Yeni Üyelik
12.
Bölüm

1.11 - Ağaçlar ve Dalları

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayalım. ❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

 

🎶

Amy Stroup - In The Shadows

🎶

 

Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok:Esmareden(Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.


"Neden bu kadar parlıyorsun?
Bu çok can sıkıcı."

Gün ışıkları pencereden içeri vurmadan uyanmıştım. Ateş çoktan sönmüş ve oda soğumuştu. Üstüne üstlük Vilas örtüyü üzerine çekmiş ve sanki savaş silahını düşmanına kaptırmamaya yeminli bir asker gibi kucağında toplamıştı. Onunla aynı yatakta uyumak hiç bu kadar kötü gelmemişti, üşüyen ayaklarım bunun kanıtıydı.

Yataktan kalkıp şömineye yürüdüm ve demir karıştırıcıyla külleri karıştırdım ama ufacık bile köz kalmamıştı. Ahşap dolaba yürürken soğuk mermerler ayaklarımı daha da üşüttü. Üzerime Vilas'a getirilen ceketlerden birini geçirdim ve pencerenin önündeki sandalyelerin birini çekip oturdum. Doğmaya başlayan güneşin etrafı renklendirmesini izledim. Ayaklarım artık mermerden daha soğuk olunca onları sandalyenin üzerine çekip altıma aldım. Bu kötü bir fikirdi çünkü şimdi de kalçalarım soğuktan nasiplenmişti. Soğuğa aşina olmak en azından bu anlar için iyiydi, tahammül etmeyi kolaylaştırıyordu.

Askerlerin uyumadığını biliyordum, gece birkaç kez kapıya kulaklarımı dayayıp konuşmalarına şahit olmuştum. Görevlerine bu kadar dikkat etmeleri can sıkıcıydı çünkü dışarı çıkmama katiyen müsaade etmiyorlardı. Benim ise vaktim oldukça dardı, Yılan topraklarına geri dönemezdim. Bir şekilde o gizli geçidi bulup buradan kaçmalıydım. Kaçmalıydık.

Kapı açıldığında hizmetçilerin şömineyi yakmak için geldiklerini düşünerek sevinmiştim ama bu Adara'ydı. Yine üzerinde siyah pelerininin omzunda Aslan Krallığı amblemi olan, koyu yeşil ve yer yer zırlarla kaplanmış asker kıyafetleri vardı, onu bir elbisenin içinde hayal bile edemiyordum ama o bir prensesti. Diğer yandan beni yemeğe hazırlarken acemi olmadığını şu an fark etmiştim, birçok kez buna maruz kalmış ya da bizzat kendisi yapmış gibiydi. O gerçekten bir prensesti.

Önce bana, sonra yatakta hala uyuyan Vilas'a baktı. "En azından birileri gün ve gece ayrımının farkına varmış," dedi dudak bükerek.

"Birileri ise odamıza damlamak için gün ışıklarını beklemiş."

Ses Vilas'tan gelmişti. Adara buna karşılık kaşlarını kaldırdı, şaşırmıştı belki ama ben şaşırmamıştım. Vilas bir askerdi, elbette tetikte uyurdu. Keşke örtüyü üzerimden çekerken bunu bilinçli yaptığını bilmeseydim diye geçirdim içimden. En azından bu daha az acıtırdı.

Doğrulup sırtını yatağın başlığına yasladı ve Adara'ya baktı. "Günaydın Prenses," dedi kinayeyle. "Reverans yapmamızı ister misin?"

Geri döndüğümde elbette ona olanları anlatmıştım. Lian'ı dişlememe sinirleneceğini sansam da –Çünkü bu bir sorundu, büyük bir sorun- o birkaç dakika buna karnı ağrıyacak şekilde gülmüştü. Genellikle somurtkan olan birinin bu hali gerçekten garip oluyordu. Ve de ürkütücü...

Adara bezgin bir nefes verip içeri girdi ve bir bacağını altına alarak yatağa yan bir şekilde oturdu. Bu şekilde hem Vilas'ı hem beni görebiliyordu. "Öğrenmişsiniz ama bana öyle hitap edilmesinden hoşlanmıyorum."

"Nasıl?" dedi Vilas tek kaşını kaldırarak. "Prenses diye mi?"

Adara dudaklarını büzüp nefesini dışarı verdi. "Evet."

"Ama prenses değil misiniz prenses?" dedi Vilas.

Adara, "Kes şunu!" diye çıkıştı sonunda.

"Emredersiniz prenses," dedi Vilas.

Gülmeye başladım. Adara ise homurdandı. "Genelde böyle mi bu?" dedi bana.

