@dylasa
|
Bu gökyüzünden gelen bir intikam Pişman olacak zaman yok Kaçacak yön yok Kendini savunacak bir hat yok.. ♤ Her bir insan; ayrı bir hikaye, ayrı bir yaşanmışlık ama aynı son... Ölüm. Bir zigot olarak düştü ana rahmine, bölünerek gelişti, embriyo oldu. Zamanla harmanlandı ve bir insan şeklini aldı. Her yeni doğan bebek gibi soluduğu ilk hava yaktı ciğerlerini. Hissettiği acı ile bıraktı içindeki feryadı, ağladı. Göz yaşları yanaklarından süzülürken etrafındaki insanların yüzünde büyük bir tebessüm yayıldı. Şanslıydı ki onu çok seven bir ailenin kollarının arasına düşmüştü. Büyürken yaptığı her hatada yanında ona doğruları göstermek için çabalarken, her doğrusunda onun başarısından dolayı gurur duyuyorlardı. Maddi olarak pek sıkıntıları olmasa da on üçlü yaşlarında ikinci dünya savaşının getirdiği bir kriz vardı. Hitler'in Polonya'yı işgali üzerine başlayan bu kanlı savaş babasını kaybetmesine sebep olmuştu. Ama bir tek kaybeden o değildi; Dünya'dan bir çok insan sevdiğini kaybetmişti. Herkesin yüreği dağılıydı ama kendileri için hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Bu savaşın sonunda Berlin'in dokunulmamış yüzde beşlik diliminde yaşıyor olmak hayatın ona sunduğu bir diğer şanstı. Her ne kadar travmatik bir çocukluk geçirse de o kendi ayakları üstünde durmayı başardı; büyüdü, sevdi, evlendi. Çocukları oldu, onları da büyüttü. Torunları oldu; onlara da anlattı yaşamını, savaş yıllarındaki zorlu mücadeleleri... Ama ne var ki insanoğlu nankördü. Sen o kadar büyüt, besle, sev, emek harca; sonra senin de bakıma ihtiyacın olduğun zamanda atsınlar seni huzur evine... Şimdi olmuştu yaş seksen üç, zor zahmet yürümüştü bastonlarıyla pencere önündeki kahve berjere. Yavaş hareketlerle oturdu ve zamanın izlerini taşıyan buruşmuş yüzünü pencereye çevirdi. Dünya çok değişti doğduğu yıldan bu yana; binalar yükselmiş, yeni yeni bilmediği teknolojik ürünler çıkmıştı. Kendisine baktı; kendisi de epey değişmişti. Bir zamanlar o da genç ve güzel bir kızdı. Sarı uzun örgüleri inerdi omuzlarından aşağı, çehresi güneş gibi ışıldardı. Bir gülümsemesi vardı; onu gören kalp yerinde duramazdı. Şimdi ne o sarı saçları kaldı geriye ne de gülümseyecek takâti... "Ah Dünya!" inledi hüzünle. "Yıprattın beni lakin yaşamak güzeldi. Biliyorum vakit doluyor, toprak beni çağırıyor. Ölüm uzak değil ama bir korku var içimde; bir de yaşayamadıklarımın pişmanlığı..." bir kaç damla yaş süzüldü o ihtiyarın okyanus mavisi gözlerinden. İçini çekti geçmişe duyduğu özlemle. Sonra önündeki sehpa da duran kara bir kitaba ilişti gözleri. Merakla uzattı kolunu ona, yavaşça aldı eline. Zaten hep merak değil miydi başımıza gelen canhıraş olayların sebebi. O da kara kitaba dokunanlardan oldu; meret Harzon'a gönderildi. İhtiyar kadın, yerde yüzüstü uzanmış bir şekilde acıyla uyandı. Neler olduğunu idrak etmeye çalışırken gözleri az ilerisinde olan bastonuna takıldı; sürünerek oraya ilerledi. Yavaşça oturdu, etrafına bakındı. Gözlerinin önündeki bu harabe kasabanın bir çöp yığınından farkı yoktu. Gökteki dolunay yetmiyordu aydınlatmak için bu kasabayı; ayın ışığını sömürüyordu gece. Bilmediği bir kasabanın önünde çaresizce bekliyordu. Yerinden kalkabilecek kadar güçlü de hissetmiyordu. Bir yardım eli uzatan olur muydu burada? "Hoş geldin" içini ürperten bir ses duydu kulaklarında. "Kim var orada?" titrekti sesi. "E-ce-lin" heceledi aynı ses . Olmazdı elbet, ölüm çağırmıştı onu buraya. Bir ürperti hissetti ensesinde. Sırtından soğuk terler akarken " Bu şekilde mi olacaktı?" mırıldandı. "Kimse arkandan ağlamayacak. Bittiğine sevin." çirkin bir surat belirdi gözünün önünde. Daha net görebilmek için gözlerini kıstı ve bulanık surata baktı. Ölüm korkusu tüm vücuduna hızla yayılıyordu. "Benim canımı en çok yakan, beni en çok korkutan da bu ya" dedi. Mavi gözlerinden bir kaç damla yaş döküldü. Okyanus ağladı; biraz korkudan biraz hüzünden. Kurbanın kalbini ele geçiren korkuyu hisseden yaratığın yüzünde yamuk bir gülümseme belirdi. "Biraz bayatlamışsın ama bu son çırpınışların seni lezzetli yapacak" dedi ve yaratık, hançeri saplamak için elini havaya kaldırdı. O sırada bir ses geldi arkasından "Wakupha, dur!". " Beth... " arkasına döndü Wakupha. "Sana benim haberim olmadan o kulübeden çıkma demedim mi? Kokunu başka bir yaratık alırsa ne olur hiç düşündün mü?" İhtiyar kadının mavi gözlerine baktığında gördüğü okyanusu gördü kızın gözlerinde. Ama bunu pek umursamadı. O an tek düşündüğü şey bu genç kızın güvende olmasaydı. Onu bütün Harzonlu yaratıklardan korumak zorunda olmasıydı çünkü o bir insandı. Elçinin yaptığı bir hata sonucu gelmişti Harzon'a; seçilmiş değildi. Kara kitap annesi için bekliyordu ahşap komidinin üstünde ama üç dört yaşlarında ki küçük Beth annesinden önce dokunmuştu ona. Ve bunun bedelini annesi yerine o ödemek zorundaydı şimdi. Herkes gibi tabelanın yanında araladı gözlerini; etrafına baktı. Yabancı olduğu bu kasaba onu heyecanlandırmıştı. Küçük olmasının verdiği merakla etrafta koştu biraz; keşfetmek istiyordu, öğrenmek istiyordu. Adımları ormana döndü. Yaşlı heybetli ağaçların arasında koşuştururken baykuş sesleri ve kurt ulumaları ona eşlik ediyordu. Onun yerinde başka bir çocuk olsa çoktan korkup "anne" diyerek ağlamaya başlardı. Ama Beth korkmuyordu, içinde ışık vardı; merak, sevgi ve yaşam... Bu karanlık kasabayı aydınlatan içindeki ışıktı; o, bu kasabada gökyüzündeki Dolunay'dı. Biraz ilerledikten sonra karşına bir yaratık çıktı; sivri dişleri, paslı tırnakları ile Wakupha. Orman, onun bölgesiydi; buraya gelen herkes onun avıydı. Beth, gözlerini dikkatlice yaratığa dikti; onun tuhaf ve ürkütücü görünüşünü merakla inceliyordu. Wakupha çocuğun bu sakin tavrı karşında şaşkındı. O korkmuş bir kalp istiyordu. Bu yüzden göz açıp kapayana kadar çocuğun önüne geldi, yüzüne eğildi ve "Böö" diyerek bağırdı. Çocuk Wakupha'nın bu davranışını garip buldu ve gülmeye başladı. Karanlık orman küçük bir çocuğun kahkahalarıyla doldu taştı. Wakupha bu duruma anlam veremiyordu; daha önce hiç böyle bir tepki ile karşılaşmamıştı. Şimdiye kadar onu gören herkes korkudan tir tir titremişti, o da lezzetli kalplerini afiyetle yemişti. Bu sefer çocuk yaklaştı yaratığa, ona eğilmesini işaret etti ve onun yaptığı gibi yüzüne "Böö" diye bağırdı. Ardından tekrar gülmeye başladı. Sonrada Wakupha'nın bacağına sıkıca sarıldı. "Uykum geldi" mırıldandı bir eliyle gözlerini avuştururken. Çocuğun bu davranışı karşısında Wakupha gülümsedi. Daha sonra elindeki keskin hançere baktı. Hiçbir korku kırıntısının kokusunu hissedemiyordu ona karşı. Bu ormana uzun zamandır birileri gelmemiş olmasından dolayı aç olmasına rağmen onu yememek için bir bahane uydurdu kendince. O küçük bir kızdı karın doyurmazdı, ayrıca korkmuyordu da; lezzetli değildi. Hançeri beline yerleştirdi ve Beth'i kucakladı. Kollarında uyuya kalan bu küçük masumu ormandaki kulübesine götürdü. O an, bir yaratığın kalbinde ilk defa merhamet filizlendi. İlk defa ondan kaçmak yerine ona gülümsemişti bir insan. Vücudunda dolaşan soğuk kan biraz olsun ısınmıştı; o küçük sayesinde. Ve bu hoşuna gitmişti Wakupha'nın. İşte tam da bu yüzden öldürememişti bu insanı. Onu bir yere yatırdıktan sonra kafasının üzerinde beliren yazılara baktı. Burada insanların ismi görünürdü onlara. "Beth.." mırıldandı " Güzel isim" şefkatle yanağını okşadı. Bu hareketler bir yaratık için normal görünmeyebilirdi ama onlarda içlerinde ufakta olsa sevgi kırıntısına sahipti; sadece bunu ortaya çıkarmak kolay değildi. Beth, Wakupha için içten gülümsemeyle bunu başarmış olsa da tüm yaratıklar aynı tepkiyi vermeyebilirdi. Wakupha onun yaşamasına izin vermişti ama o Harzon'da yaşan tek yaratık değildi. Onun kokusunu alan her biri onu yemek isteyecekti. Bu yüzden onu daima güvende tutmalı ve içinde korkunun filizlenmesine izin vermemeliydi. Küçük kıza tekrar baktı. Ona en başından içi ısınmıştı. Kendi başına onu ormana salamazdı. Onu koruma içgüdüsü ile diğer yaratıklardan koruyacağına dair kendine antlar içti. Matthew Harzon'a geldiğinde onun kalbini istedi; bir Harzonluyu Dünya'ya gönderebilen bir güç belki Beth'i de geri gönderebilirdi. Ama kalbi başka bir yaratığa kaptırmıştı. Bu yüzden Beth burada kalmak zorundaydı. İnsanlara karşı nefret, intikam besleyen bu harabe kasaba bir insana kucak açmış, içinde barınmasına izin vermişti. Aradan yıllar geçiyordu; Beth büyüyordu. Wakupha bazen onun kontrolünde kulübeden ayrılmasına izin veriyordu. Avını onunla paylaşıyordu. Beth de alışmıştı bu duruma, insan eti yemek o kadar zoruna gitmiyordu. Beraber vakit geçiriyor, eğleniyorlardı. Beth, içsel bir dürtü ile Wakupha'yı bugün takip edip durdurma ihtiyacı hissetmişti. Nedenini anlayamasa da o yaşlı kadının ölümünün bu şekilde olmasını istemiyordu. İçindeki bir his bu kadını daha önceden tanıdığını söylüyordu. "Onu öldüremezsin Wakupha" dedi