@duygusuz_yazar
|
1. Bölüm: Gölgedeki Sır
Yemek odasının büyük kapısından içeri girdiğimde, her şey bir masalın içindeymiş gibi görünüyordu. Şatonun lamba ışıkları, zarif yemek masalarını parlatıyor, soylular Kral’ın gururla yaptığı konuşmaları dinliyordu. Ama benim kalbim yerinde duramıyordu; Wolian’ın yüzündeki huzursuzluk beni endişelendiriyordu.
Bir anda, karanlık bir gölge kapıdan içeri girdi. Morwen. Gözlerindeki soğuk parıltı, içimdeki korkuyu daha da artırdı. “Wolian,” dedi. Sesindeki tehdit, odanın havasını hemen değiştirdi. Korkuyla geriledim ama onun üzerine yürümek zorundaydım.
“Burada ne işin var?” Wolian’ın sesi titriyordu.
“Seni öldürmek için geldim,” Morwen alaycı bir gülümsemeyle yanıtladı. Wolian'ın etrafında bir karanlık aura belirmeye başladı; zamanın ne kadar kıymetli olduğunu biliyordum.
Kral, kızı tehlikede olduğunu görünce öfkeyle bağırdı. “Wolian!” Ama Morwen’in büyüsü çoktan etkisini göstermeye başlamıştı.
İçimde bir kıvılcım hissettim. O an, kendimdeki gücü kullanmak zorunda olduğumu anladım. Zamanı durdurma yeteneğim, içimde bir çağrıda bulunuyordu. Dikkatimi topladım ve etrafımda her şey durdu. Morwen’in büyüsü havada asılı kaldı, zaman sanki donmuştu.
“Gel!” diyerek Wolian'ıin elinden tuttum ve onu tuzaktan kurtardım. Zaman yeniden akmaya başladığında, Morwen’in şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. Ne yaptığımı anlamamıştı.
Kral’ın gözleri, benim üzerimdeydi. “Sen... Burada ne işin var?” dedi. Sesinde hem merak hem de gerginlik vardı.
“Prensesi korumak için geldim,” dedim, içimdeki gerilimi bastırmaya çalışarak. Ama bu güçle ilgili bir şey söylemeyecek, her şeyi gizli tutacaktım.
Kral, “Senin gibi bir köylü, böyle bir cesareti nasıl bulur?” dedi. Ardından Wolian'a dönerek, “Bugünden itibaren, Ragnar senin yaverin olacak. Onun koruması altında güvende olacaksın,” dedi.
Wolian, bana minnetle baktı. “Teşekkür ederim,” dedi. Gözlerinde bir umut ışığı belirmişti, ama benim içimde bir korku vardı. Kendi gücümü kimseye hissettirmemek zorundaydım.
Artık ikimiz de, daha büyük bir tehlikeyle yüzleşmeye hazırdık. Kendi içimdeki güç ve Wolian’ın güveni, bizi daha zorlu bir yolculuğa hazırlıyordu.
Çok eskiden bir harita bulmuştum; büyüler haritasıydı bu. Harita, büyülü nesnelerin yerini gösteriyordu. Bu gece onu kullanacaktım. Sonunda gece olmuştu. Hiç kimseye fark ettirmeden dışarı çıktım ve ilerlemeye başladım. En sonunda bir ormana girmiştim: Kadim ormana. Kadim ormanın derinliklerine adım attığımda içimde beliren heyecan, korkunun soğuk pençesini aşarak beni sarmalamıştı. Haritamda “Dört Elementin Kökü” olarak adlandırılan efsanevi ağacın yeri işaretlenmişti. Bu ağaç, elementlerin ruhlarının saklandığı kutsal bir varlık olarak biliniyordu ve onu bulmak, benim için hayati bir öncelik taşımaktaydı. Her adımımda toprağın köklerinde yankılanan gizemli sesler, yaprakların hışırtısı, geçmişin derin sırrını fısıldıyordu.
Ağacın silueti, görünüşte sıradan ama bir o kadar da heybetliydi. Gövdesi, zamanın aşındırıcı etkisiyle çatlamış, kıvrılmış bir şekilde gökyüzüne doğru yükseliyordu. Dalları, dört farklı renkteki yapraklarla süslenmişti: Alev kırmızısı, su mavisi, toprak yeşili ve hava beyazı. Gözlerim, bu muazzam yapıda kaybolurken, içimde bir his belirdi; bu ağaç, yalnızca bir ağaç değil, elementlerin kalbinin atış noktasıydı.
“Elementlerin ruhları, benimle konuşmaya hazır mısınız?” diye fısıldadım. Bu sözcükler havada kaybolurken, hafif bir rüzgarın uğultusu geri döndü. Rüzgar, doğanın dili gibiydi ve içimdeki korku ile cesaretin savaşı sürerken, elementlerin ruhlarıyla iletişim kurmak zorundaydım. İlk başta hiç ses gelmedi tam umudu kesmiştim ki;
Ağacın köklerine eğildiğimde, yerin derinliklerinden parıldayan bir nesne dikkatimi çekti. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu; bu, Elemental Yüzük olmalıydı. Görünüşte basit ama içindeki güçleri barındıran bir hazineydi. Zırhlı bir madenden yapılmış gibi parlıyordu; her bir yüzünde ateşin, suyun, toprağın ve havanın sembolleri yer alıyordu. Onu almak için elimi uzattığımda, topraktan yükselen bir ses duyuldu.
“Bunu hak etmeli ve niyetini saf tutmalısın, genç savaşçı,” dedi ses, toprak ve zamanın yankısıyla harmanlanmış bir derinlikte. İçimdeki korku, kendimi cesaretle dolduran bir yanımın yanında kayboldu.
“Ben, elementlerin koruyucusu olacağım,” dedim, sesimdeki titremeye rağmen kararlılığımı koruyarak. “Beni test edin, kadim ruhlar!”
Köklere bağlı olan dört ruh, birer birer belirmeye başladı. Ateşin ruhu, alev alev parlayan bir varlık olarak karşımda dururken, suyun ruhu berrak bir dalga gibi şekil alıyordu. Toprak ruhu, sağlam ve sabit bir varlık, hava ruhu ise serin bir rüzgar gibi etrafımda dans ediyordu. Her biri, varoluşlarının derinliğini bana hissettiriyordu.
“Cesaretin var mı?” diye sordu ateş ruhu, sesi yankılanarak etrafımı sardı. “Korkularınla yüzleşmelisin.”
Suyun ruhu, bir su damlası gibi belirdi ve gözlerimin önünde kaybolmuş bir anıyı canlandırdı. Kayıp bir dostumun yüzü, su yüzeyinde dalgalanıyordu. “Bunu unutma,” dedi su ruhu. “İçindeki duygu ve kayıp, gücünün bir parçasıdır.”
Toprak ruhu, kökleriyle yerden güç alarak, “Bağlantı kurmayı bilmelisin. Doğa senin dostun olmalıdır,” dedi. Sözleri içimde derin bir yankı buldu, bir bilgi akışıyla ruhuma doldu.
Hava ruhu, hafifçe eserek, “Özgür ol, ama sorumluluklarını unutma. Gücün, dengenle büyür,” diyerek fısıldadı. Dört ruhun sözleri, benim için birer ders gibiydi; her birinin sunduğu bilgi, içimde yankılanan bir gerçeği açığa çıkarıyordu
Yüzüğü almak için cesaretimi topladım. Tam parmağıma geçirdiğimde, bir anda altın sarısı bir renk patlaması oldu ve beni geri itti; yüzük beni kabul etmemişti.
Ateş ruhu yanıma gelerek haykırdı: “Saf niyetle yaklaş! Büyüde kötü niyete yer yoktur. Kötü niyetle büyü yapanların elbet bir cezası olacaktır!”
Ateş ruhu, en korkunç ve sert görünen ruhtu. Onu saran kıpkırmızı aurası, gerçekten de korkutucu ve sert bir etki yaratıyordu. “Ama kötü bir niyetle yaklaşmadım!” diyebildim sadece; sesim titriyor, kalbim güm güm atıyordu.
Ardından su ruhu etrafımda adeta dans etti ve fısıldadı: “Korkuyorsun, genç büyücü. Korkma ve tüm cesaretinle yaklaş! En sonunda yüzük seni kabul edecektir...” Su ruhu, en bilge görünen ve en sakin olanıydı. Etrafında dönen buz mavisi aurası, tam bir bilgelik sembolü gibiydi.
Bu sefer tüm cesaretimi topladım ve “Ey dört büyük elementin yüzüğü! Sahibine itaat et ve kabul et!” diye haykırdım. Ardından yüzüğü parmağıma geçirdim. Aynı ışık patlaması oldu ama bu sefer yüzük yerindeydi ve hiç etkilenmemiştim.
“Başardın, genç büyücü. Yüzük seni kabul etti...” dedi dört ruh bir ağızdan. Sonrasında, yavaşça kayboldular.
Ağaç, bana bir yol açarak sırlarını sunmaya başladı. Elemental Yüzüğün gücünü anladım; artık dört elementin bilgisine ve ruhuna erişimim vardı. İçimdeki güç, bana cesaret ve bilgelik katıyordu. Bu yolculuk, benim için sadece bir başlangıçtı. Elementlerin ruhlarıyla kurduğum bağ, gelecekteki zorluklara hazırlıyordu. Her bir element, içsel yolculuğumun bir parçası olacaktı. Yüzükle birlikte saraya geri dönmüştüm. Yine kimseye fark ettirmeden bana verilen küçük odaya gittim. Üzerimdeki eşyaları çıkardım, birisi dışında: Elemental yüzük. Uyuyakalmışım. Sabah prenses Wolian yanıma geldi. “Kalk bakalım, yaver,” dedi. Bu sözleri duyduğum an hemen gözlerimi ovuşturdum ve yatakta oturur pozisyona geçtim.
Elimdeki yüzüğü fark ettiğimde hemen saklamaya çalıştım. Wolian bunu sezerek, “Ne saklıyorsun elinde?” diye sordu. İlk başta cevap veremedim, daha çok yüzüğü gizlemeye çalışarak “Hiç,” diyebildim. Ardından Wolian, bir güçle çekip elime baktı. Nefesimi tuttum ve gözlerimi kapattım.
“Ee, hani bir şey yok, ne saklıyorsun o zaman?” diyen sesi kulağıma geldi. Bir dakika, yüzük normal insanlar tarafından görülemiyor muydu? “Dedim sana,” dedim içimden. Bu durum, işime yarayacaktı. Büyünün cezasının idam olduğu bu diyarda, büyülü nesneleri saklamak oldukça zordu.
“İyi o zaman, hadi kalk! Ormanda benimle birlikte ok atmaya geleceksin,” dedi.
Haydi ama! Ben kim, okçuluk kim?
|
0% |