"Hayır, sevmediklerine karşı böyle," dedim. Dudaklarını birbirine bastırıp bıraktı ve anladığını belirtir şekilde başını ağır ağır salladı. "Günün ilk saatlerinde bizi ziyaret etmeni neye borçluyuz Ada-"

"Prenses mi diyecektin yoksa?" dedi Vilas.

"Hayır, demeyecekti," diye çıkıştı Adara. "Şunu keser misin artık?"

"Prenses emreder!" dedi Vilas başını hafifçe eğerek.

Adara bezgince nefesini verdi. "Buradayım çünkü... Düşündüm ve sizden bir..." Derin bir nefes aldı, göğsü yükselip alçaldı. Benim aksime dolgun göğüsleri vardı, Arlo onlardan hoşlanıyor olmalıydı. "Şey... Özür dilemek istedim."

"Özür mü?" dedi Vilas abartılı bir şaşkınlıkla. "Ne için? Bize bir şey yapmadınız ki? Alıkoymak, hapsetmek, aç bırakmak, tehdit etmek dışında. Bunlar... Normal şeyler. Yoksa sizde değil mi? Ah, bir de işkence etmek var. O da çok normal."

Adara ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. "Tamam, istediğinizi söyleyin. Hak ettiğimizi kabul etmesem de sizin de haklı olduğunuz tarafları kabul edeceğim."

"Hak etmediniz mi?" dedim yüzümü buruşturarak.

"Elbette etmiyoruz," dedi kendinden emin bir sesle. "Şüpheliydiniz ve konuşmamanız sizi daha da şüpheli yaptı. Bizim açımızdan bakarsanız haklı olduğumuzu görürsünüz. Sizin açınızdan elbette haklı olduğunuz yerler var. Şey gibi... Hmm... Mesela Raiden sana fahişe dememeliydi."

"Vay canına!" dedim gülerek. "O çok acıtmıştı, bana zehirli bir merhem sürmenden bile çok."

Aksine umurumda bile olmamıştı ama merhem feci etkilemişti. Lian haklıydı, Adara da haklıydı. Ona dişlerimi geçirip parçalamak istiyordum.

"Zehirli merhem..." dedi alay eder gibi. Gerçekten onu parçalamalıyım. "Pekala... Tüm bunları telafi etmeme izin verin sadece."

"İzin verecek yerlerim çok meşgul," dedi Vilas ama ben ayağıma gelmiş bu fırsatı geri tepmeyecektim.

"Tamam," dediğimde Vilas'tan hayret içeren bir ses çıktı. "Koridora çıkabilmek istiyoruz. Bu odaya tıkılıp kaldık ve..." Şömineyi işaret ettim. "Lanet şömine bile yanmıyor. Üşüyorum."

Vilas'ın yüzü buruştu, Adara da şömineye baktı. "Burası yeterince sıcak." Benimle dalga mı geçiyordu? Ayaklarım bir beton kadar soğuktu. Ak Yılan Krallığında bile bu kadar üşümemiştim ben. O da uzatmadı şükür ki. "Tamam, şömine yanacak ve koridora çıkış izniniz verildi."

"Bir de balo," dedim yeni aklıma gelmiş gibi. Kaşları çatıldı. "Baloya biz de katılacağız."

Kaşları daha da çatıldı ve gülmeye başladı ama yüzüme dikkatle bakınca gülüşü aniden kesildi. "Ciddi olamazsın."

"Bence de," dedi Vilas.

"Ama ciddiyim," dedim sırıtarak.

"Asla olmaz!"

"Prensese katılıyorum."

Adara yüzünü ekşi bir şey yemiş gibi buruştu. "Bunu sürekli yapmak zorunda mısın?"

"Anlamıyorum," dedi Vilas. "Bir prensessin. Sana prenses demem neden sorun oluyor. Prensese prenses denir, bu durumda sana da prenses demem..."

"Ah, tamam!" diye bağırdı Adara. "Hayatım boyunca bu kadar prenses olduğum yüzüme vurulmamıştı."

"Balo?" diye üsteledim.

"Neden bir baloya katılmak isteyesin?" diye sordu. "Üstelik Aslanların balosuna. Tabii birini öldürmeyi planlamıyorsan." Tek kaşı havalandı. "Birini öldürmeyi mi planlıyorsun?"

"Birini öldürmeyi planlasam sence bunu sana söyler miydim?" dedim ben de tek kaşımı kaldırarak.

"Haklısın, söylemezdin."

"Birini öldürmeyi falan planlamıyorum."

"Ve söylemedin de," dedi alayla.

"Rahatla," dedim gülerek. "Sadece hiç... Bir baloya katılmadım. Merak ediyorum."

