Yeni Üyelik
3.
Bölüm

1.2 - Kan Dolu Düğün

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

İkinci ve upuzun bir bölüm ile döndüm. Yorumsuz paragraf bırakmasak olar mı? 🥺 Yıldızımızı öyle parlatın ki Assra'nın pulları kadar parlak olsun❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

 

🎶

Eternal Eclipse - Afterlight

Xeah - Wake up

Vo William - Edge Of The Earth

🎶

 

Instagram :

e.s.mare

esmare_den

(Bölümlere ait çizimleri ve alıntıları daha önceden ve daha net görmek için takip edebilirsiniz ❤️)

 

⚔️

"Ters bir durumda..." dedim fısıldayarak.

Beklemedi bile. "Seninleyim, her zaman."

⚔️

 

 

Art arda şaklayan kırbaç sesi kulaklarıma doluyordu. Bir de ara ara damlayan su sesi...

Sırtımda keskin bir acı vardı ve titriyordum. Ara ara acının çoğalması ise titrememi daha da artırıyordu. Alnımdaki ter katmanını hissederken damlalar şakaklarımdan yuvarlanıyordu. Göz çukurlarıma doluyor ve gözkapaklarımın altına sızarak gözlerimi de yakıyordu. Hem sıcaktı hem de çok soğuk. Bir dondurucu soğukla üşüyor, bir kavurucu sıcakla yanıyordum.

Gözlerimi açmaya çalıştım, çok zordu. Kıpırdandığımda canım daha çok yandı ve bir ses çok geçmeden beni uyardı. "Kıpırdanıp durma! Canımı daha da çok sıkıyorsun. Sanki daha fazlası olabilirmiş gibi..."

"Vilas..." dedim bir yılan tıslamasıyla bile değil, iğrenç bir kedi mırıltısıyla. Sevimli görünen o küçük yaratıklar Aslanların soyundandı, Aslanları sevmezdim. Hiçbir Yılan soyu da öyle ama en azından Kediler, Kertenkeleler gibi aptalca sataşmalara girmiyorlardı. Onlar Aslanların üstünlüklerinin farkındaydılar. Kertenkeleler ise biraz daha Yılanların damarına basarsa yakında yok olacak bir ırktı.

"Sana kıpırdama dedim!" diye çıkıştı ve sırtıma bir şey daha bastırdı. Acıyla inledim.

Onun yüzünü son hatırladığımda karşımdaki kokuşmuş zindanın demirlerine sıkıca asılmış öfkeyle soluyordu. Sanırım ben sonunda kendimden geçtikten sonra onu yaralarımı temizleyip sarması için yanıma almışlardı. "Kaç..." Dişlerimi yeni acı dalgasıyla sıktım ama akabinde yine de sırıttım. "Kaça kadar dayandım?"

"Aptalın tekisin!" dedi, işte onun sesi tam bir yılan tıslamasıydı.

Gözlerimi sonunda açabildiğimde onu göremedim. Arkamdaydı. Arkası tamamen yırtılmış gömleğim en azından terden üzerime yapışmıştı da göğüslerimi gizlemişti. Bu ona takılmama engel değildi elbette. "Göğüslerime bakmadın değil mi?"

"Assra!" O olduğunu bilmesem gerçekten bir yılan yanımda zehirli diliyle tıslıyor sanırdım.

"Eğer baktıysan seni astırırım!" dedim, boğazım o kadar kurumuştu ki yutkunamadım bile. "Belki de seninle evlenirim. Ne de olsa benim gibi bir leydinin göğüslerini görebilmişsin, bu oldukça cesur ve takdir edilmesi gereken bir başarı."

"Senin derdin ne!" diye bağırdı sonunda. Üzerime eğildiğinde öfkenin dumanı solumama izin verdi. Gözleri o dumanın ateşine sahipti. "Sırtın ne halde haberin var mı? İz kalmayacağı için şükretmelisin!"

"Sana yılan otu mu verdiler?" dedim yüzümü buruşturarak. "Yaşasın kralımız!"

Yılan otu şifa kaynağımızdı ama burnuma çalınan keskin ve ekşimsi kokuya bakılırsa ona ot yerine yılan otuyla yapılan şifalı bir krem vermişlerdi çünkü yılan otu bile o kırbaçların iz bırakmasını engelleyemezdi. Sadece iyileşmesine yardımcı olup süreyi azaltırdı.

Kırbaç sesleri tekrar kulaklarıma ulaşırken bunun çok da uzakta olmayan bir yerden geldiğini anladım. Şaklamaları bu kez çığlıklar da takip etti. Birinin canı şu anlarda fena yanıyordu. Vilas sert bir nefes verdi ve nefesinin sıcaklığı sıcak terimi harladı. Bedenimi hafifçe doğrulttu. Gömleğim kalanını da iç çamaşırımla üzerimden çıkarıp attı. Ellerimi kaldırıp mahremiyetimi gizlemeye uğraşmadım. Vilas'ın şu an onunla alay ettiğimin aksine iki parça et yumağına bakmadığına emindim. Hatta öfkeli bakışları sırtımı bile delebilirdi.

Bir sargıyla gövdemi sarmaya başlarken tenime neredeyse hiç dokunmamıştı zaten. "Annene bunu söyleyeceğim!" dedi sonunda sessizliği bozarak.

"Söylemeyeceksin," dediğimde beni umursamadı bile. Sargıyı yumuşakça sarmaya devam etti. "Beni bir daha kırbaçlatacak mısın? Zalimsin!"

"Aptalca planlar kuran sen değil misin?" diye çıkıştı. "Ama annenin haberi olduğunda sen de ben de dışarıda olacağız. Seni korur!"

Seni kim koruyacaktı peki?

"Annemin haberi falan olmayacak!" dedim bu kez sert bir sesle.

Kumaşı sarmayı bitirdiğinde karşıma geçti. Artık öfkeli gözleri tam gözlerimin içine bakıyordu. "Kral belki prens Drassa haricinde hiçbir çocuğunu sevmiyor ama kraliçenin de tek önemsediği çocuğu sensin Assra. Krala olan kinini anlıyorum ama annene olanın nedeni ne? İşte bunu anlamıyorum."

Ak Yılanların kral ve Kraliçesinin ikinci çocuğu Assra Marian. Drassa'dan yarım saat sonra doğduğumu söylemişti annem, kendimi ikinci olarak görmem bundandı. İşte ben buydum, bir prenses ama aslında en çok da bu değildim. Doğumundan sonra bulaşıcı Yılan hastalığı Lenf'e yakalanmıştım.

Ben uzun yıllardır bulaşıcı bir yılan hastalığı olan Lefs ile boğmuştum ama en fazla iki yıl içinde deriyi soyan ve acılar içinde öldüren bu hastalık beni öldürmeyi başaramamıştı. Kendimi o halde hiç hatırlamıyordum ama iyileştiğimin hiçkimseye söylenmediğini biliyordum. Babam benden o kadar tiksinmişti ki şimdi hala bana hastalıklıymış gibi bakıyordu. Bunun bir nedeni de bu hastalığın halk arasında günahkar bedenleri bulduğu inancıydı. Bu hastalık güya Tanrıça Lester'in günahları için insanlara verdiği bir cezaydı. Bir bebek günahkar olamazdı değil mi? O halde ben birilerinin günahının bedeliydim.

Anne ve babamın...

Kardeşim Teressa, babamın bir fahişeden olan çocuğuydu. Muhtemelen onlardan sadece biriydi ama babam onu saraya almıştı. Belki ona da diğer çocukları gibi hiç sevgiyle bakmamıştı ama öldürmemişti de. Halka bile takdim edilmişti, benim aksime. Ben babamın günahını çekmiştim, annem böyle söylemişti ama Halk başka bir hikaye biliyordu. Terassa gayrimeşru bir çocuktu belki, yasak bir ilişkidendi ama bir fahişeden değildi, halka onun annem ve babamın evlilikten önce olan çocuğu olduğu söylenmişti. Annem bunu nasıl kabul etmişti, hala anlamamıştım ama o da hastalığımda halkın gözünde babam kadar suçluydu.

İşte bu inanış beni babamın en nefret ettiği çocuğu haline getirmişti. Yine de üzerimden aynı halkın duygularıyla oynamaktan da vazgeçmemişti. Günahlarından arınmak istediğini söyleyerek adaklar adamış, Toprak Hakimi'ne dua törenleri düzenlemişti. Benim için çırpınmıştı güya, halkından dualar istemişti. Toprağın hakimi Lesster onların dualarına cevap vermişti. İnançlı insanlar çoğu şeyi ilahi sebeplere dayandırırdı. Bazıları belki doğruydu, bazıları ise sadece kocakarı masalı.O halkın duaları sayesinde tam on dokuz yıl yaşatmıştım ve on dokuz yıl boyunca babam bunu halkına karşı kullanmıştı, hala da kullanıyordu.

Çoğu zaman keşke o hastalık beni öldürseydi demiştim çünkü kendimi bildim bileli... Bir tutsaktan fazlası değildim.

Bazen saraydan kaçtığımda halktan insanlarla konuşurdum. Vilas'ın beni kısa sürede bulacağını bilirken uzun uzun sohbetler edemezdim elbette ama bazı şeyleri böyle öğrenmiştim. Bunlardan biri de benim hakkımdaki söylemlerdi. Bazıları bana acıyordu. Bazıları -ki bunlar çok azdı- beni hastalıklı bir ucube olarak nitelendiriyordu. Hatta çok çirkin olduğum için Kraliçenin beni bilerek insanlardan uzak tuttuğunu söyleyenler bile vardı ama beni görselerdi şüphesiz Toprak Hakimi Lesster sanırlardı.

Ama en komik olanı bunlar değildi. Bazıları benim bir gün Ak Yılanların Kraliçesi olacağımı, hatta Kraliçe Kalissia'dan bile daha çok güç getireceğime inanıyorlardı. Bu hastalık sadece bir sınavdı ve ben o sınavı geçecek, bir gün bir kraliçe olacaktım. Komikti ama annem de buna inanıyordu.

Vilas'ın sorusunu biraz geciktirsem de sonunda, "Onu kin falan duymuyorum," diye cevapladım. Aslında duyuyordum, annemi seviyordum ama esaretimin bir sorumlusu da oydu. Babama tüm yaptıklarında izin vermişti, ona hiç karşı çıkmamıştı. Eğer güçsüz olduğunu düşünseydim, tüm bunlar için onu suçlamazdım ama değildi. Annem bu zamana kadar gördüğüm en güçlü ve ürpertici kadındı da aynı zamanda. Babama çok kez karşı çıktığını dinlemiştim. Babamın beni cezalandırdığında nasıl korkunç birine dönüştüğünü de görmüştüm. Bu babamın cezalarını elbette kesmemişti ama o günden sonra çoğundan annemin hiç haberi olmadı.

