Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Hükümdarın Kanadı ♤ -6

@dylasa

 

Şeytan'ın çürüyen cesedi..

 

Vahşi ölümün kokusu..

 

Paslandıran tırnaklar..

 

Seni çevreleyen bu karanlık..

 

Burada nefes almak zor ..

Yıl 1984..

Yer Japonya...

Bu kanlı lanet başlamadan önce...

Bilgisayar oyunlarının yeni geliştiği dönemdi. İnsanlar bu yeni icata oldukça ilgi gösteriyordu. Ekranda gördüğün bir şeyin hareketinin senin ellerinde olması kontrolü seven insanlar için harika bir hazdı. Bazen de başka bir karaktere bölünüp sıra dışı bir hayat yaşama şansı veriyordu; bu da gündelik problemleri zihninden uzaklaştırmak için mükemmel bir yoldu.

Bunun üzerine, bilgisayar oyunları için oldukça yoğun çalışmalar yapan Akio, gündeme oturacak bir oyun tasarlamak istiyordu. Lakin elinde etkileyici bir fikir yoktu. Bu yüzden insanı az olan, sessiz sakin bir köyde bir ev kiraladı. Oraya gidip rahatça düşünüp, bulduğu fikir üzerinde düşünmek istiyordu.

Gecenin geç saati ulaştı köye. Oranın soluk rengi ve soğuk havası adımını atar atmaz zihninde şimşeklerin çakmasına neden olmuştu.

Lanetli bir kasabadan kaçış oyunu milyonların ilgisini toplayabilirdi.

İnsanlar korkacaktı ama bu korku onların diğer bölüme geçme arzularının önüne geçmeyecekti. Oynadıkça oynamak isteyecek; ve bu, oyunu bitirinceye kadar devam edecekti.

Düşünceleriyle boğuşurken bir yandan bir elini büyük eski bir mezarlığın taş duvarlarına sürüyerek kiraladığı eve gidiyordu.

Tam o anda ise duvarın ardında bir mezar bekçisi elinde kürekle toprağı kazıyordu.

Boşta kalan eliyle alnındaki terleri sildi. Nefesini tazeledi ve "Az kaldı" dudaklarının arasından bir fısıltı gibi bu sözcüklerin çıkmasına izin verdi.

Onu, bu kadar derine gömmesinin ne gerek olduğunu düşündü biran için.

Ama gerekliydi. Onları korumak için gerekliydi.

Işıklar sönüp tüm şehir karanlığa karıştığında, sen yorganının altına girip uykuya dalmak üzere iken gölgede gizlenenlerin zamanı geliyordu. Usulca çıkıyorlardı yerlerinden ve tüm şehri karanlıkla birlikte sarıyorlardı.

Kimisi yatağının altından nefesini dinliyor, kimisi kapısı aralık dolabından seni izliyordu. Orada olduklarını belli eden ufak tıkırtılar ile kalbinin ritmini bozarak, tehlike arz etmediğin taktirde, yalnızca hissettiğin korkuyla besleniyorlardı. Gün doğduğunda ise gölgelerine bürünüp kayboluyorlardı.

Fakat bazı insanlar onları anlamadı, onları yaşatmak istemedi.

İnsan olmanın getirdiği kibirle tango yaptılar, öznel gerçeklikleriyle tüm dans alanını geçtiler. Kendileri için tehdit oluşturduklarını ileri sürerek, onları yok etmenin yolunu aradılar.

Güneş, Dünya'nın bir başka ucuna kaydığında; gece keskin karanlığını ortaya savurduğunda, onlar usul usul orada yerini alırken üzerlerine imzalan yok oluş planından haberleri yoktu.

Tek tek topladılar onları, tahta parçalarına bağlayarak tutsak ettiler. Sonrada üzerlerine bir kibrit çaktılar. Küçük bir ateşle başladı acıları, alev aldı yürekleri ve bedenleri. Ateşin yaydığı ışık mahvediyordu onları, sıcakta yanında hediyesi. Yüzleri, tenleri yavaşça çirkinleşirken intikam hırsı sarıyordu içlerini.

