Gece, krallığın üzerine ince bir sis gibi çökmüş, yıldızlar bile soğuk gökyüzünde silik birer leke gibi parlıyordu. Gösterişli şato, karanlığın içinde kaybolmuş gibiydi. Andora, yatağında uzanmış, gözlerini tavana dikmişti. Zihni sürekli, sessizliğin içinde bile asla durmayan bir saat misali, dönüp duran sorularla meşguldü.
"Ya başaramazsak?" diye düşündü. "Ya Karatepe'nin gölgelerine yenilirsek?" Kafasındaki sorular bitmiyordu, ama o bu soruların sonucunda karşılaşılabilecek olumsuzluklar onu etkilemiyordu. Belirsizlik, onun için sadece çözülmesi gereken bir denklem gibiydi; duyguların ağırlığı ona işlemezdi. Ne korku vardı, ne de huzursuzluk. Sadece öğretiler vardı; sorumluluk, anlayış, saygı ve iyi bir lider olmak için ne gerekirse o.
Babası Kral Varian, onu küçük yaşlardan itibaren özenle gerçek bir kraliçe olması için yetiştirmişti. Onların birlikte oynadığı oyunlar bile ona bir ülkenin yönetimini öğretmek içindi. Mesela, "Kale Savunması" adını verdikleri strateji oyununu babasının tahta bloklarla basit bir kale inşa etmesi ile başlar, ardından babası; düşman saldırılarına karşı bu kaleyi nasıl savunacağını düşünmesi için Andora'ya süre tanıması ile devam ederdi. Amaç, hem fiziksel savunma planı yapmak hem de hangi noktaların zayıf olduğunu keşfetmekti.
"Her kale," derdi babası, elleriyle tahtaları dizerek, "hem güçlü hem zayıf yönlere sahiptir, Andora. Senin görevin, sadece güçlü yerleri değil, zayıf olanları da görebilmek. Liderlik, zayıflıkları güçlendirmek ve halkını koruyacak stratejiyi belirlemektir."
Bu oyun, Andora'ya bir krallığın nasıl ayakta kalacağını, güçlü ve zayıf yanlarını nasıl göreceğini gösterirdi. Tahtadan yapılan her blok, krallığın bir parçasıydı. Zayıf bir savunma, tıpkı savaş alanında yapılan küçük bir hata gibi, tüm yapıyı çökertebilirdi.
Andora'nın kaleyi savunmak için taşları dikkatlice yerleştirdiği bir oyun anında, krallığı tümüyle korumak için fazla sert hamleler yapmaya başladığını gören babası onu izliyordu. Andora'nın hızlı ve yoğun hamlelerinden birkaç tahta blok yıkılınca, o anda babasının tok ama yumuşak sesi yankılandı: "Güç ve zafer," dedi babası, Andora'nın kaleyi korumak için aceleyle yaptığı planı incelerken, "her zaman kılıçla ya da sertlikle elde edilmez." Sesi, sabırlı ve telkin ediciydi. "Bazen en büyük zafer, halkına umut ve güven vermekle gelir. Asıl savaşı kazanan, doğru zamanda doğru kararı verendir."
Andora, babasının bilgece öğütlerini hatırlarken derin bir nefes aldı. Duvarlar sıkı bir şekilde inşa edilse de, bir liderin gücü sertlik ve otoritede değil, stratejide yatıyordu. Duyguları yoktu, ama halkını anlayabiliyordu. Onların korkularını, endişelerini görebiliyor ve liderliğiyle onları bu karanlıktan çıkarabileceğini biliyordu.
"Bir prenses olarak sen onların kalkanısın," derdi babası. "Onları koruman gereken an, en zayıf oldukları andır. Halkının gölgesine ışık ol, savunmana zayıflık sızmasına izin verme."
Andora tüm bu dersleri anımsadıkça kendi gücünün farkında varıyor; Karatepe'nin gölgeleri ne kadar karanlık olursa olsun, babasının öğretileri ışığında nasıl yol alacağını biliyordu.
Bu sırada, sarayın taş duvarlarından yankılanan hafif bir gıcırtı sesi, Andora'yı düşüncelerinden çıkardı. Kapı yavaşça aralanmıştı, küçük bir siluet içeri süzüldü. Bu küçük kardeşi Elijah'dan başkası değildi.
"Andora, uyudun mu?" sesi titrek bir fısıltı gibi gibiydi.
Andora, derin bir nefes alarak yatağında doğruldu. "Elijah, sen neden bu saatte uyanıksın hâlâ?"
Küçük çocuk, Andora'nın yanına gelerek başını yere eğdi. "Sende uyumamışsın ama..." diye mırıldandı.
Andora, Elijah'ın yüzündeki tedirginliği fark ederek elini uzattı. "Gel buraya bakayım, bir şey mi oldu?"
Elijah tereddüt ederek ona yaklaştı. Gözlerindeki korkuyu saklayamıyordu. "Kötü bir şeyler mi oluyor, Andora?"
Küçük kardeşi, tüm bu karanlık olayların farkında olmamalıydı, ama anlaşılan endişe ona kadar ulaşmıştı. "Onu nereden çıkardın, Elijah?" diye sordu, sesine onu yatıştıracak bir ton katmaya çalışarak.
Elijah, başını hafifçe kaldırarak dudaklarını ısırdı. "Babamla, Prens Alphonse'u konuşurken duydum," dedi titrek bir sesle. "Güvende olmam için beni onların krallığına göndereceklermiş. Ama ben gitmek istemiyorum." Ardından gözlerini Andora'ya dikti. "Kötülerle savaşabilirim."
Andora kaşlarını çattı. "Bunu nereden duydun Elijah? Böyle konuşmalar dinlememen gerekiyor."
Elijah başını iki yana salladı. "Savaşmak istiyorum Andora. Sen savaşırken ben kaçamam. Seni ve ülkemizi koruyabilirim."
Andora, kardeşinin omuzlarına nazikçe dokundu. Kelimelerini özenle seçti: "Sana bir sır vereyim mi? Gerçek bir savaşçı olmak sadece kılıç sallamakla olmaz, Elijah. Cesaret, korkusuzluk değildir; her şeye rağmen doğru olanı yapmaktır. Ve şu anda doğru olan, seni güvende tutmak. Sen çok değerlisin. Kral Remington seni korumak istiyor, çünkü gelecekte sen de bu krallık için önemli bir lider olacaksın. Bana bir şey olursa, Kraliçe olamazsam tahta sahip çıkacak birinin olması gerekiyor."
Elijah, sessizce düşündü ama hâlâ yüzünde kararsızlık vardı. "Ama yine de seni burada yalnız bırakmak istemiyorum."
"Sen burada olmasan bile, senin cesaretin bana hep güç verir. Bir gün, ikimiz de bu krallığı birlikte savunacağız. Ama o gün gelene kadar, senin güvende olman gerekiyor." Andora başını Elijah'ın minik göğsüne yasladı, kalp atışlarını dinleyerek bir süre sessiz kaldı. Bu ritim ondaki boşluk hissini biraz olsun hafifletti.
"Söz mü?" diye sordu minik, sesi hafifçe titreyerek.
"Söz, küçük savaşçım," dedi Andora, geri çekildi ve kardeşinin saçlarını okşayarak, çünkü bilirdi ki saçlarının okşanması insanda güven ve huzur hissi uyandırırdı. Ne kadar duygusuz olsa da, küçük Elijah'ın ihtiyaç duyduğu bu güveni ona vermek zorundaydı. "Ama şimdi git ve biraz dinlen, olur mu? "
Elijah, gözyaşlarını silerek başını salladı ve yavaşça odadan çıktı. Andora, kardeşinin ona olan bağlılığını ve cesaretini her zaman fark ederdi. Kardeşinin her an onu örnek aldığının bilincindeydi; bu yüzden her adımında daha dikkatli olmalı ve onun için en doğru yolu göstermeliydi.
Elijah'a kendi odasına gidecek kadar vakit tanıdıktan sonra sıcak yatağından ayrılıp, kendini şatonun koridorlarına attı.
Aklındaki düşünceler, zindandan yankılanan karanlık bir çağrıyla kesişti. Mahkûm edilmiş bir adamın yankılanan feryadı kulaklarına değdi. Edindiği bilgiler yetersiz kalmış, gölgelerde gizlenmiş tehlikeleri görmek için daha fazlasını arzulamıştı. Tereddütsüzce tekrar zindana inmeye karar verdi.
Zindana vardığında, kapalı parmaklıkların ardında kıpırdayan bir gölge gördü. Lincoln, başını hafifçe kaldırmış, boşluğa bakıyordu. Gözlerindeki hüzünle karışık kurnazlık, Andora'nın dikkatini çekti.