Beth. "Ben insan ile beslenen bir canavarım Beth.. Bunu biliyorsun. Burada yiyecek başka besin yok. Biraz daha bir şeyler yemez isem güçsüz kalırım. Bu problemleri sen küçükken aştığımızı sanıyordum. " dedi kıza yaklaşarak. Beth, ihtiyara baktı; ihtiyarın yaşlı yüzünde bir tebessüm belirdi. Gözleri buğulu, deneyimlerle dolu bir bakışı taşıyordu. Kadının 5 çocuğu olmuştu, hayatın yükünü omuzlamış, yıllarca sevgiyle büyütmüştü onları. Ancak Beth adındaki en küçük kızı kaybolmuştu. Kayboluşuna dair hiçbir iz yoktu, adeta havada buharlaşmış gibiydi. Aranmadık yer bırakmamışlardı, kasabayı karış karış araştırmışlardı, ancak hiçbir iz bulamamışlardı. Beth, artık orada yoktu. Bu genç kıza baktığında, ihtiyarın gözlerinde kaybolan küçük kızın hatıraları belirdi. O sevimli gülümsemesi, enerjisiyle herkesi etkileyen hali, kısacası hayat dolu varlığını anımsadı. Bir an için zaman sanki geriye dönmüştü; kaybolan Beth'in hikayesi yaşanıyordu tekrar. İhtiyarın içinde bir burukluk, bir özlem vardı; geçmişi hatırladıkça yüzünde beliren tebessümde bile. "Bir kızım vardı Beth adında" dedi ihtiyar "Bana onu hatırlattın". "Vardı?" Soru soran bakışlarla ihtiyara bakıyordu Beth. "Küçükken kayboldu, onu bir daha bulamadık." dedi usulca. Beth Wakupha'ya baktı "O annem olabilir mi?" "Öyle veya değil bu hiç bir şeyi değiştirmeyecek. O ölecek Beth!" cevabı netti. "Bunu yapamazsın." ihtiyar kadının önüne geçti kız, korumak istercesine. "Korkusu çok fazla Beth, onu koruyamam ve çok açım." kıza çekilmesini işaret etti. "Hayır" diretti kız. "Kuralları biliyorsun, merhamet yok. " kızı kenara itti. "Merhamet zayıflıktır." tamamladı kız onun sözlerini yaşlı gözleriyle. "Burada yaşamak için güçlü olmalısın" dedi Wakupha ve Beth'e uzaklaşmasını işaret etti. "Ben zaten senin en büyük zayıflığınım, başka bir tane daha istemiyorsun" dedi kız arkasına dönerken. "Özür dilerim Beth.." nefesini dışarı verdi ardından "Kulübeye git" dedi Wakupha. Kız gözden kaybolana kadar bekledi. Daha sonra ihtiyara döndü "Bu lanetten kimse kaçamıyor, herkes bir şekilde bedelini ödüyor. Kimisi canı ile kimisi hüznü ile kimisi sevdiği ile kimisi de ben gibi işte..." . İhtiyar canını isteyen o kızıl gözlere baktı. Burada yaşananlar bir intikamdan daha fazlasıydı. Karanlık, içinde barındırdığı canavarların içine işlemişti. Onlarda bu durumdan pek hoşnut görünmese de bundan kaçış yoktu. Keskin hançer havaya kalktı, ay ışığında tekrar bilendi. Ve bir hançer yedi ihtiyar, kalbinden. İnsanoğlundan yediği darbeler yanında bir Harzonlunun kalbini sökmek için sapladığı hançerin acısı hiçti. Ölüyordu artık. Ruhu Harzon'un karanlık mezarında yerini alırken bedeni de aç canavarın midesine iniyordu. Dünya'dan bir kişi eksilirken bir yaratığın karnı doyuyor; yaşama tutunuyordu. Bir isim daha kanla yazılırken kara kitaba, elçi çoktan yeni birini seçmişti. Sayfalar dolacaktı ama kitap asla bitmeyecekti çünkü burada hayat eksi sonsuza ilerliyordu.
|
0% |