Annemin babama karşı çıkacak, hatta onu korkutacak gücü bile vardı ama beni bu esaretten hiç çekip çıkarmamıştı. Babamın bunu güç için kullanmasına izin vermişti, krallığın bir noktada birleşmesi belli ki benim esaretimden daha önemliydi. İşte ona bu yüzden kinliydim.

"Yalan söylediğinde yüzündeki pullar soluklaşıyor," dedi Vilas tek kaşını kaldırarak. Sırtını arkasındaki küflü duvara yasladı. Koku o kadar rahatsız ediciydi ki... Ama Vilas'ın sırtıma sürdüğü kremden daha kötü değildi. Bu koku başımı ağrıtmaya daha şimdiden başlamıştı.

Elim elmacık kemiklerimin üzerindeki pullara gitti. Yılanların hepsinin sahip olduğu o pullar bazılarında daha soluktu, bazılarında ise göz alıcı bir şekilde parlaktı. Vilas'ın pulları ara ara parlardı sadece. Benimkiler ise biri yanaklarım üzerindeki çıkıntılara yıldız tozu serpmişçesine parlaktı. Üstelik çoğu Yılan ırkının pulları en fazla üç bölgede bulunurken benim bedenimde biraz daha fazla dağılım göstermişti. Bir ara Vilas saç diplerimde bile pullar olduğunu söyleyip benimle eğlenmişti ama üzerine üç iri yılan yollayınca bir daha böyle bir şeye yeltenmedi.

"Yalancı!" diye çıkıştım. Sırtımdaki acı yine şiddetle kendini belli edince inlercesine nefeslendim. "Benim pullarım hep parlak!"

"Bana gerçeği söyle!" diye bastırdı. "Ben senin dostunum."

"Hiçbir dost, dostunun memelerine bakmaz."

Yüzünü ekşitti. "Alınma ama senin memen yok."

Ellerim hızla sargıların kapattığı göğüslerime gitti, sırtıma şiddetli acılar saplanınca küfrettim. "Seni yılan sümüğü! Canımı yaktın!"

"Ben de bir kadın olsam ve benim de memem olmasa canım yanardı."

"Benim memem var."

"Doğru," dedi sırıtarak. "İkisi bir meme ediyor."

Ufak bir taşı yerden alıp ona fırlatırken keskin acılarla yine küfrettim. "Seni meme düşkünü sapık!"

Dudak büktü. "Anlatmazsan bir acı gerçeği daha söylerim sana."

"Neymiş o?"

"Anlatacak mısın?"

"Hayır."

"O halde..."

"Bekle bekle!" dedim hemen. Derin bir nefes aldım. "Hazırım, söyle!"

"Kalçalarında da pullar var, parlıyorlar. Kıyafetlerinden bile belli oluyor bu."

"Kalçalarıma mı baktın?" dedim irileşen gözlerle. "Gerçek bir sapıkmışsın sen!"

"Küçükken çıplak yüzerdik."

"Küçükken mi baktın? Küçükken de sapıkmışsın."

Buna neredeyse gülecekti ama gülmedi çünkü Vilas huysuzun tekiydi. Daha birçok şeydi. İyi bir askerdi, iyi bir insandı, iyi bir dosttu ama sapık değildi. Birçok kez eğitimlerde yanında soyunmuşluğum vardı ama o hep göz devirip yanımdan ayrılırdı. Bir ara onun yüzünden güzel bir vücudum olmadığını bile düşünmüştüm hatta. Bir ara da onun kadınlardan hoşlanmadığını... Ama odasında onu bir kadınla bastığımda bu düşüncem kaybolmuştu. Hoş bir görüntü değildi, hafızamdan hala silmeye uğraşıyordum.

"Buradan çıktığımda üzerine yılanlarımı salacağım!"

Öne doğru eğilip yine yüzüne nefret ettiğim o ciddi ifadeyi takındı. Ellerini birbirine geçirip kaşlarını çattı. "Pekala, anlat bana. Ben de annene bugün olanlardan bahsetmeyeyim."

"Zaten bahsetmeyeceksin."

"Bahse var mısın?"

Hoşnutsuzlukla yüzümü buruşturdum. "Pekala ama önce bana kaça kadar dayandığımı söyle!"

Bana yine o öfkeli bakışlarından fırlattı. "Hayatımda senden daha aptal çok az kişi tanıdım, onlar da seni görse bahse varım aynı şeyi söylerdi." Sırıtıp cevap beklediğimi belli ettim. "On iki aptal! On iki kırbaç yedin."

"Sadece on iki mi?" dedim hüsrana uğrayarak. Sonuncudan iki tane daha fazla. "En azından bayılmadım ama."

"Yılan sümüğü gibi yere yapıştın. Seni nerdeyse kazıyarak kaldırdım."

Ona kınayıcı bakışlar attım. "Ağlamadım, buna ne diyeceksin?"

"Sen ağlayabiliyor muydun?" dedi yapma bir şaşkınlıkla.

"En güzel yılanım öldüğünde ağlamıştım." Ah benim güzel bebeğim... Onu kahrolası Kral Siles öldürmüştü. İntikamını bir gün alacaktım.

"Altı yaşındaydın," dedi gözlerini kısarak.

Başka zamanlarda da ağlamıştım ama bunu onun bilmesine gerek yoktu.

"O zamanlar tam bir aptaldım."

"Çocuktun," dedi yüzünü buruşturarak.

"Yani aptaldım."

"Konuyu değiştirmeye çalışıyorsun," diye çıkıştı.

Kısmen doğruydu, daha çok da ona takılmak hoşuma gidiyordu. Hep gitmişti. Ayak sesleri sorusundan kurtulmama neden oldu. Tabii ki bu sadece şimdilikti. Bir Ak Yılan askeri paslı parmaklıkların ardında belirdi. Koridorlarda birinin çığlığı yankılandı ama kamçı sesi artık yoktu. Belki de artık başka bir işkence yöntemi deniyorlardı. Asker oralı bile olmadı. Yanına gelen diğer iki asker arkasında beklerken o anahtarı kilide soktu ve parmaklıklı kapıyı araladı. Kapı kulak tırmalayıcı bir gıcırtıyla açılırken askerlerin gözleri bizi buldu. "Size saraya kadar eşlik edeceğiz," dedi kapıyı açan. Alaycı bir sesle, "Prenses," diye ekledi sonunda.

Cezamız bitmişti demek. Eh, çok fazla ortadan kaybolmam sıkıntı verirdi. Bir de... Sanırım askeri birazdan öldürecektim ama o çok önemsiz bir konuydu.

Vilas hızla ayaklandı. Beni kaldıracağını düşünürken o önce üzerindeki gri gömleği çıkardı. Yanıma eğilip, "Kollarını kaldır," dedi bariz bir tıslamayla. Önce ona baktım, sonra askerlere. En son ise kendime. Sargı çıplaklığımı kısmen gizliyordu ama bu askerlerin aç bakışlarına engel değildi. Bir prensese bir asil bile böyle bakamazken kahrolası kral beni iğrenç bir duruma düşürmüştü işte.

Kollarımı kaldırmadım ama Vilas'ın elinden gömleğini aldım. Gözleri kısıldı, biraz da söylediğini yapmadığım için kızdı ama bir şey demedi. Elimi uzattığımda beni kaldırdı. Birkaç sarsak adımla askerlere yaklaşırken sırtım acıyla yanıyordu, arkadakiler askerler beni süzdü ama en azından yüzlerinde alaycı bir ifade yoktu. Öndeki ise ne alaycılığını ne de küçümseyici tavrına rağmen açlığını gizleme gereği duyuyordu.

Tam da o askerin önünde durdum, zaten kenara çekilmemişti. Dik dik yüzüme bakıyordu. Avucumun arasındaki gömleği hafifçe sıktım. "Bir şey söyleyecek gibisin."

"Hoş bir vücudun var," dedi ve dilini dudaklarında dolaştırıp alaycı bir sesle, "Prenses," diye ekledi.

Başımı omzuma çevirip Vilas'a baktım. "Bana söylediklerine bak, bir şey demeyecek misin?"

Öfkeli ifadesiyle askeri izlerken, "Terbiyesiz," dedi sadece. Bakışlarıyla sözleri öyle tutarsızdı ki...

Asker güldü, arkadakiler de neredeyse güleceklerdi ama onlar öndekinden şüphesiz daha akıllı olmalılar ki yapmadılar. Vilas bir Yüzbaşıydı, beni belki bir prenses olarak görmüyorlardı ama Vilas her türlü onları mahvedebilirdi. Öndeki asker çok şeyi gözden kaçırıyordu.

"Terbiyesiz mi?" dedi yüzümü buruşturarak. "Sadece bu kadar mı? Nesin sen? Bir yüzbaşı mı yoksa leydi mi?"

Kıpırdamadı ama gözleri bana kaydı. Dudaklarının sağ köşesi de yukarı kıvrıldı. "Hayır, akıllı bir adamım."

Akıllı bir adamdı, ne zaman ne yapıp yapmayacağını iyi bilirdi.

Başımı çevirip askere baktım. O ise sargının gizlediği göğüslerime bakıyordu. "Hey! Ben yukarıdayım."

Başını kaldırdı. "Aşağısı daha güzel."

"Prensesi unuttun!"

Pis pis sırıttı ve konuşurken ağzını yine yaydı. "Pren-"

Onu hızla çevirdim. Asker ne olduğunu bile anlamadan gömleği ileri savurdum. Diğer ucunu da aynı hızla kavradım. Askerin boynu Vilas'ın gömleği arasına girerken ne sırtımdaki yaraların acısı ne de askerlerin kılıçlarını çekmesi umurumda oldu. Gömleği sıkmamla asker kendine geldi ve belinden kılıcını çekmek için atıldı. Vilas ondan önce davrandı ve kılıcı hızla aldı. Sonra rahat bir tavırla omzuna yaslayarak beni izledi.

Askerler ellerinde kılıçla öylece bakakaldılar. Bir şey yapmayı belki bir an düşündüler ama sonuçlarını da aynı saniyelerde kavradıklarına şüphe yoktu. Ellerimin altındaki asker nefes almak için debelenirken benden böyle bir güç beklemediğini biliyordum ama ben öylesine bir prenses değildim.

Ben öylesine bir Yılan da değildim.

Ben öylesine hiçbir şey değildim.

"Ben Prenses Assra Marian Sallister," dedi dilimi uzayan sivri dişlerimde gezdirerek. "Ve memelerime sadece Yüzbaşı Vilas bakabilir!"

Vilas'ın yüzündeki ifadeyi görmüyordum belki ama tahmin edebiliyordum. Her zamanki gibi yüzünü buruşturmuştu şüphesiz. Asker son nefesini verene kadar gömleği sıktım ve sonunda ölü bedeni serbest bıraktım. Bir gübre çuvalı gibi yere serildi. Bunun mükemmel bir benzetme olduğunu da aklımdan geçtiği an anladım.