"Prenses Andora... Krallığın prangalarından kurtulmak isteyen bir mahkumu görmeye mi geldiniz?" diye mırıldandı, sesinde derin bir alay vardı. Dudakları acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Siz, bu krallığın taçsız kraliçesi, gölgesiz savaşçısı..."
Andora gözlerini onun yüzünden ayırmadan bir adım daha yaklaştı. "Bana anlatmadığın bir şeyler olabilir mi?" diye sordu.
Lincoln, Andora'ya soğuk bir gülüşle karşılık verdi. "Ne gibi şeyler? Size tarikat hakkında tüm bildiklerimi aktardım." Parmaklıkların demirine yaklaştı, "Prensesim" dedi sanki ona bir sır fısıldıyormuş gibi "O gölgeler, her yerde ve belki de sizden bile daha derinlere kök saldı. Belki de ihtiyacınız olan tek şey," diye devam etti, sesini daha da kısarak, "bir müttefik. Beni serbest bırakırsanız, sizinle bu savaşı birlikte verebiliriz."
Andora, soğukkanlılıkla ona baktı. Yüzünde en ufak bir tereddüt izi bile yoktu. Lincoln'ün alaycı ve sinsice fısıldadığı sözler, Andora'nın içindeki derin boşlukta yankılanarak kayboldu. Onu serbest bırakmanın, bu karanlık adama güvenmenin akla uygun olmadığını biliyordu.
"Öyle mi? Sana güvenmem için bir sebep ver," dedi Andora, sesinde en ufak bir duygu izi olmadan. "Neden seninle ittifak yapayım?"
Lincoln, gözlerinde parlayan karanlık bir ışıkla Andora'ya meydan okurcasına baktı, yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi. "Bu krallık... Senin halkın değil, Andora. Hiçbir zaman da olmayacak. Sen sadece bir piyon, kılıcın ucu ile düşmanın gölgesini yok ettiğini sanan bir ahmaksın," dedi, alaycı bir şekilde.
Andora'nın ifadesinde en ufak bir değişiklik bile olmamasına rağmen Lincoln, sözlerine devam etti. "Kral Varian'ın tahta olan haklarını senin annen kendi elleriyle yok etti. Bu krallık sana kalmayacak, bunu anla artık! Onu Isolde öldürdü... Bu tahtı sana da bırakmayacaklar." Gözleri giderek karanlık bir boşluğa saplanırken, fısıltıları daha da alaycı ve soğuk bir tona büründü. "Seni de tuzaklarına çekmeleri an meselesi."
Lincoln'ün hareketlerinde ve bakışlarında anlık değişimler, kontrolünü kaybetmişçesine ruhunun derinliklerinden fırlayan bir karanlık vardı. Gölgelere aitmiş gibi bir hali vardı; hareketleri çarpık, sesi ise kendi içinde yankılanan tedirgin bir uğultuya dönüşmüştü. Sonra aniden, zincirlerin titreşmesini sağlayacak kadar ileri doğru atıldı, gözlerinde aklın kıvılcımı değil, deliliğin ürkütücü parıltısı vardı. "Senin de düşeceğin karanlık aynı olacak, Andora... Kendi kanının bile seni terk edeceği bir an gelecek!"
Andora, tüm bu sözleri sakince dinledi; bu düşüncelerin ona değil Karatepe gölgelerine ait olduğunun bilincinde olarak, kılıcını çekti. Ona aldırış etmeden, gözlerini soğuk bir kararlılıkla Lincoln'ün üzerine dikti. "Seninle aynı karanlığı paylaşmayacağım," dedi Andora, gözlerinde sarsılmaz bir iradeyle. "Gölgeler, korkuya ve tereddütte teslim olanları yutar; ama ben, o gölgede kaybolmayacağım. Ve seni özgürlüğüne kavuşturacağım Lincoln."
Sonra bir adım öne çıktı, kılıcını kararlı bir hamleyle kaldırdı. Lincoln'ün gülüşü kesildi; gözlerindeki delilik yerini şaşkın bir korkuya bıraktı. Bir an tereddüt bile etmeden, kılıcını hızlıca savurarak Lincoln'ün boğazına doğru indirdiğinde, hücrede derin bir sessizlik yankılandı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |