Gökyüzü, geceyi yavaşça kucaklayan gri bulutlarla örtülmüş, yıldızların ışığı zayıflamıştı. Ağaçlar, sanki yüzyıllardır ormanın sırrını saklayan bekçiler gibi, karanlık bir sessizlikle Andora ve Mortimer'in etrafını sardı. Ayaklarının altındaki kuru yapraklar çıtırdadı. Uzaktan gelen baykuş ötüşleri ortama gizem kattı. Sonbaharın serin havası; her nefeslerinde, sis gibi buharlaşan birer bulut kıvamında dışarı taşarak karanlığa karıştı.
Mortimer'in elinde tuttuğu fenerin zayıf ışığı, bir süre sonra bilek kalınlığındaki köklerin ve yosun tutmuş taşların üzerini aydınlatmaktan fazlasını yapamaz hale geldi. Ama Andora, duraksamadan, ilerliyordu.
"Bu orman... başka bir dünyaya açılan bir kapı gibi," diye fısıldadı Mortimer, gözleri dikkatle etrafı tararken sesinde hayranlık vardı. Gözleri göğe uzanan kıvrımlı dallarda ve yere yayılan sisin dansında dolaşıyordu.
"Belki de öyledir," dedi Andora tek düze bir tonda. "Ama bir kapının ne önemi var? Asıl mesele, o kapının nereye açıldığıdır."
Mortimer, onun bu sözleri üzerine kaşlarını hafifçe kaldırdı. Bakışlarını yeniden Andora'ya çevirdi. "Böyle bir yeri görmenin bile değerli olduğunu düşünüyorum. Her şey bir sonuca ulaşmak zorunda değil, değil mi? Ayrıca sarayın taş duvarları ardında özgürlük arayışındaki insan siz değil miydiniz? İşte buradayız farklı bir yer!"
Andora, rüzgârın saçlarını hafifçe savurduğu anda, bakışlarını çevirmeden düz bir ifadeyle konuştu. "Özgürlük de bir amaçtır, Sir Mortimer. Bir sonuç getirmeyen her adım, sadece zaman kaybıdır. Gördüğümüz her şey bizi bir yere götürmüyorsa, orada ne arıyoruz ki?"
"Bir yere götürmelerine gerek var mı? Güzelliklerini izlemek, huzurlu olmak için insana yetmez mi? Onlar yalnızca var oldukları için güzeller. Bir sonuç doğurmasa bile..." Gözleri Andora'nın üzerinde gezindi. "Bazı şeyler sadece vardır. Tıpkı sizin gibi."
Andora, onun bu sözlerini dikkate almamış gibi görünüyor, bakışlarını tekrar önüne çevirmişti. Yosunla kaplanmış toprak patika, karşılarına gitgide daha yoğunlaşan bir sis perdesi çıkarıyordu. "Yolda olmanın tek anlamı, hedefe varmak için bir adım atmaktır," diye yanıtladı. "Bu orman bizi bilgeye götürüyor. Eğer götürmüyorsa, burada olmamızın bir anlamı yok."
Mortimer bir an duraksadı, gözleri sisin içinde kaybolan yolu taradı. Ardından hafifçe başını eğerek düşündü. "Ve eğer bilge, istediğiniz cevapları vermezse, o zaman ne olacak Leydim?" diye sordu.
Andora, bir saniye bile düşünmeden yanıt verdi. "Başka bir yol bulurum. Yanlış cevaplar bile bir işe yarar. En azından neyin doğru olmadığını öğreniriz."
Mortimer, bu cevabın karşısında hafifçe iç geçirdi. "Hiçbir yanılgının yer açmadığı bir düşünce ne kadar soğuk ve ne kadar yüce olabilir, değil mi?" dedi alaycı bir tonla.
Andora ise alaycı tonu fark etmesine rağmen görmezden geldi. Adımlarını hızlandırarak sisin içinden geçmeye başladı. Mortimer de onu izlemekten başka çare bulamadı. "Beni bu kadar duygusuz kılana lanet edeceğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz," diye ekledi Andora, sesi rüzgarla karışarak zar zor duyuldu.
