir nefes bıraktım. Hızlı adımlarla kapıma ilerledim ve ağır demiri kaldırıp kapıya zincirlerle sabitledim. Hemen ardından kapıyı açtım ve Julia ile göz göze geldim. Tatlı bir gülümsemeyle başını eğerek bana selam verdi.

"Günaydın Majesteleri..." dedi büyük bir nezaketle. Uykusuzluğum gözlerimden okunmuyordu anlaşılan. Bu iyi haberdi.

Gülümsemeye çalıştım. "Günaydın sevgili bekçim..." dedim ve ekledim. "Eğlence bitmiş anlaşılan."

"Sabaha karşı bitti Majesteleri. Şu an saray temizleniyor." diye açıkladığında memnuniyetle gülümsedim ve elimle içeriyi işaret ettim geçmesi için. Julia yine tatlı bir gülümsemeyle odaya girdi. Bakışları hemen bana döndü. Kapıyı kapattıktan sonra benimle konuşmak için hazırlanmaya başladı. "Nasıl oldunuz Majesteleri? Yaralarınız daha iyi mi?"

Sorusuna karşılık boğazımı temizledim. Suçluluk dolu bir boğaz temizlemeydi bu. "İyiyim ben." dedim kısaca açıklayarak. Julia bir şey söyleyecekmiş gibi kıpırdanıyordu. Bu hali beni ürkütmüştü. Kötü bir şey söyleyecekmiş gibi hissetmiştim. Julia yerinde biraz daha kıpırdanınca ürkekçe söze girdim. "Bir şey mi oldu?" Julia bakışlarını korkuyla bana çevirdi. İşte o an bir şeyler olduğunu sezmiştim. İyi şeyler olmamıştı anlaşılan. Titreyen çenemi sıktım ve başımı dikleştirdim. Ürktüğümü gizlemeye özen göstererek. "Ne oldu?" dedim düz ve ciddi bir ses tonuyla. Julia ellerini önünde birleştirdi.

"Kralımız..." dedi endişe kokan sesiyle. "... sizi emretti Majesteleri."

Gerilen yüzüm yavaşça saldı kendini. Sıktığım çenem yavaş yavaş aşağı düşünce bakışlarımı yere çevirdim. Kalbim hızlanmak yerine durmuş gibiydi. Tek bir ses bile duyamıyordum. Kulağımdaki sesler susmuştu. Ellerim titremek yerine buz gibi kesilmişti ve tek bir kıpırtısı bile yoktu. Bütün vücudum öylece donakalmıştı.

Yere eğilen başımı kaldıramıyordum bile. Dilim içeride bir düğüm gibiydi. Açılıp tek bir söz edebilecek hali kalmamıştı. Bedenim her şeyi durdurmuştu. Zaman durmuştu sanki.

Julia devam etti. "Başka hiçbir şey söylemedi Majesteleri. Sadece sizi emretti." dedi endişeyle ve ekledi. "İsterseniz yaralarından dolayı yatağından kalkamıyor diyebilirim. Başınıza bir şey gelmesinden korkuyorum." dedi Julia titreyen sesiyle. "İzin verin rahatsız olduğunuzu söyleyeyim kralımıza."

Tek kelime etmedim. Bakışlarım bir an olsun yerden ayrılmadı. Gözlerim yerdeki tek bir noktaya odaklanmıştı ve giderek o görüntüyü bulanıklaştırıyordu. Gözlerimin önündeki bulanıklık varlığını devam ettirirken aklımdan tek bir şey bile geçmiyordu. Ne ses ne bir düşünce ne bir duygu... Beynim bomboş bir oda gibiydi. İçine giren herkes onun sessizliği eşliğinde sağır oluyordu.

"Majesteleri..." dedi bir kez daha Julia. Gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerimin önüne bir perde gibi serilen bulanıklık ortadan kalkınca bir mahkûm gibi yavaşça yere eğilen başımı kaldırdım. Julia'nın dolmuş gözleri duygusuz gözlerime baktı. "İzin verin lütfen..." dedi çaresizce.

"Olmaz." gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından. Aklım hâlâ boştu fakat bildiğim tek bir şey vardı. O da Kral'a karşı duyduğum saygıydı. Neticede bana bu imkânları o sunmuştu. Dün Başbekçi’yi yere serdiysem bu onun sayesindeydi. Onun bana tanıdığı onca eğitim ve silahlar sayesinde. Başımı olumsuz yönde ağır ağır salladım. "Ona yalan söyleyemezsin."

"Ama Majesteleri..." diye öne atıldı Julia. Artık tam anlamıyla ağlıyordu. "Ya size bir şey yaparsa?"

İşte o an yüzümde bir gülümseme belirdi. Acı dolu bir gülümsemeydi bu. Dudaklarım titreyerek aralandı. "O benim babam." dedi titreyen dudaklarım. "Bir baba evladına kıyar mı?" diye sordum. Bunu söylerken gözlerim dolmuştu. Bu söylediğime kendin inanıyor muyuz Rosemarry? Kendim bile emin değildim. Dudaklarımı yalayıp devam ettim. "Tek kızıyım onun ben." dedim güven verircesine. "Kıyamaz o bana."

"Majesteleri..." dedi Julia titreyen sesiyle. Sertçe burnumu çektim ve duruşumu dikleştirdim.

"Bana bir kıyafet hazırla hemen." dedim duygusallığımı bastırarak. Dikildiğim yerden ayrıldım ve takılarımın olduğu masaya ilerlemeye başladım. Julia bir süre yerinde hareketsizce kaldı. Hemen ardından hızlı adımlarla kıyafet odasına ilerledi. O gittiğinde iki elimi de masaya yasladım ve eğilerek karşımdaki aynaya baktım. Gözlerimin içi kıpkırmızı, etrafı şişti.

Yavaşça burnumu çektim ve kendime baktım. Yüzümün etrafındaki kesiklere baktım. Sağ yanağımda olan işaret parmağım büyüklüğündeki kesik yaraya götürdüm ellerimi. Dünkü sürülen şeyden sonra etrafındaki kabarıklık geçmişti. Bu kadar hızlı iyileşmesini beklemiyordum.

Julia gürültülü bir şekilde odadan çıktı. Aynanın yansımasından onu seyrettim. Elinde yeşil ve mavi arasında olan bir renge sahip elbiseyle yanıma geldi. Elbise uzundu. Kolları uzundu ve eteği kabarıktı. Julia elbiseyi kaldırıp bana gösterdiğinde hiç bekletmeden elbiseyi giymek için aldım.

*** 

"Hazırsınız Majesteleri." dedi Julia saçlarımın arasında elmaslarla süslenmiş bir tacı yerleştirirken. Ona gülümseyerek oturduğum yerden ayağa kalktım. Üzerimdeki elbiseye ve hemen ardından omuzlarıma sarkan sarı saçlarıma baktım. "Çok güzel oldunuz Majesteleri..."

Gülümseyerek başımı salladım. "Beni soran olursa kralın yanında olduğumu söylersin."

"Emredersiniz Majesteleri."

Ağır adımlarla odamdan çıktım. Arkama, yanıma, yere... Hiçbir yere bir an olsun gözümü çevirip bakmadım. Yalnızca önüme baktım. Yanımdan geçen her bir bekçiyi bir silüet olarak, bir gölge olarak gördüm. Yüzleri yoktu zihnimde. Yüzlerine bakmam demek dünkü yaptıklarımın bedeliyle karşılaşmak demekti. Hızlı ve emin adımlarla onlardan korkmadığımı belli edercesine eteklerimi tutarak ilerledim. Seslerini susturdum kendi kafamdan. Her biri bir uğultu, bir gürültü gibi geliyordu kulağıma. Artık fısıltı değildi onlar benim için. Artık onlar birer gürültüydü. Gürültüyü dinlemenin anlamı yoktu.

Adımlarım öyle hızlı bir şekilde gelmişti ki Kralın kapısına. Önce durdum. Kapıdaki muhafızların bile suratına bakmadım. Başımı kaldırıp kapıya baktım. Derin bir nefes aldım. Kapıya doğru bir adım attığımda muhafızlardan biri elini uzatarak kapının önüne koydu.

"Kralımız yorgun." diye açıkladı hızla. Kaşlarımı çatarak ona baktım.

"Bekçilerimden birine benim gelmemi emretmiş. Prenses Rosemarry gelmiş der misiniz?" dedim hızla açıklayarak. Muhafız elini indirdi ve kapıyı yavaşça araladı. Kapının ardında olan muhafıza doğru eğildi.

"Kralın kızı gelmiş. Haber ver." dedi kabaca. Çenem düştüğü için dudaklarım hafifçe aralandı. 'Kralın kızı' olarak mı konuşuluyordum bu sarayda?

Muhafız kapıyı kapatıp tekrardan yerine döndü ve bakışlarını karşıya çevirdi. Gözlerimi bir an olsun çekmedim üzerinden. Bu kadar kaba bir dille anıldığıma hala inanamıyordum. Kraliyet soyundan olan birine karşı zerre saygı beslemedikleri herkes tarafından biliniyordu. 'Majesteleri' dememelerini artık aldırmıyordum. Bunun için hiçbir bekçimi de zorlamamıştım. Neticede onların gözündeki yerimi biliyordum. Israr etmedim. Bana yıllarca 'Prenses' olarak hitap ettiler. Kulağımı tırmaladığı nadir anlar haricinde yine bozuntuya vermemiştim. Oysa şimdi bana 'Prenses' olarak bile seslenmiyorlardı. Kaba ve hadsiz bir dille bana 'Kralın kızı' şeklinde hitap ediliyordu. İsmim yoktu. Saygı sözcüğünden yoksunlardı. Kaba dilleri işlenmişti her birinin hadsiz dillerine.

Öfkeyle kabaran göğsümü derin nefesler alarak düzeltmeye çalıştım. Başımı yere eğip öfkemin dinmesini bekledim. Dünkü arenaya çıkmam elbette bir hataydı fakat o hataya tanık olmuşlardı. Nasıl savaştığımı ilk kez görmüşlerdi ancak bu bile onlardaki yerimi değiştirmemişti. Gözlerinde en ufak bir hayranlık ve saygı yoktu düne rağmen. Her şey yine aynıydı.

Kapı aralandı ve muhafız bana baktı. Sert bir şekilde muhafızın yüzüne bakarken eliyle içeri geçmem için işaret etti. Tek kelime etmeden kapıdan içeri girdim ve kralın tahtında oturan halini gördüm. Bakışlarım onun üzerindeydi. Onun da benim...

Tahtının üzerinde eline aldığı asası ve parmağındaki yüzükle birlikte taht odasındaki herkesin başını yere eğmesini sağlamıştı. Yeni aydınlanan hava taht odasını aydınlatmamıştı henüz. Karanlıktı. Meşaleler ve yukarıdaki büyük şamdanın üzerindeki mumlar eşliğinde tahtın önüne doğru yürüdüm. İçeride buram buram kokan yasemin kokusuyla birlikte rahatlamayı umdum. Odadaki muhafız bekçiler başlarını kaldırıp bakmadılar yüzüme. Aldırmadım ve tahta çıkan merdivenlerin hemen önünde durup saygıyla kralın önünde eğildim. Kral sadece beni izledi. Ellerimi önümde birleştirip başımı yere eğerek konuşmaya başladım.

"Beni emretmişsiniz kralım..." dedim sessizce. Üzerimde gezen titrek bir korku vardı. Bu korku başıma ne geleceğini bilmediğim içindi. Beni öldüremezdi. En fazla ceza verirdi. Bir zindana da kapatamazdı. Her ne kadar Kral olsa da o benim babamdı. Bana böyle büyük cezalar vermeye gönlü razı olmazdı. Yaptığım hata karşısında beni bağışlar ve gözle görünmeyen bir ceza verirdi. Öyle değil mi Rosemarry? Bize kıymaz değil mi?

"Hoş geldin Rosemarry." dedi net sesiyle. Sesi odada yankılandığı gibi içimi ürpertmişti.

Odanın sessizliği ve hafif havasıyla birlikte irkilerek titrek bir nefes aldım. Önümde kavuşturduğum ellerimi ayırdım ve eteğimin bir kısmını avuçlarımın arasına alarak sıktım. Dünkü halim gözümün önüne geldikçe gözlerimi utançla sıkı sıkı kapattım. Yaptığım bu büyük başarıma bile sevinememiştim. Bunun mutluluğunu bile yaşayamadan yaptığımdan pişman olmuş üstelik utanmıştım. Kralın karşısında eğik duran başım havaya kalkmıyordu bile. Dilim çözülüp tek kelime etmiyordu. Bedenim kendini korumaya almış gibi sert bir şekilde duruyordu. Odada yalnızca nefes sesim duyuluyordu. Zihnimdeki sesleri kimse duymuyordu.

"B-ben..." diyebildim uzun bir sessizliğin ardından. Konuşmam gerekiyordu. Bir açıklama bekliyordu. Yutkundum ve dudaklarımı ıslatıp konuşmaya hazırladım kendimi. "Ben..." dedim bir kez daha. Eteğimi daha sıkı sıktım. Avuçlarımın arasında buruşan elbiseyi umursamadım bile o an. Nefesim sıklaşıyordu. Ne diyeceğimi düşünmekten başım ağrımıştı. Bir an önce bu konuşmanın bitmesini istiyordum. "Özür dilerim..." dedim sessizce. Bir fısıltı gibi... Böyle bir şey söylemek istemediğimi belli edercesine...

Yüzüm üzüntüden şekilden şekle giriyordu. En çok da pişmanlıktan ve kralın gözlerinin içine bakamamaktan.

"Ne için?" diye sordu birden kral. Titremeye başladım. Üzerime kurduğu bu baskı rahatsız ediciydi.

Boğazıma bir yumru oturdu. Başımı daha çok yere eğdim. Buna cevap vermek istemiyordum. Bana hatamı kendim dile getirmemi istiyordu. Hatamı kendi ağzımdan duymamı istiyordu. Ne için özür dilediğimi adı gibi iyi biliyordu. Beni bu yüzden çağırmıştı. Dolan gözlerimi yok etmek için kendimi sıkmaya başladım. Kralın karşısında, bütün muhafız bekçilerinin karşısında küçük bir kız çocuğu gibi ağlayamazdım. Sinir bozukluğundan olsa bile ağlamayacaktım. Gerekirse ağlamamak için dişlerimi kırılırcasına sıkacaktım ama tek bir hıçkırık bile koparmayacaktım dudaklarımdan.

Gözlerimdeki yaşların akmaması için gözlerimi kocaman açtım. Burnumu çekmek yerine sakin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Titreyen bedenimi durdurmaya çalıştım. Beni her an küçük gören o bekçilerin yanındayken dimdik durmalıydım. Onların karşısında böyle boynu eğik, omuzları düşük, gözlerinde yaşlarla dolu biri olmayacaktım.

Diğer prensesler gibi beni öldürmesinler diye yalvaran gözlerle onlara bakmayacaktım. Onlara asla boyun eğmeyecektim. Nefes alışım arttı. Göz ucuyla odadaki muhafız bekçilere baktım. Hepsi başını yukarı kaldırmış benim eğik başıma bakıyordu. Öfkeyle nefes aldım. Sol yanıma baktım bu kez. Gözlerime değen iki bekçi de ellerini arkada birleştirmiş bana üstten bakıyorlardı.

Onlar başını dik tutarken sen eğemezsin Rose.

Kaldır başını.

Derin bir nefes alıp sonunda başımı kaldırdım ve doğrudan Kral'ın gözlerinin içine baktım. Kral bu hareketimi merakla izliyordu.

Kaldır omuzlarını Rose.

Omuzlarımı hafifçe kıpırdatarak kaldırdım. Sertçe kralın kahverengi gözlerine bakmayı sürdürdüm.

Dikleştir bükülen sırtını.

Duruşumu dik bir pozisyona getirdim.

Eteğini sıkan ellerini bırak.

Ellerimi yavaşça buruşturduğum elbiseden çektim ve iki yanıma sallanmasına izin verdim. Gözlerimi bir an olsun Kral'ın gözlerinden çekmedim. Doğrudan, keskin ve korkusuzca onun gözlerine baktım.

"Dün emrinizi çiğneyip arenaya çıktığım için..." diye açıkladım net bir sesle. Sesimdeki cılız ton gitmişti. Boğazıma oturan yumrunun boğduğu ses tonum odaya girdiğimden beri ilk defa bu kadar keskin çıkmıştı. "Özür dilerim." dedim duygusuz bir sesle.

Kral bakışlarını yere çevirdi ve elindeki asayı diğer eline aldı. Sol elinde tuttuğu asadan destek alarak tahtından kalkınca gerildim. Adımlarım gerilemek istedi fakat durdurdum onları. Bekçilerin önünde zayıf gözükemezdim. Onlardan ve hiç kimseden korkmadığımı onların gözlerine sokmak istiyordum.

Kral yavaş adımlarla merdivenlerden inmeye başladı. Gerilemem gerekiyordu. Tek bir adım bile geriye atmadım.

Kral merdivenlerden inip karşımda durdu. Başımı eğmedim. Gözlerinden gözlerimi çekmedim. Bu duruşuma şaşkın olduğunu görebilmiştim. Kızının onun karşısında dimdik duruşuna karşılık gözlerinde hafif bir merak vardı. Baştan aşağı beni süzdü. Eli uzanıp kolumu tutunca yutkunarak elini izledim. Kolumu tuttu ve sıvazladı. O an meraklı bakışlar atan ve kaşları çatılan bendim.

Başımı hafifçe yana yatırıp ona baktığımda yüzündeki ciddi ifade bir anda yerini bir tebessüme bıraktı. "Niçin özür diliyorsun kendinden gurur duyman gerekirken?"

Afallayarak ona baktım. Dudaklarım şaşkınlıktan aralandı. Kırışan alnım ise hafifçe düzeldi. Kral gülümsemesine devam ederken elini tıpkı oğullarına yaptığı gibi koluma yavaşça vurup çekti. Odadaki muhafız bekçiler de olanlara şok oluyordu. Kral büyük bir gülümsemeyle bana bakışını sürdürdü. O an şaşkınlıktan gülümseyemiyordum bile.

"Benim kızım bir bekçiye ilk yenilgisini yaşattı." dedi Kral gururla. Gözlerim yeniden dolmaya başladı. İçimdeki korku bir anda sevince dönüştüğünde nasıl bir tepki vereceğimi bile şaşırmıştım. "Benim kızım..." dedi bir kez üstüne basarak. "... herkesin gözü önünde Kralın kızı olduğunu kanıtladı."

Yüzüme hüzün dolu bir gülümseme otururken dudaklarım tir tir titriyordu. Kesik bir nefes aldığımda Kral koluma bir kez daha vurdu. "Benim aslan kızım..." dedi bu kez. Gözlerimden bir damla yaş süzüldü. "... beni onurlandırdı. Gururlandırdı." dedi ve ekledi. "Kardeşlerinin yapamadığını yaptı. Söylesene, niçin bütün bunlar için özür diliyorsun benden?"

