Yeni Üyelik
11.
Bölüm

1.10 - Aslana Dişlerini Geçirmiş Yılan

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayalım. Yorumsuz paragraf kalmasın canlarım, düzenli bölümlerimiz bozulmasın ama okuyup geçerseniz maalesef bu şekilde ilerlememiz zor❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Trevor Morris - Reunion and Final Rest

🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok:Esmareden(Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


"Unuttun mu çıngıraklı?
Sen bir kıvılcımsın.
Ateş sana ne yapabilir ki?
Onun asıl sahibi senken üstelik."


Üç gün...

Kral bize hazırlıklarımızı tamamlamamız için sadece üç gün vermişti ve benim artık o üç gün içinde buradan kaçmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Kahrolası prens ile bir anlaşma yapmıştık. O anlaşmada Yılan topraklarına girmek katiyen yoktu ama o beni öyle bir oyuna getirmişti ki... Hem anlaşmayı bozmamıştı hem de istediğini elde etmişti.

Yılan topraklarına girmeyi Vilas kabul etmişti, doğal olarak ben de. Prens bizi bir şeye zorlamamıştı, bunu babasına yaptırmıştı. Yemek fikrine sabah şiddetle karşı çıktıktan sonra akşam olabildiğince sakin bir şekilde bizi almaya gelmesinden aslında bir terslik olduğunu anlamam gerekiyordu.

Pencerenin önündeki sandalyeye bir tekme indirdim ve sandalye yere devrildi. "Bizi oyuna getirdi!" diye bağırdım kendi dilimde.

Vilas sırtını yatağın başlığına yaslanış öfkeyle odayı dağıtmamı izliyordu ama sessizliğine bakılırsa bir şeyler düşündüğü açıktı. "Aynı zamanda bizi ipten aldı," dedi dalgın bir sesle.

"Bizi ipe götüren de oydu!" dedim ona hayretle bakarak.

Sırtını yatak başlığından ayırıp hafifçe öne doğru eğildi. "Hadi ama Asra! Tamam, etkileyici bir konuşma yaptın ama kral bunları yiyebilecek biri değildi. O yemeğin sonu her türlü ölüme açılıyordu. O Aslan boku bizi tuzağa mı düşürdü? Kesinlikle! Ama aynı zamanda hayatımızı da kurtardı."

Hayatımızı kurtarma kısmına gerçekten inanıyordu, kısmen ben de inanıyordum ama aynı zamanda hayatımızı daha riskli duruma getirenin o olduğunu da biliyordum. Bize bir yol çizmişti, hatta babasına bile ve sonunda istediği o yolda bizi ilerlemeye mecbur bırakmıştı.

Dudağımın içini dişledim ve hızla gidip yatağa tırmandım. Vilas'ın yanına iyice sokulduğumda çatık kaşlarla beni izliyordu. "Kaçacağız," diye fısıldadım ona. Yılan dilinde fısıltı daha bir yılan sesi gibi çıkıyordu.

"Nasıl?" diye fısıldadı.

"Buralarda bir gizli geçit var, içeri oradan girdiğimizi biliyoruz. Onu bulacağız."

"Pekala," dedi uzatarak. "Nasıl?" Yüzünü buruşturdu. "Kapıdan kafamızı uzattığımız an askerler kellemizi almak için fırsat kolluyor."

Kapı açıldığında bakışlarımız ağır bir şekilde döndü. Lian bu kez hiç vakit kaybetmedi. "Benimle gel!" dediği an dışarı çıktı.

Yataktan inmeden önce Vilas'a, "Bir yol bulacağım," diye fısıldadım.

Derin bir nefes aldı. "Sadece dikkatli ol!"

Başımı salladım ve çıplak ayaklarımı soğuk zemin üşütürken dışarı çıktım. Lian bana bakmasa da geldiğimi anlayarak kulenin kapısına yürümeye başladı. Kapıyı açıp geçmem için bekledi ama tam geçecekken elini önüme uzattı. "Ayakkabıların nerede senin?"

Gözlerimi ayaklarıma indirdim. "Odada. Sorun değil, biz kolay üşümeyiz. Gerçi senin için neden sorun olsun ki zaten."

Dokundurmalarımı umursamadı bile. Başını kaldırıp odanın kapısında bekleyen askerlerden birine seslendi ve ayakkabılarımı getirmesini istedi. Gerçekten o kadar garip bir adamdı ki beni şaşırtırken öfkelendirmeyi hep başarıyordu. "Buna gerek..."

"Fikrini sorduğumu hatırlamıyorum," dedi sözümü keserek. Öfkeyle dudağımın içini dişlerken asker odadan çıktı ve Lian gözlerini ondan bana çevirdi. "Üşüdüğün de açık. Sürekli hastalıklı biri gibi titriyorsun ama buna rağmen..." Geceliğimi süzdü ve yine ayaklarıma baktı. "Giyindiğin... Ve giyinmediğin şu haline bak."

"Merak etme, sizi Yılan topraklarına geçirmeden ölmem!" dedim sertçe.

"Temennim o." Askerin önüme bıraktığı ayakkabıları işaret etti. "Giy şunları ve yürü!"

Askerin getirdiği kıyafetlerle beraber odaya bıraktıkları ayakkabılardan biriydi. Benim ayakkabılarım zaten çoktan toprağa karışmış olmalıydı. Kendimi sakin kalmaya zorlayarak ayakkabıları ayağıma geçirdim ve Lian'ın yanından geçtim. Kuleyi hızlıca adımladım ve demir kapının önünde durdum. Lian kapıyı açtığında içeri girdim, kapı kilitli olmasına rağmen şömine yine yanıyordu. Belki de beni almaya gelmeden önce buradaydı. Kapıyı ardından kilitlemesi içeride askerlerinin bile görmesini istemediği şeyler olması mıydı? Belki de masanın üzerindeki o kâğıtlar gerçekten bakmam gereken şeylerdi.

Yine emirleriyle beni öfkelendirmesin diye şöminenin önündeki halının üzerine oturdum. Sandalyesine yürümesini beklerken o karşıma geçip kalçasını masaya dayadı ve kollarını göğsünde bağladı. "Neden geri dönmek seni bu kadar öfkelendirdi?" diye sordu. Kaşlarından biri imalı bir şekilde havalandı. "Yoksa korkuttu mu demeliyim?"

İkisi de doğruydu ama açık verecek değildim. "Çünkü bir kaçağım! Hatırlıyor musun? Eğer yakalanırsam bu kez beni kırbaçlamakla yetinmezler."

"Dert ettiğin buysa..." dedi ve sessiz bir nefes aldı. "Yakalanmamanı sağlayacağımdan emin olabilirsin. Sana söylemiştim, bana çalışan insanların..."

"Hayatına önem verirsin falan!" diye bu kez de ben sözünü kestim. "Aynı zamanda anlaşmamıza rağmen beni oyuna getirirsin! Sözüne güvenilecek en son kişi bile değilsin!"

Bu onu öfkelendirmişti ama beni tehdit etmemesi şaşırtıcıydı. "Benim hakkımda ne düşündüğünle ilgilenmiyorum ama seni tuzağa düşürmek gibi bir amacım yoktu."

"Ah, elbette ki vardı," dedim alayla. "O yemek bunun içindi. Beni dikkat çekmemem için uyardın güya ama dikkat çekmemi de sen sağladın çünkü amacın tam olarak buydu. Baban bizi asmak isteyecekti ama sen yüce prens sanki hiç aklında değilmiş gibi onu işine yarayacağımıza ikna ettin."

"Birincisi," dedi ve iki adımla karşıma yürüdü ve halının ucuna oturup kolunu kırdığı dizinin üzerine koydu. "Çoktan dikkat çekmiştin. Dramatik konuşman... Fiyaskoydu. Neden biliyor musun? Etkileyici cümleler kurmadığından mı?" Başını iki yana salladı. "Hayır, aksine etkileyiciydin ama verdiğin duygu sadece öfkeydi. Öylesine öfkeli görünüyordun ki... Bu tehlikeli anlayabiliyor musun? Kral senin tehlikeli olduğunu düşünmeye başlamıştı. Her türlü zorlukla mücadele ederek büyümüş tehlikeli bir Yılan artık tam karşısındaydı. Üstelik ona değerli hiçbir bilgi sağlayamayacağından bahsediyordu. Sen olsan böyle birine tam olarak ne yapardın?"

"Bana dikkat çekme dedin!"

"Ve sen dikkat çektin!"

"Sadece bana söylediklerine uygun davrandım. Küçük, önemsiz bir hırsız. Bunun için beni suçlayamazsın!"

"Öfkeli o tanımlamanın içinde yok. İşkence yok! Kral ve kraliçesine duyulan bir nefret yok!"

Bunların hiçbiri yoktu ki zaten. O masada yaptığım şey sadece bir oyundan ibaretti.

"Kimseden nefret etmiyorum," diye karşı çıktım. "Sana söyledim. Sadece sana söylediklerine uygun davrandım."

Gözlerini kısarak yine başını salladı. "Aç kaldın, belki soğukta uyumak zorunda bırakıldık, zindana atıldın; hapsedildin ve özgürlüğünden mahrum bırakıldın. Üstüne bir de defalarca işkence gördün! Sen herkesten nefret etme hakkına sahipsin!"

Bu neden beni nefessiz bırakmıştı. Böyle değildi, bu şekilde değildi. Ya da tam olarak böyleydi. Ben bir prensestim ama söylediği her şeyi de yaşamıştım. "Ama..." dedim sesim azalırken. "Etmiyorum. Yaptıklarımın hepsi bir oyundan ibaretti."

"Benden peki? Benden nefret etmiyor musun?" diye sordu.

"Kendini bunun dışında tut!" diye çıkıştım. "Elbette ki senden nefret ediyorum."

"Çünkü seni hapsettim, aç bıraktım, zehirledim; yani işkence ettim. Üstelik haksız olduğumu düşünüyorsun ve ben de tüm bunların sonucunda cezalandırılmadım." Dudaklarımı araladım ama söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Haklıydı çünkü. Gülümsemesi de haklılığını fark etmemin onun yüzüne yansımasıydı. "Kabul et Asra," dedi, bu ilk kez ismimi kullanışı mıydı hatırlamaya çalıştım. Değilse bile garip hissettirmişti. "Sen herkese öfkelisin. Bana, krallığıma, krallığına... Çünkü hepsinden bir alacağın var. Bu da seni tehlikeli biri yapıyor."