Yol, bir süre sonra beklenmedik bir açıklığa ulaştı. Rüzgâr, açılan alanın ortasındaki taş patikanın üzerinde dolanıyordu, etrafı ise yosunla kaplanmış iri kayalar çevreliyordu. Tam bu açıklığın ortasında, rüzgâra meydan okurcasına dimdik duran eski bir kulübe belirdi. Duvarlarındaki tahtalar, zamanın kemirdiği çatlaklarla doluydu, ama kulübenin çevresindeki tuhaf bir enerji, onun çökmesine izin vermemiş gibiydi.
Kulübenin önünde yanan bir ateş, morumsu kıvılcımlar saçarak gökyüzüne yükseliyordu. Ateşin yanındaki tahta taburede, yaşlı bir adam oturuyordu. Sırtı hafifçe eğilmiş, ama hâlâ kudretli bir duruşu vardı. Uzun beyaz sakalı, ateşin ışığında parlıyor, derin kırışıklıklarla kaplı yüzü, hatıralarıyla oluşmuş görünüyordu. Gözleri, sanki ateşin ötesine bakıyordu. Onların yaklaştığını hissedince başını yavaşça kaldırdı. Andora ve Mortimer'i, onları daha önce görmüşçesine tanıyan bir ifadeyle süzdü.
"Bende sizi bekliyordum," dedi yaşlı adam, sesi rüzgârın uğultusunu andırıyordu.
Andora bir adım öne çıktı, duraksamadan ve duygusuz bir ifadeyle. "Mührün yeniden oluşturulması için buradayız," dedi. Kelimeleri bir ok gibi dümdüz ve netti. Ne açıklama ne de gereksiz bir ayrıntıya yer vardı.
Mortimer, Andora'nın hemen arkasında durarak ihtiyarı dikkatle süzdü. "Tarikatın tekrar güç kazandığını biliyorsunuz," diye ekledi, sesi hafifçe kısılmıştı. "Eğer mühür tamamlanmazsa, Karatepe'nin gölgeleri hepimizin sonunu getirecek."
Bilge, derin bir nefes aldı. Gözleri, Andora'nın gözlerindeki boşluğa odaklanırken, Mortimer'in endişeli yüzünde kısa bir süre gezindi. "Mühürden bahsediyorsunuz, ama onun yeniden oluşturulması sizin sandığınız kadar basit bir iş değil," dedi yavaşça.
Andora, bilgenin uyarılarından etkilenmeden konuştu. "Risklerin farkındayız. Bu mühür olmadan tarikatı durduramayız. Bize ne gerektiğini söyleyin."
Bilge, bir süre sessiz kaldı. Sanki kelimeler ağzından çıkmadan önce tartıyordu. Ardından ağır hareketlerle ayağa kalktı ve kulübenin kapısını işaret etti. "Bu soruların cevaplarını duymadan önce dinlenmeniz gerek. Yolculuğunuz uzun ve bedenleriniz yorgun. Sabah, her şeyi konuşacağız."
Andora itiraz etmek için ağzını açtı, ama Mortimer'in hafif bir baş hareketiyle sustu; ihtiyarın kararını sorgulamadan kabul etti ve adımlarını kulübeye yönlendirdi. Mortimer de onun ardından içeri girdi.
Kulübenin içi dışarıdan beklenmeyecek kadar düzenliydi. Yağ lambasının loş ışığı, duvarlarda asılı eski haritaları ve kitapları aydınlatıyordu. Köşede iki yatak hazırlanmış, üzerlerine temiz çarşaflar serilmişti.
Andora yatağın kenarına oturdu, gözleri doğrudan bilgeye çevrildi. "Sabah konuşacağız dediniz. Ama neden bekleyelim? Her an tarikat daha da güçleniyor olabilir."
