@dylasa
|
Dönüşümü görünen şeytan
Ancak kıyaslandığında parçalayacak,
Masum insanlar acımasızlığı tadacak. ♤ Kum tanelerinin birbirlerine aldırmadan akıp gittiği bir zamanda; fazla sorgulanıp tarihe geçmeye değmeyecek günlerden birinde, gece karanlığı sıkıca sarmalamış ve üstlerine kasvetten bir örtü sermişti. Mevsimin kış olmasının verdiği; bu mezarlıkta olanların, ölü diri ayırt etmeksizin, kemiklerini titretecek cinsten olan dondurucu soğuğu da ceplerine meze diye doldurmuştu. Bir de içine kendini gözetmesi için orta halli bir bekçi koymuştu. Mezarlıkta yaşayan ruhlara sahipsiz dedirtmek istemezdi. Onların ölü ruhları geceye güç veriyordu; aydınlığın hırsızlarına çaldırtmak istemezdi. Mezar bekçisi elinde kırmızı fenerle her bir köşesini avucunun içi gibi bildiği mezarlığı küçük ve titrek adımlarla turluyordu. Her gece bu saatlerde yaptığı bir kontroldü bu. Esen sert rüzgarla hafifçe titredi ve ceketinin düğmelerini ilikledi. Yaz aylarında olsa buralarda uyuklayan sarhoşları kovardı. Ama bu soğuk havada mezarlıkta uyumak demek ya ölü olmak demekti ya da ölüme kollarını açarak koşmaktı. Kimse canına susamadığı için ıssız olan bu mezarlıkta, dolaşmayı her ne kadar anlamsız bulsa da bu onun göreviydi. Bu yüzden mezarlığın toprak yollarında ilerlemeye devam etti. "Kiminiz çiçekler getirerek kiminiz ise dualar ederek beni ziyaret edeceksiniz ama yolculuğunuzun sonu burada bitecek. Sizi yanıma bekliyorum" kaç bininci kez okuduğunu bilmeden tekrar okudu bekçi, yanından geçtiği bir mezar taşında yazanları. Sonra "Elbet kaçışımız yok ama önemli olan nasıl geleceğimiz." tekrar aynı şeyleri mırıldanarak ilerledi bekçi. "Ey yolcu! Bende yaşadım geçtim 69 yaşında ecel şerbeti içtim beni gör, kendini unutma sakın ölüm insana her şeyden yakın." bir diğerini okudu. "Çok küçüktüm tanımadım dünyayı, esirgemeyin benden bir duayı." ve bir diğerini daha. Her gün her gün okumaktan sıkılmıyordu bu yazıları, ona yaşamın geçici olduğunu ve ölümden korkmaması gerektiğini hatırlatıyordu. Belki de bu soğuk havada kasvetli bir mezarlıkta onu ayakta tutan, içini ısıtan şey, okuduğu mezar taşlarının verdiği cesaretti. Başka bir mezar taşını okumak için biraz daha ileri tuttu fenerini. Işık tüm gücüyle mezar taşını aydınlattı ve yazanları tekrar okudu demek isterdim ama onun okumasını engelleyen, mezar taşının önünü kaplayan, bir sepet vardı. Adımlarını oraya doğru hızlandırırken ince bir ağlama sesi duyuldu; bir bebek sesi... Ses ile daha da hızlandı ve sepette ağaçların köklerinin toprağı sıkıca sarması gibi mavi bir battaniyeye sarınmış küçük bebeğe baktı. Taş çatlasa iki aylık olan bir bebeği hangi cani ölülerin arasına atıp kaçabilirdi? O yaşamdı, yeri mezarlık olamazdı. Bekçi ciğerleri çıkacakmış gibi hıçkırıklarının arasında kaybolmuş bebeği yavaşça kucağına aldı. Sırtını sıvazladı bir kaç defa. "Ağlama kimsesiz ağlama" dedi " Buradaki ölülerin hepsi yaşayan insanlardan daha yakındır sana. Ölüm en gerçek olandır. Korkma!" sepeti alıp kulübesine doğru ilerlerken üşüyen bebek ağlamayı bıraktı. Bekçinin vücut ısısı onu bir anne kucağındaki kadar olmasa da ısıtmıştı. Ve bu sıcaklık onun güzel bir uyku çekmesi için kâfiydi. Derin uykuya dalan bebeği yavaşça kulübesindeki kanepeye yatırdı bekçi, yuvarlanıp yere düşmemesi için yastıktan bir set çekti kenarına. Ve şimdi bekçilikten ziyade asıl görevini gerçekleştirmek için gitti ışınlanarak Dünya'nın bir başka köşesine. Rastgele bir kurban seçti kendine. Kara defteri teslim etti onun ellerine. Acı ile kıvranarak, kitabın içine açılan kara deliğe çekildi kurban. Bilinmeyen bir yere düşmenin verdiği korku, ortamın alaca karanlığı ve harabe yapısıyla harmanlanmış; o ritmik atan kalbinin düzenini bozmuştu. Bunu hisseden Harzon'daki insan yiyen canavarların nefesleri ensesindeydi. Onu izliyorlardı. Ve her biri kendi bölgesine gelmesi için sabırsızca bekliyordu. Sonsuzluğun merkezinde bir yön belirledi kurban kendine, ilerledi o tarafa. Kurbanın kendi bölgesini seçtiğini gören Lyra hafifçe tebessüm etti. Bu ürpertici kasabada sisli mezarlığı seçen gerçekten az oluyordu. Onu mezarlığın merkezine çekmek için bir melodi doladı diline. "Taaak tuuk... Taaaak tuuk" başka bir yerde duyulsa basit bir gürültüydü bu ikileme. Ama onun zarif sesiyle eşsiz bir ritmik şarkının hoş sözlerine dönüşmüştü. "Yaşamla ölüm arasında, İnce bir çizgide Yürüyor insan.. yürüyor insaan. Sert bir rüzgar esiyor, yaşam tarafından... Yıkıyor seni, solmuş çiçeklerin üstüne.." İpeksi sesi tüm mezarlıkta yankılanırken kurban irkildi. "Kim var orada?" haykırdı derinlere. Ama cevap gelmedi; Lyra kusursuz sesiyle şarkısına devam etti. "Boylu boyunca uzanırken orada Bir de bakmışsın ki; Hiç isyan edemeden, Ölüm dolamış kollarını boynuna..." Adım adım sese yaklaşmaya çalışıyordu kurban ama tam yerini kestiremiyordu. Deniz kızlarının efsunkâr sesleri ile denizcileri sert kayalıklara çekmeleri ve onları denizde boğacaklarına dair verdikleri antlarını gerçekleştirmek için söyledikleri şarkıdan farkı yoktu, Lyra'nın şarkısının. Kurban mezarlığın ortasına geldiğinde Lyra sustu. Avına sincice yaklaşan bir aslan gibi sokuldu dibine. Ve doğru anı yakaladığında atıldı üstüne. "Merhamet et" oldu kurbanının ağzından çıkan son kelimeler. "Merhamet.." duraksadı bir an için Lyra ve ardından ekledi " ..dilenme! Benden alamazsın.". Sivri hançer saplandı kalbine. İtina ile çıkardı onu kurbanın sol göğsünden. Özenle kenara koyduktan sonra bir kol kopardı, aldı eline. Karnını doyurmak için geçirdi dişlerini. Uzun zamandır aç olmasından dolayı hızla yiyordu; bir yandan da gözlerini kalpten ayırmıyordu. Bu leziz korkmuş kalp onun en sevdiği kısımdı ve en sevdiği kısımları sona bırakmayı tercih ederdi. Çünkü ağzında en son o tadın kalmasını istiyordu. Ona göre kalp yemeğin üstüne yenen bir tatlıydı. Karnını iyice doyurduktan sonra ağzının kenarından akan kanları kolunun tersi ile sildi, kalbi eline aldı. Önce bir baktı sonra zarifçe okşadı, dudakları yukarı kıvrıldı. Mutluydu. Bir ruh daha mezar taşlarından birine bağlanmıştı, bir isim daha kanla yazılmıştı kara deftere. Ve elçi sayesinde bir Harzonlunun daha karnı doymuştu. Mezar bekçisi asıl görevini tamamlayıp kulübesine dönmüştü. Küçük bebek uyanmıştı, onu görünce gülümsedi. Ama bekçi hissiz yüz ifadesini koruyarak sadece bebeği izliyordu. Onu kimin neden bıraktığını idrak etmeye çalışıyordu. Bulduğu sepeti de karıştırmıştı ama ne bir not vardı ne de ailesine dair bir iz... Sadece üç beş bez, bir kaç kıyafet ve süt dolu bir biberon. Bu malzemeler sepetinde olduğuna göre; ailesi, birinin bu bebeği bulacak olduğundan emin olduğunu düşündü bekçi. O sırada küçük bebek son içtiği sütü de kusarak çıkardı ve ardından ağlamaya başladı. "Kusmak için seni yetkili birine teslim etmemi bekleyemedin mi ufaklık?" yandan bir bakış attı bebeğe. Sonra sepetteki kıyafetlerden bir tane aldı; bebeğin üstündeki kirli kıyafetlerini de onun ağzını yüzünü silerek çıkardı. Şöminenin üstünde daha önce, bir şeyler içmek için ısıttığı sıcak su vardı, onu aldı ve biraz ılıştırdı. Leğenimsi bir kabın içine bebeği yerleştirmek için kucaklayacak iken boynundaki künyeyi çıkartmayı unuttuğunu fark etti. Bebeği incitmeyecek şekilde onu çıkardıktan sonra üzerindeki yazan kelimeleri mırıldandı "Zhoso. Demek adın bu küçük bebek, sen öldüğünde mezar taşının üstünde yazacak olan adın" . O bir mezar bekçisiydi, ölüm elçisiydi; başka ne düşünebilirdi ki? Bebeği kucağına aldı ve naifçe leğene yatırdı, kollarını sıvazladı. Sağ elindeki bir tasla onu ıslatırken, sol eliyle vücudundaki suları dağıtıyor; temizlemeye çalışıyordu. Sonra eli Zhoso'nun sol bileğine kaydı. Oraya dokunduğunda, beliren siyah çemberin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Kendi sol bileğine baktı; aynı çembere o da sahipti. Bütün şekillerin kendisinden çıktığı bu geometrik form; tezahür etmemiş, payidar olanı temsiliydi. Zamanı kuşatan mekanın, aynı zamanda da başlangıcı ve sonu olmadığı için zamansızlığın, aşağısı ve yukarısı olmadığından mekansızlığın da sembolüydü. Bu çember insana verdiği güçle elçinin mührüydü. İlk elçi olan babasından da kendine geçen bu mühür saltanat gibi aynı soy üzerinden ilerliyordu. Ama kendisinin hiç çocuğu olmadığı için mühür Zhoso'yu bekçinin çocuğu olarak kabullenmişti. Artık bekçide onu bırakamazdı. Bir gün bu görevle yüzleştiğinde onu hazır hale getirmeliydi. Korkunun insanı demirlere bağlayan bir zincir olduğunu gösterecek ve cesaretin ona güç verdiğini kanıtlamalıydı; merhamet ve acıma duygusundan tamamen arındırıp kırılmayacak taştan bir kalp inşa etmeliydi onun için. Tıpkı babasının, ilk elçinin, ona öğrettiği gibi...
|
0% |