Gömleği acıyan sırtıma rağmen üzerime geçirdim ve ölü askerin bedenini çiğneyerek iki askere yaklaştım. Ellerindeki kılıçlara rağmen aynı anda geriye adımladılar. Onlara iri iri gözlerle baktım ve ellerimi iki yana açtım. "Sakin olun küçük bebek yılanlar, silahsızım." Havadaki ellerimden birini indirdim, diğerini sağdaki askere uzattım. "Ama onu verirsen bir silahım olacak. Eğer vermezsen..." Yerdeki gübre çuvalına talihsiz bir bakış attım. "Yerde bir gübre çuvalı daha."

"Ne-neyi?" dedi sağdaki kekeleyerek.

"Çükünü!" dedim neredeyse bağırarak. "Siz erkekler en güçlü silahınızı o görüyorsunuz ya!"

Asker korku dolu gözlerle baktı bana. "Ne?"

"Assra!" dedi Vilas bıkkınlıkla.

Sırıttım, bu askeri daha da korkuttu. "Şakalaşıyorum sadece. Çükün sende kalabilir. Muhtemelen kör bir silah zaten." Bakışlarımla yanından sarkan kılıcı işaret ettim. "Benim silahım. Onu bana ver!"

Asker irkilerek kendine geldi ve kılıcı kınıyla beraber sökercesine çıkarıp bana uzattı. Alıp belime bağladım hemen. Vilas sonunda yanımdan geçti ve bezgin nefesler vererek koridorda ilerlemeye başladı. Sırtındaki kaslara bakarken bir ıslık çaldım. "Gömlek bunun içindi değil mi? Kasların iştah kabartıcı Yüzbaşı! Sana aşığım!"

⚔️

Gizli geçitlerden saraya girdiğimde Vilas artık yanımdaydı. Elbette geçitler sadece belirli odalara açılıyordu, bunlardan biri de Kral ve Kraliçenin odasıydı. Biz o yolu hiç kullanmamıştık ama şu an hep kullandığımız o yoldan da gelmemiştik. Kral'ın bildiği yolda, askerler peşimizde ilerlemiştik. Bizim yolumuzu kral bile bilmiyordu.

Sonunda Alissa'nın odasından çıktığımızda o odada yoktu. Kral bu odayı aslında erkek kardeşim Drassa'ya vermişti ama Drassa bunu reddetmişti. Alissa'yı sevdiğini düşündüm, olası bir durumda kaçabilmesini istediği kardeşi oydu çünkü. Ben de kardeşlerim arasında en çok onu severdim. Galiba... Sadece onu severdim. Alissa uysaldı, tatlıydı ve çok güzeldi. Benden iki yaş küçük olmasına rağmen vücut hatları daha çıkıntılı ve dolgundu. Tenindeki pullar diğer kardeşlerimden daha parlaktı, bu da ona ilahi bir ışıltı veriyordu. Beyaza dönük uzun saçları her daim özenle şekillendirilmiş olurdu. Elbiselerini de hep kırmızı renkten yana kullanırdı ki, bu beyaz tenini daha göz alıcı gösterirdi. Alissa bir ortama girdiği an herkesin ilgisinin hemen üzerine çekerdi. Bu saydığım hiçbir özelliğinden de değildi, onda Yılanların çoğunun sahip olamadığı iç ısıtan bir aura vardı.

Bence ondan çok daha güzel bir kraliçe olurdu ama annem benim aksimi düşünüyordu. Bunu da çokça yansıtıyordu. Alissa en zalimce davrandığı çocuğuydu. Şüphesiz Kral Siles'in Kara Yılan veliahtıyla evliliğine sıcak bakmasının nedeni de buydu. Kral Siles Kara Yılanlarla aralarını düzeltirken aynı zamanda en uysal kızının da bir gün Kara Yılanların kraliçesi olmasını istiyordu. Uysal ve ona bağlı bir Ak Yılan prensesi, geleceğin Kara Yılan Kraliçesi olduğunda elbette en çok onun işine yarayacaktı bu. Kraliçe ise Kara Yılanlardan tiksiniyor, daha çok da veliaht prenslerinin nasıl zalim olduğunu biliyordu. Alissa'nın narin yapısının bu zalimliğe dayanamayacağı babam umursamıyordu belki çünkü odaklandığı amaçları başkaydı ama annem de umursamıyordu.

Annem acımasız bir kadındı. Bana karşı hiç olmadığı şekilde acımasız...

Kapı açıldı, Alissa bizi gördüğü an irkildi. Elini göğsüne bastırırken, "Yüce Lesster!" diye inledi.

Elimi kaldırıp parmaklarımı oynattım. "Hayır, benim! Assra Marian."

"Marian!" diye çıkıştı ve başını eğip koridoru kontrol etti. Kimse olmadığına emin olmuş olacak ki içeri girip kapıyı kapattı. Yine kırmızının koyu bir tonunu giydiği elbisesinin eteklerini toplayarak hızla bana doğru geldi. Biraz daha kilo almıştı son zamanlarda, bu onu daha güzel gösteriyordu. "Seni aptal kaçık! Neredeydin? Çok endişelendim!"

Bana sıkıca sarılması hoş olmamıştı. Yaralarım şiddetle sızlarken inlememek için dişlerimi sıkmam gerekti. Kollarımı acıdan ona saramadım ama o da bunu fark edemeyecek kadar heyecanlıydı zaten. Geri çekilip beni incelediğinde yüzünü buruşturdu. Parmakları yüzümdeki lekeleri silmek için nafile bir çabaya girişti. "Biri seni ateşe mi verdi? Bu is lekeleri de neyin nesi?"

Cevap beklercesine yanımda sessizce dikilen Vilas'a baktı. Aynı anda zaten iri ve yuvarlak olan gözleri daha da büyüdü ve başını tam aksi yöne çevirdi. "Yüce Lesster adına! Sen çıplaksın!"

Vilas üzerine baktı ve gömleğini bana verdiğinin o an farkına vardı sanki. Dudaklarını birbirine bastırıp bıraktı. "Benim askerlerimi kontrol etmem gerek," dedi hızla. Kimsenin bir şey söylemesini beklemeden odadan çıktı.

Sırıtarak Alissa'ya baktım, yanakları iki iri elmaya dönmüştü. "Çıplak bir erkek görmeye Vilas'la başlamak beklentileri biraz yükseltiyor değil mi?"

Başını bana çevirdi, utangaç halini kızgınlığıyla kamufle etmeye çalıştı. "Yine ne tür bir belaya bulaştın Marian?"

"Birincisi," dedim ve geri çekilip kendimi bir sandalyeye attım. Bunu sert bir şekilde yapınca sırtımın acısıyla tısladım. "Ben senin ablanım! Sen bana hesap soramazsın."

Devam etmemi bekledi, etmeyince, "İkincisi?" dedi kısılan gözlerle.

"İkincisi yok. Kimse ikinciden bahsetmedi."

Tatlı mı tatlı yüzünü buruşturdu, böyle bile tatlıydı. "İkincisi yoksa, neden cümleye birincisi diyerek başlarsın ki?"

"Çünkü keyfim öyle istedi," dedim ve masadaki tabaktan bir üzüm tanesi koparıp ağzıma attım. Ancak o an ne kadar aç olduğumun farkına vardım ve salkımı elime alıp üzümleri mideme göndermeye devam ettim.

Alissa homurdandı. Yüzümdeki sırıtışla onu incelemeye başladım ama sırıtışım yavaşça soldu. Alissa bugün evleniyordu, son birkaç gününü de ağlayarak geçirmişti. O hali o kadar dayanılmazdı ki onu kaçırmamı kabul etmediği için kızgın olsam da canımın yanmasını da engelleyememiştim. Keşke bu kadar narin, belki de korkak olmasaydı demiştim. O zaman onu kaçırmakta zorlanmazdım.

Şimdi ise oldukça canlı görünüyordu. Gözlerindeki kızarıklıktan eser kalmamıştı, yüzü çeşitli boyalarla renklendirilmişti. Belki bunu annem istemişti ama yeni olmadığı belli olan boyalarda en ufak bir bozulma bile yoktu. Alissa bugün ağlamamıştı. Hem de hiç...

"Bir şey mi oldu?" dedim ağzıma üzüm tanelerini atmaya devam ederek.

"Ne gibi?"

"Şey..." Dudak büktüm. "Sen... İyi görünüyorsun?"

Afalladı. Bunu beklemiyordu şüphesiz. Alissa hiçbir zaman iyi rol yapan biri olamamıştı. Ne hissediyorsa öyle davranırdı. Annem onun davranışları acımasız yöntemlerle törpülese de bazı şeyler kolay değişmiyordu. İçeri girdiğinde rahattı, beni görünce ise rahatlamış. Şu an karşımda elbisesinin kabartılmış eteklerini sıkıyordu, tedirgindi. "Alissa..." dediğimde bana döndü. "Bana söylemediğin bir şey mi..."

Kapı şiddetle açıldığında devamını getiremedim. Kraliçe Kalissia tüm görkemiyle kapıda belirdi. Ayağa kalkarken saç diplerime kadar gerildiğimi hissettim. Yutkunmamak için kendimi tutmak zorunda kaldım. Kraliçenin neredeyse buz mavisi gözleri üzerimde aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır hareket ederken saniyeler bana saatler gibi geldi. Yüzünde beliren tiksintiyle kısa bir an yüzümü de süzdü. Bakışları benden hızla Alissa'ya döndü. Bakmasam da Alissa'nın irkildiğini hissettim.

"Çık dışarı!" dedi Kraliçe Kalissia. Sanki bunu kızına değil de hizmetçilerinden birine söylüyordu.

Alissa bana saniyelik bir anda baktı ve hızla kapıya yöneldi. Kraliçe'nin önünde hafifçe eğilip dışarı çıktı. Kapılar ardından kapandı. Şimdi iki çift buz mavisi göz birbirine kiltilenmişti. Ağır adımlarla bana doğru gelirken ince topukları beyaz, ışıltılı mermerlerde tok sesler bıraktı. Üzerinde etekleri kar kadar beyaz, üst kısmı payetlerle bir helezon oluşturan ve dekolteli bir elbise vardı. Grimsi saçları örgülerle hoş bir topuz yapılmış, güzel yüzünü ortaya çıkarmıştı. Kraliçe kırklı yaşlarına henüz girmiş olmasına rağmen çok daha genç ve göz alıcı görünüyordu ve ben şu an karşısında bir köle kadar berbat haldeydim.

Adımları at pisliği ve çamurla kaplı botlarımın neredeyse tam ucunda durdu ama o ayaklarıyla pis botlarıma bassa sanki ona hiç kir bulaşmazmış gibiydi. Yüzüne bakarken tek kelime etmedim ama gözlerime dikili gözlerinden bakışlarımı kaçırmak için büyük bir güç hissettim. Yapmamam gerekiyordu ama yaptım. Bakışlarımı kaçırdım.

"Bana bak!" dedi, Alissa'ya karşı kullandığı o dilde. Bana karşı bunu nadiren yapardı.

Gözlerimi ona çevirdim, bu söz hakkım olmayan bir şeymiş gibi kontrolsüzce olmuştu. Bedenim onun emrini yerine getirmek için pusudaydı sanki. Gözlerimiz tekrar birleştiğinde ise yüzüme öyle şiddetli bir tokat attı ki, artık Vilas gibi benim de dudaklarımda kırmızı bir yara izim vardı. Gözlerim o acıyla kısa bir an kapandı ve aynı hızla açıldı.

Kralın kırbaçlarından daha can yakıcıydı bu. Çok daha can yakıcı...

"Bir daha sakın..." dedi açık bir tıslamayla. "Sakın bunu yapma! Sakın! Anladın mı beni Assra Marian?"

"Emredersiniz majesteleri," dedim acıyan dudaklarımı zorlukla aralayarak.

Tokadı gibi şiddetli bir şekilde beni kucakladı. Korsesinin sert dokusunun kaburgalarıma battığını hissettim. Sırtımdaki yaralar yine acısını artırırken, Alissa'nın aksine, kollarımı ona bile isteye dolamadım. Öylece durdum. "Beni çok korkuttun," dedi, sesi tonu artık aşina olduğum o yumuşaklıktaydı. "Bunu bana yapmaktan vazgeç artık kızım!"

Sessiz kaldım, geri çekildiğinde yine gözlerimin içine baktı. Elleri yanaklarımı bulurken başparmağı dudağımdaki kanı temizlemeye çalıştı ama ne özür diledi ne de bu konuda tek kelime etti. Üzgündü ama dile dökmedi. "Baban seni bulsaydı başımın nasıl ağrıyacağını biliyor musun?"

Gülümseyecek gibi oldum. "Yüce affınıza sığınıyorum!"

"Marian!" dedi sesini sert tutmamak için uğraşarak. "Şu an annen olarak karşındayım."

Söylememem gerektiğini bile bile yine de söyledim. "Bana tokat atan hangisiydi? Kraliçem mi, annem mi?"

"Sabrımı mı sınıyorsun?" dedi sert sesine geri dönerek. "Seni böyle yetiştirmedim ben." Beni yine tiksinti ile süzdü. "Şu haline bak! Bir Aslandan bile daha pissin ve en az onlar kadar kötü kokuyorsun! Sen bir prensessin Marian! Bir gün Kraliçe olacaksın! Ona göre davranmak zorundasın!"

Kraliçe bir hayal aleminde yaşıyordu ve benim onun hayallerini sahipleneceğimi düşünerek çok yanılıyordu. Ben hasta(!) bir prensestim. Bir gün babamın nefreti beni öldürecekti ve ölü bir prenses olacaktım. Ya da ben onu öldürecektim ve idam edilecektim. Her durumda ben ölü bir prensestim. O halde neden bir prenses gibi davranmak zorundaydım ki? Üstelik bunu kime yapacaktım? Beni kardeşlerim bile nadiren görürdü, kendi sarayımda özgürce dolaştığım bir an hiç olmamıştı.

Her an ölecekmiş gibi yaşamak benim hakkımdı, o da bana bunu borçluydu. Bana daha çok şey borçluydu. Bunlardan en önemlisi özgürlüktü. Özgürlük benim için bu hayatta ki en çok arzu duyduğum şeydi, bana bunu borçluydu.

Ne yazık ki o bir kraliçeydi ve kimseye bir borcu yoktu, ben de dahil.

Elbette bunları kraliçeye söylemedim. Ne daha fazla konuşma ne de bir tokat daha yeme niyetim vardı. Geriye doğru bir adım attım ve hafifçe eğildim. "İzniniz olursa temizlenip biraz dinlemek istiyorum majesteleri."

Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçtiği dikleştirdiği çenesiyle belli etti. "Temizlen, odana yiyecek bir şeyler gönderteceğim. Uyu ve dinlen. Akşama kadar vaktin var."

Gözlerim kısıldı. "Akşama kadar? Neden?"

Dudaklarının köşeleri hafifçe yukarı kıvrıldı. "Kardeşinin düğününe katılmayacak mısın kızım?" Kafam iyiden iyiye karıştı. Kraliçe güldü ve beni kolunun altına alıp -ufak bir tiksinti ifadesiyle- kapıya yürüdü. En azından tutuşu sıkı değildi de canım fazla yanmamıştı. "Sana birkaç hizmetçi gönderirim. Temizlen ve dinlen. Askeri üniformanla o düğünde olacaksın. Bu düğünü kaçırmanı istemiyorum."

Kapıyı açtı ve durup bana döndü. Alnıma bu kez tiksinti içermeyen bir öpücük bıraktı. "Seni seviyorum güzel prensesim. Bir gün muhteşem bir kraliçe olacaksın."

Söylediği hiçbir şeyden bir şey anlamadım. Sadece açık kapıdan çıkıp gittim ve bu kez bir reverans bile yapmadım.

⚔️

Sürekli kulaklarımda ismim yankılanırken homurdandım ve başımı yastığa gömdüm. Yastığım lavanta kokuyordu ama ağır bir koku değildi bu. Yılanlar her türlü ağır kokudan haz etmezdi. O yüzden sarayda, giysilerde, tapınaklarda bile hafif kokular tercih ederdik. Bir keresinde Kraliçe yatak örtülerinde fazla esans kullanıldığı için birkaç hizmetçiyi astırınca hizmetliler buna çok daha fazla dikkat ediyordu artık.

Artık ismimi bağıran sesler sustuğunda yüzüme bir gülümseme yayıldı. Gülümsemem ise bedenimin yere serilmesiyle kendini acı iniltilere bıraktı. Gözlerim zorunlu olarak açıldığında ilk gördüğüm şey bir çift çizmenin ucu oldu. Daha o an elimi belime atıp kılıcıma ulaşmaya çalıştım ama elbette uyumadan önce onu sandalyeye fırlattığım kıyafetlerimin üzerine bırakmıştım. Şimdi beyaz ve her yerimi kapatan geceliğimle savunmasızdım.

Biraz savunmasızdım.

Yerde kalçalarımın üzerinde döndüm ve ayaklarımı çizmenin sahibine sarıp onu sertçe yere serdim. Sadece bir an sonra üzerindeydim ve dirseğimi boynuna bastırıyordum. Vilas bana kısık gözlerle bakarken ona kirpiklerimin arasından arsız bir bakış attım. "Tam öpüşmelik durmuyor muyuz?"

Kısık gözlerini kapatıp açtı ve burnundan uzun bir soluk verdi. Gözleri dudağımın köşesine kaydı. "Dudağına ne oldu senin?"

Kolumu boynundan çekip kulağına yaklaştım ve fısıldadım. "Kraliçe tarafından şiddete uğradım. Beni şimdi teselli etmelisin."

Beni üzerinden bir böcekmişim gibi itti ama doğrulup oturduğunda yüz ifadesi ciddiydi. Beni dikkatle süzdü. "İyisin."

Bazen kabus gördüğümde beni uyandırır ve bu cümleyi söylerdi. İyisin... Ama bu bir kabus değildi. Ben de iyi sayılmazdım. Bedenen de değil, ruhen hala o tokadın ezici hissine hapsolmuştum.

Burun kemerimi ağlayacakmış gibi sıktım. "Hayır, kalbim acıyor. Beni öpücüklerinle teselli et!"

"Assra biraz bile ciddi olamaz mısın?" dedi sertçe.

Elimi indirip göz devirdim. "Beni öpmeyeceksen neden geldin ki?"

Bezgin bir nefes verdi. Gözleriyle yatağın ayak ucunu işaret etti ama bakmadım. "Kıyafetlerini getirdim."

Elbette. Katılmam gereken bir düğün vardı. Vilas bana asker kıyafeti getirmek için gelmişti şüphesiz ama annem onun bana yakınlığını hep yadırgarken neden bunu ona yaptırmıştı, anlamadım. Baldırlarıma kadar sıyrılan geceliğimi düzelterek ayağa kalktım. "Hizmetçileri gönderecekti."

Dudak büktü. "Hepimiz sizin hizmetçileriniz değil miyiz?"

"Doğru," dedim başımı sallayarak. "Bizimkisi imkansız bir aşk hikayesi. Umarım seni idam edip beni de başka biriyle evlendirmeye çalışmazlar."

Ayağa kalkıp üzerine düzeltti. "Öyle bir şey olursa seni kaçırırım."

"Bana aşık olduğunu itiraf ettin!" dedim sırıtarak.

Gözleri kısıldı. Yataktan kıyafetleri alıp bana fırlattı. "Kraliçeyi kızdırmak istemiyorsan hızlı ol."

Kıyafetleri kucağımda topladığımda hala ona sırıtıyordum. "Kraliçe sana ne dedi?"

"Sadece giyinmeni ve askerlerle beraber salonda hazır beklemeni," dedi. Yatağa oturdu. "Bana açıklama yapacağını düşünmedin değil mi? Seni bulmakta ihtiyatsız davrandığım için tehdit içeren sözlerinden sonra başım gövdemin üstünde kaldığı için bile şanslıyım."

"Sana hep öfkeli değil mi zaten?"

"Kimin yüzünden acaba?"

"Bu hoşuna gitmiyorsa peşimde koşma," dedim ama bu yapma bir sitemdi. "Ya da kabul et, benden ayrı kalamıyorsun. Beni o güzel kellenden bile çok seviyorsun."

"Sen bir baş belasısın," dedi, işte bu bir sitemdi. "Hazırlan hadi!"

Giyinmek yerine yanına oturdum. "Neden düğüne katılmamı istiyor, anlamadım. Üstelik kral bunu öğrenirse fazlasıyla öfkelenecektir."

"Belki de Alissa'yı kaçıracağını düşünüyordur. Ona olan düşkünlüğünün farkında ve senin hep gözünün önünde olmanı istiyor."

Dudak büktüm. Doğru olma ihtimali vardı, eğer Alissa onu kaçırma planımı kabul etseydi bugün yapacağım iş tam olarak o olacaktı çünkü, ama Alissa kabul etmemişti. O gün ağlayarak şiddetle karşı çıktığında korktuğunu anlamıştım ama bugünkü hali hala aklımda sorular bırakıyordu. Elbette kaçmıyorsa yapılacak başka bir şeyin kalmadığını kabullenmesini anlardım ama böylesine kayıtsız olması şüphe vericiydi.

"Assra," dedi Vilas sesi kısılırken. Dalgın halimden sıyrılıp yere indirdiğim gözlerimi yine ona çevirdim. "Alissa'yı hala kaçırmayı düşünmüyorsun değil mi?" Sessizliğim üzerine kaşları çatıldı. "Assra?"

"Kabul etmedi demiştim sana," dedim sertçe.

"Ben odadan çıktıktan sonra belki..."

"Hayır, Vilas! Düğünle ilgili hiç konuşmadık. Sen çıktıktan sonra annem geldi zaten."

Hala şüpheci bakışlarla yüzümü süzüyordu. "Bana dürüst olduğuna inanmak istiyorum."

Dürüsttüm zaten ama Vilas gerçekten kaçacağım ve onu geride bırakacağım düşüncesine o kadar boğulmuştu ki bana tam anlamıyla inanmıyordu. O tek dostumdu, babası sarayı bir Aslan saldırısından korurken ölmüştü. Anlatılanlara göre gerçekten efsanevi bir komutandı, Vilas'ın annesi doğumunda öldüğü için babası öldükten sonra Kraliçe onu saraya almıştı ama ona diğer çocuklardan da farklı davranmamıştı. Zorlu askeri eğitime tabii tutulmuştu Vilas, bazen aç kalmış, bazen karların içinde bile uyumuştu. Kraliçe için bu önemsiz bir konuydu, eğitilmesi için bunlar gerekliydi.

Acımasızlık gerekliydi.

Aslında bu bana hiçbir zaman şaşırtıcı gelmemişti. Kraliçe beni severdi, çok severdi. Ben onun gözündeki tek prensestim, hayallerindeki kraliçeydim. Buna rağmen ben de o eğitimlerde Vilas'ın yanındaydım. Onunla aç kalmış, onunla karlar içinde uyumuştum.

Annem hiçbir zaman korkak ve güçsüz bir prenses olmamı istememişti. Belki Kral izin verse, diğer kızlarına da aynı eğitimi verirdi, bilemiyordum. Kral'ın bana olan nefreti belki de ilk kez işime yaramıştı. Eğitimler acımasız ve zordu ama en azından beni güçlü kılmıştı. Vilas'ı bile birkaç kez yere devirmişliğim vardı. Bunu benden başka yapabilen çıkmadığı için elbette böbürlenmek hakkımdı.

Annem eğitimleri onunla yapmama karışmazdı ama diğer her türlü yakınlığımıza delirirdi. Vilas'ı almış ve asker olmasını sağlamıştı belki ama onu sevmiyordu. Kendi çocuklarını bile sevmeyen biriydi o, bir askeri neden sevsindi ki zaten?

Onu bir kez bu yüzden cezalandırmıştı. Birlikte uyuduğumuz için... Otuz kırbaç...

Benim tepkimden sonra o da Vilas'a bir daha dokunmamıştı.

Odasını ateşe vermiştim.

Bunun için kral beni de zindana atmıştı. Otuz kırbaç olmasa da ben de kırbaçlanmıştım ve annem buna engel olamamıştı çünkü bunu kraldan isteyen bizzat bendim. Eğer zindana atılmazsam tüm sarayı yakacağımı söylemiştim.

Vilas'a aniden sırıttım. "Sana sadece dürüst değilim. Ben sana aşığım."

Yine yüzünü ekşitti ve yataktan kaptığı yastığı suratıma vurdu. Söylenirken beni itekleyip ayağa kaldırdı. Giyinme paravanına doğru sürükleyip yatağa bıraktığım kıyafetleri içeri savurdu. Sırtımdaki yaraları bahane edip sızlanmalarımı bile umursamadı. Miğferleri üzerime geçirirken en azından daha nazikti. Annemin bunun için hizmetçileri görevlendirmemesi daha da canımı sıktı çünkü neden Vilas'ı gönderdiğini biraz geç anlamıştım. Hizmetçiler her ne kadar annemden korksalar da, krala haber gitme ihtimalini düşündüğü belliydi.

Törende olacağımdan Kralı haberi yoktu.

Annem ne planlıyordu, bilmiyordum ama her ne planlıyorsa hiç hoşuma gitmeyeceğini hissediyordum. Bu yüzden koridorda giderken Vilas'a döndüm. Onu bırakıp kaçacağımı düşünmüştü. Bana güvenmiyor muydu, şimdi güvenmesini sağlayacaktım. Ona daha da yaklaştım. Bana döndüğünde bir şey söyleyeceğimi anlamıştı. "Ters bir durumda..." dedim fısıldayarak.

Beklemedi bile. "Seninleyim, her zaman."

Kolunu hafifçe sıkarken müzik sesini takip etmeye devam ettik. Merdivenleri indiğimizde balo salonun renkli görüntüsü bizi karşıladı. Dikkat çekmeden askerlerin dizildiği arka sıraya geçtik. Tören henüz başlamamıştı ama içerisi soylularla doluydu. Ak ve Kara Yılanlarından üst düzey soylular buradaydı. İki ırkı birbirinden ayırmak için saç renlerine bakmak yeterliydi. Ak yılanların saçları neredeyse gri ya da beyazdı. Kara yılanların ise neredeyse siyah sayılabilecek bir gri.

Kıyafetlerindeki renk seçimi de belirgindi. Ak yılanlar daha çok parlak renkleri seçerken, Kara Yılanlar daha koyu ve mat renkler giyiniyordu. Yine de her kıyafet birbirinden görkemliydi. Soylu kadınların giydiği elbiselere gıptayla bakmaktan kendimi alamadım.

Saray içinde ben bir gölgeydim ve gölgelerin tek rengi siyahtı. Görkemli renkler değil. Gezebildiğim belirli alanlar vardı elbette. İnsanların, hatta çoğu hizmetçinin beni göremeyeceği alanlar... Ama hiçbir zaman bir törende, baloda ya da davette bulunmamıştım. Savaşçı bir kişiliğim vardı ama ben aynı zamanda bir kadındım. Tüm bunlara imrenmem garip değildi.

Kadınların görkemi canımı sıkınca etrafıma bakmaya başladım. Gözlerim önce salonun parıltı duvarlarında dolaştı. Aydınlatmalardaki beyaz yılanların kıvrılışını hep sevmiştim. Her an canlanıp duvarlarda dolaşacakmış gibi görünüyorlardı. Salonun ortasından sarkan üç avize de öyle. Üçü de yılanlarla süslüydü. Sadece ortasındaki yılan efsanevi varlık üç başlı Kaliss'di. Toprağın hakimi Lester'in ilahi yaratığıydı o. İlahi şeyleri sevmesem de o yılanın görüntüsünün tasvir edilişini seviyordum. Çıkıntılı saçaklı ve devasa üç başı, sivri dişleriyle gücün temsilcisiydi.

Kraliçe Kalissia'nın isminin kaynağı...

Kavisli camlardaki vitraylarda da Toprağın hakimi Lesster ve yılanı tasvir edilmişti. Bazılarında yılanın bir başı Lester'in üzerinde, diğerleri iki yanındaydı. Bazılarında tamamen yanında bir savaşta, bazılarında ise itaatkâr bir şekilde yerde kıvrılmış. Hepsinin göze batmayan bir hoşluğu vardı ama en beğendiğim Kaliss'in, kabarık tüyleri ve devasa bedeniyle Aslanların kutsal yaratığı Paleon'u alt ettiği tasvirdi. Bu konuda yılanlar arasında çok hikayeler anlatılırdı. Hepsinde de o muhteşem yılan devasa aslanın sonu olmuştu.

Buraya en son ne zaman geldiğimi bile anımsayamazken -şüphesiz kaçak geldiğim bir zamandı- şimdi kendimi bakmaktan alıkoyamıyordum. Gözlerimi kral ve kraliçenin şatafatlı tahtına çevirecektim ki Vilas kolumu hafifçe dürttü. "Kıpırdanıp durma! Dikkat çekeceksin!"

Homurdanmamak için kendimi zor tuttum. En azından borazanlar kral ve kraliçenin gelişini haber verdi de dikkatimi başka bir şeye yöneltebildim. Başımı kıpırdatmamaya özen göstererek gözlerimi salonun girişine çevirdim. Karal ve kraliçe soylulara gülümseyerek kol kola ilerlerken Kraliçenin bakışları üzerimdeki asker kıyafetleriyle diğerlerinden ayırt edilmesi neredeyse imkansız olan bana kaydı. Gözlerine bir parıltı yayıldı ve bu beni daha da huzursuz etti. En azından arkalarından minik adımlarla gelen en küçük kardeşim Miless huzursuzluğumu biraz daha azaltmış ve yüzüme bir gülümseme oluşmasına neden olmuştu. Daha dört yaşındaydı, beyaz saçları, açık mavi gözleri, yuvarlak bir yüzü ve şişman yanakları vardı. En çok sevdiği renk olan sarı, kolları ve etekleri kabartmalı bir elbise giymişti. Annemin düğüne onu getireceğini düşünmemiştim hiç ama bunun Miless'in yüzünde nasıl gülücükler oluşturduğunu görüp mutlu olmuştum.

Kraliçe ondan da sevgisini esirgemişti, eskiden ona o sevgiyi ben vermeye çalışırdım ama artık bana da çok yaklaşmıyordu. Buna biraz annem, biraz da benden nefret eden kız kardeşlerim sebep olmuştu şüphesiz. Şimdi bile Miless, ölsem bile umurunda olmayacak kız kardeşim Tess'in elinden tutarak yürüyordu. Teressa benden ben ve Drassa'dan yalnızca bir yaş büyüktü. Beni gördüğünde hep iğrenç bir böcek görmüş gibi davranırdı. İtiraf etmek istemesem de birkaç kez onu gece boğma planları yapmıştım.

Yaşadığım her şey onun yüzündendi ama o bana bir sürüngenmiş gibi bakabilme lüksünü bulabiliyordu kendinde. Üstelik kendisi gerçek bir prensesmiş gibi saray salonlarında salınabilirken. Miless'i benden uzaklaştıran en büyük yılan oydu, bundan emindim. Bunu Alissa'ya da yapmıştı çünkü. En azından Alissa hayatında bir kez cesur olup onu dinlememişti.

Miless ve Terassa'nın önünde ise erkek kardeşim Drassa vardı. O benden nefret etmiyordu, ediyorsa da bunu belli etmiyordu. Ben yokmuşum gibi davranırdı çoğu zaman. Bu nefret etmesinden bile daha kötü hissettiriyordu. O benim ikiz kardeşimdi ve konuştuğumuz anlar bile bir elin parmaklarını geçmezdi.

En arkadan diğer kardeşlerim Aslemis, Erissa, Sisla yürüyordu. Hepsi de göz alıcı görünüyordu. Aslemis krem rengi, dantellerle süslü derin yakalı bir elbise giymişti. Erissa koyu kırmızı, tek omuzlu dökümlü, Sisla ise Miless'in elbisesinden daha koyu tonda bir sarı, kalın askılı bir elbise giyinmişti. Onların bu halleri diğer tüm kadınların görkeminden daha çok canımı sıktı.

Kralın kardeşi, amcam prens Masslon ve kızı prenses Missla kol kola onları takip etti. Missla'nın annesi geçen aylarda ölmüştü ama hizmetlilerden duyduğuma göre yanında babasının ona bir üvey anne getirmesi yakındı. İkisini de hiç sevmezdim, o yüzden o kadının bir gece ikisini de boğmasını diledim.

Missla'nın bakışları kısa bir an askerleri taradı, Vilas'ın üzerinde diğerlerinden daha fazla oyalandı. Bakışlarımı onlardan çektim. Vilas'a baktım, onun gözlerinin kilitlendiği kişiyi de o an yakaladım. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Missla mı?" Sesimle irkildi. "O kadın... Missla mı?"

"Ne?" dedi afallamış bir sesle.

"Sen... Hadi ama! Missla'ya mı tutuldun?"

"Kapa çeneni!" dedi sertçe. "Saçmalıyorsun."

Kral ve Kraliçe, arkalarında kardeşlerimle birlikte soyluları selamlarken, "Ah," dedim inler gibi. "Kuzenimi öldürmek zorunda kalacağım, bu çok acı. Ya da değil. Kesinlikle değil."

"Asra!" dedi tıslar gibi.

Kral ve Kraliçe tahtına otururken gözlerimin odağına tekrar Missla'yı aldım. Alissa'nın daha masum bir güzelliği varken, Missla daha kadınsıydı. Benden bir yaş büyüktü. Vilas'la yaşıtlardı. Onunla yalnızca iki kez karşılaşmıştım. İkisinde de odama gizlice girmişti. Çocukların saçma meraklı hallerinden biriydi ve ikisinde de üzerime tükürüp kaçmıştı. Üvey annesi tarafından boğulmasını dilemek için bence yeterli bir sebepti.

Yine Vilas'a takılmak için dudaklarımı aralamıştım ki borazanlar tekrar öttü. Bu kez gelen Kara Yılanlardı. Kral ve Kraliçe samimiyetsiz bir gülümsemeyle içeri adımlamaya başladı. Kral oldukça yaşlıydı, aslında daha çok koyu gri olan saçları Ak Yılanların saçları gibi beyazlamaya başlamıştı. Kraliçe ise en fazla Teressa ile yaşıttı. Genç ve güzeldi. O Kral'ın ikinci eşiydi, ilki ölmüştü. Söylentilere göre kral onu bu kadın için boğdurtmuştu. Halklarına söyledikleri şey ise hastalıktı.

Onların arkasından kralın ilk evliliğinden olan iki oğlu ve bir kızı içeri girdi. Oğlanlar Vilas kadar uzundu ama biri diğerinden çok daha küçük gösteriyordu. Aralarında birkaç yaş olmalıydı ama birbirlerine benziyorlardı. Aynı bakışlar, aynı mimikler, hatta aynı adımlar... Kız ise bizim yaşlarımızdaydı şüphesiz. Rengi solmuş gibi duran siyah bir elbise giymişti, daha çok düğüne değil de yas törenine katılmış gibiydi. Yüzünde katı bir ifade vardı, muhtemelen çok gülümseyen biri değildi.

Kara Yılanların Kral ve Kraliçesi de soyluları selamladı, Ak Yılanların Kral ve Kraliçesin hemen yanına konulmuş iki tahta oturdu. Çocukları ise tahtın yanına dizildi. Oğlanlar gözlerini diğer tarafta dikilen kız kardeşlerim üzerinde dolaştırınca Drassa onlara öldürücü bakışlar attı. İkisi de gözlerini hızla kaçırdı, gülmemek için kendimi zor tuttum.

Ev sahipliğini yapan Ak Yılanların Kralı Siles ayağa kalktı. Geçmişimizden, yaptığımız savaşlardan, alınan canlardan bahseden dramatik bir konuşmayla açılışı yaptı. Aynı soydan gelen iki ırkın savaşı son bulacağı için mutluluklarını belirtti ama kızını nasıl bir ateşe attığına hiç değinmedi. Barışın geleceğini ve artık kan dökülmeyeceğini, bunun yerine iki soyun birleşerek çoğalacağı kısmında dinlemeyi bıraktım çünkü Alissa'nın istemediği bir adamla evlenmesi, dahası ondan çocuk yapmak zorunda bırakılması midemi bulandırmıştı.

Ne kadar bastırmaya çalışsam da üzüntüm yine kendini belli etti. Birazdan Kara Yılanların Veliaht prensinin kolunda içeri girecek kardeşim bir savaşın son bulması adına feda edilen o kişiydi. Daha on yedi yaşındaydı, aslında evlilikte önceliği bulunan en büyük kardeşim Terassa'ydı ama Kral Alissa'yı evliliğe daha hazır bulmuştu. Belki de gayrimeşru olan bir kızı Kara Yılanlar istememişti. Ak Yılan halkı yüzünü bile görmediği hastalıklı bir prensesi bile severken Teressa'yı sevmezdi. Kendi halkının sevmediği bir prensesi Kara Yılanlar neden geleceklerinin kraliçesi ilan etsinlerdi?

Tüm bunların yanında Alissa evlilik kelimesiyle yan yana anılacak son kişi bile olamazdı. Teressa'nın laneti belki de onu da bulmuştu. Aslında Elissa'nın çocuk nasıl yapılır konusunu bile bildiğinden şüpheliydim. Elbette kraliçe neler yapılacağını, özellikle de ilk gecesinde, ona en küçük ayrıntısına varana kadar anlatmadıysa...

Midem daha şiddetli bulandı.

Kral konuşmasını bitirdiğinde borazanlar tekrar öttü. Dişlerimi sıktım. Kapıya bakmaktan kaçındım çünkü Alissa'nın yüzünü görmeye hazır değildim. Kendime kızdım, beni reddetmesine, hatta kraliçeye söyleme ihtimaline rağmen onu kaçırmayı denemeliydim ama belki de çok geç değildi. Düğünden sonra Kara Yılanlar ülkelerine geri döneceklerdi. Bir düğün töreni de orada olacaktı. Alissa'yı kurtarmayı hala deneyebilirdim.

Hayal dünyasından sıyrıldım. Bunu yapamazdım, bir asker ordusuyla gelen Kara Yılanlar şüphesiz daha güçlü bir orduyla da geri döneceklerdi. Ben ise tek başımaydım, belki bir de Vilas vardı ama ikimizin de gücü güçlü bir orduyu geçmeye yetmezdi.

Borazanlar sustu ama içeri kimse girmedi. Kısa bir sessizlik oldu. Kral Siles'in kaşlarının çatılmasıyla içeri iki Ak Yılan askeri girdi. Kral kaşlarını daha da çattı. "Bir terslik var," diye fısıldadı Vilas.

Gözlerimi askere diktim. Kralın yanına yürüyüp ona bir şeyler fısıldarken Kraliçe Kalissa da hızla ayağa kalktı. Onu Kara Yılanların kral ve kraliçeleri takip etti. Bariz bir terslik vardı çünkü veliaht prensin içeri kolunda Alissa ile girmesi gerekiyordu, düğün merasimi o zaman başlayacaktı. Alissa ve Prens ise hiçbir yerde görünmüyordu.

Soylular aralarında fısıldaşmaya başlarken kralın açık teninin bir ölü kadar beyazladığını gördüm. Kral başını kaldırdığında, asker birkaç adım geriledi ve sonunda arkasını dönüp salondan hızla çıktı. Kral soylulara gülümsemeye çalıştı. "Sınırlarımızda Aslanlar görülmüş!" İçeriyi şaşkınlık ve birkaç korku nidası doldurdu ama Kral tekrar konuştuğunda tüm sesler kesildi. "Kaygı duymayın. Askerlerimiz her daim ülkemizi korumakta."

Aslanlar mı?

Aslanlarla ebedi bir düşmanlığımız vardı. Sınırlarımıza bu ilk girişleri değildi ama Yılanların bölünmüş iki krallığının kısmen de olsa birleşeceği bir günde sınırlarımızda görülmelerinin iyi niyet taşımadığı ortadaydı ama bu tahmin edilmeyecek bir şey de değildi. Yılanların tekrar bileşmesi büyük bir tehlikeydi onlar için ama Kral Siles bunun önlemini nasıl almamış olurdu?

"Yine de halkımın tamamen güvende olduğuna emin olmak isterim," diye devam etti Kral Siles. "Düğün töreni yemek ve eğlence sonrası başlayacaktır."

Kara Yılan Kralının bu durumdan memnun olmadığı yüzünden anlaşılıyordu. Kafasında dönenleri anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Kendilerine karşı bir tuzak kurup kurmadığımızı sorguluyorlardı. Soylular tamamen rahatlamasa da hizmetçilerin yönlendirmeleriyle tören salonundan büyük bir kapıyla ayrılan yemek salonuna doğru ilerlemeye başladı ama ne Ak Yılanların kral ve kraliçesi, ne de Kara Yılanların kral ve kraliçesi yerinden kıpırdadı. Çocukları da öyle.

Sadece Drassa babasının el işaretiyle ona yürüdü. Kral Silas en sevdiği çocuğunun kulağına bir şeyler fısıldadı. Drassa dişlerini sıktı ama geri çekildiğinde Kral ona her ne söylemişse başıyla onayladı. Kara Yılan kraliyet ailesinin bakışları arasında o da salondan çıktı.

Ak Yılanların askerleri yemek salonundaki soyluları rahatlatmak için orada bulunması daha doğru bulunmuş olacak ki oraya yöneldiler ama Kara yılan askerleri yerlerinden hiç kıpırdamamıştı. O yüzden olmalı ki yemek salonuna gitmek için hareketlendiğimizde -dikkat çekmeyeceğimizi bilsem asla buradan ayrılmazdım- kraliçe kalmamızı işaret etti. Her şeyden şüphelenme huyum o an devreye girdi, bir an annemin yine bir şeyler planladığını düşündüm ama karşı tarafımda dikilen bir düzine asker içimi rahatlattı. Kara Yılan askerleri arasında elbetteki Ak Yılan Kral ve Kraliçesi savunmasız kalamazdı. Her ne kadar salonda sayıcı onlardan az kalsak da -bunun karşı tarafı korkutmamak adına yapıldığını düşünüyordum- yine de bir gözdağıydık.

Kral Siles, Kara Yılan kralına yaklaştı. "Kraliçem size eşlik edecek, dışarıdaki sorunun yok edildiğinden emin olduğumda size bizzat eşlik etmekten..."

"Oğlum nerede?" dedi Kara Yılan Kralı sertçe. Salondaki sıcak hava çoktan dağılmaya başlamıştı ama şimdi... Bir fırtına vardı sanki. Elbette Kara Yılanlar veliaht prenslerinin akıbetinden endişe duyuyorlardı çünkü prens de hala ortada yoktu. Aslanların sadece bir tür oyalama olduğunu düşünmeleri kadar doğal başka bir şey olamazdı.

"Buradayım!"

İçeriyi dolduran ses ile salona siyah pelerini arkasından uçuşarak giren prensi iki asker takip ediyordu. Prensi gören kral rahatladı ama Kara Yılan kraliçesi kraldan daha çok rahatlamış görünüyordu. Gözlerimi tekrar prense çevirdim. Aslında onun Kara Yılanların Veliaht prensi olduğunu anlamak için kıyafetlerindeki görkeme bakmama gerek yoktu. Erkek kardeşlerine benziyordu ama onlardan çok daha yapılı ve kaslıydı. Yüzü daha kemikli, yaşı onlardan daha büyüktü. Uzun, koyu gri saçları omuzlarından dalgalar halinde dökülüyordu. Başında kıyafetlerindeki matlığa zıt, parlak bir taç vardı. Alissa yirmi bir yaşında olduğunu söylemişti ama şimdi öfkeyle soluyarak tahtlara yürüyen bu genç Yılan birkaç yaş daha büyük görünüyordu.

Veliaht prens tahtların basamaklarının altında durdu ve hızla kılıcını çekti. İki asker, soylular bu manzaraya tanık olmadan yemek salonunun devasa kapısını çekmişti, aksi halde içeriye bir kargaşa hakim olurdu. O yemek salonunda Ak Yılanlar kadar Kara Yılanların da soyluları yer alıyordu. Olası bir çatışma da elbette iki ülkenin soyluları da kaçmaya çalışacaktı.

Ak Yılanların askerleri de kılıçlarını kuşandı. Buna ben de dahildim çünkü şu an ben de o askerlerden biriydim. Kılıcımın kabzasını kavramamla yılan başı uzadı ve elimi sarıp başını eklemlerimin üzerine dayadı.

Karşımızdaki duvar dibinde sıralanmış Kara Yılanların askerleri tehlikeyi sezerek bize aynı şekilde karşılık verdi. "Bu da ne demek?" dedi Kral Siles öfke ve şaşkınlıkla.

Kara yılanların kralı Evenos askerlerine döndü. "Kılıçlarınızı indirin!" Oğluna baktı. "Sen de öyle Adrastis! Bize neler olduğunu anlat!"

"Prenses kaçmış!" diye tısladı Veliaht Prens Adrastis. Elimdeki kılıç titredi, salondan daha yüksek bir gürültü yükseldi. "Bize ne tür bir oyun oynuyorsunuz, bilmiyorum ama bunun bedeni ağır olacak!"

Aslanların sınırlarımıza girmesi gerçekten soyluları kandırmak içindi. Alissa kaçmıştı! Peki ama nasıl?

Vilas ile gözlerimiz buluştu. O da en az benim kadar afallamıştı.

"Kaçmış!" diye tekrar bağıran Veliaht prensle gözlerimi yine ona odakladım.

"Kral Siles!" diye bastırdı Kara Yılan kralı. "Bunun izahını yapmanı bekliyorum!"

Kral derin bir nefes aldı. "Askerlerim onu bulacaktır. Şu an hizmetçilerini sorguluyorlar."

"Sorgulamayı karşımızda yapmanda bir sorun yoktur o halde saygıdeğer dostum," dedi Kara Yılan Kralı. Kısa süreli bir dostuktu bu ve tekrar düşmanlığa dönmesi an meselesiydi.

Kraliçe Kalissia'ya baktım. Onun da yüzüne şaşkınlık hakimdi. Şaşkınlığının Alissa'nın kaçma cesareti göstermesine mi, yoksa bir barış töreninin savaşa dönüşme ihtimaline mi olduğunu anlamadım.

Kralın gürlemesi gözlerimi tekrar ona çevirmeme neden oldu. "Prenses Alissa'nın hizmetçilerini getirin!"

Dakika bile geçmeden dört asker iki hizmetçiyi yaka paça salona getirdi ve yere fırlattı. Hizmetçiler o andan itibaren hızla sorgulanmaya başladı ama ikisi de bir şey bilmiyordu. Prensesi hazırlamışlardı. Alissa, prens onu almaya gelene kadar onlara yalnız kalmak istediğini söylemişti. Dışarıda beklediklerini söylemişti ikisi de. Prens de bunu onaylamıştı ama içeri girdiğinde Alissa'nın orada olmadığını da söylemişti.

Alissa kaçmıştı. Alissa odasındaki gizli geçitten kaçmıştı.

Kral bunu şüphesiz anlamıştı ama onlara odadaki gizli geçitten elbette ki bahsedemezdi. O da çareyi hizmetçileri hainlikle suçlamakta bulmuştu. Hizmetçiler yalvarışları duyulmazdan gelinerek salondan çıkarıldı. Durakları zindandı, sonrası ise ölüm...

Masumlardı ama bu kimin umurundaydı ki?

Kral Siles burun kemerini sıktı ve sık aldığı nefeslerle diğer krala döndü. Bu durumun içinden sıyrılması kolay olmayacaktı. "Prenses Alissa bulunacak," diye Kara Yılan kralına teminat verdi. "Düğün töreni bugün gerektiği şekilde devam edecek."

"Düğün falan olmayacak!" dedi veliaht prens öfkeyle. "Bir hainle evlenmeyeceğim. Bu bana da krallığıma da hakaret olur."

Her ne kadar babası olsa da Kralının yanında böylesine çıkışlar yapması bende şaşkınlık uyandırdı, Kara Yılan kralı da bundan rahatsız göründü ama oğluna hiçbir şey söylemedi. Olaylardan en mutlu olan kişi ise Kara Yılanların genç kraliçesi gibi görünüyordu. Gözleri içeri girdiğinden beri Veliaht Prensin üzerinden bir an ayrılmamıştı. Kendini tutmaya çalışsa da gülümsemesini bir ara seçebilmiştim.

Midem anladıklarımla yine burkuldu.

Alissa kaçmakla -özellikle yalnız başına kaçmakla- en doğrusunu mu yapmıştı, bilmiyordum ama babasının eşiyle yatan bir adamla evlenmediği için bir an huzurlu hissetmiştim. Onu bulmalıydım. Onu bulacaktım ama şu an buradan ayrılamam mümkün değildi. Şu an bir Ak Yılan askeriydim ve bir asker olarak her hareketim Kara Yılanların askerleri tarafından izleniyordu. Tek adımım bile kılıçların birbirini bulmasına neden olabilirdi. Kıpırdayamıyordum bile..

"Prenses Alissa bulunduğu yerde öldürülecek," diye devam etti prens. Elimdeki kılıcın kabzasını daha sert sıktım. "Bu bir ihanettir ve ihanet cezasız kalamaz."

Amcam Masslon buna öfkelenerek bir adım öne çıktı ve Kara Yılan Kralına döndü. "Sizin yerinize oğlunuz mu konuşacak hep majesteleri? Öyleyse ona bir krala diklenmemesi gerektiğini daha da geç olmadan söylemelisiniz."

Kara Yılan Kralı sert bir nefes verdi ve birkaç basamağı inerek elini oğlunun omzuna koydu. "Sakinleş oğlum. Elbette..." Kral Siles'e baktı. "Ak Yılan kralı bu ihaneti cezasız bırakmayacaktır. Tabii kendisinin isteği başka bir savaş değilse."

Kral Siles'in yüzü kaskatı kesildi ama başını salladı. "Kızımın cezalandırılacağına dair sizi temin ederim ama bu ölüm olmayacak. Ortak bir yol bulabileceğimizi düşünüyorum."

"Hayır," diye yine lafa girdi Prens Adrastis. Cesaretini takdir mi etmeliydim, yoksa bunu aptallığına mı yormalıydım bilemedim. Nitekim yüzündeki ifade onun bir aptal olmadığını açıkça belli ediyordu.

Kral Siles'in başka bir çıkış yolu aradığını görebiliyordum, bu düğünün iptal edilmesi ittifaklarının da başlamadan son bulması demekti. Kral Evenos da böyle düşünüyor olmalı ki, "Bir orta yol bulabiliriz," diye araya girdi. Gözlerini Ak Yılan kralına çevirdi. "Sanırım tüm olanlardan sonra oğluma kendi eşini seçme lütfunda bulunabilirsin sevgili dostum."

Kral Siles her ne kadar bu seçim durumunu normal bir zamanda Kara Yılanlara bırakmayacak olsa da şu an normal bir zaman değildi. Aksi olsaydı şimdiki gibi rahatlamış bir nefes almaz ve buna öfkelenirdi ama bu kadar kolay sıyrılması ipi onların eline vermesini bile görmezden gelmesine neden olmuştu. "Elbette," dedi sakin bir sesle. "Henüz halkıma bir eş takdimi yapılmadı zaten. Soylular Prenses Alissa olduğunu düşünse de onlara prensesin hasta olduğu için burada olmadığını söyleyebiliriz."

"Bu yine de sorgulamalarına neden olur sevgili eşim," dedi Kraliçe Kalissia, sonunda konuşmaya dahil olarak. İfadesi ne hissettiğini asla ele vermiyordu. "Neticede Prenses Alissa hariç tüm prensesler törene bizimle birlikte giriş yaptı."

"Bir süre sorgularlar ama sonunda her şey gibi bu da önemsiz bir konu olur," dedi Kral Siles umursamaz bir sesle. O sadece günü kurtarma derdindeydi. Hafifçe kenara çekilip prensin sıraya dizilmiş kızlarını daha net görmesini sağladı. Küçük Miless'in kokuyla Teressa'ın eteklerini sıktığını o an fark ettim. İçimde büyük bir öfke patladı. Prensin eş sıralamasında o da vardı. Küçücüktü...

Ve eğer bu iğrenç sürüngen onu seçerse beni burada hiçbir güç tutamazdı.

Prens sessizleşti, köle pazarındaymış gibi prensesleri süzerken Vilas'ın kolu koluma sürttü. "Kıpırdanmaktan vazgeç! Kılıcı sıkmaktan da! Muhtemelen Teressa'yı seçecek."

Sesinde tedirginlik vardı. Teressa olmazdı, bunu o da biliyordu aslında. Kara Yılanlar kendi adlarını yasak bir ilişkiden olan bir prensesle kirletmezdi. Geriye diğer kız kardeşlerim kalıyordu. Aslemis, Erissa, Sisla... En büyükleri Aslemis'ti ama o da on beş yaşındaydı. O da küçüktü. Hepsi küçücüktü.

Prens Adrastis kardeşlerimi süzdü. Gözleri küçük Miless'de durdu. Vilas bileğimi kavramasa ileri atılıp kılıcımı o an boynuna geçirirdim. Ona bakamazdı bile.

"Yanlış bir hareketinde ne yapacağını biliyorsun!" dedim.

"Biliyorum," dedi.

"Benim de ne yapacağımı biliyorsun."