İhtiyar bilge "Sabır, genç prenses. Aceleyle atılan her adım, sizi doğru yerden uzaklaştırır. Ayrıca..." dedi, sesini alçaltarak "Dingin olmanız söyleyeceklerimi daha net anlamanızı sağlayacaktır."
Mortimer, Andora'nın söyleyeceklerini önceden tahmin ediyormuş gibi bir adım öne çıktı. "Prenses'in dinlenme gibi bir alışkanlığı olduğunu pek sanmıyorum," dedi, hafif alaycı bir tonda. Ardından bakışlarını bilgeye çevirdi. "Ama eğer bu gerçekten bir gereklilikse, sabaha kadar bekleyeceğiz."
Bilge, hafif bir tebessümle başını salladı. "İnatçı olanlar, bazen öğrenmek için en çok acı çekenlerdir," dedi ve sonra gözleri tekrar Andora'ya döndü. "Yarın sabah, mühür hakkında bilmeniz gereken her şeyi anlatacağım. Ama o zamana kadar zihninizi ve bedeninizi toparlamalısınız."
Andora, ihtiyarın sözleri karşısında her ne kadar kaşlarını çatsa da ona itiraz etmedi. Sessizce onaylayarak başını eğdi. Bu, kendisi için nadir bir kabul anıydı. Mortimer de diğer yatağa geçerken bilge, sessizce kapıya yöneldi.
Andora, yatağında uzanırken tavana bakarak hafifçe homurdandı. "Sabır, sabır... Her şey sabır istiyor. Ama tarikat, bizim bu kadar beklememizi hoş karşılamayacaktır, değil mi?"
Mortimer, bakışlarını pencerenin dışında dans eden ışıklara çevirdi. "Sabır, bir araçtır. Onu nasıl kullanacağınızı bilmezseniz, sadece bir yük olur." Ardından gözlerini kapadı. "Ayrıca Leydim, uyursanız vakit hızlı geçecektir, hem de biraz dinlenmiş olursunuz."
Andora, Mortimer'in tavsiyesine yanıt vermedi. Gözlerini kapatmadan önce bir süre tavanın çatlaklarına bakarak zihnini boşaltmaya çalıştı. Fakat zihni, Mortimer'in söylediği gibi dinginleşmek yerine daha da karmaşıklaşmıştı. Gece ilerledikçe kulübenin içindeki sessizlik derinleşti, dışarıdaki rüzgârın uğultusu kulaklara ince bir fısıltı gibi ulaşmaya başladı. Sonunda, yorgun bedeninin ağırlığına yenik düştü ve derin bir uykuya daldı.
#
Bir karanlık... her şeyin başlangıcı gibi soğuk ve sessiz. Andora'nın ayaklarının altındaki zemin, taşlaşmış bir çaresizlik hissi veriyordu. Gözlerini kırpıştırdığında etrafını saran yaşlı kadınlardan oluşan bir halka gördü. Kadınların yüzleri, boşlukla dolu siyah örtülerin altında gizlenmişti.
Kadınlar monoton bir tonda bir ilahi söylüyordu, sesleri rüzgârın içinde kaybolan bir yankı gibiydi. Sözler anlamını yitirmiş eski bir dildeydi, lakin her kelime Andora'nın ruhuna işliyordu. Kadınlar yavaşça hareket ederek bir bebeği ortalarına aldılar. Beyaz bir örtüye sarılmış, henüz dünyadan habersiz olan bu küçük beden, taş bir leğenin içine yatırıldı.
Andora, adım atmaya çalıştı, ama vücudu hareket etmiyordu. Sadece izlemek zorundaydı. Kadınlardan biri, uzun parmaklarını su dolu bir kaba daldırdı ve bebeğin üzerine dökmeye başladı. Su, taş leğenin içine akıyor, ama soğukluğuyla bebek ağlamaya başlamıyordu. Sanki tüm hisler ondan alınmış gibiydi. Kadının elleri, bebeğin narin vücudunda usulca gezinirken mırıldanmalar daha da derinleşti, yankı kulakları rahatsız edecek kadar yükseldi.