"Bunlar bana oyun oynadığın gerçeğini değiştirmiyor," diye konuyu değiştirdim çünkü söyledikleri beni rahatsız etmeye başlamıştı. "Bir anlaşma yapmıştık ve sen dolaylı da olsa o anlaşmaya uymadın."

Öne doğru eğildiğinde ateşin kızıl ışıkları yüzüne vurdu ve yine sarı gözlerinde dans etmeye başladı. Ondan nefret etmeseydim bu görüntünün hayranlık uyandırıcı olduğunu söyleyebilirdim. "Babam," diye söze girdi. "Sizinle ilgili bilgi sahibi olduğundan beri varlığınızı hoş karşılamamıştı. Yemek bunu bana kanıtlayacağı bir yoldu, aksi halde annemin tüm ısrarlarına rağmen sizi o masaya oturtmazdı. O yüzden sana göze batmamanı söylemiştim ama bu çok boş bir uyarıydı. Sen..." Gözleri kısıldı ve yüzümde dolaştı. "Hiçbir şey yapmasan bile fazlasıyla göze batıyorsun."

"O boyalar bunun içindi," dedim ben de.

"Hayır," dedi, dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Bunun bir gülümseme olup olmadığını anlayamamıştım. "Boyalar ırkının göze batmaması içindi. Ben ırkından bahsetmiyorum. Senden bahsediyorum. Duruşun, sözlerin, hareketlerin ve hatta bakışların bile vahşi senin."

"Bu, o masada neden üzerime oynadığının açıklaması değil! Bana göze batma dedin ama ateşi başlatacak bir kıvılcım olabileceğimi de sen söyledin. Bu pek bir göze batmama sözü değil."

"Çünkü kendini olabilecek en gereksiz insan konumuna düşürdün. Sana göze batmamanı söylemiştim ve sen önemsiz biri olduğunu vurgulayarak yine göze battın. Aslında babama tam da istediği şeyi verdin."

"Ah," dedim alayla. "Sen de yağmacı lideri kozunu oynayarak hayatımı kurtardın öyleyse. Bunun bizi tekrar Ak Yılan Krallığının topraklarına sokmak istemenle hiçbir ilgisi yok."

"Tam olarak öyle."

"Kes şunu!" diye patladım sonunda. "Senin derdin yağmacılar bile değil. Derdin aradığın şu Kartal kadın. Sana Vilas'ın da bilgisi olmadığını söylediğim an kafanda başka bir plan kurdun. Kendin görüp emin olmak istedin, bunun için kaçak bir mahkûm ve bir leşçiden daha fazla ne işine yarayabilirdi ki?"

"Onu hayatınızı kurtarmanın mükâfatı sayabilirsin," dedi umursamazca.

Ağzım hayretle açıldı. "Hayatımızı sen tehlikeye..."

"Hayır," diyerek başını iki yana salladı. "Hayatını sen tehlikeye attın. Sana yalan söylediğimi mi düşünüyorsun, düşün ama söylediğim her şey doğruydu. Ben..." diye vurguladı sonunda. "Sizi kurtardım ve hayatınızı kurtarmanın mükâfatını aldım. Bu işler böyle yürür."

Kibirli pisliğin tekiydi ve beni öylesine öfkelendiriyordu ki... "Kralına kartal kadından bahsedersem..."

Art arda dilini damağına vurdu. "Ölümünü garantilemiş olursun. Ne düşünüyorsun ki? Babamın karşıma geçip yağmacı görevini iptal ettiğini söylemesini ve sizi sarayda beslemeye devam etmesini mi? Yağmacılar büyük bir sorun ve ben eninde sonunda bu sorunu çözmek için sınırlarınıza gireceğim. Bu sizinle olmazsa başka bir yol bulacağım. Sen ise hiçbirini göremeyeceksin çünkü babam için daha da tehlikeli bir duruma düşmüş ve sonunda da ölmüş olacaksın."

"Neden tehlikeli duruma düşeyim?" diye sordum tıslar gibi.

Güldü. "Kral ve Veliaht Prensin arasını açmaya çalışan bir Yılan olduğun içindir belki."

"Belki de bu sadece şu Kartal kadınla ilgilidir," dedim.

Dudak büktü. "Git ve sor ona! Sana cevap vereceğinden eminim."

Emin falan değildi, sadece benimle alay ediyordu. Kral belli ki beni öldürmek için bahane arıyordu. Hiçbir şey bulamasa bile adımlarımın sesinden bile rahatsız olup beni astırabilirdi. Canım daha da sıkıldı. Artık kaçmam kaçınılmaz olmuştu. Bir yol bulmalıydım, hem de üç gün içerisinde.

"Söyleyeceklerin bittiyse gidiyorum."

"Bitmedi," dedi kalkmak için hamle bile yapmama müsaade etmeden.

Dikkatle ne söyleyeceğini bekledim ama o bir şey söylemedi. Bakışlarını ateşe çevirip öylece kaldı. "Evet?" dedim kelimeyi oldukça uzatarak.

Bana baktı ve kaşlarını kaldırdı. "Evet?"

"Şimdi bir şey söylemen gerekiyor."

"Neden bir şey söylemem gereksin?"

Dudaklarım aralandı ve kapandı. Tekrar aralandığında, "Sen benimle alay mı ediyorsun?" diye çıkıştım. "Söyleyeceklerin bittiyse gidiyorum dedim. Bitmedi dedin. O yüzden şimdi bir şey söylemen gerek."