Sessiz kalıp yüzümü süzdü. Vilas da sessiz kaldı çünkü o bir şeylerin peşinde olduğumu elbette ki anlamıştı. Adara'nın onun kadar beni tanımamasına ve biraz da ondan daha az zeki olmasına güveniyordum.

"Bunu düşüneceğim," dedi sonunda. İşaret parmağını birden bana doğrulttu. "Ve sen! Bir daha beni ısırmayı düşünmeyeceksin."

Başımı şiddetle iki yana salladım. "Aklımdan asla öyle bir şey geçmedi."

Gözleri kısıldı. "Yalan söylediğin o kadar belli ki, şu an bile dişlerini tenimin üzerinde hayal ediyorsun." Sırıttım ve o hızla ayaklandı. "Dişler?" dedi uyarıcı bir şekilde.

"Kardeşini dişledim ama sana asla ve asla bunu..."

"Ormanın Hakimi adına!" diye bağırdı ve gözleri gözkapaklarını yutmak ister gibi açıldı. "Lian'ı mı dişledin?" Başını hızla iki yana salladı ve kapıya yöneldi. "Sizi tanımak güzeldi. Şu andan itibaren bu odaya giremem çünkü daha şimdiden..." Kapıyı ardından çekmeden önce burnundan sesli bir nefes çekip yüzünü buruşturdu. "Cesetlerinizin çürüyen kokusunu soluyabiliyorum."

Koridora çıkmak her yönden çok daha iyi hissettirmişti. Vilas'la yürürken askerlerin gözleri üzerimizdeydi ama buna aldırmıyordum. Vilas saçma sapan bir şeyler anlatıp sohbet ediyormuşuz gibi görünmemizi sağlarken etrafını taramayı ihmal etmiyordu. Konuşma kısmını ona bırakmıştım çünkü aynı zamanda hem konuşup hem de dikkatimi bir şeylere veremezdim. Odaklandığımda etrafımdaki tüm sesler susuyordu sanki.

Duvarlar boştu, gizli bir geçide açılan bir çıkıntı bile yoktu. Zemin açık gri mermerdendi ve o da sabah temizlenmiş olmalı ki karşımızdaki camlardan yansıyan güneş ışıklarıyla parlıyordu. Aşınmış yerlerde dolaşsak da onlardan da bir şey çıkmayacağı açıktı. Koridorda bir geçit yeri yoktu, kulede de öyle. Geriye sadece odalar kalıyordu ama odalarda da bir geçit olamazdı. Odaların altında orman vardı, biz asma bir katta gibiydik. Saraydan kuleye kadar olan...

Buraya getirildiğimiz günü hatırlamaya çalıştım. Dönerli merdivenleri çıkmıştık ama kulenin zemini fazlasıyla incelemiştim, orada bir geçit olsa bunu anlardım. O kadar çok geçit keşfetmiştik ki Vilas'la artık bu konuda ustalaşmıştık.

"Asra," dedi Vilas ve belli ki bunu birkaç kez yapmıştı. Askerlere göz atıp ona döndüm. Bir şey keşfetmiş gibiydi.

"Buldun mu?" diye fısıldadım heyecanla, kendi dilimde.

Dilini dişlerinde gezdirirken sıkıntılı bir ifadeye büründü. "Sanırım geçit falan yok."

"Ne? Hayır, olduğunu biliyoruz."

"Nasıl?" diye çıkıştı. "Saray tarafından gelmediğimizi biliyoruz. Geriye sadece kule tarafı kalıyor ama kuleye de baktığını söylüyorsun. Orada da yoksa buraya ancak uçarak geldik."

"Başka bir şey olmalı," dedim düşünceli bir şekilde. Askerlerin dikkatini çektiğimizi fark edince Vilas'a sırıttım. "Gel küçük sineğim," dedim onu cam tarafına çekiştirerek. "Biraz da ağaçların gölgesinde öpüşelim."

"Kule tarafında belki de görmediğin bir şey vardır," dedi Vilas fısıldayarak.

Başımı iki yana salladım ve onu yakalarından kavradım. Gülümserken Aslan dilinde konuştum. "Ağaçlar ne kadar güzel görünüyor değil mi?"

"Evet, evet," dedi alaycı ve abartılı bir gülümsemeyle. "Ne kadar da büyük ağaçlar?"

"Berbat rol yapıyorsun," dedim yine Yılan dilinde. "Ve ağaçlar..." Gözlerimi camların önünden geçen dallara çevirdim. Sonra tam yanımızdaki odanın kapısına baktım. Bizim kaldığımız odanın iki oda yanındaydı. "Bu ağaç..." dedim Vilas'a dönerek. "Fazla büyük değil mi?"

Dudak büktü. "Çok fazla, devasa bir ağaç." Yüzünü ekşitti birden. "Bir daha ağaç dersen kusacağım."

"Vilas," dedim ağaç dallarına göz gezdirirken. "Sanırım geldiğimiz geçidi buldum."

Dün gece prens yine kapımda bitip beni saçma sorularıyla bunaltmamıştı. Daha garibi onu dişlememe bu kadar tepkisiz kalması olmuştu ama önemli değildi. Onun gelmeyişi her açıdan işimize yaramıştı. Vilas ile kaçma planlarımızı biraz daha ilerletebilmiştik. Hatta bir ara onunla büyük bir kavga numarası bile yapmıştık ve ben çenesini feci morartmıştım. Bu sayede ağacın tam altından geçtiği odaya girebilmiştim. Elbette Vilas'a "Seninle aynı odada kalmak yerine artık kendimi asarım!" diye bağırmış ve "Hatta aramıza bile birkaç oda koyacağım seni iğrenç sülük!" diye eklemiştim.

Sülük abartılı olmamıştı, düşününce ona daha çok küfür etmediğim için kendimi bile azarlamıştım.

Şimdi o odadaydım. Odanın her bir yerini tararken ara ara öfkeyle bağırıp bir şeyleri tekmeliyordum. Askerler de beni engellemekten üçüncü odada vazgeçmişlerdi. Elbette en önce bu odaya girmemiştim, geçit bu odadaysa –öyle umuyordum- bu çok dikkat çekerdi. Oda bize verilen odayla aynıydı. Yatak, aynalı dolap, giysi dolabı, yatak... Bir de yıldız tozu serpilmiş gibi parlayan duvarlar. Masa ve sandalyeler bile aynı şekilde pencerenin önündeydi. Sadece yerde tüylü büyük bir halı vardı ki onun altına bakmak aklıma ilk gelen şey olmuştu. Sadece askerlerin artık gelmeyeceğine emin olduğum bir anda bunu yapmıştım.

Halının altında yine beyaz mermer vardı. Herhangi bir kapak görünmüyordu ama elimi zeminin üzerinde gezdirirken havanın avuçlarıma vurgunu birkaç yeri hissetmiştim. İşte buradaydı! Sadece nasıl açıldığını bilmiyordum. Bir bıçağım yoktu ama şömine karıştırıcısını havanın geçtiği çizgileri geçirip açmaya çalışmıştım. Çok ağırdı ve şüphesiz ne ile denersem deneyeyim onu kaldırmam mümkün değildi. Nasıl gizlenmişse geçidin kapağı bile belli olmuyordu zaten. Birinin burayı fark etmesi imkansızla eşdeğerdi ama ben imkansızların Yılanıydım. Yine de onu açacak bir mekanizma bulmam gerekiyordu.

Ayağa kalkıp etrafıma bakındım. Kitaplık odalarımızı farklı kılan tek şeydi. O kadar çok kitap vardı ki, aklıma gelen ilk şey o kitaplardan birinin mekanizmayı harekete geçiren bir anahtar olacağı oldu ama uzun süreli incelememin sonucunda hepsinin sadece birer kitap olduğu sonucunu çıkardım.

Hüsranla iç çektim ve hava kararmaya başlarken yan odaya geçtim. Daha fazla orada durup dikkat çekemezdim. Birkaç eşyayı da burada tekmeledim, kitaplıkta kalan tek tük kitabı da yere saçtım. Öfkeli rolümü sonlandırdığımda güneş batmıştı ve ben mum yakmak yerine yatağın ucuna oturmuş düşünüyordum.

O odada farklı bir şey daha olmalıydı ama neydi?

Acıkmıştım ama en azında şu an bulunduğum oda, yani Vilas'a vermek istedikleri oda kaldığımız odadan biraz daha sıcaktı. Yine de üşümüştüm. Kahrolası sarayda sıcak tek yer yoktu sanki. Halbuki Aslanların Krallığı hakkında öğrendiklerimden biri Yılan topraklarından çok daha sıcak olduğuydu. Yanılgılarımdan biri de bu olmuştu.

Bir de şu an kapıyı açmış odaya göz gezdiren Aslan prens.

Elbette prensleriyle ilgili çok şey öğrenmemiştim. Annemin verdiği bilgilerde Aslanlar genel olarak vahşi olarak yer almıştı. Biraz da barbar. Bunlar doğruydu ama sinsilik o bilgiler arasında yer almamıştı. Aslan prens bu konuda beni fazlasıyla şaşırtmıştı mesela, bazen bizden bile sinsi olduğunu düşünecek kadar.

"Dur tahmin edeyim!" dedim o konuşmadan. "Seni takip edeyim değil mi?"

"Hayır," dedi içeri adımlarken. Hala etraftaki karışıklığı inceliyordu. En azından halıyı düzelttiğim için rahattım. "Şu an sebep olduğun zararları bana nasıl ödeyeceğini düşünüyorum."