Yanıyorlardı, yakılıyorlardı!

Biri buna dur demeliydi!

Biri bu acımasızlığı durdurmalıydı!

Acı dolu feryatları karışırken dumanlı geceye hepsinin gözü hükümdarlarındaydı. Yardım dileniyorlardı.

Hükümdarları ise onlardan farklı durumda değildi.

" Hadi" diyordu " Yetiş, kurtar bizi."

Belli ki birini bekliyordu.

Her zaman onun yanında yer alan, onu gözetip kollayan ve ona sadık; kendisinden korkmayan bir insanı bekliyordu. O, onları kurtaracak olan kanadını arıyordu.

Elinde siyah bir defterle bir adam belirdi insanların arkasında. Büyüyle bağlantısı oldukça iyi bir adam...

Defteri havaya kaldırdı ve anlaşılmaz bir kaç kelime mırıldandı.

Alevin içindekiler bir hışımla çekildiler defterin içine, yaralarıyla birlikte. Onlar orada derin bir uykuya dalarken, adam içinde artık zaman durmuştu. Onlar bu uykudan uyanana kadarda öyle kalacaktı; ne yaşlanacak ne de ölecekti. Bileğinden bir çemberle işaretlendi.

Hükümdarı ve diğerlerini uyandıracak kişiye ulaşana kadarda onları korumalıydı. Uyandıracak kişi ise onları aleve veren adamın yirmi altı kuşak sonrasından biriydi.

Bu yüzden beklemeli ve doğru anı yakalamalıydı.

Kendince fırsatlar yarattı ve yıllar sonra o adama kimseye fark ettirmeden ulaştı.

Şimdi planladığı gibi Akio bu köye ayak basmıştı.

Mezarlığın yanından yürüyerek ilerliyordu.

Aklına gelen bir fikirle mezarlığı dolaşmaya karar verdi. Aralık demir kapıdan içeri girdi.

Taş yürüyüş yolunda etrafı inceleyerek yürüyordu.

Ses olmadan hayatın gerçeklerini anlatan çizgiler yuvasıydı burası; özlem kokulu çiçekleri vardı.

İnsanın içini ürperten yanı ise; her an ona zarar verecek birinin karşısında belirebileceği imajı veriyordu.

O sırada bir ses duydu.

"Sen!"

Etrafına hızla bakındı. Arkasında iri yapılı bir adam gördü.

"Evet, sen" dedi adam " Buralarda yeni misin? Seni ilk defa görüyorum" Akio'ya yaklaştı.

Elbetteki onu ilk defa görmüyordu, doğduğundan beri peşindeydi. Sadece bunu ona belli etmemeliydi.

"Evet" yanıtladı Akio " İş hayatının yorucu temposundan kurtulmak ve ilham almak için geldim".

"Üşümüş görünüyorsun, gel sana içecek sıcak bir şeyler ikram edeyim"

Beraber adamın kulübesine ilerlediler.

"Mezar bekçisi misin?" Sordu Akio.

"Evet" cevabını verirken bir fincan ryokucha* uzattı ona.

Ryokucha'nın kokusunu önce bir içine çektikten sonra " Harika kokuyor Bekçi" dedi Akio.

"Afiyet olsun" gülümsedi Bekçi "Aradığın ilham nasıl bir şey tam olarak?".

"Ben aslında bir oyun mimarıyım. Etkiler yaratacak bir bilgisayar oyunu tasarlamam gerekiyor." içeceğinden bir yudum aldı.

"İşin zor görünüyor."

"Aslında buraya ayak basar basmaz harika bir fikir buldum bile" dudakları yukarı kıvrıldı " Bir kaçış oyunu tasarlamak istiyorum".

"Sana fikrin üzerine bol şans dilerim" arkasına döndü adam ve gölgede gizlenenlerin derin uykuda olduğu kara kaplı defteri raftan aldı.

"Bu defter sana hediyem olsun, fikirlerini yazarsın" defteri ona uzattı.

Akio başta reddetse de adamın ısrarı üzerine kabul etti.

Defteri eline aldı ve kiraladığı eve gitti. Adam görevini yerine getirip defteri onları uyandıracak kişiye teslim etmişti.