"Ben bir zaman dilimi belirttiğimi hatırlamıyorum."

"Ne yani?" dedim ve hayret eder gibi güldüm. "Birkaç saat bir şey söylemek istemezsen ben burada öylece oturacak mıyım? Söyle ve gideyim işte."

"Neden?"

"Ne neden?" diye neredeyse bağırdım.

"Neden sana böyle bir incelik yapayım?"

Neredeyse üzerine atılıp dişlerimi boğazına geçirecektim ama bunun yerine benim canımı sıktığı gibi ben de onun canını sıkmaya karar verdim. Yılanla oynayan bir Aslan mı olmak istiyordu? Öyle olsun.

Geriye çekilip sırtımı duvara verdim. Düşünceli(!) prens yemekten sonra odaya bir şifacı göndermişti ve şifacı kadın sırtımı her ne sürmüşse artık acı sadece ufacık bir sızıya dönüşmüştü. Bileğimdeki yanığın acısı da yoktu artık, en çok dün gece yaktığım elim acıyordu. O da katlanılamaz değildi. "Hiç kız kardeşin yok mu?" dediğimde ateşe bakmaya devam etti.

"Senin var mı? Kız ya da erkek."

"Sadece Vilas var artık, geride kalanlar önemsiz." Doğruydu. Herkes önemsizdi artık.

Başını bana çevirdi ve sözlerimin doğruluğunu tarttı. "Aileni kolayca silebildiğine göre sana pek aile olamamışlar."

Omuz silktim. "Sayılır."

"Peki, şu Yılan? Vilas..."

"Ne olmuş ona?"

"Sevgilim değil demiştin ama onunla olan konuşmaların... Arkadaş gibi de değil."

Neden böylesine bir konuya girdiğini anlamadım ama onu durdurmayacak ya da terslemeyecektim. Düşüncelerini umursamıyordum ama bu benim onun hakkında bilgi edinmemi sağlayabilirdi. Kartal kadın hakkında özellikle.

Dudak büktüm. "Ona aşığımdır belki."

Kısa bir an susup yüzümü süzdü. "Değilsin," dedi sonunda. "Ama o öyle."

Kaşlarımı kaldırdım, hemen ardından güldüm. "Berbat bir gözlemcisin."

"Aksine," dedi kendinden emin bir şekilde. "Bu konuda oldukça iyiyim ama sen... Duygular konusunda sorunların var. Sanki bildiğin sadece birkaç duygu var, diğerlerine körsün. Aksi halde o Yılanı arkadaş olarak tanımlamazdın, ona hayalini kurduğu cümleler de kurmazdın çünkü o seni düşündüğün şekilde görmüyor." Düşünceli göründü. "Anlamadığım da bu, neden öyleymiş gibi davranıyor?"

İç geçirdim. Vilas'ın Missla'ya olan duygularını görmüştüm ben. Onu tanımasaydım bile, Lian söylediklerini dikkate alacağım son kişi bile değildi. Yine de ses çıkarmadım, aksine bu bana ilerleyeceğim yolu açtı. "Kartal kadın sana bu konularda bayağı deneyim kazandırmış ha?"

"Dört kardeşim var," dedi beni duymamış gibi. Neredeyse öfkeli bir nefes verecektim. Hiçbir yöntemin ona işlemiyordu. "Erkek kardeşlerimi gördün. Kız kardeşlerimden biri evlendiği için burada yaşamıyor, diğeriyle zaten tanıştın."

Kaşlarım çatıldı, ben kraliçe, şifacı ve hizmetçiler dışında dişi bir böcekle bile tanışmamıştım. Bir de Adara... "Adara senin kardeşin mi?" dedim şaşkınlıkla.

"Maalesef," dedi dudak bükerek.

"Ama o... Bir asker olduğunu söyledi."

"Bir asker olmak istedi ve oldu da."

"Ama o bir prenses," dedim şaşkınlıkla. "Kral ve Kraliçen buna nasıl müsaade edebildi?"

Bakıldığında onunla aynı gibiydik ama aslında çok farklıydık. Eğer kralın nefreti olmasa ve ben gizlenmek zorunda kalmasaydım bir asker gibi yetiştirilemezdim. Aslında askeri eğitim alırken de annem bana fikrimi sormamıştı, o güçlü olmamı istemişti ve ben de olmuştum. Eğer fikrim alınsaydı belki yine o eğitimleri almak isterdim ama aynı zamanda kardeşlerim gibi balolara katılmak da isterdim. Dans etmek, güzel elbiseler giyinmek isterdim ama o sarayda giydiğim en görkemli elbise bir gelinlik olmuştu ve aynı gelinlik Ak Yılan Krallığının prensesi olarak son giydiğim görkemli şeydi.

"O hala bir prenses," dedi Lian. "Davetlere katılıyor, düzenlenen ziyafetlerde kral ve kraliçenin arkasından ilerliyor. Sadece diğer zamanlarını örgü örerek ya da bir leydi her ne yapıyorsa onları yaparak geçirmiyor. Benim emrimde ve benim uygun bulduğum görevlere gidiyor sadece. Kral ve Kraliçe onu olmak istemediği bir şeye zorlamadılar. Saray ve olmak istediği şey arasındaki dengeyi koruduğu sürece onu destekliyorlar. Adara da bunun üstesinden iyi geliyor."

Aslan Krallığı çok garipti. Çok çok garip...

"Yemekte yoktu," dedim bu kez.

"Çünkü o özel bir yemek değildi." Siz özel biri değildiniz demekti bu. "Üstelik senden çekiniyor."

"Hayır, çekinmiyor," dedim yüzümü buruşturarak.

"Seni zehirlediği için onu dişleyeceğini düşünüyor," dedi gözlerini kısarak. "Özellikle de pullarını boyadıktan sonra. Sadece zaman kovalıyormuşsun."

Kısa bir an sessiz kaldım ama ardından gerçek bir kahkaha patlattım. "Anne ve babasının yanında onu dişlemem mümkün müydü sence?"

Sessizliği üzerine susup ona baktım, şiddetle çatılan kaşlarla beni izliyordu. Başını hafifçe iki yana sallarken, "Bir daha bunu yapma," dedi. Neden bahsettiğini anlamadım ama o açıklamakta cömert davrandı. "Sesin... Rahatsız edici."

Öfkelenmedim, aksine daha sesli güldüm bu kez. "Benden bilgi almak isteyen sendin. Bilgi de düşüncelerle aktarılmıyor prens."

Sesli bir nefes verdi. "Diğer konuya dönersek... Zehir meselesini ona yaptıran bendim. Onu suçluyorsan ki öyle görünüyor, bundan vazgeç. Benim emirlerimi çiğneyemezdi ama yine de sana karşı saçma bir şekilde suçlu hissediyor. O yüzden onu dişlemeyi düşünme sakın!"

"Suçlu sen olduğuna göre... Hmm... Seni mi dişleyeyim?"

Dudakları aralandı ve yüzü kısa sürede tiksinti dolu bir ifade kazandı. "Bunu yaparsan bu kez gerçekten dişlerini sökerim." Sırıtarak onu izlememe karşılık yerinden kalktı. Beni göndereceğini düşünsem de bir şey söylemeden sandalyesine ilerleyip oturdu. Dikkatini kâğıtlarına verdiğinde ben de ayağa kalktım. Bana sadece göz ucuyla bakarken küçük alanda dolaşmaya başladım. Bir şey söylemedi.

"Peki, prensesin bir Kartalla birlikte olmasına Kral ve Kraliçe ne diyor?"

"Hiçbir şey," dedi biraz duraksamadan sonra.

Başımı ona çevirirken yüzümde bir sırıtış oluştu. "Bilmiyorlar değil mi?"

"Bilmiyorlar ve öğrenmeyecekler." Sesi sert değildi ama uyarıcıydı.

Hiç kimse bu kadar mükemmel olamazdı ve bunu tekrar fark etmek garip bir şekilde rahatlamama neden oldu. "Demek farklı ırkların birlikte olmasına karşılar. Halbuki Adara annesi hakkında konuşurken onun kimseyi ırkı yüzünden ayırmadığını söylemişti. Gerçekleri en iyi onun bilmesine rağmen bana yalan söylemesi çok saçma."

"Yalan söylemedi," dedi başını kaldırarak. "Sadece..." Sesli bir nefes verdi. "Bu biraz karışık ve sen kurcalamayacaksın."

"Pekala," dedim uzatarak.

"Kurcalayacaksın değil mi?"

Kesinlikle!

"Asla!" dedim abartılı bir sırıtışla.

Bunalmış bir şekilde nefesini dışarı verdi ve çok önemli kâğıtlarına geri döndü. Ben de raflardaki birkaç kitabı inceledim. Hiçbiri ilgi çekici değildi. Masalsı hikâyelere dair hiçbir şey yoktu, zaten o tür kitapları ben de sevmezdim. Yaşadığımız bu acımasız dünyanın içinde fazla romantik ve imkânsız duruyorlardı ama zaten aşk dedikleri şey de tam olarak bu değil miydi?

Romantik ve imkânsız...

Tıpkı Adara ve Arlo gibi...

Raflarda göz gezdirmeye devam ettim. Rastgele bir şeyler alıp inceledim. Irklarla ilgili ansiklopediler buldum. Birinde Ejderler hakkında bir bölüm bile vardı. Daha detaylı incelemek istesem de başka bir şey ilgimi çekti. Bir Baykuş yazıtı.

Hakimler halklarını hayvanların güçleriyle donattı ama o hayvanları sahiplenmedi.

Cümlelerin altı çizilmişti. Aslanın belli ki bu ilgisini çekmişti ama ben Hâkimlerle ilgili bir şey görmek istemiyordum. Bana bu şansı veren onlardan biri değil miydi? Ben sahiplenmedikleri o hayvanlar gibiydim sanki. Yalnız bırakılmış...

"Elindeki yazıtta yüzünü asmana neden olan o şeyin ne olduğunu bilmek isterim."

Lian'ın sesiyle başımı hızla kaldırdım ve kitabı tok bir sesle kapatıp yerine geri koydum. Yüzümü asmamıştım. Yalnız değildim. Vilas vardı. Sorusuna cevap vermek yerine ona başka bir soru sordum. "Neden üç gün? Yılan topraklarına girmek için nasıl büyük bir hazırlık yaptığınızı merak ettim."

"Üç gün hazırlanmamız için verilmedi." Dikkatle ama umursamaz görünmeye çalışarak onu dinlerken boş raflara da göz gezdirdim. "Üç gün sonra kraliçenin doğum günü var. Bir kutlama yemeği düzenlenecek. O kutlamada bulunmam gerekiyor."

"Hmm," diye mırıldandım. "Kraliyetler ve kahrolası şatafatlı kutlamaları. Eğlenceli olmalı."

Göz ucuyla ona baktım, o da arkasına yaslanmış beni izliyordu. "Kendini boğmak isteyeceğin kadar sıkıcı. Böyle şeylerin içine doğmadığın için her gün şükredeceğin türden. Gerçi kılıcı çalmak için o saraya girdiğinde biriyle illa ki karşılaşmış olmalısın."

Gözlerimi ondan çekip başka bir ansiklopediyi aldım. Yine beni denediği anlardan birinde miydim, emin olamadım. İçimden geçen bir ezgi kalp atışlarımı düzenlerken ona cevap vermekte gecikmedim. "Balo salonlarından süzülerek geçmek için fazla zarafetsizim. Kılıcı çalmak için sarayın içinde dolaşmama da gerek yoktu zaten. Silah odasında tutuluyordu. Oraya kadar gizlice gidebildim, çıkarken de şans benden yanaydı ama..." Alaycı ama biraz da acı bir gülüş sergiledim. "Sonunda yakalandım."

"Ama her nasılsa kılıçla beraber kaçmayı başardın?" dedi üzerine giderek.

"Aptal değilim, yakalansam bile kılıcın yerini öğrenmeden beni öldürmeyeceklerini biliyordum. Yakalanacağımı anladığımda kılıcı gizledim, kaçarken de yanıma aldım." Ona öfkeli bir bakış attım. "Sonra da onu benden aldın."

"Kılıcın kör olduğunu bilerek mi çaldın? Yoksa çaldıktan sonra mı haberin oldu?" diye sordu.

"Kılıcı kullanmak için mi çaldığımı sanıyorsun?" dedim ve elimdeki kitaptan öylesine bir sayfayı çevirdim. "Bir aptal bile onunla dikkat çekeceğini bilir."

Ben bir aptalım!

"O halde satacaktın."

"En yüksek fiyatı verene," dedim. "Kara yılanların o kılıç için birbirini bile öldüreceğine eminim. Ne de olsa Ak Yılan Krallığına ait bir kılıç."

"Kara Yılanlar hakkında ne biliyorsun?" dedi bu kez.

"Sağlam içiciler," dedim gülerek. Bir de Veliaht prensinin eşiyim ama o çok da üzerinde durulacak bir konu değil. "Birkaç kez meyhanelerinde bulunmuştum. Elbette gizlenerek. Ak Yılanlardan nefret ederler."

"Ama onlarla bir barış anlaşması imzaladılar." Dudak büktüm ama karnım kasılmıştı. "Bir evlilikle yanılmıyorsam, bilgilerimiz yeterince net değil."

Ya da öyleydi ve beni deniyordu.

"Ak Yılan prenseslerinden biri ile Kara Yılan Veliaht prensi evlenecekti. Bunu iki krallıktan da duymayan kalmadı muhtemelen. Saraydaki kutlama sayesinde kaçmıştık, sana söylemiştim. Belki de düğün o gündü."

Eğer bir açık verirsen kendini asmaya hazırlan Assra Marian!

"Saraya o gün bir saldırı olduğunu duyduk," dediğinde kaşlarımı kaldırarak ona döndüm. "Düğün o gündü ve birileri Ak Yılanların Sarayına saldırdı. Kim olabilir sence?"

"Herkes," dedi sırıtarak. Vilas... "En çok düşmanı olan ırk olarak başı Yılanlar çekmiyor mu?"

"Ya da kendi ırkınız," dedi.

"Neden böyle bir şey yapsınlar?" dedim şaşırmış gibi.

"Belki Kara Yılanlar ile birbirinize duyduğunuz kinden, belki de bambaşka bir sebepten ama saldırıyı farklı bir ırkın yapmadığına eminim."

Kaşlarımı çattım. "Nasıl emin olabilirsin?"

"Çünkü düğün yılanların tekrar birleşmesi demek, bu da çoğu ırkın göz yummak istemeyeceği bir durum. En başta da bizim ama size saldıramazdık. Bu zamana kadar en güçlü askeri savunmanız sınırlardan geçişe asla izin vermedi. Doğal olarak saldırı içeriden yapıldı." Öne doğru eğilip dirseklerini masaya dayadı. "Sınırlar o kadar kuvvetle korunurken siz bir şekilde dışarı çıkabildiniz. Garip."

"Yağmacıların da çıktığını unutuyorsun," dedim hemen. Tam olarak her bir açığı bulup yüzüme vurması can sıkıcı ve tedirgin ediciydi.

"Doğru," dedi yavaşça. "Onların bildiği çok fazla gizli yol vardır ama siz yağmacı değilsiniz, gizli yolları bilmeniz bir yana yol bile bilmemeniz lazım."

"Kaybolduk zaten, hatırladın mı?"

"Sınırlardan çıktıktan sonra," diye beni çürüttü.

"Hiç yağmacılarla çalışmadım," dedim öfkeyle, aslında söylemek istediğinin bu olmadığını biliyordum. Sadece hedef değiştirmeye çalışıyordum. "Söylemek istediğin bu ise. Sınırlarınıza bir kez girdik ve onda da yakalandık. Diğer yandan bir hırsızsan sınırların nasıl korunduğunu ve nerelerde açıklar olduğunu bilirsin." Aniden sustum ve ona doğru döndüm. "Bekle! Bizden emin değilsen sizi içeri sokabileceğimizi neden söyledin?" Tek kaşını kaldırdığında birden her şeyi kavradım. "Emin değildin, değil mi? Onun için şu an bunu sorguluyorsun. Yani sen..."

"Ben?" dedi eliyle masada ritim tutmaya başlarken. Parmağındaki sarı taşlı yüzük yine gözüme çarptı.

"Gerçekten bizi kurtarmaya mı çalıştın?"

Dudakları yukarı kıvrıldı, bunun gerçek bir gülümseme olduğuna bahse girerdim. "Seni," diye düzeltti. "Arkadaşın umurumda bile değil."

Yüzümü buruşturmama engel olamadım. "Benim umurunda olduğumu mu söylüyorsun? Anlaşmamız olduğu için mi?"

Dudaklarını birbirine bastırıp bıraktı. Kısa bir an sessiz kaldı. "Kesinlikle anlaşma yüzünden," dedi sonunda. Yumuşak halıyı işaret etti. "Şimdi gidip otur, dikkatimi dağıtıyorsun."

"Sadece kitaplara bakıyorum," diye çıkıştım.

"Evet," dedi ve dikkatini yine önündeki kâğıtlara verdi. "Ve geceliğin fazla ince." Yanaklarım ısınırken eğildim ve hızla geceliğe baktım. Uzundu ve ince falan değildi. "Ateşin önünden geçerken izle kendini," dedi.

Yanaklarım daha da ısındı, saçmaydı çünkü beni daha çıplak gören askerler vardı. Utanmış olmam söz konusu bile değildi, öfkelenmiştim. Kesinlikle öfkelenmiştim. Yine de halının üzerine oturmadan önce ateşin ışığında kendime bakmama engel olamadım. Esilian gülmesiyle başımı kaldırdım ve oturduğum yerden ona baktım. Hala bana değil kâğıtlarına bakıyordu. "Utanmazın teki olduğunu düşünmüştüm." Sonunda başını kaldırdı ve yüzündeki keyifli ifadeyle bana baktı. "Yanılmışım."

"Utanmadım!" dedim öfkeyle.

"Yanakların seni ele veriyor."

"Çünkü ateşin tam yanındayım."

Güldü. Yine! Bunu beni daha da öfkelendirmek için yaptığı açıktı. "Unuttun mu çıngıraklı? Sen bir kıvılcımsın. Ateş sana ne yapabilir ki? Onun asıl sahibi senken üstelik."

"Benimle alay etmen bittiyse gidebilir miyim artık? Uyuyacağım."

Umursamazca omuz silkti. "Bu neden umurumda olsun?"

"Çünkü izin vermezsen burada uyuyacağım!"

"Peki, bu benim neden umurumda olsun? Uyu ama aklıma bir şey takılırsa uyumanın da pek umurumda olacağını söylemeyeceğim."

Halının üzerine uzandım ve ona daha fazla karşılık vermeyi reddettim. Belki pes edip beni gönderir diye ummuştum. Bu sayede bir şekilde gizli geçidi bulmayı düşünüyordum ama prens hayatımda gördüğüm en pislik adamlardan biriydi ve elbette söylediği gibi orada yatmam umurunda olmadı. Kâğıtlarını okumaya devam etti, notlar aldı. Bazen kaşlarını çatıp düşündü ve kâğıtlarda yazanları merak etmeme neden oldu.

Tam gözlerim kapanmak üzereydi ki sesini duydum. "Zehirsiz yılan var mıdır?"

Bir an bana sormadığını ve kendi kendine konuştuğunu bile düşündüm ama gözlerini bana çevirdiğinde sorunun gerçek muhatabının ben olduğumu anladım. "Hayır," dedim uykulu bir sesle. Yılanlar, Akrepler ve Örümcekler zehirli ırklardı. Örümceklerin ve Yılanların zehri dişlerindeydi, sadece diş yapıları farklıydı. Örümceklerin dişleri daha zikzaklı ve şekilsizdi. Akreplerin ise kuyrukları vardı, bir iğneye sahip kuyruklar. Çok korkutucu ve çirkin görünürdü.

Aslanlar bir kuyrukla yaratılmadıkları için Ormanın Hakimine minnettar olmalıydılar.

Diğer yandan zehirli olduğumuzu tüm ırklar bilirdi, yaptığı tek şey huzurlu bir uyku hakkımı da elimden almaktı. Bunu biliyordum. Uykulu bir iç çektim. "Seni ısırdığımda bunu anlamış olman gerekiyordu. Panzehrin olduğu için şanslısın."

"Panzehrim olmasaydı ölür müydüm?"

"Hemen değil, biraz acı çekerdin. Keşke çekseydin."

Son söylediğimi duymamış gibi yaptı. "Zehriniz birbirinizi etkilemiyor mu peki? Yılanları yani."

Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. "Sadece çiftleşirken."

Kaşlarını kaldırdığını fark ettim. "Nasıl bir etki bu?"

"Neden soruyorsun bunları?" diye çıkıştım sonunda.

"Sizinle ilgili bilgi topluyorum ve sen de orada boşuna durmuyorsun."

"Zevk veriyor," dedim öfkeyle. "Diğer tüm ısırıklar... Isırık işte. Siz birbirinizi ısırdığınızda nasılsa öyle."

"Zehriniz birbirinize zevk mi veriyor?" dedi, yüzünü yine tiksinti bürüdü. "İğrenç bir şey olmalı."

Dudak büktüm. Bunun hakkında yorum yapacak durumda değildim. Kimsenin zehrinden zevk almamıştım, kimseyi de o şerefe layık görmemiştim. Vilas'a bir gün bu şekilde sırnaşabilirdim ama.

Dikkatle bana bakan sarı gözlere karşılık homurdandım. "Bu bilgiler hiçbir işine yaramaz. Beni uyutmayacaksan daha mantıklı sorular bulmalısın." Gözlerimi kapatırken esnedim. "Aksi halde saçma sorularını yanıtlarken de uyuyabilirim."

Üzerime fırlatılan bir şeyle birden irkildim ve hızla doğruldum. Bunun Lian'ın üzerindeki ceket olduğunu ancak afallamam biraz durulunca fark ettim. "Şunu üzerine ört!" dedi sertçe. "Geceliğin gerçekten iç gösteriyor ve ben daha fazla senin tiksinç bedenini görmek istemiyorum."

Öfke yine damarlarımı doldurdu. Ceketi elime aldım ve "Görmek istemiyorsan gitmeme izin verecektin!" dediğim an onu yanan ateşin içine fırlattım.

Bunu beklemediği için olsa gerek dudakları aralık kaldı. Gözlerine yine öfke yerleşti ve ateşten ağır ağır çekilen gözleri beni buldu. "Sanırım seni de o ateşin içine atma vaktim geldi," dedi ve hızla ayağa kalktı.

Ben de ayağa kalktım ve öfkeyle ona baktım. "Unuttun mu prens? Ben bir kıvılcımım. Ateş bana en fazla ne yapabilir ki?"

"Göreceğiz," dedi ve sert adımlarla üzerime yürüdü. Yine ateşteki odunlardan birine uzandım ama yer birden ayaklarımın altından kaydı. Halıyı çekmişti ve sertçe yere serilmeme neden olmuştu ama üzerime atılamadan yana yuvarlandım. Artık sırtım o kadar acımıyordu ve o beni kolay lokma sanıyorsa yanılıyordu. Ayaklarına ayaklarımı dolamak için döndüm ama orada değildi, yerini hesaplamak benim için zor olmamalıydı ama sanki rüzgar gibi kaybolmuş ve birden ortaya çıkmış gibi üzerimde belirdi. Şaşkınlıkla ona bakakaldım, bir Aslan bu kadar çevik nasıl olabilirdi? Benim yılan kıvraklığım vardı, hız olarak ondan önde olmalıydım.

Bileklerimden kavrayıp kollarımı yere bastırdı, bacaklarıyla bacaklarımı kıstırdığında o kadar afallamıştım ki engel olamadım. Bana öfkeyle baktı ama birden o ifade hızla dağıldı. Gülmeye başladı.

"Neden gülüyorsun?" diye şaşkınlıkla sordum.

"Gerçekten seni o ateşe atacağıma inandın mı?" dedi hala gülerken. "Ya da bir ceket için öfkeleneceğime? O ceketten bende onlarca var Çıngıraklı."

"Amacın neydi öyleyse?" dedim hayretle.

"Güçsüz olduğu sana göstermek," dedi kibirle. "Bana karşı bir şansı olacağını düşünüyorsun ama yok."

Öfkemin şaşkınlığımı yenip yükseldiğini hissettim. Başımı çevirip yana kıvrıldım ve sıktığım dişlerimi serbest bırakarak koluna geçirdim. Acıyla küfredip beni bıraktığında Omuzlarına tırnaklarımı geçirip döndüm. Hala bacaklarım bacaklarının arasındaydı ama artık sırtı yerde olan oydu. "Sana karşı hep bir şansım var!" dedim tıslar gibi. Yine öfkeyle yanan sarı gözlerine keyifle baktım. "Zehrimizi sormuştun, şimdi tadını çıkar!"

Boynundaki küçük cam şişeyi çekip aldım. Bacaklarını ittim ve arasında çıkıp ayağa kalktım. Cam şişeyi yere çarpmamla kırıldı. Bu kez sormadım ve gülümseyerek öfke içinde kuledeki odasından çıkıp gittim. Prens ise ardımdan askerlerine bağırdı. Alt kattaki askerler yukarı koştu ama hiçbiri peşimden gelmedi.

Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Bir aslana dişlerini geçirmiş bir yılan gibi...

⚔️⚔️⚔️

Merhaba Aslanlarım ve Yılanlarım...

Keyifler nasıl?

Peki ya bölüm?

Yollara düşmemize üç gün var. Asra ve Vilas sizce o zamandan önce kaçabilirler mi?

Lian'ın sorularına ne diyorsunuz peki? 😈

Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayalım. Okuyup geçmeyin, en azından bir yorum yapıp oylayın. Emeklerimizin karşılığını görmek bizim de hakkımız değil mi? 🥹

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

 

Loading...
0%