Sonra bir başkası ileri çıktı, elinde garip şekillerle süslenmiş gümüş bir hançer vardı. Andora'nın kalbi —hissetmese bile— hızla çarpmaya başladı. Kadın hançeri kaldırırken ilahi kesildi ve derin bir sessizlik çöktü. Kadın, hançeri bebeğin göğsüne yerleştirdi, çeliğin dokunuşuyla hafif bir buğu yayıldı. Sonra bir çığlık... ama bu, bebeğin değil, sanki taşların derinliklerinden gelen bir iniltiydi. Kadın hançeri bastırdı ve bebeğin göğsünden akan sıcak kan, taş leğeni doldurmaya başladı.
Bir kutu... başka bir kadın, işlemelerle kaplı eski bir kutu getirdi. Gümüş rengi, ay ışığının altında ürkütücü bir şekilde parladı. Kadın, çıkarılan kalbi usulca kutunun içine koydu ve kapağını kilitledi. Kutu kalbi içine alınca ince bir ışıkla parladı.
Sonra bir atlı belirdi, sisin içinden çıkıp kadınların ortasına doğru ilerledi. Kadınlardan biri kutuyu dikkatle atlının eline verdi. Atlının yüzü yoktu, sadece bir gölge gibiydi. Atı mahmuzladı ve hızla karanlık ormanın derinliklerine doğru kayboldu. Arkasında tozlarını bıraktı, kadınların ilahisi tekrar başladı, ama bu kez daha derin, daha korkutucuydu.
Andora bir adım daha atmaya çalıştı ama tüm dünya, taş gibi üzerine çöküyordu. Kadınlardan biri aniden başını kaldırdı, yüzündeki karanlık örtü kaydı. Andora'nın kendisine bakıyordu... hayır, bu yüz Andora'nın kendi yüzüydü, ama gözler... gözler ona ait değildi; hareketleri, jestleri tamamen başkaydı. Başını yana eğerek dudaklarını hafifçe kıpırdattı. Sesi, Andora'nın duyularını delen fısıltılar gibi kulaklarına dolaştı:
"Ne arıyorsun, Andora? Kendini mi, yoksa yokluğunu mu?"
Adımları geriye kaydı. Kadın, ağır hareketlerle elini kaldırdı. Parmakları, sanki görünmez bir ipi tutuyormuş gibi havada asılı kaldı.
"O kalp... senin mi hâlâ? Yoksa çoktan bize mi ait oldu?"
Andora, bir şey söylemek için ağzını açtı, ama kelimeler boğazında sıkıştı. Kadının gözlerinden yayılan karanlık, tüm etrafını kapladı. Çevredeki diğer kadınlar da bir anda silikleşmiş, yalnızca bu kopya suret kalmıştı.
Kadın, elini Andora'ya doğru uzattı. Parmağının ucundan ince, siyah bir duman yükseldi. Duman, bir yılana dönüşerek Andora'ya doğru kıvrılmaya başladı.
"Görmek istediğin cevaplar var. Ama onları görmeye dayanacak kadar cesur musun, Andora?"
Duman yavaşça Andora'nın boynuna dolandı, güçlü bir pençe gibi onu sıktı. Andora bir şey yapmaya çalıştı, ama bedeninin ona ihanet ettiğini hissetti. Kadının gözlerindeki karanlık, bir girdap gibi onu içine çekiyordu. Gözlerini kapatmaya çalıştı, ama o bakıştan kaçamıyordu.
Son bir nefes alarak, sanki bütün gerçeklik bir darbeyle kırılmış gibi irkilerek uyandı. Kendi çığlığını duyduğu anda, odada yalnız olduğunu fark etti. Ellerini boğazına götürdü; duman yoktu, ama soğuk hissi hâlâ tenindeydi. Kalbi... kalbi atmıyordu. Çünkü o hiç orada olmamıştı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |