Yeni Üyelik
20.
Bölüm

1.19 - Düşünce Korkakları

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️

Upuzun bir bölüm oldu, yorumsuz paragraf görürsem bozuşuruz 😈

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Roniit - Saint Mesa - Only Happy When It Rains

🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den

Tiktok: Esmareden (Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


"Düşüncelerin gücünü küçümseme,
düşünceler bazen korkuyu yerle bir eder.
Bu bir yenilgidir, düşüncelerine yenilirsin ama sana asıl cesareti getiren de o yenilgi olur."

 

Bir saman balyasına yaslanmış, gözümü atlara dikmiştim. Hiçbiri varlığımdan rahatsız gibi durmuyordu. Halbuki şu an huysuzlanıp nallarıyla sertçe yeri dövmeleri, hatta belki de ağıllarından çıkıp içeride koşturmaları gerekiyordu. Yılanların sahip oldukları atları kendilerine alıştırmaları bazen aylar sürebiliyordu. Vilas'la haftalar önce çaldığımız atlar bizi yarı yolda fırlatmıştı mesela ama bu atlar o kadar sakindi ki gerçeği bilmesem varlığımdan bihaber olduklarını düşünürdüm. Bunun Lian'ın işi olduğu açıktı ve ben, onun nerede olduğunu bilmiyordum.

Uyandığımda buradaydım. Ancak Yağmacıların odasının olduğu koridora gelene kadar dayanabilmiştim. Oradaki vahşet gördüğüm ve esaretten kurtulurken hatırladım son şey olmuştu. Lian içeriye gizlice girmemişti, oradaki tüm Yağmacıları parçalayarak yolunu açmıştı. Tek başına olması ise inanmak istemediğim başka bir ayrıntıydı. Gücü beni korkutmalı mıydı? Sanırım o bölümü çoktan geçmiştim. Lian beni eskiden de çok korkutmazdı, en azından gücü; ama zekası korkutucuydu.

Yılan Topraklarına nasıl girmişti mesela? Üstelik bunun için bana ihtiyacı varken.

Dakikalardır aynı şekilde durmak belimi ağrıtmaya başlayınca kıpırdandım. Bu da başka ağrıları hissetmeme neden oldu. Yüzümdeki şişlik daha da büyüktü artık. Bunu uyandıktan sonra elimi yüzüme götürdüğüm ilk an hissetmiştim. Çenemde ve başımın arkasındaki şişlikleri de. Bedenimi yokladığımda kaburgalarımın üzerinde sayamayacağım kadar morluk olduğunu da görmüştüm. Biri diğerlerinden çok daha büyük ve koyuydu. Kollarım ve bacaklarıma bakmamıştım ama onların da gövdemden farklı olmadığını biliyordum. Aslan esaretindeyken bile çok daha iyi durumdaydım. Bu Aslanların daha merhametli olduğunu kabul ettiğim anlamına gelmiyordu, beni şu anki duruma belki hiç getirmemişlerdi ama Vilas onların şiddetinden ve işkencesinden fazlasıyla nasiplenmişti.

Vilas...

Kurdun sözlerini hatırladım. İyi olduğunu söylemişti ve şimdi ona gerçekten inanıyordum; çünkü artık biliyordum. Bana yalan söylememişti, benimle oynamamıştı. Bana bir çıkış yolu vermesini söylemiştim ve o da vermişti. Yapmam gereken tek şeyin sadece beklemek olduğunu söylediğinde sinirlenmiştim ama nedenini artık anlıyordum. Lian'ın geleceğini biliyordu. Belki nedeni bile biliyordu ama ben hala bilmiyordum. Aslında bir tahminim vardı.

Kartal Kadın...

Ama bu düşüncem de başka bir düşünceyle çürüyordu. Yılan Topraklarına, dahası Yağmacıların mekanına bile tek başına girebilen biri, hayvanlara hükmeden bir Aslan, kolaylıkla saraya da girebilirdi. Bunun için bana hala ihtiyacı olduğunu düşünmek artık saçma geliyordu. Bu da beni başka bir ihtimale itiyordu. Canlandıran denilen Kutsal varlık olmama...

Kurt böyle bir şey söylememişti, gerçi o an aklıma gelip ben de sormamıştım. Canlandıran'ın ben olup olmadığımdan hala emin değildim belki, hala bilmediğim o kadar çok şey vardı ki emin olman için önce her şeyi öğrenmeliydim; ama bir şeyden emindim. Canlandıran değilsem bile ben Aslanın gözünde bir öneme sahiptim.

"Uyanmışsın."

Bakışlarımı çevirdim ve pelerini yüzünün yarısını kapatan Lian'ın hafifçe araladığı geniş, çift kanatlı kapıdan girdiğini gördüm. Elinde birkaç tane küçük bez çuval tutuyordu. Onları yere bıraktığında başlığını geriye attı. Dalgalı saçları dağıldı. Eldivenli elleriyle onları yüzünden çekip karşıma oturdu.

Dalgın dalgın ona bakarken kaşları çatıldı. "Ağrın mı var? Saçma bir soru... Elbette ki var ama bunlar iyi gelecektir."

Çuvallardan birini açtı. Hızla birkaç şişe ve küçük metal bir kutu çıkardı. İlaç ve merhem olduğu belliydi. Benim için bir Yılan şehrinde bunları mı aramıştı? İlk düşündüğüm şey bu kadar riske girmesinin, üstelik benim için, bir saçmalık olduğuydu ama daha önceki düşüncelerim kendimi yalanlamama neden oldu.

Senin için gerçekten önemli biri miyim Aslan?

"Asra!" dedi sertçe.

Tepki vermemi bekliyordu. Düşüncelerden sıyrılıp derin bir nefes aldım. "Su var mı?" dedim sonunda.

Belinden bir matara çıkardı ve bana uzattı. Sarı gözleriyle dikkatle beni izlerken uzandım ve sadece bu hareketim bile yüzümü acıyla buruşturmama neden oldu. Oturduğu yerden bana yaklaştı ve mataranın kapağını açıp elime tutuşturdu ama elimi de bırakmadı. Tutabileceğimden emin değildi sanırım.

Buna gülmek istedim, esaretine düştüğümde aynı eller o suyu benden esirgemişti. Hayır, o değişmemişti. Sadece üzerinde artık bana yaşattıklarının ağırlığı vardı. En azından Raiden'ın aksine o içinde biraz vicdan taşıyordu ama vicdanı da vicdansızlığı kadar tiksinçti.

Suyu ağır ağır yudumladım ve boğazımdaki kuruluk ve içimdeki susuzluk dinene kadar buna devam ettim. Lian biten matarayı elimden aldı ve yere bıraktı. Gözlerini üzerimden çekmeden bir çuvalı önüme çekti. İçinden çıkardığı ekmeği ve küçük bir peynir tekerini çuvalın üzerine çıkardı. "Bir şeyler ye," dedi, sesinde yine o emreden ton belirmişti. "Saatlerdir öylece yatıyorsun, ondan öncesinde de bir şeyler yediğini sanmıyorum."

Saatler... Bu bedenimin kendine gelmesine yetecek bir süre değildi elbette.

"Neredeyiz?"

"Bir Yılan çiftliğinde. Seni baygın bir şekilde buraya kadar getirmek kolay olmadı. En azından hafifsin."

"Bir Yılan çiftliğinde saatler boyunca kaldığımızı mı söylüyorsun?" dedim kaşlarımı çatarak. "Ve bizi fark etmediler öyle mi?"

"Seni bilmem ama ben fark edilmeyecek biri değilim." Tek kaşını kaldırıp gülümsedi. "Sadece çiftliğin sahibini tanıyorum. Eğer askerler şehirde dolaşmasa evinde bize güzel bir konaklama sağlayacak kadar iyi tanıyorum hatta."

"Saçma," dedim yüzümü buruşturarak. Bu canımı yaktı. Toprağın Hakimi adına! Mimikler bile canımı yakıyordu. "Neden bir Yılan bir Aslana yardım etsin?"

"Bir şeyler ye," dedi çuvalın üzerindeki yiyecekleri işaret ederek. "Sen tıkınırken de konuşabiliriz."

İtiraz edemeyecek kadar yorgun ve açtım. O yüzden ekmekten bir parça kopardım. En azından bunu başarabildim. Yemek için ağzıma götürecektim ki kolumu kavradı. İrkildim ve bu kesinlikle ani dokunuşundan değildi. Kolumdaki evlilik izlerini gördüğünü düşündüm. Bileklerimi tekrar sarıp sarmadığımı bir an hatırlamamıştım. Lian ifademe anlam veremiyor gibi göründü, ancak o an rahatladım. Bileklerimi sarmıştım. Uyandığımda bedenimi yoklamış, yaralarıma göz gezdirmiş ve o izi görmek tüm yaralardan ve izlerden daha çok canımı sıkınca Lian'ın üzerime örttüğü pelerinden bir parça ile yapmıştım bunu.

Ama öncesinde yaralarımı kontrol etmiş olabilir miydi?

Korkuya düştüm.

"Korkmana gerek yok," dedi, sesi sakindi. Kalp atışlarımı dinliyordu yine. Elini çekti ve peynirden bir parça koparıp elimdeki ekmeğin arasına tıktı. "Sadece bunu yapacaktım." Bunu uğradığım şiddete mi yoruyordu? Aksi olsaydı bana izi sorması gerekirdi değil mi? "Bileğini mi acıttım?"

"İyiyim," dedim ifadesini izlerken.

"Yaralarını evin hanımı kontrol etti," dediğinde rahatladım ama bu rahatlama da kısa sürdü. Şüphelerim dindiğinde hissettiğim tek şey yoğun bir öfke olmuştu çünkü. "İyi durumda olmadığını biliyorum ama ilaçlar..."

"Kes şunu!" diye patladım sonunda. "Ne yapıyorsun? Bana acıyor musun? Bana onlardan farklı bir muamele gösterdiğini mi sanıyorsun? Ben uyurken fiziksel olarak canımı ne kadar yaktığını düşünüp karşılaştırma mı yaptın? Daha masum olduğunu mu düşündün? Sizin yaptığınız hiçbir şey onların yaptıklarıyla yarışamaz, güven bana."

Derin bir nefes aldı ama benim aksime o öfkelenmedi. "Arkadaşın için mi söylüyorsun bunları? Onun aldığı her yara kendi yaralarından daha mı fazla acıttı canını?" Bileklerimi ve elimi işaret etti. "O halde canını kendi canından daha değerli tuttuğun o arkadaşın neden ateşe kendisi yerine seni attı?"

Korkak... Ona korkak demişti. Onu bu yüzden cezalandırdığını söylemişti. Şimdi nedenini anlamıştım işte.

Bileklerimi köle tacirlerine yakalandığım için yaktığımı düşünüyordu, ona göre Vilas beni korumalıydı ama koruyamamıştı. Geçidin kapısını da ben açmıştım üstüne, avucumu dağlayarak. Vilas değil; ama bunun nedeni Vilas'ın korkak olması değildi. Vilas hiç korkak biri olmamıştı.

"Bu seni neden rahatsız etsin?" dedim sanki öfkeleneceğim yeterince şey yokmuş gibi buna da öfkelenerek.

"Bir kadını koruyamayacak kadar..."

"Ben kendimi korurum!" diye sertçe sözünü kestim. "Bunun için Vilas'a ya da başka birine ihtiyacım yok. Eğer şu anki durumumdan fırsat bilip benimle alay edeceksen kardeşin ve kahrolası askerini kurtarmaya çalışırken yakalandığımı bil! Aksi halde çoktan oradan kaçmış olurdum."

"Onlara yardım mı ettin?" dedi, kaşları çatıldı. Şaşırmış gibiydi ama inanmamış görünmüyordu.

"Öyle," dedim ayrıntı vermeyerek. O iki Aslanın beni sırtımdan vurmasına değinmedim. Her şeyin yeri ve zamanı olurdu, iyi bir koz kolay harcanmamalıydı. "Neredeler sahi? Onları bulmuş olmalısın ki yardım ettiğime şaşırdın. Arlo nerede mesela? İçeri nasıl girdiniz?"

Birkaç saniye sessizlikle yüzüme baktı. Bir şey söylemeden önce yine elimdeki ekmeği işaret etti. "Sen yerken de sorularına cevap verebilirim."

Öfkeli bir ısırık aldım ekmekten. Öfkem kendime zarardı, bunu ani hareketimle acıyan her hücrem bana hatırlatmıştı. "Seni dinliyorum," dedim dolu ağzımla.

Gülümser gibi oldu. "Senden önce onları bulduk, Arlo onları güvenli bir yere götürdü ama sokaklardaki askerler azalıncaya kadar yanlarına gidemeyiz. Burası sınır şehirlerinizden biri ama bu kadar asker olması mantıklı değil. Bir sebepten burada olduklarını düşünüyorum ve o sebep her ne ise öğrenene kadar dikkatli olmamız gerekiyor."

Kahrolası sebep ben olmamalıydım ama Yağmacıların söylediklerinden sonra o sebebin ben olma ihtimali de oldukça güçlüydü. Her ilerleme hamlemde geriliyor, kendimi başlangıç noktasına geri dönerken buluyordum sanki. Artık benim için bir çıkar yol var mıydı, emin değildim.

"İçeri nasıl girdiniz peki?" dedim karamsarlığımdan sıyrılma çabasıyla. "Bunun için bana ihtiyacınız olduğunu sanıyordum."

"Sana böyle bir şey hiç söyledim mi?" dediğinde kaşlarım çatıldı.

Elimdeki ekmeği çuvalın üstüne bıraktım ve arkamdaki saman balyasına yaslandım. "Biliyor musun, çok sıkıldım," dedim. "Senin bu laf oyunların, manasız çıkışların, planlarından çok fazla sıkıldım. O yüzden artık açık ol. Sen benden tam olarak ne istiyorsun?"

Üzerindeki pelerini açtı ve yana bıraktı. Bir parça ekmek de kendine koparırken, "Açık olmam için, senin de bana açık olman gerek," dedi. Gözlerini bana çevirdi ve ekmeğinden bir parça koparıp çiğnemeye başladı. "Sana aklımdakileri söylersem bana itiraz edeceksin, bu durumda açık olmam sadece senin eline koz verir. Bana ise hiçbir yarar sağlamaz."

"Senden bir şey gizlemedim," diye yalan söyledim.

Dudakları alayla kıvrıldı. "Elbette gizledin, hala gizliyorsun." Gözleri boynumdan aşağı indi ve kalbimin üzerinde durdu. "Kalp atışların hızlanıyor." İstemsizce yutkundum, yine kendimi sakin tutmakta erken davranamamıştım. Tekrar bana baktı. "Bana açık olacaksan sana anlatacak çok şeyim var. Eğer yalanlarına devam edeceksen tüm yalanların açığa çıktığında konuşacak yine çok şeyimiz olacak."

Derin bir nefes aldım ve bıraktığım ekmeği tekrar kavradım. "Bana sadece şunu söyle o halde. Benimle işin bittiğinde gerçekten gitmemize izin verecek misin?"

"Ben sözümü tutarım," dedi yavaşça. "Sorun şu; seninle işim bittiğinde sen gidebilecek misin?"

Gözlerim kısılırken yüzünü inceledim, oldukça rahattı. "Ne demek bu? Bir tehdit mi yine? Beni tedirgin etmeye mi çalışıyorsun?"

Yüzünü buruşturdu. "Asra o kısmı geride bırakmadık mı sence de? Artık bana mecbursun. Yağmacılar seni Yılan topraklarına tekrar soktu ama seni bu topraklardan ancak ben çıkarabilirim."

Biliyordum, bunu bilmek o kadar kötüydü ki...

"Ya da Kraliyet tarafından yakalanıp ikimiz de öldürülürüz," dedim ekmekten bir ısırık daha koparırken. Beni öldürmezlerdi, artık Kara Yılan Prensinin eşiydim; babam bile buna cesaret edemezdi ama bir Aslanı öldürmek için iki kez bile düşünmezlerdi. Prens olduğunu söylemesi onu yaşatır mıydı, elbette ama aklı varsa, ki olduğuna emindim, bunu dillendirmezdi. Bu onu öldürmelerinden bile daha kötü sonuçlara neden olurdu.

Diğer yandan yakalanırsak ben bunu kesinlikle dillendirecektim. Lanet Aslan hızlı bir ölümden çok daha beterini hak ediyordu çünkü.

"Belki," dedi dürüstçe. "Ama bu zor bir ihtimal. Senin için de geçerli bu. Söylemiştim. Emrimde çalışanların hayatlarını önemserim. Senin hayatın da benim için diğerleri kadar önemli artık."

"Ya da bambaşka sebeplerden," dedim ima ile.

Bu kez gülümsemesi dişlerini açığa çıkardı. "Belki de."

Ekmeğini yedi, ben de öyle ama ben onun aksine çuvalın üzerindeki ekmekten bir parça daha kopardım. Açlığımı dindirirken benden aslında ne istediğini düşündüm. Artık Kartal Kadınla ilgili olmadığına emindim. Bu kesinlikle Kutsal Varlık zırvalığıyla ilgiliydi. Beni öldürmesi gerektiğini zaten söylemişti ama öldürmemişti. O halde tek seçeneği ölüm değildi. Başka bir şey daha vardı ve emindim ki konu tam olarak onunla ilgiliydi.

"Tüm hayvanlara hükmedebiliyor musun?" diye sordum sessizliği bölerek.

"Hayvanlarım tümüyle karşılaşmadım."

"Karşılaştıklarınla peki?"

"Evet," dedi düşünmeden. "Buna ceylanlar da dahil."

Dudağımın içini dişlerken gülümsemesini izliyordum. Ona öfkelenmeden birkaç dakika geçirmek bile imkansızdı. "Erdemli aşağılamaların için bir dahakine hangi hayvanı kullanmayı düşünüyorsun?"

"Asra," dedi ismimi uzatarak. "Kimsenin seni aşağılamaya çalışmadığını sen de biliyorsun. Şimdi yine bir huysuzluk çıkarma da..." Yanındaki şişelerden siyah camlı olanı alıp bana uzattı. "Şunu iç. Ağrılarına iyi gelecektir. Yaralarını da merhemlememiz gerek."

Öfkeli bakışlarımı üzerinden çekmeden şişeyi aldım. Beni öldürmek gibi bir amacının olmadığını biliyordum artık, o yüzden tereddütsüz şişeden büyük bir yudum aldım. O kadar iğrenç bir tadı vardı ki o büyük yudumu yere püskürtmem uzun sürmedi. "Bu ne? Kahretsin!"

"Sızlanma," diye çıkıştı. "Birkaç yudum alacaksın sadece."

Dişlerimi sıktım ve şişeği tekrar ağzıma yaklaştırdım ama damağıma gelen o bozuk tat yine tükürmeme ve bu kez öğürmeme neden oldu. "Yapamam, kusacağım."

Sesli bir nefes verdi ve aniden yerde kayarak bana yaklaştı. Şişeyi tutan elimi kavradığında böyle bir şey beklemediğim için şaşkınlıkla ona baktım. O ise normal bir şey yapıyormuş gibi diğer eliyle yanaklarıma şiddetle bastırıp şişeği ağzıma döktü. İtmeye çalışamadım bile çünkü gerçekten birkaç saniye boğuluyor gibi hissettim. Elini yüzümden çektiği an şiddetle öğürdüm ama piç herif beni yere doğru eğerken ağzımı ve burnumu da diğer eliyle kapattı. "İçinde kalacak!" Elini tırmalamalarıma sadece kaşlarını çatarak cevap verdi. Öğürmelerim bile umurunda olmadı. "İçinde tutacaksın çıngıraklı! O ilaca ihtiyacın var!" Vurgulayarak sordu. "Tamam mı?"

Başımı sallamaya çalıştım çünkü ondan kurtulmam şu an mümkün değildi. Ve biraz daha eli ağzımda durmaya devam ederse midem gibi ciğerlerim de isyan edecekti. Üstelik yüzümdeki eli acıtıyordu, şükür ki onu çekip derin bir nefesten önce öksürüklere boğulmama neden oldu. "Piç kurusu!" dedim boğuk bir sesle. "Beni öldürüyordun!"

"Seni yaşatmaya çalışıyorum," dedi beni doğrultup sırtımı tekrar samanlara yaslamamı sağlarken.

Hala hafif hafif öksürüyordum. Üstelik bana verdiği ve adına ilaç dediği bu şey her an yine kusmama neden olabilirdi. Hayatım boyunca böyle bir şey içmemiştim. Çok fazla hasta olan biri değildim ama çocukluğumda bir hastalıkla savaştığım söylenmişti. O zamanlarda bile böyle bir şey içtiğimi hatırlamıyordum ve eğer içseydim bu iğrençliği unutabileceğimi de sanmıyordum.

"Senden kurtulduğumda o günü her sene kutlayacağım," dedim öfke dolu bir sesle.

Umursamadan bu kez metal kutuları önüne çekti. Birini eline aldı. "Ne yapacağını hiç merak etmiyorum ama şu an yapacağın şeyi biliyorum."

Kutuyu bana uzattığında elinden öfkeyle aldım. Bu kaburgalarıma bir acı dalgası yayılmasına neden oldu. Diğer elimi kemiklerimin üzerine bastırdığımda daha o an buna pişman oldum çünkü bu canımı daha da yakmıştı. "Şuna bir bakayım," dedi Lian. Üzerimdeki gömleğin eteğini kavradığında eline vurdum ve acıyla bu kez küfrettim. "Gerçekten bu durumdan memnun olduğumu mu sanıyorsun?" diye söylendi. "Ben de meraklı değilim, senin..."

"İğrenç bedenime bakmaya mı?" diye tısladım.

Gömleğimi yukarı çekip karnıma bakarken, "Öyle bir şeyler," diye geveledi. Kaşları hızla çatıldı. "Düşündüğümden daha kötü." Elini avuç içi yukarı gelecek şekilde uzattığında anlamadım. Başını hafifçe kaldırıp çatık kaşlarla bana baktı. "Merhemi ne zaman vermeyi düşünüyorsun?"

Hayretle ona baktım. "Düşünmüyorum elbette. Merakını giderdiysen geri çekil."

"Onu da mı zorla yapayım?"

Dişlerimi sıktım, ardından dayanamadım ve bir kahkaha patlattım. "Sen..." dedim gülerken. Ve yine dayanamadım, yumruk yaptığım elimi suratına geçirdim. Geriye sendelerken artık gülmüyordum. "...çok oldun."

Yüz ifadesine yansıyan öfkeye sadece bir an bakabildim çünkü kaburgalarımdan öyle bir acı yayılmıştı ki iki büklüm oldum. Nefesim kesilmişti, bu kadarını düşünmemiştim. Lian kollarımı tuttuğunda yumruğun karşılığının geleceğini düşündüm ama o aksine sırtımı saman balyasından ayırdı ve yere uzanmamı sağladı. "Aptal!" diye söylendi. "Kıpırdama! Ne sanıyorsun? Tüm yaralarını kendin sarabileceğini mi? En ufak hareketinde kıvranıyorsun adeta."

Haklıydı ama o yumruğu da hak etmişti. Pişman değildim, en azından ona yumruk attığım için. Sadece kendimi, bu acıya onun yüzünden katlanmak zorunda bıraktığım için pişmandım. Yere düşürdüğüm merhem kutusunu alırken hiçbir şey söylemedim, ona engel de olmadım çünkü henüz kaburgalarımdaki acı çekilmemişken daha da şiddetlenmesini istemiyordum ama parmakları kaburgalarıma değdiğini an bileğine sarıldım. Mızmız biri değildim, çokça kırbaçlanmış ve acı içinde kalmıştım. Acıdan bayıldığım bile olmuştu ama bu başka bir acıydı sanki. Nefesimi kesiyordu, sadece ufak bir dokunuş bile.

"İlaç etki etmeye başlayınca rahatlayacaksın," dedi Lian. "Ama bunu da sürmem gerekiyor. Dikkat edeceğim, biraz dayanman gerek sadece."

Acı dolu bir nefes verdim ve sadece, "Yumruk için..." dedim. Tek kaşı havalandı. "Yine de özür dilemeyeceğim."

"Aksini yapsaydın yanlış Yılanı kurtardığımı düşünürdüm," dedi ve bakışlarını üzerimden çekip merhemi yavaşça sürmeye başladı. Dişlerimi öyle sıktım ki gıcırtısını duydum. Lian ise göz ucuyla ifademi takip ediyordu. "Hala doğru Yılanı kurtardığımdan emin değilim gerçi, yüzün şiş ve morluklarla dolu. Bir süre eski güzelliğini arayacaksın."

Nefesimi kısa bir an tuttum. Gözlerimi ona çevirdim, o da bana baktı. Parmakları durdu. "Dikkatimi dağıtmak için yalanlara... Başvurman saçma."

Sarı gözlerini tekrar karnıma çevirdi. Kremi sürmeye devam ederken, "Güzel olmadığını mı söylemek istiyorsun?" diye sordu.

Ancak bir aptal benim güzel olmadığımı söyleyebilirdi ya da kör. Belki de kör bir aptal.

"Bunu ben değil..." Acıyla soluklandım. Ne kadar dikkatli ve yumuşakça davransa da canım acıyordu. "Sen söyledin. İğrenç bedenim... Hatırladın mı?"

"Yılanları güzel bulmam," dedi dümdüz bir sesle. "Kişisel algılama."

"Neredeyse ağlayacağım," dedim dişlerimin arasından. Sesim tıslama gibi çıktı ama bu kez acıdandı.

"Ağladığını görmek ilginç olacak. Buna hiç şahit olmadım. O zindanda da olduğu gibi şu an gözlerin sadece öfkeden doldu. Acıdan değil."

Çok ağlayan biri değildim ama ağladığım anlar olmuştu. Annem, Kraliçe Kalissia, ağlamama bir felaket gözüyle bakardı. Bu onu o kadar sinirlendirirdi ki nadiren kızını ağlatan o kişinin o an sonu olabilirdi. Ağlamanın bir güçsüzlük göstergesi olduğunu düşünecek kadar aptal değildim, sadece ben kolay ağlamazdım. Annemin bu tutumundan sonra ise neredeyse hiç ağlayamaz olmuştum. Bazen kolayca ağlayabilen kardeşim Alissa'ya bile imrenirdim hatta. Ben gizli gizli bile ağlayamazdım. Sadece Vilas... Onun yanında küçükken ağladığımı hatırlıyordum. Rahatça, kendimi tutmadan...

Vilas benim için herkesten önemliydi. Tüm insanlardan, krallıklardan, yaşayan her canlıdan, dünyadan, her şeyden...

Belki de bu yüzden, "Eğer..." diyerek söze girdim. "Bana bir şey olursa... Herhangi bir şey... Vilas... Onu Tarafsız Toprakları götüreceğine söz verir misin?"

"Ölmeyeceksin," dediğinde yüzünü buruşturduğunu görmüştüm. "Muhtemelen kaburgalarında kırık ya da çatlak var. Merhem seni rahatlatacak, ilaç da."

"Hayır," dediğimde bana baktı. "Ölmekten bahsetmiyorum." Yakalanmaktan bahsediyorum. Eğer bunu yaparsa, en azından söz verirse bile onu satmayabilirdim. "Sana yardım edeceğim, ne istiyorsan. Eğer bir gün ortadan kaybolursam kaçmadığımı bil ve onu serbest bırak."

"Ne demek istediğini açıklarsan bunun için söz verebilirim ama aksi bir durumda, ortadan kaybolduğun an kaçtığını varsayarım."

Düşünürüm dememişti çünkü kaçmayacağıma emindi; ama merak ediyordu. "Kraliyet tarafından aranıyorum," dedim onun bildiği yalanlardan şaşmayarak. "Yakalanırsam..."

"Yakalanmayacaksın," diye sözümü kesti. "Buna söz verebilirim ve buna söz verdiğimde senin benim sözüme ihtiyacın da kalmaz."

"Beni yağmacıların ininden aldığının farkındasın değil mi?" dedim öfke ile. "Boş ver! Sözlerinin hiçbir önemi yok zaten."

Dişlerini kısa bir an sıktı ama bana bakmadı. "Atların iplerini gevşeten akıllı Yılana sitem et, bana değil."

"Böyle bir şey yapmadım!" diye atıldım.

Göz devirdi. "Yaptığını ikimiz de biliyoruz. O yüzden bunu daha fazla uzatmayalım."

Nafile inkarımı daha fazla uzatmadım. Sessizliği seçtim. Bu halime sebep olan ben değildim, onlardı. Bunun o da farkındaydı. Bu hali bunun kanıtıydı. Asla bana bu kadar yumuşak davranmazdı çünkü.

Merhemi karnıma sürmeyi bitirmiş olmalı ki yüzüme doğru eğildi. Parmağını yine yapış yapış ve kokusu yanık merhemine nazaran daha katlanılabilir olan merheme buladı. Kaşlarım çatılırken parmakları yanağımdaki şişliğe dokundu. Tıslar gibi nefeslendim. "Isırmazsın değil mi?" dedi gözlerini gözlerime çevirmeden.

Gözlerim istemsizce boynuna gitti, diş izlerim kaybolmuştu. Yine de o anı hatırlamak gülümsememe neden oldu. Bu sarı gözlerini gözlerime çevirmesine neden oldu. "Isırmam," derken sivri dişlerim aksine uzadı.

Gözlerini kıstı, öfkeli bakmaya çalıştı ama sonunda başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. "Bazen korku nedir bilmediğini düşünüyorum."

Aksine bir insanın, ırk fark etmeksizin, taşıyabileceğinden fazla korku taşıyordum. Bunu anlamamış olması imkansızdı. Korkularımdı beni bu duruma getiren çünkü hata yapmıştım, hatalar yapmıştım. Yine de korkmaktan utanmıyordum. Korkusuz biri olsaydım, bu kadar yaşamazdım çünkü.

"Senden korkmuyorum," dedim sadece. Halbuki zekası korkutucuydu. Üstesinden gelirdim. Annem de zekiydi değil mi? Hatta Adrastis bile zeki olduğunu sanıyordu.

"Yanlış bir şey yapmadığın sürece korkman gereken biri değilim zaten." Merhemi yavaşça yüzüme sürmeye devam etti. "Zannettiğinin aksine ne acımasızım ne de vicdansız."

"Yanlış bir şey yaparsam..."

"Acımasız ve vicdansız biri olurum."

"Vilas'ın canını yaktığın zaman olduğu gibi."

Başını hafifçe arkaya verdi ve derin bir nefes aldı. "Bana olan kinin kendin için bile değil, Vilas için. Anlamadığım için soruyorum, onu kendinden öte tutmanın nedeni ne?"

Ona bunun cevabını vermeyecektim. Ona böyle bir şey anlatmak en son isteyeceğim şeydi. Beni kurtarması, hatta şu an yaptığı şey bile, Vilas'a yaptıklarını değiştiremezdi. Onun canını yakmıştı. Anlatsam da anlayacağını düşünmüyordum zaten. Vilas'ın korkak olduğunu düşünüyordu, düşünceleri umurumda bile değildi; çünkü ben öyle olmadığını biliyordum. Vilas bana ihanet etmeyen ve etmeyecek tek kişiydi. Annem ve kardeşim beni arkamdan vururken o elimden tutmuştu. Benim için hayatından vazgeçmişti. Benim için aşkından bile vazgeçmişti. Vilas her şey olabilirdi ama korkak değildi. İşte ona kendimden daha fazla değer vermemin nedeni buydu.

"Lütfen kendine haksızlık etme," dedim gülümseyerek. "Senden sadece Vilas için değil kendim için de nefret ediyorum."

Burnundan uzun bir nefes verdi. "Gözlerini kapat."

"Ne? Yumruk mu atacaksın?" dedim alayla.

Dişlerini sıkarak gülümserken bana baktı. "Hayır çıngıraklı, gözüne de merhem süreceğim."

Öfkesine güldüm ve gözlerimi kapattım. "Gerçek bir hayvan gibi kükreyebildiğinizi bilmiyordum," dedim Yağmacılardaki kükremesini hatırlayarak.

"Siz de gerçek bir yılan gibi tıslıyorsunuz, bunun şaşırtıcı bir yanı yok."

"Her ırk tıslama sesi çıkarabilir. Sen de tıslayabilirsin, zor değil bu. Dene istersen."

Alaylı sözlerime karşılık, "Hiçbir zaman tıslamayacağım," dedi, tiksintisi sesinden yansıdı. Yüzünü görmek için gözlerim istemsizce açıldığında merhem gözümün içine dağıldı. Gözlerimi acıyla kapattım ve tam da o an gerçekten tısladım. Elim gözüme gidip kıpırdadığımda kaburgalarıma saplanan acı nefesimi kesti. Küfrettim.

"Hiç rahat durmaz mısın sen?" diye söylendi. Omuzlarımdan tutup hareketlerimi durdurdu. Yanan gözümüm kapağını araladı ve nefesini üfledi. Diğer gözüm de hızla açıldı ama onun da gözleri birden açıldı. Bunu fark etmeden yaptığı açıktı, nitekim elini çektiği an geri kaydı. "Biraz daha uzan," dedi. "Ve gözüne dokunma."

Bunu neden yaptığını düşündüm, varabildiğim tek sonuç düşünmeden yapılan bir hareket olduğuydu. Darbe aldığım yerlere belki merhem sürmüştü ama bu başka bir şeydi. Merhem iyileşmem için gerekliydi, iyileşmem de onun işine yarayacaktı ama diğer yaptığı... Bu ani bir şey olmasaydı, ortaya şefkat içerdiği anlamı çıkardı ama ben bana şefkat göstermeyeceğini biliyordum. O sadece kendi yararına olacak şeylere yelteniyordu. Şaşırmasına sebep olan da buydu. Lian düşünmeden hareket eden biri değildi, yararına olmayacak şeylerde bir Yılanı önemseyecek de.

Gözlerimle onu takip ederken başını çevirip kapıya baktı. Kapının zemine sürten sesini duyduğumda nedenini de anladım. Tehlike algılayan içgüdüm, duyacağım acıyı bile yok sayarak neredeyse beni yerimden sıçratacaktı ki Lian bana bakmadan elini omzuma bastırdı. "Sorun yok," derken yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı.

Birinin ayak sesleri koştuğunu ele verdi, hafif biri olmalıydı ki zemin titremesi çok azdı. Küçük bir Yılan kız birden üzerime eğilince irkildim. Kar beyazı saçları omuzlarının üzerinden iki örgü olarak sarkıyordu. Yanağındaki pullar, pembe yüzünde parlıyordu. Küçük ve ince dudakları vardı ve beni gri-mavi gözleriyle süzerken onları memnuniyetsizce büzmüştü. "Hala korkunçsun."

Nadiren de olsa ne diyeceğimi bilemedim. Şu an tam da öyle bir andı. Lian güldü. "Annen buraya gelmene nasıl izin verdi Selen?"

Kız, o an elinde tuttuğunu fark ettiğim iki ince örtüyü ona uzattı. "Bu gece soğuk olacak. Yılan üşümez ama Aslan soğuğa alışkın değil, dedi."

Lian başını iki yana salladı ama kızın elinden örtüleri alıp kenara koydu. "Bir Aslan kolay üşümez Selen, annene böyle söylediğimi ilet."

Küçük Yılan ona küçümsercesine baktı. "Annem kibirli olduğunuzu da söylemişti. Hatta aynen şöyle dedi; Kibirli kıçının donması pahasına üşüdüğünü kabul etmez."

"Annen," dedi Lian yalancı bir hayretle. "Gerçekten edepsiz biri."

Kız küçük burnunu kırıştırdı, küçümseyici bakışlarını artırdı. "Annem pullarınız olmadığı için bizi çok kıskandığınızı söyledi." Başını iki yana sallayan bu kez o oldu. Bir adım geriledi. "O kıl yumaklarına çok üzülüyorum demişti. Annemin üzüntüsünü hak etmiyorsun."

"Anneni sevdim," dedim sırıtmaya başlarken.

Bana baktı. Yine yüzünü ekşitti. "Korkunçsun, yüzün bir kurbağaya benziyor."

Sırıtma sırası Lian'a geçti. "İnan bana, gerçek hali daha korkunç."

Küçük kız umursamazca örgülerini geriye attı ve arkasını döndü. "Sen de kurbağa benziyorsun," dedi giderken. "Ve annem dedi ki sakın atlarımızı yemesin."

Lian'ın sırıtışı bozuldu, öylece kızın arkasından baktı. Gözlerini bana çevirdiğinde ben de ona bakıyordum. Önce dudaklarını sıktı, sonra yanakları hava ile doldu. Gülmeye başladığında onunla beraber güldüğümü saniyeler sonra fark ettim. İlaç etki etmeye başlamış olmalı ki gülerken kaburgalarım çok daha az acıdı.

"Annesi delinin teki olmalı," dedim gülmeye devam ederek.

"Sayılır," dedi.

"Onları nereden tanıyorsun?"

"Selen'nin annesi, Oressa, Kralınızın kız kardeşi. Yıllar önce Kral Siles ile beraber Aslan Krallığına gelmişti. Bir tür göstermelik barış ziyaretiydi. Onu bir suikast girişiminden korumuştum. Şimdi de bana olan borcunu ödüyor. Bir de kardeşinden nefret etmesi var tabii. Endişelendiğin şey bizi ele vermesiyse, merak etme. Bunun hayatımı kurtarmasıyla bile ilgisi yok, Oressa kardeşine tahmin edeceğinden bile daha kin dolu."

Nefesimi istemsizce tuttuğumu o susunca fark ettim. En azından kalp atışlarımın artışını bambaşka bir şeye yormuştu ama yine de... Toprağın Hakimi adına! Tüm Hakimler birleşmiş bana karşı büyük bir oyun kuruyordu sanki. Oressa Halamın evinde olmamın başla nasıl bir açıklaması olabilirdi ki?

Olumlu düşünmeye çalıştım. Halam beni en son bebekken görmüş olmalıydı, yani tam da hastalıklı zamanlarımda. Annem, ben daha adım bile atamazken onun sürgün edildiğini söylemişti. Sebebi bir soylu yerine sıradan bir çiftçiyi sevmesiydi. Bu babamın kabul edemeyeceği şeylerde ilk sıralardaydı ve kardeşini sırf bu yüzden öldürebilirdi. Şaşırtıcı olan sadece sürgün ile yetinmesiydi aslında.

"Anlamıyorum," dedim kaşlarımı çatarak. "Kraliyet ailesinden biri olduğunu söylüyorsun, o halde neden bir sınır şehrinde..." Etrafıma öylesine baktım. "...bir çiftlik evinde yaşasın?"

Dudak büktü. "Aile içi karışıklıklar diyelim, açıklaması uzun."

"O halde şunu söyle," dedim, bu kez gerçek bir merakla. "Yıllar önce olan bir suikast girişiminden bahsediyorsun. Şu an yirmi yaşında olduğuna göre o zamanlar sadece bir çocuktun. Nasıl kadının hayatını kurtarabilirsin ki?"

Aslında bunun açık bir yalan olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kendini yüceltmek ve gücünü göstermek için başvurduğu bir yoldu. Oressa Halam sürgün edildiğinde bir yaşındaydım. O halde Aslan Krallığına ziyarete gittiğinde Lian en fazla iki yaşında olabilirdi. İki yaşında bir çocuğun bir suikasttı engellemesi bir yana kendini koruması bile mümkün değildi. Aslan da olsa çocuk çocuktu. Elbette ona bu yaş hesabını söyleyemezdim çünkü sıradan biri olarak gördüğü bir hırsızdım ben. Bu bilgilere sahip olmam mümkün değildi. Soruyu sorma amacım da buydu, nasıl bir açıklama yapacağını merak ediyordum ya da nasıl bir yalan söyleyeceğini...

"Sadece iki yaşındaydım," dediğinde ona alayla bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Buna gülmek istiyor gibi göründü. "Beni sevmek için kucağına almış, saldırgan o sırada oku serbest bırakmış."

İşte bu bilgi beklenmedikti. Küçücük hali gözümün önüne geldi ve bedenine saplanan o ok. Her ne kadar Aslanlardan, daha çok da ondan nefret etsem de bu beni dehşete uğrattı. "O halde ok sana mı isabet etti?"

Tek gözü kapanırken, "Kısmen," dedi. "Önemsiz bir durumdu, görüyorsun ki hala yaşıyorum ve fazlasıyla sağlıklıyım."

Alay mı ediyordu? Böyle bir şey nasıl önemsiz olabilirdi?

"Bu ilk kez ölümle yüz yüze gelişindi değil mi?" dedim ve neden önemsiz olarak nitelendirdiğini anladım. "Ama son değildi."

Sesli bir nefes alıp verdi. "Öldürülmesi kolay biri değilim diyelim." Yanındaki örtülerden birine uzandı ve onu üzerime örtü. "Biraz uyu. Zaten ilaç birazdan uyuklamana sebep olacak." Kızın üşümeyeceğimi söylemesine rağmen bunu yapması kaşlarımı çatmama neden oldu. Pelerininin üzerine uzanırken sessizce ona bakmaya devam ettim. Diğer örtüyü üzerine çekip esnedi. Az önce söylediklerini düşündüm. Öldürülmesi kolay biri değilim, demişti. Belli ki öyleydi ama benim için aynı şeyi düşünmüyordu.

Esirleri olmuştum çünkü. Canım yanmıştı. Onların esaretinden başka bir esarete düşmüştüm ve yine canım yanmıştı. Her ne kadar güçlü olduğumu iddia etsem de beni hep güçsüz görmüştü. Belki de kardeşi ve o şerefsiz Aslanın kurtarmak için yakalandığıma bile inanmamıştı. O öldürülmesi zor biriydi ama ben onun gözünde bir o kadar kolay avdım. Son olanlardan sonra beni bulduğu hal de bunu destekliyordu değil mi?

Sonunda gözlerimin dikkatle onu izlediğini fark etti. "Bir sorun mu var?" diye sordu.

"Bana acıyor musun?" diye sordum aniden.

Başını eliyle desteklerken gözleri kısıldı. "Neden sana acıyayım?"

"Cevap istiyorum, bir soru değil."

"Hayır," dedi net bir sesle. "Senden tiksiniyor muyum? Evet. Irkından nefret mi ediyorum? Fazlasıyla ama hayır, sana acımıyorum. Sen şansız olandın, şansızlığın bana rastlamak değildi, bana sorarsan tüm o şanssızlıkların arasında en şanslı olduğun konu oydu aslında. Ama eğer şansızlığın olmasaydı beni bile alt edebilirdin. Güçlüsün ve bunu sen de biliyorsun. Eğer Yılan ırkından olmasaydın sana hayran bile olabilirdim."

Gururumun incindiğini söylediği sözlerle rahatladığımda anladım. Esnedim ve canım yansa da ben de ona doğru döndüm. "Yılan ırkını neden sevmiyorsun, Kartal Kadın yüzünden mi?" Yüzü sertleşti. Soruma cevap vermedi ama bu bile benim için yeterli bir cevaptı. "Onu çok seviyor olmalısın. Bu Arlo ve Adara arasındaki ilişkiye neden ses çıkarmadığını da açıklıyor."

"Uyu artık!" dedi sertçe. Bu konu onu sinirlendirmişti.

"Kadının Arlo ile bir bağı var mı peki? Çünkü Adara'ya ondan bahsettiğimde çok sinirlenmişti, ona kadını aradığını söylememişsin." Bunu duyduğunda şaşıracağını düşündüm ama yüzünde herhangi bir değişme olmadı. Yüzü hala sertti belki ama şaşırmamıştı ya da sırrını ifşa ettiğim için daha da sinirlenmemişti. "Belki de kadını kendin için değil Arlo için arıyorsun," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Adara da bu yüzden sinirlendi."

"Uyu Asra," dedi ve yine cevap vermekten kaçınarak arkasını döndü.

"Son soru, cevap verirsen susacağım. Kadının Arlo ile bir bağı var değil mi? Evet ya da hayır demen bile yeterli."

Kısa bir an sustu. Muhtemelen böyle bir bilgi vermenin benim işime yarayıp yaramayacağını düşünüyordu. "Evet," dedi sonunda. "Kuzeni."

Fazla bilgi vermesi beni şaşırttı. Bu bilginin gerçekten işime yaramayacağını düşünmüştü şüphesiz ama hangi bilginin ne zaman işine yarayacağını bilemezdin. Mesela bu bilgiyle başka bir bilgiyi daha netleştirmişti. Lian o kadını gerçekten seviyordu; çünkü kimse bir başkasının, üstelik kendi ırkından bile değildi Arlo, kuzeni için böylesine riskleri göze almazdı.

"Peki, sen?" diye sorduğunda tekrar bana doğru döndü.

"Ben ne?" diye sordum anlamayarak.

"Aslan ırkını neden sevmiyorsun?"

Kısa bir an sorduğu soruyu düşündüm. Onlarla karşılaşana kadar buna tek bir cevabım vardı, ben de onu söyledim. "Çünkü bana söylediğin vicdanlı, yüce gönüllü Aslanlar yalanların aksine gerçek yüzünüzü biliyorum."

"Gerçek yüzümüz?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Merak ettim, bana da anlat."

"Sırf Yılanların tarafında diye Ejderleri öldürdünüz," dedim. Kaşları çatıldı. "Kartallar, Kargalar, hatta su halkını bile siz bu katliama dahil ettiniz."

"Ne?" dedi şaşkınlık içerek bir gülüşle. "Sana bu masalı kim anlattı böyle?"

"Masal falan değil, gerçek bu. Bize olan korkunuzdan bir ırka soykırım yaptınız."

"Asra inan bana ne biz, ne de saydığın diğer ırkların böyle bir şeyle ilgisi yok," dedi yüzünü buruşturarak. "Ejder ırkının yok edilişinin temelinde Hakimler yatıyor. Hatta bana sorarsan buna Toprak Hakimi de dahildi."

Aptalca bir şaka yapmış gibi güldüm. "Bu ne saçma bir yalan böyle. Hakimler bir ırkı neden yok etsin?"

"Bunu ancak Baykuşlar bilir," dedi düşünceli bir sesle. "Ama bugüne kadar bilen bir Baykuş varsa da nedenini dillendirmedi."

Bunu fazlasıyla net bir sesle söylemişti, yalan söylüyorsa mükemmel bir yalancı olduğuna şüphe yoktu artık ama doğru söylüyorsa bu asıl yalanın ırklara, belki de sadece bize anlatılan olduğunu gösteriyordu. "Ateş Hakimi tek halkının yok edilmesine öylece göz mü yumdu yani?"

"Ateş Hakimi sessizliğe gömüleli çok zaman oldu, Ejderlerin yok edilmesinden bile öncesine dayandığını duydum. Aslında duyduklarımızın da bir netliği yok ama onları biz yok etmedik." Yüzünü buruşturdu. "Buna nasıl inandınız, anlamıyorum. Tüm ırkı yok etmek, en büyük bir ittifakla bile mümkün olmaz. Şehre girip hepsini katlettik diyelim, başka krallıklarda illa ki Ejderler vardır değil mi? Tarafsız Topraklarda bile onlarcası yaşıyordu. Hepsi öldü, bir gecede yok oldular. Bu birkaç ırkın yapabileceği bir şey değil."

Anlattıkları mantıklıydı, eğer bize de bir gecede yok oldukları söylenseydi onları katledenlerin birkaç ırk olduğuna inanmazdık. Ejderler güçlü bir ırktı çünkü, birkaç ırkın birleşmesiyle bile bir gecede yok edilemezlerdi.

"Eğer öyleyse bu, Ejderler Hakimleri kızdıracak büyük bir şey yaptı demektir," dedim.

"Kesinlikle," dedi Lian. "Ama ne yaptıklarını hiçbir ırk öğrenemedi. Yaşayan tek bir Ejder bile kalmamıştı çünkü." Kısa bir an duraksarken düşünceli bir şekilde baktı bana. Kaşlarımı kaldırdığımda kendine geldi ve devam etti. "Krallıkları yıkıldı, haklarındaki çoğu bilgi yok edildi. Haklarındaki kitaplar bile öylece yok oldu. Unutulmaları istenir gibi."

Tüm kitaplar olamazdı muhtemelen çünkü kitaplığında onlarla ilgili bir kitap görmüştüm. Üstelik ben de küçükken bir Ejder kitabı bulmuştum. Annem sonra onu elimden almıştı elbette.

"Topraklarının bazı bölümleri diğer ırklar tarafından paylaşıldı," diye devam etti Lian. "Ama büyük bir bölümü çorak topraklara dönüştü. Yaşanılmaz hale geldi."

"Ejder ırkı böylelikle yok oldu," diye mırıldandım.

Lian'ın gözleri yavaşça kısıldı ama dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. "Canlandıran'ın neden öldürülmesi gerektiğini merak ediyor musun?"

Aniden yine Kutsal Varlıklar konusuna dönmesine anlam veremesem de, "Elbette," dedim. Bana vereceği her cevap Kutsal Varlıklar zırvalığını çözmem için bir adımdı ve o her zaman bilgi verme konusunda bonkör davranmıyordu.

"Karşılığında senden bir şey isteyeceğim." Aslında yüzündeki ifade bu bilgiyi de öylece vermeyeceğinin kanıtı gibiydi, sadece ben bunu biraz geç anlamıştım.

"Tehdit ya da işkence sanırım artık iş görmüyor," dedim sinirlenerek. "İstemiyorum, bildiklerin sende kalabilir. Bir Aslanla..." Vurgulayarak, "Beni esir alan, arkadaşımı hala esir tutan, canımızı yakarken zevk alan bir Aslanla," dedim. "Bir daha herhangi bir anlaşma yapacak kadar aptal değilim."

"Yapamayacağın bir şey istersem reddetme hakkına sahip olacaksın," dedi. Zerre güven vermiyordu ama yine de dinledim. "Ama yapabileceğin bir şey ise düşünmeden yapacaksın. Kabul edersen Canlandıran hakkında merak ettiğin her şeyi söylerim."

Yine nasıl bir oyun oynadığını merak ettim ama yine de sordum. "Benden ne yapmamı istiyorsun peki?"

"Hiçbir şey," dedi hemen. "Şu an için..."

"Anlamadım," dedim gözlerim kısılırken. Gerçi biri zaten kısık durumdaydı hala.

"Sana bir zaman dilimi belirtmiyorum. Senden şu an isteyeceğim bir şey yok. İleride olur mu, kesinlikle olur. Bu gelecek zaman içeren bir anlaşma."

"Düşündüğümden daha da saçmaymış," dedim kaşlarımı çatarak.

"Reddetme hakkın var, unutma!"

"Hala saçma, senin için saçma."

"Değil," dedi, dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. "Seni cesaret ve korkaklık arasında bırakacağım çünkü."

Gülmeye başladım. Hala saçma geliyordu çünkü. İsteyeceği şey ne olursa olsun yapamayacaksam korkak olarak nitelendirecekti beni. Korkaklık... Beni bir tabirle aşağılamak istiyor da olabilirdi ama umurumda değildi. Onun bana korkak demesi benim için hiçbir anlam ifade etmezdi. Aslında sadece onun için de geçerli değildi bu. Bana göre kimsenin düşüncesi, benim kendim hakkımda düşündüklerimden önemli değildi ve ben bile bazen kendimi korkak olarak tanımlayabiliyordum. Bu şekilde aşağılanacak biri değildim, bu şekilde kendimi aşağılayacak biri de değildim. Sadece insan olduğumun bilincindeydim ve insanlar korku duygusunu her an yaşayabilirdi.

"Anlaştık o halde," dedim ben de gülümserken. "Şimdi şu Canlandıran olayına dönebilir miyiz?"

Gülümsemesi genişledi, bizim kadar sivrilmese de sivri dişleri göründü. "Canlandıran..." dedi. "Kutsal Varlıklar arasında en önemlilerden biri."

"Diğerleri hangileri?" diye sordum merakla.

"Hükmeden ve Yok Eden," dedi.

"Hükmeden sensin. Yok Eden peki?"

"Yok Eden ile ilgili bir bilgi yok, aslında Kutsal Varlıklar hakkında Baykuşlar haricinde kimsenin çok bilgisi yoktur. Canlandıran'ın sen olduğunu bile birkaç Baykuş sayesinde anladım. Aslında Canlandıran'ın Kuzgunlarda ya da Güvercinlerden olacağını düşünmüştüm hep."

"Neden?" dedim merakla.

"Çünkü görevine en yakın ırk onlardı. Güvercinler şifacıdır, Kuzgunlar ise bir ölüyü kısa süreli de olsa diriltebilir."

"Anlamıyorum." Kafam karışmıştı. "Beni sadece bir kılıcın kabzasını şekillendirdiğim için Canlandıran diye nitelendirmedin mi? Bunun şifa vermekle de bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bir ölü diriltmekle de. Bir ölü görsem çığlık atarım ben."

Yüzünü buruşturdu. "Hayır, atmazsın."

"Pekala, çığlık biraz abartılı oldu."

Başını salladı. "Biraz değil."

"Her neyse... Konuya dön prens!"

"Kılıç," dedi yavaşça. "Cansız bir eşya. Cansız... Bir ceset de cansızdır."

Bunun mantıklı olduğunu kabul ediyordum, Kuzgunlar biraz da olsa anlaşılabilirdi belki ama hala Güvercinlerle nasıl bir bağlantı kurduğunu anlamamıştım. "Ama şifacılıkla hala bir alakası yok değil mi?"

"Bazı Güvercinlerin ölen birini bile yaşama döndürdüğü söylenir," dediğinde kaşlarım havalandı. "Kuzgunlar bunu kısa süreli sağlar. Genellikle veda etmek ya da şüpheli bir durumda bilgi edinmek için başvurdukları bir güç ama Güvercinlerin gücü tamamen şifa ile alakalı." Bunu ilk kez duyuyordum ama o da zaten sadece bir söylentiden bahsediyordu. Ölüyü canlandırmak... Biraz daha mantıklı olmuştu şimdi.

"Tüm bunlar neden Canlandıran'ın öldürülmesi gerektiğini açıklamıyor."

"Bu da Yok Eden ile ilgili," dedi Lian. "Yok Eden'in gücünü, Canlandıran'ın açığa çıkaracağını söyler Baykuşlar. Büyük felaketin başlangıcı Canlandıran olarak görülür o yüzden. O yüzden Hükmeden, Canlandıran'ı bulduğu an öldürmelidir."

Dudağımın içini dişledim. "O halde beni neden öldürmedin?"

"Başka bir yolu daha vardı çünkü."

"Ne gibi?" dedim merakla.

Yine gülümser gibi oldu. "Seni kendi yanıma çekip Yok Eden güçlerine kavuşmadan onu öldürmek."

Şimdi anlaşma mantıklı gelmişti. İsteyeceği şey bu olacaktı şüphesiz. Bu işin sonunda bana özgürlüğü vereceğini söylemişti. O zaman geldiğinde ben ya yanında kalacaktım ya da özgürlüğümü isteyecektim. Eğer yanında kalırsam cesur davranmış olacaktım ama eğer özgürlüğümü istersem korkaklık etmiş olacaktım. Ben daha şimdiden korkaklığımı kabul ederek özgürlüğü istiyordum.

Esnedim ve bunun artık canımı çok daha az yaktığını fark ettim. Gözlerim kapanıp açıldı. Gerçekten uykum geliyordu. Yine de ondan daha çok bilgi almak için direndim. Ona asıl soruyu sordum. "Beni yanına çekemezsen öldürecek misin?"

"Asra..." dedi ismimi uzatarak. "İnan bana, ben gerçekten ikna edici bir insan olabiliyorum. Bir yolunu bulacağıma emin olabilirsin."

"Vilas..."

"Hayır," diye itiraz etti. "Arkadaşın bana sadece bir yol bulabilmem için zaman sağlıyor. Yanımda olman tehditle olabilecek bir şey değil. Bunu gerçekten istemelisin."

"İyi bir başlangıç yapmalıydın o halde," dedim hafifçe gülerek. "Vilas'ı kullanmayacaksan elinde hiçbir şey yok demektir."

"Zaman... Elimde olan en önemli şey."

Kendinden emin duruşuna karşılık uzun uzun ona baktım. "Şu anlaşma... Belki de bunu isteyeceksin benden. Senin yanında olmamı... Sadece daha can alıcı bir anı kovalıyorsun."

Başını iki yana salladı. "Söyledim sana bu zorla ya da benim istememle olabilecek bir şey değil. Kendin istemelisin, içinden gelen şey bu olmalı."

Eğer bu doğruysa bir imkansızın peşinden gidiyordu. "O halde benden ne isteyeceksin?"

"Bunu gelecek belirleyecek. Ben sadece geleceğe bir yatırım yaptım."

"Ben buna yatırım demezdim," dedim. "En azından kazançlı bir yatırım... Reddetme hakkım olduğunu sen söyledin. Korkaklık ve cesaret..." İstemsizce gülümsedim. Artık susmamın pek de anlamı kalmamıştı. "Ben bu zamana kadar o kadar çok korkak oldum ki, bir kez daha olmak beni incitmez."

"Çıngıraklı," dedi bu kez. "Ben yalan söylemeyi sevmem ama söylerim. En çok da kime söylerim biliyor musun?" Kaşlarım çatılırken onun kaşları havalandı. "Kendime. Bazen zihnimde bir savaş başlar ve ben kolay olanı seçerim. Kendime bir yalan söyler ve ona inanıyormuş gibi yaparım. Kolay olanın bu olduğunu bilirim çünkü. İşte bu korkaklıktır, kendi düşüncelerinden korkan bir korkağım ben."

"Bunu bana neden söylüyorsun?" dedim anlamayarak.

"Çünkü sen de böylesin," dedi neredeyse soruyu sorduğum anda. "Kendine yalanlar söylüyorsun. Korkak olman belki de bunlardan sadece biri ama seni gördüğüm ilk günden beri ben hiç korkak olduğunu düşünmedim. Bugüne kadar tanıdığım en cesur kişi değilsin belki ama korkak da değilsin. Sen bir düşünce korkağısın sadece."

"En büyük korkaklık da bu değil midir? İnsanın kendi düşüncelerinden korkması..."

Başı hafifçe iki yana hareket etti. "Her insan düşüncelerden korkar ama çok az kişi düşüncelerin gücüne yenilir. Düşüncelerin gücünü küçümseme, düşünceler bazen korkuyu yerle bir eder. Bu bir yenilgidir, düşüncelerine yenilirsin ama sana asıl cesareti getiren de o yenilgi olur."

"Belki de benim korkularım düşüncelerimden daha güçlüdür," dedim artık uykulu bir sesle.

Sarı gözleri kararan ahırda daha koyulaşmıştı artık. Bana sessiz ve uzunca baktığında gözlerini çekti ve sırt üstü uzandı. "Senin düşüncelerin öylesine güçlü ki Asra..." dedi ve tek kolunu gözlerine kapattı. "...onları bastırmak için korkularını ben beslemek zorunda kaldım hep. İnan bana, çoğunda da başarılı olamadım."

⚔⚔⚔

Merhabalar Yılanlarım ve Aslanlarım,

Keyifler nasıl?

Peki, ya bölüm?

Yaralarımızı Aslan prensimiz sardı. 😈

Bir de bir anlaşma yaptık, Anahtar okurları bilir ki bizim bu oğlanlarla yaptığımız hiçbir anlaşmanın sonu iyi bitmedi. Sizce bu anlaşmanın sonucu nasıl biter?

Ve ve ve Lian bizim kızdan ne isteyecek olabilir acaba?

Diğer bölüm sürgün edilen halamızla mı karşılaşsak acaba?

Ama gerçekten nedir bu Asra'daki şanssızlık 😈

Ha unutmadan, Ejderleri de Hakimler mi ne yok etmiş diyorlar. Ben onların yalancısıyım...

Haftaya görüşmek istiyorsak ne yapıyoruz? Bol bol yorum yapıp oy veriyoruz.

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

 

Loading...
0%