Yeni Üyelik
14.
Bölüm

1.13 - Şifa Veren Dudaklar

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayalım. ❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

X V I - Darkness

🎶


Instagram: e.s.mare
Esmare_den

Tiktok:Esmareden(Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


"Belki de efsunludur. Belki de...
Sen efsunlusundur."

 

Oyuna gelmiştim ve anlamıştım ki o gün karşılaştığım bu adamın zehirli zihni annemle bile yarışırdı. Annem beni istemediğim, düşüncesiyle bile iğrendiğim bir adama itmişti. Onunla evlenmeme neden olmuştu.

Annem benim Aslanlara yakalanmama sebep olmuştu. Annemden kaçmıştım, bana çizdiği yoldan da ama kahrolası bu Aslandan bir türlü kaçamıyordum. O kaçacağım yolları bile aslında kendi çizmişti. Benim sandığım her düşünceyi gizlice şekillendirmişti. Geçidi aradığımı çoktan anlamıştı, bulamadığımı da biliyordu ve öylesine kurduğunu sandığım cümlelerle beni çıkışa yönlendirip yolumu kesmişti. Beni yine mahkûm etmişti.

Beni annesini zehirleyerek mahkûm etmişti. Belli ki bu adam annemden bile daha karanlık bir zihne sahipti.

Kulaklarımda yankılanan kırbaç sesine sonunda sadece hafif bir inleme eklendi. Sıkıca birbirine bastırdığım gözlerimi açıp karşımdaki hücreye baktım. Küfürlerim, bağırışlarım, ettiğim hiçbir kelime fayda etmediğinde susmuştum ve dakikalar sonra bu söylediğim ilk şey oldu. "Yeter! Bayıldı işte!"

Bir kırbaç sesi daha geldi ama Vilas tepki vermedi. Sırtımı yasladığım kirli duvardan ayırıp hızla ayağa kalktım ve parmaklıklara yürüdüm. Ellerim soğuk ve paslı metali sıkıca sararken avuç içimdeki yanık yine şiddetli bir acıyla varlığını belli etti. "Yeter!" diye bağırdım karşıdaki dazlak Aslana. Beni umursamadı bile. Başımı çevirip hücrelerin arasındaki koridorda dolanan askere baktım. "Ona durmasını söyle! Bayıldı, ölmesi mi gerekiyor! Durdur onu!"

Asker bana baktı ama dudak büküp önüne dönmekte gecikmedi. Kimsenin yanında acıdan ağlamazdım, Vilas'ın bile ama öfke gözlerimi çoktan doldurmuştu. Demirlere vurdum, bunu defalarca yaptım. Durmaları için yine bağırdım ve sonunda soğuk duvarlarda başka ayak sesleri yankılandı. Lian sağ taraftaki köşeden çıktı ama yanında bu kez kimse yoktu. Arlo ve Raiden değil, hiçbir asker yoktu. Öylece korunmasız bir şekilde zindana gelebiliyordu. Birinin, bir mahkûmun, uzanıp boğazına sarılacağı ya da bir yerlerden aşırdığı küçücük ama can alıcı bir nesneyi boğazına saplayacağını umursamadan.

Bir kırbaç sesiyle daha irkildim. "Durmasını söyle!" dedim Lian'a çatlak bir sesle. Sessizce ilerledi ve Vilas'ın kırbaç yaralarıyla bezeli bedenine göz ucuyla bakıp hücremin önünde bana döndü. Lanet kırbaç sesi yine kulaklarımda yankılandı, bildiğim en ağır küfür duvarlardan sekip yükseldi. Demirlere tekrar vurdum, elimin acısını bile yok sayıyordum artık. "Durdur onu! Kahretsin! Ölecek!"

"Zaten ölecek," dedi Lian. Beni deliye çevirmek istercesine sakindi sesi. "İdam edilecek demiştim, hatırlıyor olmalısın."

"Lanet olsun! Ne istiyorsun hasta herif! İtiraf mı? Tamam." Bir adım geriledim ve ellerimi teslim olur gibi kaldırdım. "Ben yaptım. Sarayı yaktım. Hatta kraliçeyi de zehirledim. Ben yaptım."

Kaşlarını kaldırdı ve dudak büktü. "Kraliçeye nasıl yaklaştın? İçkisine zehri nasıl koydun?"

Toprağın Hakimi adına! Benimle dalga mı geçiyordu? Bunları yapamayacağımı zaten biliyordu. Benden ne söylememi istiyordu?

"Yaptım işte!" diye bağırdım. "İstediğin bu değil mi? Biriyle çalışıp çalışmadığımı, yani bir haini aramıyorsun sen. İstediğin sadece itiraf değil mi? Yaptım!" Bir kırbaç sesi daha geldi. Tekrar parmaklıklara sarıldım ve Lian parmaklıklara fazlasıyla yakın olduğu halde bu ani hareketimle irkilmedi bile. "Yeter! Ben yaptım diyorum! Duyuyor musun beni!"

Güldü. "Sen yapmadın Asra." Vilas'ın baygın bedenine kısa bir an bakıp yine bana döndü. "Arkadaşın da. İstediğim bir itiraf falan değil. Ne sanıyorsun? Sizi öldürmek için bahane ürettiğimi mi? İstediğim an ikinizi de öldürürüm zaten."

"Yalvarmamı mı?" dedim öfkeyle. "Durması için yalvarmamı mı istiyorsun?"

"Yalvaracak mısın?"

Bana çok şey yapmıştı, çok fazla canımı yakmıştı ama tam da şu an ondan o kadar nefret ediyordum ki eğer bir Ejder olsaydım onu kül olana kadar yakardım. Elbette ki yalvarmamı istiyordu, söylediği gibi her şeye gücü yeterdi ama acizliğimi görmeye... Hayır, buna gücü yetmemişti hiç. Şimdi de onu istiyordu.

Bir kırbaç sesi daha irkilmemi sağladı. Dişlerimi şiddetle sıktım ve gözlerimi kapattım. Dolu gözlerimden birkaç damla böylelikle yüzüme aktı. Hayatım boyunca hiç bu kadar öfkeli olmamıştım, bana bunu babam bile yapmamıştı. Vilas'ı bana karşı o bile kullanmamıştı. Şimdi ise bu Aslan kendinde o cüreti bulabiliyordu.

"Gözlerini aç!" diye emretti. Gözlerimi açtım ve öfkemi görmesine izin verdim, hiçbir etki etmedi. "İkimiz de yalvarmayacağını biliyoruz," dedi, halbuki yapacaktım. İlk defa yapacaktım bunu ama o aksinin olacağını düşünmüştü. Başını çevirdi ve askere, "Yeterli," dedi. Asker havaya kalkan kırbacı indirirken Lian diğer askere baktı. "Götürün!"

"Nereye?" dedim hızla. Cevap vermedi. Asker parmaklıklı kapıyı açıp içeri girdiğinde diğeri Vilas'ın zincirlerini çözdü ve onu düşmeden tuttu. Ellerindeki prangayı ise açmaya yeltenmedi. Bir kolunu omzuna atarken diğeri de diğer kolunu attı. Onu dışarıya sürüklemeye başladıklarında, "Onu nereye götürüyorsunuz?" diye bağırdım.

"Güvende olacak," dedi Lian. Bana döndü ve vurguladı. "Bu elbette sana bağlı."

"Anlamıyorum," dedim öfkeyle. "Benden ne istiyorsun sen?"

"Farklı bir şey istediğimi nereden çıkardın? Ben anlaşmamızdan farklı bir şeyden hiç bahsetmedim. O anlaşmaya uymayıp kaçan sendin ki bu konuda da seni en başından uyarmıştım."

"Beni oyuna getirdin çünkü!" diye bağırdım.

"Seni oyuna getirmedim, yaşamanı sağladım. Hatta bugün bunu ikinci kez yaptım ama üçüncüsü olmaz."

"Yaşamamı mı sağladın?" dedim hayret ederek. Yarım adım geri çekildim ve yine şiddetle demirlere vurdum. "Bu mu senin yaşama anlayışın? Beni bir zindana tıktın, Vilas'ı ölesiye kırbaçlattın. Ne yaşatmak ama!"

"Ne sanıyordun çıngıraklı?" dedi yüzünü buruşturarak. "Bir Aslan gibi görünüp halkın arasına karıştın diyelim. Bir şekilde Aslan Krallığından çıktın da belki, ya sonra? Sana Akreplerle ilgili anlattıklarım bir hikâye gibi mi geldi?"

"Sana ne bundan?" diye bağırdığımda boğazım şiddetle acıdı. "Belki bizi yakalayıp öldürürlerdi, belki de işkence ederlerdi. Bundan sana ne?"

Başını yana eğip gülümsedi. "Bana yararı dokunacak şeylerin öylece heba olmasını istemem."

"Sen... Sen delisin!" Hayret ederek ellerimi saçlarımdan geçirdim. "Piç kurusu! Sen... Öylesine delisin ki, sırf bizi köşeye sıkıştırmak için anneni bile zehirledin." Kaşları yavaşça çatıldı ama sessiz kaldı. Söylediklerimin ya da söyleyeceğim başka herhangi bir cümlenin etki etmeyeceğini geç de olsa kavradığımda sakinleşmeye çalıştım.

"Pekala!" dedim sonunda pes ederek çünkü o hayatımda gördüğüm en deli herifti. Vilas'a daha fazla zarar vermesine izin veremezdim. "Geleceğiz. Seninle Ak Yılan topraklarına geleceğiz ama Vilas bu durumdayken... Onu öyle hırpaladınız ki..." Dişlerini sıkmaktan çenem de ağrımaya başlamıştı. "Biraz daha zaman gerek. Toparlanması için..."

"Zaman falan yok," diye sözümü kesti.

"Ama Vilas..."

"Vilas gelmeyecek zaten."

"Ne?" dedim şaşkınlıkla ama sonunda anladım. "Hayır, hayır!" dedim. "Onsuz gitmem. Onu burada Aslanların insafına bırakıp hiçbir yere gitmem."

"Senin sorunun ne biliyor musun çıngıraklı?" dedi hafif bir alayla. "Elinden hiçbir şey gelmeyeceğini bile bile itiraz etmek."

"Anlamıyorsun," dedim öfke içinde. Onu ikna etmek için geçmiş yalanlarıma başvurdum. "Sen bir Kartal kadın arıyorsun. Ben... Ben sadece zindanlara birkaç kez girip çıkan bir mahkumum. Vilas bir leşçi, onun bildiği şeyler benden çok daha fazla. Beni zindandan o çıkardı, asıl işine yarayacak..."

Birden sustum. Bazı şeyleri kavramam ancak o zaman olmuştu. "Neden ben?" dedim kısılan gözlerle. "Ben sana tüm bunları en başında anlatmıştım zaten. Vilas'ın benden çok işine yarayacağını sen de biliyordun ama hep benim üzerime oynadın. Neden?"

Düşündüğüm şey olamazdı. Kim olduğumu öğrenmiş olamazdı.

"Çünkü..." dedi kelimeyi biraz uzatarak. "O daha az sıkıntılı biri."

Rahatlayarak sessiz bir nefes verdim. "O halde onu yanına alman gerekirdi."

Başını iki yana salladı. "Sen..." dedi yüzünü buruşturarak. "Yıllarını insan içinde geçirdiğine emin misin? İnsanları, daha çok da düşünce yapılarını hiç anlamıyorsun."

Birden rahatça aldığım soluklar boğazıma tıkandı. Yine hayali dikenler tenime battı. "Ne demek istiyorsun?"

"Onu yanıma almıyorum çünkü burada kalan sen olursan bir şekilde kaçmayı başarır ya da kendini öldürtürsün. Bense bunu engelleyemem. Diğer yandan burada kalan arkadaşın olursa ki o senden çok daha mantıklı düşünebiliyor, her şeyin olası sonuçlarını hesaplayarak daha sakin davranır. Sorun çıkarır mı, kesinlikle ama en azından kendini öldürtmeyecek yollardan gider."

"Ben kendimi öldürtmeye mi çalışıyorum!" diye çıkıştım.

"Emin ol, çok fazla hayatını kurtardım."

"Hayatımı mahvettin sen!"

Omuz silkti. "Nasıl tanımlamak istiyorsan."

Birden demirlere sarılı ellerimden birini tutup kendine çekti, elimi kurtarmak istesem de başaramadım. "Ne yapıyorsun?"

"Elinin durumunun farkında mısın? Yoksa kendini yakmaktan zevk mi alıyorsun? Halbuki sizin en çok korktuğunuz şeylerin başında ateş yer alıyor ama bu senin kendini üçüncü yakışın."

Sanki bu hoşuma gidiyormuş gibi. Elbette ateşten korkuyordum, herkes kadar... Hatta herkesten çok daha fazla. "Gizli geçit kapısını alevlerin içine gizleyen manyak herif ben değilim."

"Bana her hakaret ettiğinde arkadaşının işkence hakkına bir tane daha ekliyorsun." Gözlerim irileştiğinde güldü. "Sadece şaka yapıyordum. İşkence yok, uslu durduğun sürece elbette."

"Bu... Bu sana komik mi geliyor?" dedim, deliye dönmek üzereydim.

Gözlerini elimden çekmedi. "Şunu halledelim, sonra komik şeyler üzerine tartışırız."

Elimi bıraktı ve ben ona hayretle bakarken, belindeki kemerden bir topar anahtar çekti. Daha ilk anahtar denemesinde kapı açıldı. Buna sadece bir an şaşırdım, ardından üzerine öyle bir atıldım ki yere devrildi. Sırtını sertçe yere çarptı ve yüzünü buruşturdu. "Yalnız gelmemeliydin!" dedim dişlerimi çıkarırken.

"Sürekli üzerime atlamaktan vazgeç, bu tiksindirici!" diye çıkıştı. "Dişlerini göstermekten de. Beni bir daha dişlersen buna pişman olursun."

Vilas...

Öfkeli soluklar verdim ve kendimi dizginlemeye çalıştım. Çok zordu. Toprağın Hakimi adına! Hiçbir zaman bu kadar zorlanmamıştım. "Onu nereye götürdünüz?"

"Bunu üzerimden kalktıktan sonra tekrar sor," dedi rahatsızca kıpırdanarak.

Tiksinti içinde doğruldum ve geriye kayıp ayağa kalktım. O da ayağa kalktığında, "Onu nereye götürdünüz?" diye tekrar sordum. Umursamazca üzerini düzeltti, görkemli kıyafetlerinden arındığını o an fark edebildim. Sıradan bir siyah keten gömlek ve siyah pantolon giymişti. Çizmeleri kirlenmişti, üzeri de az önce yere serildiği için biraz tozlanmıştı. Zindanlarını bile bu denli temiz tutmaları akıl alır gibi değildi. Eğer bir Yılan zindanında yere serilmiş olsaydı şu an her türlü pisliğe bulanmış olarak karşımda dikiliyor olurdu. Elbette tüm o pislikler bile bir Aslandan daha temiz sayılırdı.

Arkasını dönüp yürümeye başladığında, "Hey!" diye bağırdım. "Onu nereye götürdünüz? Cevap verecektin."

"Cevap vereceğimi söylemedim," dedi hemen. "Tekrar sor dedim ve sen de sordun."

Beni delirtmeye mi çalışıyordu? Ve... Nasıl korkusuzca bana arkasını dönebiliyordu?

Elbette Vilas elinde olduğu sürece bir şey yapamayacağımı biliyordum, o da biliyordu ama yine de bu kadar korkusuz olmasına anlam veremiyordum. Her insan böylesine bir öfkeye sahipken istemediği şeyler yapabilirdi, düşüncesizce hareket edebilirdi. Buna ben de dâhildim ve o, tüm bunlara rağmen bana arkasını dönebiliyordu.

Yürümediğimi fark ettiğinde durdu ve başını bana çevirdi. "İlla ki sana bir şeyleri söylemem mi gerekiyor? Beni takip et!"

Dişlerimi dudağıma geçirip ona doğru ilerlemeye başladım. "Bu pervasızlığın ve korkusuzluğun sonun olacak," diye söyledim.

"Pervasız değilim," dedi kaşlarını kaldırarak. "Korkusuz da. Her insanın, ırk fark etmeksizin korkuları vardır. Sadece senin beni öldüremeyeceğini biliyorum. Öyle olsa az önce denerdin."

Denerdin, beni aşağılıyordu. Doğaldı da, ona karşı hiç kazanamamıştım. Kara Yılan veliahdını bile alt etmiştim, hatta annemi bile ama ona karşı hep geriden ilerliyordum.

"Devam et," dedim tıslar gibi. "Aşağıla beni! Ama bir gün... Bir gün sana tüm bunları ödeteceğim. Vilas'ın yediği her kırbacı sana en acı şekilde iade edeceğim."

Gözlerini yavaşça kıstı. "Kırbaç?" Soğuk bir şekilde güldü. "Gerçekten ona bu kadar üzülmeni anlayamıyorum."

Ağzımdan bir şaşkınlık nidası çıktı. "Sen her bir boku anlıyorsun. Onun benim zaafım olduğunu anlayıp beni onunla vurdun sen."

"Hayır," dedi aptalca reddederek. "Arkadaşın korkaklığının cezasını çekti."

Yanında durdum ve "Vilas korkak değil!" dedim dişlerimin arasından.

"Vilas korkak bir sürüngen!"

"Beni kışkırtmaya mı çalışıyorsun? Öyleyse benim de sabrımın bir sınırı olmadığını bilmelisin."

"Hayır," dedi yine ve bu kez vurgulayarak. "Sana gerçekleri söylüyorum. Arkadaşın seni Yılan zindanından nasıl çıkardı bilmiyorum ama korkağın teki olduğunu biliyorum." Ağzımı açtığımda konuşmama izin vermeden devam etti. "Diğer yandan, evet; aptalca ona zaafın var ama kırbaç senin zaafını kullanmak ya da seni bir şeylere mecbur bırakmak için değildi. O kısma kırbaçtan sonra geçtik. Şu an onu esir almam gibi."

Beni kışkırtmak istemediğini sonunda anladım, Vilas'la ilgili gerçekten inanarak bunları söylüyordu. Onun korkak olmadığını en iyi bilen kişi bendim ama Lian'ın neden böyle düşündüğünü de merak etmeden edemedim.

"Şimdi ilerle!" diye emretti sormama bile müsaade etmeden. "Burada vakit kaybedip senin bir aydınlanma yaşamanı bekleyemem!"

Alaycı biri değildi ama arada takındığı o hafif alaycı tonlaması da yok olmuştu. Sanki gerçekleri gören oydu ve ben göremeyen o aptal insanmışım gibi sinirlenmişti. Bu şekilde değildi ama olsaydı da buna sinirlenmeye hakkı yoktu. Asıl öfkelenen kişi ben olmalıydım ki öyleydim de.

"Ona zarar vermeyeceğine..."

"Emin olamazsın!" dedi sertçe. "Yürü!"

Dişlerimi sıktım ve sessizce küfredip öne geçtim. Arkamdan adım sesleri gelse de, küfrümü duysa da konuşmadı. Sadece zindanın yol ayrımlarında komut vermek için konuştu. Nereye gittiğimizi sordum ama ona da cevap vermedi. Elim zaman geçtikçe daha çok acımaya başladı, Vilas'ın kırbaçlanmasına o kadar odaklanmıştım ki kaç kez dağlanmış elimle o demirlere vurduğumu bilmiyordum ve şimdi eskisinden bile daha beter haldeydi.

Bizi tıktıkları tarafta bizden başka mahkûm yoktu ama ilerledikçe mahkûmlarla dolu hücrelerle karşılaşmaya başlamıştım. Dakikalar öncesinde aklımdan geçen düşüncelerin aksine, değil herhangi biri Lian'a yaklaşmayı onu görünce hücrelerinin derinlerine gizleniyorlardı. Askerler koridorda devriye geziyordu ama daha şimdiden burada çok fazla sorun çıkmadığını anlamıştım. Prense en ufak bir sözlü sataşma bile olmaması işkencelerinin bizden çok daha öte olduğunun kanıtıydı adeta. Buna şaşırmamıştım çünkü manyak Aslan annesini bile hiç düşünmeden zehirleyebilen biriydi.

"Yaşamaman gerek!" Duyduğum boğuk kadın sesiyle başımı çevirdim. Bu yürüdüğümüz süre boyunca inlemeler hariç bir mahkûmdan duyduğum ilk sesti ve kimden geldiğini merak etmiştim. Daha çok da iri yarı mahkûmların bile çekinerek kaçındığı prense nasıl böyle bir cümle kurduğunu merak etmiştim. Kadın hücresinin karanlık kısmına gizlenmiş ve adeta bir top gibi kıvrılmıştı. "Ona söylemeliydin! Söylemedin! Ölmelisin!"

"Sonunda biri söyledi," dedim keyifle.

Lian kadındaki gözlerini bana çevirdi, gözleri kısıldı ve yine o bilindik emrini dillendirdi. "Yürü!"

Sesli bir nefes verip göz devirdim. Bir adım atacaktım ki kadın bu kez bağırdı. "Ölmen gerek!"

Yüzümü buruşturdum, Lian gözlerini tekrar kadına çevirdi. Kadın ayağa kalktı. Meşalelerin aydınlattığı koridorun loş ışığına doğru yaklaştığında yüzünü görmeyi bekledim ama başındaki kukuletadan sadece burnunun ucu ve çenesi görünüyordu. "Bir Baykuş," dedi Lian, buna biraz şaşırmış gibiydi. Sadece çenesi ve burnu görünen birinin ırkını nasıl bildiğini anlayamadım ama sormadım da. Lian başını koridorda nöbet tutan askerlerden birine çevirdi. "Neden burada?"

Asker önce hafifçe eğilip saygısını gösterdi. "Sınırlarımızdan izinsiz girip onu tespit eden askerlerimize saldırdı majesteleri."

Kadın parmaklıklara daha da yaklaştı. "Sana söylemiştim," dediğinde benimle konuştuğuna emin oldum ama ben bırak onu tanımayı, hayatım boyunca bir Baykuş bile görmemiştim. Bana bir şey söylemiş olması mantıksızdı, muhtemelen kadın sağlıklı değildi. Ona ne kadar işkence etmişlerdi acaba?

"Assra!" dedi vurgulayarak. Sesi az önceki çıkışının aksine kısılsa da irkildim. Lian'a baktım hızla ama o askerin yanına çoktan yürümüş ve ondan kadın hakkında daha fazla bilgi almaya dalmıştı. Başımı tekrar kadına çevirdim. İsmimi bilmesi, daha çok da soylulara ait olduğunu belirttir şekilde vurgulaması beni tanıdığının açık bir göstergesiydi. "Sana söyledim," dedi yine.

Beni tanıdığına emindim ama ben onu tanımıyordum. "Neden bahsettiğin hakkında..."

"Assra Ma..." Sözümü kesip ismimi tekrarlamasını ileri atılıp elimi ağzına kapatarak durdurdum. "Kapa çeneni!"

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" dedi Lian sertçe. "Geri çekil!"

Hızla ileri adımlarken, "Sana söyledim," dedi yine kadın. "Ölmelisin!"

Lian kolumu tutup beni geri çekti ama karnımda hissettiğim acı da aynı anda oldu ve Lian beni öyle bir çekip itmişti ki arkadaki hücrenin parmaklıklarına yaslandım. Bir kol hızla boğazıma dolandı. Küfrettim ve hızlı davranıp Lian'ın belinden çektiğim kılıcı boynuma dolanan kola bastırıp çektim. Adam çığlık attığında ondan uzaklaştım ama zaten Lian çoktan beni arkasına çekmişti. "Askerler!" diye gürledi. "İkisi de Dip'e götürün!"