Dudak büktüm. "Saray bütçesinde sıkıntı mı var? Bu kadarcık şey ile krallığınız sefalete düşmez herhalde."

"Bu yine de zararı ödeyeceğin gerçeğini değiştirmiyor," dedi ve yere saçılan kitapları eline topladı. "Kitaplara saygın yok mu senin?"

"Kitap okumam ben," diye yalan söyledim. Annemin gözetiminde az çok kitap okumuştum halbuki. Bir esirken vakit kolay geçmiyordu. "Neden saygım olsun? Aslında genel olarak saygısız bir Yılanım. Bir gün önce mesela bir prensi dişledim ama hala asılmadım."

Kitapları raflardan birine bırakıp bana doğru döndü, ay ışığı pencereden sıyrılıp yüzünü aydınlattı. Kollarını göğsünde bağlayınca beyaz gömleği kaslarını belli etti. Öfkeli görünmüyordu, her zamanki ifadesiz yüzüyle beni süzüyordu yine. "Neden kavga ettiniz?"

"Odayla mı?" dedim anlamamış gibi. "Önce o başlattı."

Bunalmış bir nefes verdi. "Arkadaşınla. Çenesinde koca bir şişlik olan arkadaşınla."

Önce oraya uğramasına şaşırdım, askerlerin olanları öğrenmesiyle buraya geldiğini düşünmüştüm. "Dün gece üzerimi açmış," dedim. "Kalçamı hissetmiyorum."

"Ve bu, akşama doğru mu aklına geldi?"

Söylemek istemiyor gibi davranarak, "Boş versene!" dedim. "Sen neden buradasın? Asılacağımı haber vermek için olmadığını umuyorum çünkü üzerinden bir gün geçti ve..." Koluna baktım. "İz hala duruyordur gerçi, bana yaptıklarına sayarsın. Eşitlemez elbette, bunun için seni birkaç kez daha dişlemem gerek. Aslında seni dişlerimle parçalamam gerek."

"Üşüyor musun sen?" dedi birden, gözlerini kısıldı. "Seni her gördüğümde titriyorsun."

"Şaka mı yapıyorsun?" diye çıkıştım. "Elbette ki üşüyorum. İçerisi Ak Yılan topraklarından bile daha soğuk."

Kaşlarını kaldırdı. Düşünceli göründü, nedenini askerlere seslenince anladım. Şömineyi yaktırıp yaktırmamanın hesabını yapmıştı ve yüceliğini göstererek ilkinde karar kılmıştı. Dakikalar sonra şömine çıkardığını o muhteşem çıtırtılar eşliğinde hem sıcaklığını hem de ışığını odaya yaymıştı. Önüne geçip tüylü halının üzerine oturunca hastalıklıymışım gibi karşıma geçti ve benim dakikalardır oturduğum yere oturdu. Bugün kuleye çıkıp bana işkence etme fikrinde değil gibiydi ama bir an sonra kendimi orada da bulabilirdim. Onun ne zaman ne yapacağını kestirmek zordu.

"Sorularını burada mı soracaksın?" dedim sonunda.

"Sorum yok," dedi, ilk kez görüyormuş gibi beni incelemeye devam ederek.

"O halde..." dedim ve omuzlarımı kaldırdım. "Şimdi gitmen gerekiyor. Aslında çoktan gitmiş olman daha mantıklıydı."

"Burası benim sarayım; bu oda, üzerine oturduğun o halı, ısındığın o ateş bile benim. Nerede kalacağımı ben seçerim."

Bir şeyler karıştırdığımdan mı şüphelenmişti? Sanmıyordum, açık verecek en ufak şey yapmamıştım. Kaçacağımızı ima eden tepkiler de vermemiştim. Sadece bizi tuzağa düşürdüğü için sinirlenmiştim. Daha fazlasını ona göstermemiştim.

Sessiz kaldığımda, o da sessiz kaldı. "Sırtın ne durumda?" diye sordu sonunda.

"Sorum yok demiştin," diyerek gözlerimi ateşe diktim.

"Irkınla ilgili sorum yok."

"Ben de o ırktanım ve sen o ırktan birine soru soruyorsun. Dolaylı olarak bu ırkımla da ilgili oluyor."

"Bir şeyleri zorlaştırmak hoşuna gidiyor değil mi?"

Ona bakıp hayret eder gibi güldüm. "Bunu söyleyen kim? Yılanları hapseden Aslan Prens mi?"

"Seni hapsetmedim," diye karşı çıktı. "Seninle bir anlaşma yaptım. Bunu kendin seçtin ama içini rahatlatacaksa koridora çıkış iznini bir tür iyi niyet göstergesi olarak görebilirsin. Bana dişlerini geçirmene rağmen üstelik."

Elbette ki Adara ondan habersiz böyle bir şeyi sağlayamazdı. Emirler ondan aldığını Lian zaten söylemişti. "Yüce lütuflarınız karşısında o kadar mahcubum ki. Lütfen izin verin ayaklarınıza kapanayım Prens Esilian!"

"Baloya katılmak istemişsin," dediğinde, yapma öfkeli bir nefes verdim.

"Her şeyi böyle sana mı anlatıyor?"

"Benden emir alıyor, elbette bana anlatacak." Başını omzuna eğdi, gözleri yine kısıldı. "Neden bir Aslan balosuna katılmak istiyorsun?"

Omuz silktim. "Sadece merak ettim, baloları yani. Aslan olmanızla ilgisi yoktu ama boş ver! Aptalca bir istekti zaten."

"O baloya katılman için fazlasıyla boyaya ihtiyacın olacağını biliyorsun değil mi? Yani pullarını gizlemeli ve tamamen bir Aslan gibi görünmelisin." Saçlarıma göz gezdirirken bakışlarında tiksintiye rastlamadım, muhtemelen onu da gizlemişti bir yerlere. "Saçlarının rengi bile değişmek zorunda."

Bir Aslan gibi görünmek... Düşüncesi bile tiksinilesiydi ama ben de onun gibi bunu gizledim. "Aptalca bir istek demiştim. Zaten kabul etmeyecektin."

"Kabul ettim," dedi, buna hem biraz şaşırmıştım hem de garip bir şekilde şaşırmamış. Bakışlarımı ona çevirdim yine. Tek kaşı havalandı. "Tabii sen bir Aslan gibi görünmeyi kabul edersen."

Amacı beni aşağılamak mıydı? Umurumda değildi, ben istediğimi almıştım. İstediğim baloya falan gitmek değildi elbette, tiksinilesi dursa da bir Aslan gibi görünmekti. Geriye sadece geçidin kapısını açmak kalıyordu.

"Bunun için hayatımın geri kalanında kendimden nefret edeceğim ama..." Dudağımın içini dişledim. "Evet, o baloyu görmek istiyorum."

"Uslu duracağına güvenmeli miyim?"

Ben olsam güvenmezdim.

"Kabul ettikten sonra bunu sorman saçma değil mi?" dedim gülümseyerek.

"Baloya katılmanı kabul etmem herhangi bir sorunda seni öldürmeyeceğim anlamına gelmiyor. Mesela kaçmaya çalışmak gibi."

Elimi çok mu belli etmiştim? Buna neredeyse gülecektim ama aksine yüzümü şiddetle buruşturdum. "Kaçmak falan istemiyorum, bir anlaşma yaptık değil mi? Sadece baloya katılmak istedim. Eğer böyle düşünüyorsan zaten izin vermemeliydin."

Ellerini yatağa dayayıp öne doğru eğildi. "Umarım öyledir."

Sadece tüm dişlerimi göstererek sırıttım. Şüpheyle beni inceledi, sessizlik uzadı da uzadı. Sonunda dayanamayıp kaşlarımı kaldırdım ve "Evet?" dedim sorar gibi.

"Evet?" dedi o da sorar gibi.

Havalanan kaşlarım çatıldı. "Sende biraz sıkıntı var biliyor musun?"

Dudak büktü. "Ne gibi?"

"Ne gibi mi? Hala burada olman gibi ya da orada durup bir şey söylemeden bana bakman gibi. Bir ortama konuşmak için geliyorsan, konuşma bittikten sonra ayrılırsın ama sen..."

"Konuşmamız bitti mi sence?" diye sözümü kesti.

Hayret ederek dudaklarımı araladım. "Bitmediyse neden susmuş bana bakıyorsun?"

"Seni anlamaya çalışıyorum sadece." Yavaşça gümüşi işlemeli lacivert ceketini düzeltti. Sanki buruşmuş gibi... Halbuki hala fazla görkemliydi. "Ve anlamama çok az kaldı. O zaman konuşacağımız çok şey olacağını hissediyorum."

Yüzümü istemsizce ekşittim. "Sende gerçekten bir sorun var." Hafifçe güldü, manalı bir gülüştü ama çözemedim. "Gerçi bu en başından belliydi," dedim kendi kendime konuşur gibi. "Hangi veliaht prens yanında birkaç adamla yağmacı peşine düşer ki?"

"Sence neden?" diye sordu meraklı görünmeye çalışarak. Belki de gerçekten merakla sormuştu, bunu anlayabileceğimi sanmıyordum.

"Aptal biri olduğundan," dedim dudak bükerek. "Ani ve güçlü bir saldırıda sen de dahil hepiniz ölürdünüz. Kaplan ve hala neden yanınında olduğunu çözemediğim Kartal belki önemsiz görülebilir ama bir prensin, veliaht prensin, ölümü ülkeyi sarsar. Üstelik askerlerinden biri de prenses. Tamamen bir kıyım. Bunu göz ardı eden biri de ancak aptal olabilir."

"Ya da güçlü ve kendine güvenen."

İstemsizce güldüm. "Ne kadar güçlü olursan ol, düşman krallıklardan birisi bile orada bir veliaht prens olduğunu anlasaydı seni bir şekilde alt edecek bir yol bulurdu. Çünkü..." dedim uzatarak. "Savunmasızdın. Üstelik tüm bunları bilmene rağmen kibirlisin, kibir neye sebep olur biliyor musun?" Dudaklarımı kıpırdattım sadece. Abartılı bir şekilde.

Ölüme...

Yavaşça gülümsedi. Hoşuna gitmiş gibi... "Ben Veliaht prensim çıngıraklı, bir ağaç değil. Beni toprağa mahkûm kılan köklerim yok, metrelerce öteye uzanan ama ötesindeki havayı hissedemeyen dallarım yok ama ayaklarım ve kollarım var. Halkım bana nerede ihtiyaç duyarsa giderim ve sorunu yok ederim. Gelecekte sadece sarayda hayat süren bir kral olmayacağım. Ben o sarayı bana layık gören halkıma gerekirse asker olacağım. Onların ihtiyaçlarına koşacağım, ellerimle sadece kılıç tutmayacak onları güvende tutacak yerler inşa edeceğim. Bunu belki bir orduyla, belki bir avuç askerle yapacağım. Ve seni temin ederim ki bazen sadece bir avuç askerle bir ülke bile fethedilebilir."

Etkileyici bir konuşma olarak düşünebilirdim bunu, tabii sadece bir yere takılıp kalmasaydım. İstemsizce sırıttım. "Benden sana bir tavsiye: Bu konuşmayı bir köşeye yaz. Kral olduğun gün halkına söylediğinde duyacağın hayranlık dolu bağırışları şimdiden hayal edebiliyorum."

Güldü, gerçek bir gülüştü bu. Nadiren bile göstermezdi, en azından bize. "Aklımda bulunacak."

Sustu, sustum ama bu rahatsız edici bir şekilde uzayında yine dayanamadım. Orada durup beni izlemesi sinir bozucuydu. "Ve konuşma bitti," diye uzattım kelimeleri. "O yüzden şimdi gidiyorsun."

"Düşünüyorum."

"Neyi?"

"Çok şeyi... Çok fazla şeyi. Mesela..." Gözleri yüzümde dolaştı durdu. "Neden bu kadar parlıyorsun?"

"Ne?" dedim yüzümü buruşturarak. Pullarımdan mı bahsediyordu? "Ben bir Ak Yılanım çünkü. Hala fark etmemiş olman garip."

"Bu çok can sıkıcı," dedi kendi kendine konuşur gibi. Prensin garip biri olduğunu zaten anlamıştım ama artık biraz da deli olduğunu düşünmeye başlamıştım.

"Benimkisi sadece bir fikir majesteleri ama... Şey... Acaba ilk defa bir Yılan görüyor gibi bana bakmasanız mı? Böylelikle canınız da sıkılmaz."

Belki de ilk defa beni dinledi. Gözlerini sonunda üzerimden çekti ve başını hafifçe iki yana salladı. Ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Çıkmadan önce, "Yemek ye ve dinlen!" dedi. "Yarın hareketli bir gün olacak."

Kesinlikle yarın hareketli bir gün olacaktı.

Lian gittikten sonra odada bir süre daha bekledim. Saatin epey ilerlemiş olduğunu düşündüğüm an odadan çıkmıştım. Askerler kısa bir an tedirgin olarak bana bakmıştı. Sanırım sakin olduğumu düşündükleri an sıkıca kavradıkları silahlarındaki ellerini gevşetmişlerdi. Onlara hafifçe gülümsediğimde ellerinin kılıçlarının kabzasında tekrar sıkılaştığını görmüştüm.

Yan odanın kapısına geçtiğim an askerler kıpırdamadı ama göz ucuyla beni süzüyorlardı. Kapıyı yavaşça araladım. Vilas yatakta uyukluyordu, onu böyle gören biri asla bir asker olduğunu düşünmezdi zaten. Tam bir miskin gibiydi, elbette ki sadece görünüşte. Yatağının üzerine atladığımda hızla döndü ve beni yatağa çivileyip boynuma bir şey dayadı. Ona bir silah vermediklerini biliyordum ama boynuma dayadığı şeyi de göremiyordum. Tedbirli olduğu için ani bir tepki verse de beni gördüğünde geri çekilmedi. Sadece kaşlarını çatıp öfkeli bir soluk verdi. "Gerçekten yatağa atlarken tam olarak ne düşünüyordun?"