"Biliyorum."

Prens başını dikleştirdi. Sonra omzuna eğip prensesleri tekrar inceledi. Kral Siles böyle bir aşağılanmayı asla kabul etmezdi ama şu an yapabileceği bir şey yoktu. Sessiz kalmaktan başka... Kraliçe Kalissia ise hala olduğu yerde dikiliyordu, yerinden bile kıpırdamamıştı. Kralın son noktayı koymasıyla o da tek kelime etmez olmuştu ve sadece prensin seçimini bekliyordu. Küçük kızına bile bir kez bakmamıştı, onun orada olmasını umursamamıştı bile. Ona hayatım boyunca çok kin duyduğun an olmuştu ama şimdi... Bu en büyük kinim ve tiksintimdi.

Prens başını krala çevirdi. Dikkatle herkes seçimini dile dökmesini beklerken o bambaşka bir şey söyledi. "Kraliçeniz haklı, bu soyluların sorgulamasına neden olur. Halklarımız arasında hoş olmayan söylemler dolaşmaya başlar. Prenseslerin değiştiğini anlamamaları imkansız. Prensesisiniz şüphesiz iffetsizlikle suçlanır. Kara Yılanların gelecekteki kralı ise buna göz yumarak başka bir prensesle evlenirse ancak itibarını sarsar." Babasına baktı. "Siz de bana hak veriyor olmalısınız Kralım."

Veliaht prens hakkında bir şeyi daha o an çözdüm. Her nasıl yapmışsa babası üzerinde büyük bir gücü vardı. Tüm o çıkışları boşuna değildi, kralının ona karşı duramayacağından emindi. Çıkmamıştı da zaten. Bunun hoşuna gitmediğini görmüştüm ve buna rağmen oğluna en ufak bir söz söylemediğini de. Aslında Veliaht prens çoktan kral olmuştu. Sadece halkı bunu bilmiyordu.

Kral Velamos onu yine onayladı. "Elbette oğlum, en son isteyeceğim şey ülkemin çirkin ithamlar ile anılması."

Kral Siles'in kaşları çatıldı, huzursuz olmuştu ama ben demir başlığın altında gülümsememe mani olamadım. Tüm bu zırvalıklar bir barış anlaşmasının sonu olacak gibiydi. Kral Siles'ın tam da şu an başka bir yol aradığına şüphe yoktu. Zihnindeki yılanlar hiç olmadığı kadar hızlı çalışıyordu. Buna rağmen çenesini tutmadığı için kraliçeye de öfkeli bir bakış atmayı ihmal etmemişti.

Sırıtışım onun yüzündeki her değişimde daha da büyüdü, köşeye sıkışması bana hiç olmadığı kadar büyük bir haz vermişti. sırtımdaki yaraların acısı hala tazeydi ve onların asıl sahibi şu an karşımda alnından akan teri bile silemiyordu. Buna neredeyse kahkaha atacaktım ama prensin tekrar konuşmasıyla tüm neşem gibi kanım da çekildi.

"Yanlış hatırlamıyorsam kralım, bir kızınız daha var."

Kaskatı kesildim. Vilas'ın da öyle olduğuna şüphe yoktu.

Sakin kal! Sakın... Sakın kıpırdama!

Bu kral Siles'i bile şaşırttı. "Evet, bir kızım daha var ama hasta. O yüzden törende değildi."

"Onu görmek istiyorum."

Yere diz çöküp yediğim son yemeği kusmamak için kendimi zor tuttum.

Ben... Ben törene diğer prenseslerle katılmamıştım. Ben o eş olabilirdim.

Gözlerimi sıkıca kapattım. Hayır, olamazdım. Kralın da söylediği gibi ben hastaydım. Beni seçemezdi. Kral da Toprağın Hakimine şükürler olsun ki tam da bunu ifade etti.

"Söylediğim gibi Prens Adrastis, o hasta. Üstelik bulaşıcı Lefs hastalığına yakalanmış. Görmek isteyeceğiniz bir durumda değil. Eşiniz olma lütfuna erişecek biri hiç değil."

"Rahatla!" dedi Vilas sessizce.

"Kes sesini!" dedim sonunda dayanamayarak. Bana sürekli komutlar vermesi katlanılırdı ama rahatla da ne demekti?

Alissa kaçmıştı.

Küçük kardeşim hala Teressa'nın arkasında tir tir titriyordu.

Ve kahrolası prens beni görmek istiyordu.

Vilas akıllıca bir şey yaparak sustu. "Size inanmadığımı düşünmenizi istemem Kral Siles," dedi prens. "Ama olanlardan sonra bir de kendim görmek isterim. Eğer söylediğiniz gibiyse, her şeyi göze alıp kızlarınızdan Teressa ile evlenmeyi kabul edeceğim."

Sakin ol ve sakın kıpırdama!

Kral her zaman yaptığı şeyi yapacak ve prens Teressa ile evlenecek. Sonra bu lanet saraydan defolup gidecekler.

Kral, "Pekala," dediğinde sırtımdan aşağıya bir ter damlası yavaşça ilerledi. Başıyla sağ taraftaki iki askere işaret verdi, askerler hızla salondan çıktı. Kısa sürede, gözleri hariç her yerini görünmeyecek derecece saran siyah bir kumaş parçasına bürünen iki hizmetçinin destek olduğu bir kadını salona getirdiler. Kadın da hizmetçiler gibi her yerini saran bir kumaş elbise giymişti ama onun giysisi griydi ve gözleri de bir tülle gizlenmişti. Hiçbir ayrıntısı değil görülmek, seçilmiyordu bile. Kralın her duruma bir çözümü vardı elbette. Bazen ben diye başka kadınları halkın önüne çıkarır, dua isteyerek ajitasyon yapardı. Bu da o kadınlardan biriydi şüphesiz ve mükemmel hasta numarası yapıyordu.

Kadın beni terden sırılsıklam edecek bir sürede sonunda prensin karşısında ama aralarında mesafe bırakarak durdu. Herkes onu izliyordu ve prens tamamen ona döndü. Kadın onun önünde reverans yapmaya çalıştı ama düşecek gibi olunca hizmetçiler onu tuttu. Prens ona doğru birkaç adım atınca babası onu uyardı. "Oğlum fazla yaklaşma!"

Bu da Ak Krallık için bir utançtı ama yine kimse ses çıkarmadı. Prens ise durmadı, kadının tam önüne gelene kadar. "Prenses Assra Marian," dedi ve önünde hafif bir reverans yaptı. "Sizi buraya kadar yorduğum için lütfen beni affedin."

"Gördüğünüz gibi," dedi Kral Siles. "Fazlasıyla hasta."

Evet, şimdi dön ve Teressa'yı koluna takıp o kahrolası yemek salonuna adımlamaya başla!

Ama Prens öyle bir şey yapmadı. "Lütfen..." dedi ben olduğunu düşündüğü kadına. "Bana yüzünüzü bahşedin de Toprağın Hakiminden sizin için şifa isteyeyim."

Vilas küfretti çünkü o örtülerin altında hastalıklı bir ten yoktu. Kral kimsenin buna cüret edeceğini düşünmezdi. O yüzden gerçekten hasta birini sarayda tutup saray halkına hastalık bulaştırma riskini almazdı. O riski bir tek bende almıştı ve ben hala bunun cezasını çekiyordum.

Krala baktım, hala terliyordum. Kral örtülerin açılmasına izin vermezdi. Öyle de oldu. Kral Siles, "Prens Adrastis," diye uyardı. "Hastalığın size bulaşmasını hiç istemem. Kızımın da biraz dinlenmesi gerekiyor artık."

Prens dudak büküp arkasını döndü ve Kral Siles'e baktı. Rahatlamış derin bir nefes aldığımda prens ileri doğru bir adım attı. "Saygıdeğer kralım," dedi, sesinde biraz alay vardı. Oldukça cüretkardı. "Gerçekten kızının için üzüldüm. Bu hastalık krallığımda da çok can aldı. Gözlerimin önünde ölenler oldu ama..." Kaşları çatıldı. "Sanırım kızınız neredeyse doğumundan beri hastaydı değil mi?"

"Maalesef ki öyle," dedi Kral Siles, sesini sakin tutarak.

"Uzun zamandır bu hastalıkla mücadele ediyor yani," dedi Prens. İleri doğru bir adım daha atarken hafifçe güldü. "Derisi çürümüş et gibi görünüyor şüphesiz." Bu bir gerçekti, eğer ben gerçekten hasta olsaydım ama aynı zamanda büyük bir saygısızlıktı da. Hasta da olsa bir prenses hakkında böyle cümleler kurmaya, hele de kralın önünde, kimse cesaret edemezdi ama Kral Siles buna da ses çıkarmadı. Prens devam etti. "Evet, öyle olmalı ama gözleri... Gözleri Kralım... Fazla sağlıklı. Halbuki bu hastalık ilk gözlere etki eder."

Dehşete uğradım adeta. Kadına yaklaşma amacı buydu. Kimse o kadına yaklaşmaya cesaret bile edemezdi ama o yaklaşmıştı. Yaklaşmış ve tülün ardından gözlerini görmüştü.

Kral bir an ne söyleyeceğini bilemedi, zaten prens de ondan bir söz beklemedi. Hızla kılıcını çekip savurdu. Kılıç kadının kafasını gövdesinden ayırıp tam yanımda duvara saplandı. Kadının bedeni yere serilirken örtü açıldı, açık gözler prensin söylediği gibi berraktı. Derisi ise bir ölüye yakışmayacak kadar sağlıklı...

Zemini kızıllık bürürken kardeşlerimden çığlıklar havaya yükseldi ama Prens Adrastis'ın bağırışı hepsini bastırdı. "Prenses Assra Marian! Kılıcımı bana getirir misiniz leydim?"

Yılanlara has o sinsilikle gülümseyerek döndü ve kara gözleri tam gözlerimin içine baktı. "Belki de saygıdeğer eşim demeliydim."

⚔️

Yılanlarıııımmmm,

Düğünümüz vardı malum, halay çekeceğimizi düşünmediniz diye düşünüyorum 😈

Neyse... Diğer bölüm Assra'yı evlendiriyoruz, halay hakkımızı orada kullanalım.

Kara Yılan Veliaht Prensi Adrastis'i sevdiniz mi?

Sevdiniz sevdiniz, evlendireceğiz kızımızı onla. Mecbur seveceksiniz. Aaa yoksa siz Aslan falan mı bekliyordunuz? 😏

Kraliçe annemizi peki? Kadının tam bir yılan olduğunu kabul ettik mi?

Kadın öngörülü bir de, Kraliçe olacan dedi kızına. Oluyoruz mu ne? Aa bir dakika... Bu öngörü mü gercekten? 😈

Bölüm çizimlerini ve alıntıları daha erken görmek için beni takip etmeyi unutmayın

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

Loading...
0%