Üzerimdeki bluzu yukarı sıyırıp karnıma bakarken Lian'ın öfkeli soluklarını dinliyordum. Kadının tırnakları karnımı sıyırmıştı. Kanıyordu ama derin değildi. Baykuşların bu denli keskin pençeleri olduğunu bilseydim, daha dikkatli davranırdım ama kadının ismimi söylemesi beni öylesine panikletmişti ki bilseydim de muhtemelen aynı şeyi yapardım. Lian bana doğru döndüğünde bluzumu aşağı çektim ama o kumaşı kendi kavradı. Yukarı çekmesine izin vermeden elini tuttum. "Sıyırmış sadece." Sözlerim kaşlarını daha şiddetli çatmasına neden oldu ve yine de bakmak için çekmeye çalıştı. İzin vermedim. "Kes şunu! Sıyırmış işte. Senden çok daha fazlasını görmüştüm." Dişlerimi sıktım, öfkeyle soluklandım. Bu yara da diğerleri gibi onun yüzündendi çünkü. "Çok daha fazlasını!" diye vurguladım.

Sonunda bluzumu bıraktı ama bir şey söylemedi. Gözlerini tekrar aşağı indirdi, bakışları artık bluzumda değildi. Elimde tuttuğum kılıçtaydı.

Benim kılıcımda...

Yılan başı kıvrılarak elimi sarmıştı. Başımı kaldırdım, o da kaldırıp bana baktı. Öfkem geri plana çekirip yerini tedirginliğe bırakırken, "Canlandıran..." dedi sessizce.

"Ne?" dedim anlamayarak.

Hayret eder gibi güldü ve başını çevirdi. Askerlerin pençeleri arasında sürüklenen kadına baktı. "Durun!" diye seslendi. Askerler durduğunda Lian kabzası elimi saran kılıcı tuttu. Geri almak istemiş olmalı ki çekti ama elimi saran metalik yılan gevşemedi. "Bırak!" dedi bana dönerek. Sesi hırıltılıydı.

Bir an tereddütte düştüm. Şu an elimdeki kılıçla onu öldürebileceğimi düşündüm. Bunu kılıç elime geçtikten sonra herhangi bir anda da yapabilirdim ama yapmamıştım. Şimdi de yapamazdım. İstemediğimden değil elbette, sadece Vilas içindi eski haline dönen kılıcı ona uzatışım. Bunun mükâfatı olmalı ki kılıca bir an bakıp elini gezdirdi, ardından boynuma dayayıp hızla çekti. Her ne kadar boynumu kesme de ve ben bunu bilsem elim boynuma gitti. Şaşkınlıkla, "Delirdin mi sen?" diye bağırdım.

"Kör demiştin," dedi kılıca dikkatle bakarken.

"Onu sen demiştin deli herif!"

Başını kaldırmadan bana kirpikleri arasından baktı. "Sen de onaylamıştın ama az önce onunla bir mahkûmu yaraladın."

"Kör bir kılıç da bazen işe yarar!" dedim geri durmayarak. "Ve sen onunla boynumu kesmeye..."

"Kör bir kılıç..." diyerek sözümü kesti. "Kör bir kılıçtır ve kör olması bir yana hiçbir kılıç canlanıp öylece şekil almaz."

"Bil-bilmiyorum," dedim kekeleyerek. Kahretsin! "Belki de bir mekanizması, bir şeyine dokunmuşumdur."

"Belki de efsunludur," dedi ve başını kaldırdı. "Belki de..." Yavaşça gülümsedi. "Sen efsunlusundur."

"Büyü mü? Büyü diye bir şey yok!" diye çıkıştım. "Eğer buna inanıyorsan deli tanımlamamın yanına aptalı da ekleyeceğim."

Kılıç büyülü müydü bilmiyordum, onu bana annem bile vermemişti aslında. Yılanların yuvasına girdiğim bir gün Kaliss oymasına saplı olarak bulmuştum. Annem kraliyete ait olduğu ve kaybolduğunu söylemişti. Onu bulduğuma şaşırmıştı ama benden de almamıştı. Sadece şekil değiştirdiği için çok fazla göze batmamasını istemişti benden. Bana hiç söylemese de ben de büyülü olduğunu düşünmüyor değildim, onu bulan ben olduğum için bana tepki vermesini de yadırgamamıştım. Elbette Lian'a bunu anlatamazdım, ona büyüden ya da kılıçla ilgili herhangi bir şeyden bahsedemezdim.

Lian komik bir şey söylemişim gibi gülümsemesini genişletti ve bana başka bir şey söylemeden arkasını dönüp hala kadını tutan iki adama doğru yürümeye başladı. Askerler kadınla konuşmak istediğini anlamış gibi onu çevirdiler başını kaldırmasını sağladılar. Kadının koyu turuncu gözleri kendisine yürüyen adamı değil beni buldu. İşte o an onu bir yerden anımsar gibi oldum ama devamı gelmedi. Paniklediğim için zihnim saçmalamaya mı başlamıştı?

Lian kadınla konuşamazdı. Kadın beni tanıyordu, belki de zihnim saçmalamıyordu ve ben de onu bir yerden tanıyordum. Hızla atılıp bileğini kavradım, kılıcı kavrarken daha da soyulan avuç içim şiddetli bir sızıyla yansa da umursamadım. Lian sorgular gibi başını bana çevirdi. "Tehlikeli," dedim aklıma gelen ilk şeyle. "Delirmiş, yanına... Yanına neden gidiyorsun?"

Gözleri kısıldı ve tek kaşı havalandı. "Askerlerimin elinde ve savunmasız. Benim elimde de bir kılıç var."

"Kör bir kılıç!"

"Kör konusunda saçma bir şekilde hala ısrarcı olmanı es geçiyorum. Diğer yandan belimde de bir kılıç var." Başını hafifçe yana eğdi. "Ve yine diğer yandan kadın bana bir şey yapabilse bile buna ilk sevinecek kişi sen olursun."

"Senin için değil," dedim, gözlerim bir an karardı. "Vilas..." Başım döndüğünde olduğum yerde sendeleyip Lian'ın koluna daha sıkı tutundum. Bir gariplik vardı. O gariplik bizzat bedenimdeydi. "Bana... Bana bir şey oluyor."

"Neden korkuyorsun?" dedi Lian sorgulayarak. Sesi kulaklarımda yankılanıp durdu. "Bu oyun ne için?"

"Prens..." dedim ve kısa bir an sustum. Başım tekrar döndü. "Bu gerçekten..."

Dizlerim titreyince kolunu istemsizce sıktım. "Kes şu-" Başım aşağı düşerken bedenim tamamen ona yaslandı. Çıkışması aniden kesildi ve bir türlü yukarı kaldırmayı başaramadığım başımı çenemden tutarak kaldırdı. Kaşları çatıldı ve elini yanaklarımda dolaştı. "Soğuksun..." dedi sessizce. "Daha da soğuyorsun sanki."

Sonunda oyun oynamadığımı anlamasına alaylı bir cevap verebilirdim ama onun söylediği gibi üşüyordum artık. Ellerim, daha çok da bedenim titremeye başlamıştı. Lian, "Kadını buraya getirin!" diye bağırırken bluzumun eteğini kavradı ve yukarı sıyırdı. Parmaklarının yaraya dokunduğunu hissettim ama acı yoktu. Elini yukarı kaldırıp kanlı parmaklarını burnuna yaklaştırdı ve kokladı. Bunu uzun uzun yaparken askerler kadını önüne getirdi. "Bu ne?" dedi Lian dişlerinin arasından. "Koku yok!" Kılıcı kaldırıp kadının boynuna dayarken belimi düşmemem için sıkıca kavradı. "Ne tür bir zehir bu? Söyle, başın gövdenin üzerinde kalsın istiyorsan konuş!"

"Zehir?" dedi kadın gülerek, manalı bir gülüştü bu. Koyu turuncu gözlerini bana çevirdi. Birkaç dakika öncesine kadar sağlıklı görünen derisi kararmaya başlamıştı. Sanki çürüyor gibi... "Onu öldürmeliydin! Yapmadın ama kurtaramayacaksın da."

"Ne?" dedim zorlukla.

Kadın gerçekten delirmişti, beni zehirlemişti ama buna rağmen karşımda bana karşı gülebiliyordu. Onu hatırlamaya çalıştım ama başaramadım, onu tanıdığımdan emin bile değilken ona bir şey yapmış olmam da imkansız gibiydi. Dışarı ara ara çıkardım belki ama hiçbir zaman bir kadınla kavga etmemiştim. Zaten sokaklarda hep gizlenerek dolaşırdım, meyhanelerde ise nadiren kadın olurdu. Onlar da hep sarhoş dolaşırlardı. En önemlisi ise bir Baykuşla Yılanların şehrinde karşılaşma ihtimalim yoktu.

Lian'ın hırıltısı bu kez çok yüksek geldi kulağıma. Belki de ona ilk defa bu kadar yakın olduğum içindi, kendimi biraz daha iyi hissetsem ona yaslanmazdım ve bana dokunmasına izin vermezdim. Yine kendimde olsam şu an ondan iğreniyor olurdum ama şu an iğrenmekten çok korkuyordum. Ölümden, daha çok da ölürsem Vilas'a yapabileceklerinden korkuyordum. Vilas'ı öldürürlerdi.

"Ne zehri bu?" diye bağırdı Lian. "Sana son kez..."

Kadın birden geri çekildi, derisi daha beter bir hal almıştı artık. Gerçekten çürüyor muydu, yoksa bu bana verdiği zehrin bir oyunu muydu anlayamamıştım. Sonrasında olanları da...

Kadın kılıcın ucu boynunu gösterirken kendini ileri itti. Kılıç boynuna saplandı ve kan üzerimize sıçradı.

Lian bir küfür savurdu. Askerlerin bile şaşırdıklarını hissediyordum. Ben ise artık dehşete kapılmıştım. Tüm yaşadıklarım bir yana dakikalar içinde olan hiçbir şeye anlam veremiyordum.

Lian yaşadığı şaşkınlığı atlatmış olacak ki kılıcı çekti ve kadın boğazından akan kan şelalesiyle askerlerin ellerinin arasından cansızca sallandı. Askerler kadının bedenini çekti ve Lian'ın baş hareketiyle bu kez cansız bedeni sürükleyerek götürmeye başladı. "Öleceğim..." diye mırıldandım.

"Kes saçmalamayı!" dedi Lian, döndü ama belimi bırakmadı. Boynunda yine yer edinen küçük tüpü çekti ve tıpasını baş parmağıyla itip dudaklarıma dayadı. "İç!" dedi. "Eğer bir ırkın zehriyle bu temizleyecek."

Boyunlarında taşıdıkları panzehrin sadece yılan zehrine etki etmediğini o an anladım. İğrenç bir tadı vardı ve boğazımdan süzülürken neredeyse kusacaktım. Lian biten tüpü yere fırlattı ve tek elini yüzüme yasladı. Parmakları yine tenimde dolaşırken korkuyla sordum. "Ya temizlemezse?"

"Ölürsün," dedi düz bir sesle.

"Çok... Rahatladım."

"Panzehir birkaç dakika içinde etki eder, elbette ederse. Yürüyebilir misin?"

"Evet," dedim, yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki tat neredeyse öğürmeme neden olacaktı. "Ölmezsem elbette."

Sanki bu anı bekliyormuş gibi aniden geri çekilip beni bıraktı. Dengede durabildim, hatta birkaç adım da atabildim. Sonunda ise düştüm. Dizlerimin üstüne ve en sert şekilde. Elimdeki yara yere sürtünmeyle acıma acı eklerken, "Gerçekten..." dedi yakınır gibi Lian. Devamını getirmedi ve beni kaldırıp kucağına aldı. Artık ağzımdaki iğrenç tada daha başka bir tiksinti eklenmişti. Yüzüne öfkeyle bakarken, "Emin ol, ben de bundan memnun değilim," dedi tiksindiğini belli eden sesiyle. "Ama bir mahkûma öylece yaklaşacak kadar aptal olan sensin. Sahi böyle aptalca bir şeyi neden yaptın?"

"Ben..." Dilim dolandı ama bu söyleyecek bir şeyim olmamasından değildi. Kelimeleri bir araya getirmek hiç bu kadar zor olmamıştı.

Başını iki yana salladı. Sonra aniden bir yere çevirdi. "Kahretsin! Buradan olabildiğince hızlı çıkmalıyız artık."

"Ne-ne..."

"Neden?" diye sorumu tamamladı şükür ki. "Çünkü babam geliyor. Sesini duyuyorum."

Babası... Kral! Peki, beni görmesi neden sorundu?

Çünkü eşini zehirlemiştim(!). Bu cevabı kendime vermem bile bana birkaç saniyeye mal olmuştu.

Lian yürümedi, aksine gerçekten hızlı olup koşmaya başladı. Aslanların duyuşlarındaki keskinliği biliyordum, hızlı olduklarını da ama bu kadar hızlı olması... Buna inanamıyordum. O kadar hızlıydı ki baş dönmem daha da arttı ve gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. "Kusacak mısın?" dedi sık nefesleri arasından. "Öyleyse seni öldürmek zorunda kalırım."

Susması için ben de aynısını yapabilirdim ama nefes almakta da zorlanıyordum artık. Panzehrin işe yaramasını beklemek aptallığımdandı çünkü yaramıyordu. Saniyeler ilerledikçe daha beter hissediyordum.

"Çıngıraklı!" dedi saniyeler sonra. "Hey!"

Duyuyordum ama... Nefes almak çok zorlaşmaya başlamıştı, cevap vermek işkenceydi. Ellerim boğazıma gittiğinde tenimde rüzgarı da hissetmiştim ama hava boğazımdan süzülmemek için direniyordu sanki.

Lian beni bırakmadan yere çöktü. Başımı geri çekti, ağaçları o an gördüm. Hızlı ayak sesleri duydum. Yaşarmaya başlayan gözlerim önce Arlo'yu, sonra Adara'yı seçti. Arkalarında Raiden belirdi. Adara telaşla yanıma eğildi, Arlo kaşlarını çatarak Lian'ın yanına çöktü. Raiden ise sırıtıyordu. "Sonunda ölüyor mu?"

"Kes sesini!" dedi Lian hırlar gibi.

Raiden'ın homurdandığını duyarken, "Ne oldu?" dedi Adara.

Boğazımdan hırıltılı nefesler yükselmeye başladı. "Zehir," dedi Lian. "Mahkûmun biri zehirledi ama zehiri çözemedim. Kokusu yok."

"Bir bakayım," dedi Arlo. Lian hızla bluzumu yukarı çekti. Arlo'nun üzerime eğildiğini puslu bir şekilde gördüm. Yaraya dokunduğunu hissettim ama acı yine yoktu. Çok soğuktu, çok...

Elini kaldırdı ve kanımın parmakları arasında parladığına yemin edebilirdim. "Bu ne?" dedi Adara sessizce.

Arlo gözlerini Lian'a çevirdi. Lian aniden küfretti. "Acele et!" dedi Arlo'ya. "Nerede olduğunu biliyorsun."

"Bu çok... Saçma!" dedi Arlo.

"Ne?" dedi Adara. "Saçma olan ne?"

"Arlo!" diye bağırdı Lian. "Hadi!"

Ne olduğunu sormak istedim ama sadece daha çok hırıltı çıkarmakla yetindim. Arlo, "Saçma!" diye tekrarlayarak kanatlarını açtı ve havaya yükselirken aynı kelimeyi kurup durdu.

"Lian?" dedi Adara cevap beklercesine.

"Vaktimiz yok, sonra," dedi Lian. "Atlar hazır mı?"

"Hazır ama," dedi Raiden alaycı bir sesle. "Önce Yılanın ölmesini mi beklesey..."

"Raiden!" diye Lian adeta kükredi. "Eğer bir kez daha aptalca cümleler kurarsan suratına bir yumruk indireceğim." Raiden tehdidi ciddiye amış olmalı ki sustu. "Hemen gidiyoruz," dedi Lian. "Arlo bize yolda katılır."

Ne? Hayır, buradan gidiyor olamam.

Yarın ayrılacaktık, bugün değil. Ve Vilas... Onu bırakamazdım. Onu görmeden gidemezdim. Zorlukla Lian'ın gömleğini kavradım ve bana baktığında başımı iki yana sallamaya çalıştım.

"İnan bana çıngıraklı," dedi sertçe. "Şu an düşüncelerinin önemi yok. Gidiyoruz. Yoksa seni zehirden önce babam bulup öldürecek."

Toprağın Hakimi adına! Beni bu duruma düşüren kendisiydi, annesini zehirlemeseydi kral beni hedef almayacaktı. En azından daha fazla almayacaktı ve şimdi o, sanki tüm bunları kendisi yapmamış gibi davranıyordu. Sanki hayatımın amaçları dışında bir önemi varmış gibi...

Vilas'ın ise hiç önemi yoktu. Aslan kral onu gözünü kırpmadan öldürebilirdi.

Direndiğimde, "Arkadaşın güvende!" diye bağırdı. "Kes şunu artık! Kendini düşün!"

Alay mı ediyordu? Kendimi elbette düşünüyordum ama Vilas'ı da düşünüyordum. O benim için her şeyden vazgeçen tek kişiydi. Lian'ın sözleri ise güvensizdi, tıpkı kendisi gibi.

Vilas'ı bırakamam.

Beni yerden kaldırırken onu itmeye çalıştım. Fark etse de umurunda olmadı, elbette birini itmeye çalıştığında bunu fark etmemesi imkansızdı ama ellerim o kadar güçsüzdü ki bu çabamı sadece daha sert dokunmak olarak tanımlamak daha doğruydu. Tutuşu yine de sıkıydı, sert göğsü kaburgalarıma batıyordu artık. İlerledi ve atına binmeden önce beni Raiden'a uzattı. Raiden hastalıklıymışım gibi benden uzaklaşınca Lian ona öyle bir baktı ki, küfredip beni almak zorunda kaldı. Sonra yine kendimi at üzerinde onun önünde buldum. "Sıkı tutun diyeceğim ama," dedi ve sesli bir nefes verdi, sesinde alay değil daha çok yakınma vardı. "Boş ver! Seni bırakmam zaten."

Bir yerlerden bir aslan kükremesi geldi. Lian üzgün göründü, belki de bu benim bulanıklaşan görüşümün bir oyunuydu. "Geri döneceğim kızım," dedi sessizce. "Geri döneceğim."