Gerisi Akio'da bitiyordu. Sadece uyanışlarını tetikleyecek birkaç maddeye ihtiyacı vardı.

Kahve ve elektrik... Biraz da Akio'nun hayâl gücü...

Güçlü bir bağ kuruldu, tasarlanan Harzon kasabası gölgede gizlenenler ile can buldu. Ve bekçi için duran zaman tekrar akışa geçti.

Alevlerin ve gecenin ıssız bir sokak da ki dansı, hiç kimsenin duymadığı bir hikaye yazdı. O alevle onları yok etmek istediler ama içlerinde intikam ateşi yaktılar. Bunun bedeli olarak; ölümün acı dolu yükü birikti insanın ayaklarında.

Ve görünen başlangıç Akio'nun kanıyla başladı.

Açılan boyuttan içeri geçince Akio, ilk elçi belirdi defterin yanında. Onu yavaşça eline aldı ve arasından süzülerek çıkan siyah mürekkep hükümdarları oldu.

"Barnaby, sen gerçekten sadık bir kanatsın. Hizmetlerin için çok teşekkür ederim." sesinden cinsiyeti belli olmuyordu. Siyah uzun kapşonlu pelerininin arasından da göz çevresi ve oradan dudaklarına inan siyahlıklar ile bezenmiş ay gibi ak bir maske gözüküyordu.

Barnaby tek dizi üstünde çöktü ve yavaşça eğildi.

"Nefes aldığım müddetçe daima hizmetinizde olacağım hükümdarım."

"Bunu duyduğuma sevindim çünkü şimdi seni bekleyen yeni bir görev var" eliyle Barnaby'e ayağa kalmasını işaret etti ve o da ayağa kalktı " Harzon.. Halkımın yeni yerleşke yeri oldu. Ve orada besin yok. Onların intikama aç ruh ve bedenleri yemek bulamazsa zayıflıyor. Hükümdarları olarak onları korumak benim vazifem. Bu görevi tek başıma başaramayacağım için seni görevlendiriyorum."

Çember işaretli bileğini kavradı hükümdar "Bu çember sana bazı özel güçler bahşediyor; bir yere ışınlanmak ve görünmez olmak gibi... Onu kullanarak Dünya'dan farklı insanların bu deftere dokunmasını sağlayacaksın ve o insanları bizim yanımıza yollamış olacaksın. Anlaşıldı mı?"

Barnaby kafasını salladı.

"Eğer" dedi hükümdar "eğer, görevinden cayarsan; o seçilmiş insanlardan biri olarak sen gelirsin Harzon'a ve görevini ise çok sevdiğin o oğlun devralmış olur.".

Hükümdar geri çekildi "Şimdi git ve bize ikinci kurbanı getir" diyerek aktı tekrar defterin arasına.

Nasıl bir belaya bulaştığını çok iyi biliyordu Barnaby ama bu durum onu hiç rahatsız etmiyordu. Gidecek ve görevini ölene kadar devam ettirecekti.

Gözlerini yumdu, Paris'in can alıcı sokaklarından birini düşledi. Gözlerini açtığında oradaydı.

Bir kurbana ihtiyacı vardı bu yüzden etraftaki insanları incelemeye koyuldu, kendi acımasız gözleriyle. Yoldan öylesine yürüyüp geçiyorlardı insanlar, kimse ona aldırmıyordu.

Sonra kafeden çıkan bir kadın ilişti gözlerine gökyüzünden düşmüş bir melek güzelliğinde; karşı konulamazdı. Ondan nefret edip Harzon kasabasına göndermek mümkün olabilir miydi?

Hemen arkasında bir adam vardı; yaptıklarından pişman.

"Mirabelle.." acı dolu haykırdı kadının arkasından.

Kadın durdu ve arkasına döndü "Her zaman ele avuca sığmaz olduğumu söylerdin" ağlamamak için direniyordu "tıpkı.. Tıpkı yaptığım brovni kekler gibi".

Adamın yüzünde buruk bir gülümseme belirdi "Kendimi kaybettiğim bir tadı olan keklerin".

"İşte Fermand, sığamıyorum avucuna.. Sıkıyorsun beni, daralıyorum.. Nefes alamıyorum artık." Tekrar arkasına döndü kadın, gitmeyi kafasına koymuştu.

"Özür dilerim Mirabelle.. Çok özür dilerim." kadının kolundan tuttu.

"Hep aynı şeyler, hey aynı özürler."

"Seni sevdiğimi biliyorsun.." çırpınıyordu adam.

"Ama bu son yaptığın şeyle canımı çok yaktın" kadın çok kırılmıştı.

"Gitme lütfen, bırakma beni."

"Seni çok sevmiştim" kadının akmamak için direnen gözyaşları artık iniyordu yanaklarından aşağı "Ama bana zarar veriyorsun" büyük bir hıçkırık kaçtı dudaklarının arasından; sert bir hamleyle kurtardı bileğini adamın elinden.

Ardından da koşarak uzaklaştı.

Gerisinde pişman ve paramparça bir adam bıraktı. Fermand dizlerinin üstüne çöktü, o da saldı artık gözyaşlarını. Huzur denizini kendi elleriyle kurutmuştu, sevdiği kadını üzmüştü. Dudağını ısırdı, gittikçe kaybolan kadının arkasından çaresizce bakakaldı.

Barnaby adama yaklaştı. Tükenmiş bir kalp, yaşama umudunu kaybetmiş bir insan Harzon için biçilmiş kaftandı.

Adamın elleri arasına bırakaverdi defteri. Ruhsal acının yanında, bedensel bir acı daha eklenerek Harzon'da yerini aldı Fermand.

Başında ki ağrıyla araladı gözlerini. Ve araladığında ona bakan bir çok çirkin yaratığı karşılaşınca tekrar kapadı. Bacaklarını karnına çekti, cenin pozisyonu aldı.

"Bunlar da ne böyle, neredeyim ben?" aklında cevabını bilmek istemediği korku dolu sorular birikti.

"Korkusunun kokusunu alıyor musunuz?" içlerinden biri konuştu.

"Onu yemek için sabırsızlanıyorum, bu uyku beni oldukça acıktırdı." sevinçle gülümsedi biri.

"Kimsiniz siz? lütfen bana zarar vermeyin." dedi Fermand, hafifçe onlara bakmaya çalışarak.

"Bizler uyumadığında ailenin sana anlattığı öcüleriz." sinsice sırıttı içlerinden biri.

"Her gece seni izleyen intikam dolu gözleriz."

"Ve bizler senin celladın olacağız." bıçağını sivriltirken konuştu bir diğeri.

"Kim bilebilir ki gerçekten kim olduğunu? Tek bildiğimiz tüm hayatımızı bir ceza gibi burada yaşayacak olduğumuz."

"Siz insanların yüzünden" tüm yaratıkların hepsi aynı anda söyledi bu sözcükleri ve ona başka söz hakkı tanımadan aç kurtlar gibi atıldılar üzerlerine.

Adam bir kalp kırdı, elçi onu gördü. Ve yeni kurban olarak onu seçti. Hem bir ceza verdi ona, hem bir ödül sundu. Yaşama umudunu kaybetmiş birine verilen en güzel hediye ölümdü ve bir kadının kalbini kırana verilecek en kötü ceza da acı dolu ölümdü; elçiye göre.

Etleri parçalandı Fermand'ın yarık ağızlarda. Ruhu zamanın eksi sonsuza aktığı bir zaman diliminde bir mezar taşına bağlı kalırken, kemikleri daha sonra bir mezarın içini dolduracaktı.

Harzonluların ise kimisi az yedi etinden kimisi çok , herkesin karnı doymadı. Bunun üzerine kasabanın her bölgesini kendi aralarında paylaştılar ve kurbana avcısını kendisi seçme hakkı tanıdıkları şuan ki sistemi kurdular.

Şimdi hepsi kendi bölgelerinde, yeni avlarının korkmuş lezzetli kalplerini sabırsızlıkla bekliyorlar..

Onlar senin küçük kalbini istiyorlar.

 

Loading...
0%