"B-ben..." dedim titreyen bir sesle. Mutluluktan bütün duygularım birbirine girmişti. Ne yapacağımı bile bilmiyordum. "Ben kızarsınız sanmıştım." dedim sesimi düzeltmeye çalışarak. Gözlerimden bir damla daha süzüldü.

"Sana niçin kızayım?" dedi Kral şefkât dolu bir sesle. Ellerini yüzümün iki yanına yerleştirdi. Avuçlarının arasındaki yüzüme doğru eğildi. "Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." dedi gururla. Dudaklarımı birbirine bastırdım bir hıçkırık kopmaması için. "Benim güzelliğine her geçen gün hayran olduğum eşsiz çiçeğim..." dedi ve devam etti. "Benim gücü karşısında boyun eğdiğim biricik kızım..." Dişlerimle alt dudağımı ısırdım. Her an krala sarılarak ağlayabilirdim mutluluktan. Burnumu çekip başımı yere eğdiğimde avuçları arasında tuttuğu yüzümü kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. "Yeşilim..." dedi gözlerime bakarak. Gözyaşları içinde güldüğümde o da gülümsedi. Bakışları bu kez saçlarıma kaydı. "Güneşim..."

Eğilerek alnıma bir öpücük kondurduğunda sıkıca gözlerimi kapattım. İçimde tuttuğum hıçkırıklar titrek bir nefes olarak çıktı dudaklarımdan. Kralın yüzümü tutan elleri yavaşça yüzümden ayrıldı. Başımı kaldırıp gözlerine baktığımda o gurur hala duruyordu. "Sen benim eğilen başımı gururla kaldırdın." dedi ve ekledi. "Dile benden ne dilersen."

Yüzümde minnet dolu bir gülümsemeyle karşılık verdim. "Size bir kere sarılabilir miyim Majesteleri?" dedim büyük bir hasretle. "İnanın en son ne zaman size içten sarıldığımı hatırlamıyorum." dedim yaramaz bir sesle. Kral memnuniyetle gülümsedi ve kollarını açtı. Hemen kollarının arasına girip ellerimi beline bağladım ve sıkıca sarıldım. Kral da bana aynı sıcaklık ve özlemle sarıldı. Babamın kokusunu, özlediğim kokusunu içime çektim defalarca. Sıcacık kollarına yağmura tutulan bir kuş gibi sığındım. Babam da ıslanmış bedenimi sıkıca sarılarak kuruladı ve ısıttı.

Uzunca sarıldık birbirimize. En sonunda kral benden ayrılmaya yeltenince ben de ondan ayrıldım. Gülümseyerek ona baktığımda o da bana gülümseyerek baktı. Ellerini son kez yüzümde gezdirip okşadı. Ardından muhafızlarına döndü. "Prensesi odasına kadar eşlik edin sevgili bekçilerim. Bir an olsun yanından ayrılmayacaksınız." dedi keskin bir sesle. Ona minnetle baktım. Bu yaptığım şeyin tehlikeli olduğunu biliyordu ama buna bir kez bile kızmamıştı. Beni muhafızlarıyla korumaya çalışıyordu. Kral yüzüğünün olduğu işaret parmağını havaya kaldırarak muhafızları ikaz etti. "Eğer başına bir şey gelirse sizden bilirim."

"Emredersiniz Majesteleri." dedi muhafızlardan biri. Gururla başımı kaldırıp muhafızlara baktım.

Kral muhafızları ikaz ettikten sonra sevecenlikle bana döndü. "Bugün bol bol dinlen yegânem..." dedi sevgiyle. "Yarınki balo için canını sıkma. Yaralarına en ufak bir laf eden olursa onunla ben ilgileneceğim. Sakın yaralarını saklamakla uğraşma." dedi ve ekledi. "Yaraların senin bir savaşçı olduğunun kanıtıdır. Herkes bilsin senin sıradan bir prenses olmadığını." dedi gururla. Gülümsemem büyüdü. "Senin diyarın en güçlü savaşçı bekçi olduğunu tek tek görsünler. Bu yüzden bırak konuşsunlar yaralarını." dedi.

"Teşekkür ederim Majesteleri." dedim minnet dolu bir sesle. "Bunları duymaya ihtiyacım vardı. Çok teşekkür ederim. Çok kıymetli hissettirdiniz."

"Çünkü çok kıymetlisin." dedi Kral. "Sana saygısızlık yapanları bizzat yanıma gönder." dediğinde gözlerim muhafız bekçilere döndü. "Bundan böyle bu sarayda el üstünde tutulmanı istiyorum."

Söylediğine karşılık yalnızca buruk bir şekilde gülümsedim. Ona bekçilerin bana yaptıklarını anlatma gibi bir yetkim vardı. Onların cezalandırarak Kralın merhametine bırakma gibi bir yetkim vardı. Bu zamana kadar bana yapılan her şey bir bir gözlerimin önünde belirdi. Fakat ağzımı açıp tek kelime etmedim.

"Olur Majesteleri." dedim sadece ve önünde son kez eğildim. "İzninizle."

"İzin senindir."

Son kez gülümsedim ona. Arkamı dönüp kapıya ilerlemeye başladığımda iki muhafızın peşimden geldiğini işittim ve gülümsedim. Hizmetimde olan bir muhafız ha? Bu bir rüya olabilir miydi?

Kapıdan çıkarken muhafızlar bana kapıyı açtığında gururla gülümsedim ve odadan yüzümde kocaman bir gülümsemeyle çıktım. Koridorda gezinen bekçiler beni görünce yönlerini değiştirmeden işlerine devam etti. Arkamdan gelen muhafızların ritimli adımları kulaklarımda geziniyordu. O an bir karar vermem gerekiyordu. Bütün bu mücadelemi krala devretmek mi yoksa bu mücadeleme kendim devam etmek mi.

Adımlarım tıpkı muhafızlar gibi ritimli bir şekilde ilerlerken gözlerim yerdeki kayalarda geziniyor ve zihnimi dinliyordu. Bu zamana kadar onlarla tek başıma mücadele etmiştim. Yıllarca tek başıma çaba sarf ederek onlarla mücadele etmiştim. Bana yaptıkları saygısızlıklar, bana söylenen küstah sözler... Her biriyle tek başıma mücadele etmiştim bu zamana kadar. Eğer onlar değişecek ve bana saygı duyacaklarsa bunu ben sağlamalıydım. Bu mücadeleyi başlattığım ve sürdürdüğüm gibi kendim bitirmeliydim. Bu çabamı bir başkasının, bir başka gücün yardımıyla değil. Bizzat kendim. Kendim bitirmeliydim. Ben onlara saygı duymayı öğretecek ve gösterecektim. Kralın gücüne ihtiyaç bile duymadan.

Adımlarım odama giden koridorun önünde durdu. Benim durmamla arkamdaki iki muhafız bekçi de durdu. Ağır ağır arkamı dönüp onlara baktım. "Ben giderim. Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Çekilebilirsiniz." dedim gülümseyerek. Kendim bitirecektim bu savaşı. Bir kez daha hatırlattım kendime.

Muhafızlardan biri önce arkadaşına sonra da bana baktı. Arkadaşı ise dümdüz bana bakıyordu. "Kralımız odanıza kadar eşlik etmemizi emretti prenses." dedi. Hâlâ değişen bir şey yoktu. Babamın, bekçilerinin yanında söylediği ve ima ettiği şeyler bir an olsun kulaklarına girmemişti. Yüzümü astığımı belli etmeden başımı kaldırıp ona baktım.

"Kralımız başka şeyler de emretmişti sevgili bekçim." dedim. Muhafız tuhaf bir şekilde bana bakarken gülümseyerek tehditkârca muhafıza döndüm. "Beni el üstünde tutmaktan bahsediyordu. Duyduğunu umuyorum."

"Elbette duydum prenses." dedi bekçi öne atılarak. Gülümsemem artık korkutucu bir hale büründü. Muhafız merakla bana bakarken acımasızca ağzıma geleni söyledim.

"O hâlde niçin hala bana 'prenses' diyorsun sevgili bekçim?" dedim ve ekledim. "Hitap etmen gereken kelime sana öğretilmedi sanırım. Bir eğitmen emretmemi ister misin?" dediğimden kendimden beklendik bir şekilde yine ne söylediğimi çok sonradan duyuyordum. Normalde bu hitap tarzı kulağımı pek fazla tırmalamıyordu. Bunu az önce de söylemiştim. Fakat şimdi artık bir şeyleri değiştirmem gerekiyordu ve buna ilk adımlarla başlamam gerekiyordu. İlk dersle. Saygıyla.

"Bağışlayın." dedi muhafız şaşkınlıkla. "Fark etmemişim." dediğinde anlamış gibi dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim.

"Sorun yok." dedim büyük bir samimiyetle. "Alışırsın."

"İyi günler dileriz Majesteleri." dedi yanındaki konuşmayan muhafız. İşte o an yüzümdeki ifade görülmeye değerdi. Oluyordu. Emrime itaat ediyorlardı. Söylediklerimi dikkate alıyorlardı ve her şeyden önemlisi, bunu gerçekleştiriyordu.

Gülümsemem gerçek bir gülümsemeye dönüştü. Büyük bir sevecenlikle ikisine de sıcakkanlılıkla başımla selam verdim. "Sizlere de iyi ve güzel günler dilerim sevgili bekçilerim. Kendinize dikkat edin." dedim ve arkamı dönüp odama ilerlemeye başladım. Odamın olduğu yere döndüğüm an işittiğim şeyle adımlarımı durdurdum. Yüzümdeki gülümseme, az önceki samimiyet ve sıcakkanlılığım bir anda gidiverdi.

"Ne sanıyorsa kendini? Başbekçiyi yendi diye ona saygı duymamızı gerçekten beklemiyor değil mi?" dedi az önce suskun olan bekçi. Kalbim kırıldığında yanındaki benden af dileyen bekçi söze girdi.

"Kralı duymadın mı?" dedi ve ekledi. "Başımıza bir şey gelmesini istemiyorsak susacağız ve hizmet etmek zorunda kalacağız."

"Ölecek birine neden hizmet ediyoruz ki?"

"Sus duyacaklar!"

"Bu kadar mesafeden duyamaz. Arada kalın duvarlar var."

"Yine de sus. Başka biri duyar. Başımızı belaya sokmak mı istiyorsun?"

İşittiklerim kalbimin üzerine bir ağırlık bıraktı. Bir prangadan daha ağırdı bu ağırlık. İki bekçi de birbirlerini çekiştirerek gittiklerinde duvarın arkasında odamın kapısının önünde öylece kalakaldım. Bu mücadele uzun bir süre devam edecekti. Bu mücadele ben kazanana ve onların bana kalpten itaat ettiği ana kadar devam edecekti.

Çünkü bu mücadeleyi sürdüren şey ben ve inadımdı. Bir başkasına muhtaç olmadan onları söyledikleri her şey için pişman edecektim. Beni el üstünde tutmak zorunda kalmayacaklardı. El üstünde tutacaklardı. Bunu isteyeceklerdi. Bunu istemek için önümde diz çökecekleri ana kadar bu mücadelem sürecekti.

Zira karşılarında onların tabiriyle 'Kralın kızı' vardı.

Ve Kralın kızı bu sarayı onların başlarına yıkacaktı.

Loading...
0%