Utanmış gibi dudağımı ısırdım. "Söylersem utanırım."

"Sen utanmazın tekisin Asra!"

"Ve şimdi öpücük geliyor," dedim dudaklarımı ileri uzatarak.

Bana çıkışacak gibi oldu yine ama gözleri boynuma doğru kaydı. Boynuma her ne dayamışsa çekti, yerini eli aldı. "Sen neden bu kadar soğuksun?"

"Üşüdüm," dedim nazlanır gibi. "Beni ısıtacak biri lazım, adı Vilas olan biri." Geri çekildi ve ellerini kollarıma indirdi. "Vay be! Bu kez çok çabuk ikna oldun."

"Soğuksun!" diye çıkıştı.

"Biz zaten soğuk bir ırkız," dedim yüzümü ekşiterek.

"Bu kadar değil Asra!"

Göz devirdim ve onu iterek oturur konuma geçtim. "Öpmeyecek bana umut verme!" Yılan diline döndüm. "Akşam için hazır mısın?"

Hala bana garip bakışlarla baksa da, "Geçidi açacak şeyi buldun mu?" diye sordu.

"Elbette," dedim bilmiş bir ifadeyle.

İğrenir gibi yüzünü buruşturdu. "Bulamadın değil mi?"

"Elbette," dedim hüsranla.

Elini sıkıntıyla beyaz-gri saçlarından geçirip onları dağıttı. "Ne yapacağız peki? Kahrolası bir Aslan balosuna gitmeyeceğim."

"Elbette," dedim başımı sallayarak.

"Şunu kes! Kafanı koparmamı istemiyorsan tabii."

"Yapamazsın çünkü bana aşıksın. Bunu Aslan prens bile anladı."

"Ne?" dedi kaşlarını çatarak.

"Boş ver," dedim kelimeyi uzatarak. "Ben de sana aşığım zaten." Etrafıma göz gezdirirken yatakta geriledim. Çıplak ayaklarım tekrar soğuk zemini buldu. İrkildim ama etrafıma bakarak odanın içinde yürümeye devam ettim.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Vilas.

"Zekice bir şeyler," dedim. "Sen anlamazsın."

"Bir şey arıyor gibisin. Ne arıyorsun?"

"Odada dikkat çekmeyen bir şey," dedim. "Orada olması yadırganmayacak ve ona çok dokunulması gerekmeyecek."

"Hmm," diye mırıldandı Vilas. "Şunun gibi mi?"

Ona döndüm, sonra gözleriyle işaret ettiği yere baktım. Şömineye bakıyordu. Şömine...

Dudaklarım yukarı kıvrıldı. Yanan şömineye doğru ilerleyip önüne oturdum ve içini incelemeye başladım. "Peki, şimdi ne yapıyorsun?" dedi Vilas. "Geçidi açacak şey burada mı yani? Bu çok saçma olmaz mı?"

"Olurdu," dedim incelemeye devam ederek. "Tabii geçit de burada olmasaydı."

Yataktan hızla kalktığını hissettim. Yanıma geldiğinde o da benim gibi yere çöktü. "Geçit nasıl burada olur? Ağaç..."

Ona döndüm. "Ağaçlar..." diyerek sözünü kestim. "... ve dalları Vilas. Dallar gövdeden çok öteye uzanabilir değil mi?" Vilas kaşlarını kaldırdı, dudakları aralandı. Anlamıştı. Gülümsedim. "Geçit tam altımızda." Ateşin içini işaret ettim. "Ve o geçidi açacak şey de işte bu alevlerin arasında gizleniyor."

"Sen..." dedi Vilas şaşkın bir sırıtışla. "Harikasın."

"Biliyorum," dedim alevleri izlerken. "Ve şimdi bu harika Yılan seni özgürlüğe götürecek. Elbette intikamımızı da alarak..."

⚔️⚔️⚔️

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım...

Keyifler nasıl?

Peki ya bölüm?

Gizli geçidi bulduk 😈

Evvetttt esas soru: Kaçabilececek miyiz?

Cevabı bir dahaki bölüm alırız belkiii... O yüzden yorumlara ve ve ve oylamayı da unutmayalım ki bölümümüz düzenle gelmeye devam etsin 😌

Diğer bölüm biraz hareketli bir bölüm olacak... Kaçacaz be ya

Bir de... Lian takmış Asra'nın parlamasına 😈 Buna ne diyorsunuz?

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar💃🏻

 

Loading...
0%