Ve atını sürmeye başladı. Her ne kadar parmaklarımdaki gücün de çekildiğini hissetsem de ona tutunmaya çalıştım. Vilas'ı arkamda bırakmanın içimde bıraktığı acı ve bunu haykıramamak, dahası hesabını bile soramamak gözlerimi daha da yaşarttı. Öfkem acımdan yoğundu o an ama o da kısa sürede nefes alışlarımın daha da bozulmasıyla paniğe dönüştü.

Vilas onu bıraktığımı düşünüyor mu? Gittiğimden haberi var mı?

Hırıltılı nefes sesimi duydum. Vilas onu bırakmayacağımı bilirdi değil mi? Bir şeyler olduğunu anlardı, o beni tanırdı.

Rüzgâr yüzümü şiddetle kırbaçlayıp saçlarımı savursa da sonunda havayı ciğerlerim hiç hissetmez oldu sanki. Lian'ın gömleğini tutan ellerim sıkılaştı, sonra gücü tamamen tükendi. Öylece kucağıma düştü. Hırıltılarım arttı.

Atın dizginlerini çekip durdurduğunu fark ettim. Beni toprağın üzerine bıraktığında elleri yüzümü kavradı. "Sakın!" diye bağırdı. "Sakın öleyim deme!" Öylesine bağırıp beni sarstı ki kapanmaya çalışan gözlerim açıldı. "Asra! Bana bak!"

"Nefes alamıyor!" dedi, Adara'ydı ama onu göremiyordum. Gözlerim sarı gözlere kilitlenmişti.

"Arlo!" diye bağırdı Lian. "Kahretsin! Hangi deliktesin hala!"

"Lian," dedi Adara yine. "Nefes alamıyor."

"Nefes alamıyor değil!" diye bağırdı Lian. "Vücudu almasına izin vermiyor."

"Ne yapacağız?" dedi Adara.

"Arlo!" diye gürledi Lian.

"Adımı mı ezberliyorsun?" dedi sonunda Arlo.

Lian başını yana çevirdi. "Gevezeliği kes!" dedi hızla. "Tozu bana ver!"

Ne yaptığını anlamıyordum, nefes almak için çırpınırken anlayacağımı da sanmıyordum zaten. İstediğim sadece her ne yapacaksa bir an önce yapmasıydı çünkü boğuluyordum.

Lian bana doğru döndüğünde elinde deri bir kese vardı. Gözlerimle onu takip etmekte bile zorlanırken, "Bu hala... Çok saçma!" dedi Arlo. Lian ona bu kez cevap vermedi ve keseyi çevirip eline boşalttı. Kızıl parlak tozlar havada uçuştu. Tozu dudaklarıma serpti, biraz da burnumun üzerine. "Nefes almaya çalış!" dedi hızlı soluklarla. "Biraz... Biraz bile olsa! Dene!"

Denedim ama olmadı. Gözlerim kapanmaya başladı.

"Asra!" diye bağırdı. "Diren ve nefes al!"

"İşe yaramıyor!" dedi Adara. Sesi yavaşça azaldı.

"Görebiliyorum!" diye gürledi Lian.

"Ne... Ne yapacağız peki?"

"Tiksindirici!" dedi Lian. "Ama bunu!"

Burnumu sıktığında kapanan gözlerim aralandı ve çenemi aşağı çekip ağzımın açılmasını sağladı. Sadece bir an avucundaki tozu ağzına döktüğünü gördüm. Sonra dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve nefesini şiddetle dudaklarımdan içeri üfledi. İçime yakıcı bir ısı yayıldı. Soluk borumdan süzüldü, ciğerlerime ulaşmamak için adeta direndi. Lian bunu bir kez daha yaptı, bir kez daha. Isı arttı, sanki boğazımda bir ateş yandı ve sonunda o ateş ciğerlerime ulaştı. Hava gibi değildi ama ihtiyacım olan şey buymuş gibi hissediyordum.

Az önce boğulurken şimdi hayat veren bir ısıyla yüzleşiyordum.

Lian'ı aniden ittiğimde şiddetle öksürmeye başladım. Dudaklarımdan parlak kızıl tozlar çıktı. Boğazım parçalanırcasına öksürdüm ve sonunda gerçek havayı derince içime çekerek başımı tekrar toprağa bıraktım.

Lian'ın sarı gözlerini daha net gördüm. Üzerime eğilmişti ve ay ışığını kesiyordu. "İyi misin?" dedi o da soluk soluğa kalmış gibi.

Hala sık nefesler alsam da başımı yavaşça sallayabildim. Raiden'ın sesi kesinlikle duymak istediğim son sesti ve nefes alamamak kadar kötüydü onu duymak.

"Kusmak istersen dostum, hiçbirimiz seni yadırgamayız."

"Raiden!" diye çıkıştı Adara.

"Ne?" dedi Raiden alayla. "Bunu yaparken onu görmektense Yılanın acı çekerek ölmesini izlemeyi yeğlerdim. Aslında bunu her türlü görmek isterdim."

Lian ne ara ayağa kalkmıştı bilmiyorum ama ay ışığı sonunda yüzüme daha net vurdu. Bir çarpma sesiyle toprak titredi. Başımı çevirdiğimde birkaç metre ötemde yatan Raiden'ı gördüm. Çenesini tutuyordu. Lian ise tam tepesinde dikiliyordu.

Yüzümde bir gülümseme oluştu ve tekrar yüzümü ay ışığına döküp derin bir nefes aldım. "İşte şimdi çok daha iyiyim."

⚔⚔⚔

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım...

Keyifler nasıl?

Peki, ya bölüm?

Vilas'ı geride bıraktık 😢

Yılan topraklarına doğru ilerliyoruz amaaa...

Ne oldu ya o zindanda?

Canlandıran ne acaba?

Baykuş Asra'ya ne yaptı?

Ve ve ve Lian bizi öperek nereye varmak istemekte flflflf

Lütfen oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın!!!

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz

Der ve S.Mare kaçar 💃

 

Loading...
0%