Yeni Üyelik
21.
Bölüm

1.20 - Şehvet Zehri

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Joel Sunny - l Wanna Be Yours

🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den

Tiktok: Esmareden (Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim."

"O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı,
Bir Aslanın dişleri de çok keskindir.
Dikkat et. Ben sadece ısırmam, parçalarım."

 

Daha güneş ışıkları dünyayı aydınlatmaya başlamadan uyandığımda Lian hala uyuyordu. Ay ışığı ahırın tahta kapılarının aralıklarından sızıyor ve yüzüne hafifçe vuruyordu. Uyurken bile bir eli başının altında diğeri yere bıraktığı kılıcın kabzasındaydı. Benim kılıcım ise hala belindeki kemerden asılıyordu. İki kılıçta dolaşan gözlerim ne kadar zıt olduklarını düşündü. Yılan başlı ve aslan başlı iki kılıç... Bir Aslanın himayesi altındaydı.

Bir an onu belinden almak istedim ama uyanıp beni zorlayabilirdi. Sadece o kılıç için bir kez iyi huylu davranabilirdim, bunu deneyecektim ama işe yaramazsa bir daha fırsat bulduğum ilk an o kılıcı ondan alacaktım. Daha boyum o kılıcı birkaç santim geçerken onu bulmuştum, o kılıç elimdeyken büyümüştüm ben. Onu kullanarak kendimi savunmayı öğrenmeye başlamıştım. Annemin gördüğünde bile onu benden almamıştı. Bir Aslanda daha fazla durmasına müsaade edemezdim.

Yattığım yerden sonunda doğrulurken kemiklerimdeki acıların da çekildiğini hissettim. İlaç ve merhemin bu kadar hızlı ve şiddetli etki edeceğini düşünmediğim için buna o kadar şaşırdım ki kirlenmiş ve yıpranmış bluzumu yukarı sıyırdım. Kaburgalarımın üzerinde hala morluklar vardı ama renkleri solmuştu. En koyu olanı bile oldukça açılmış görünüyordu. Lian'ın bu merhemi nereden bulduğunu merak ettim çünkü benim topraklarımda böyle bir merhemin varlığından şu ana kadar bihaberdim. Üstelik askeri eğitim alan bir prensestim ben, çok kez yaralanmıştım. Yaraları iyileştiren, hatta geride iz bile bırakmayan ilaçlarımız elbette vardı; aksi halde sırtım kırbaç izleriyle dolu olurdu. Hatta en son yediğim kırbaçlar hala tam olarak iyileşmiş sayılmazdı ve o kırbaçlardan sonra sırtıma sürülen merhem bile bu denli hızlı ve etkili olmamıştı.

Uyandığında bunu ona soracaktım. Düzenli nefeslerle uyuyan Aslana tekrar göz attım ve ekmek ve peynir çıkardığı çuvala uzandım. Onun önüme çekerken Lian hafifçe kıpırdandı ama uyanmadı. Atlar kişnedi, ona da uyanmadı. Yorgun olmalıydı, aksi halde çuvalın sürüklenme sesine değil belki ama atların sesine tepki verirdi.

Çuvaldan bir parça ekmek çıkarırken, peynire öylesine baktım. Çuvalı kenara itip saman balyalarına yaslandım. Ekşimsi tadı olan Yılan ekmeğini çiğnerken atlara baktım. İki siyah, bir gri, bir de beyaz at vardı. İçeride başka hayvan yoktu ama dışarıdan ara ara kuzuların sesi geliyordu. Burası sadece atlara ayrılmışsa çiftlik düşündüğümden daha büyük olmalıydı.

Kralın kız kardeşinin çiftliği... Halamın...

Onu hala görmemiştim, aslında onun neye benzediğini bile bilmiyordum. Şanslıydım ki o da benim neye benzediğimi bilmiyordu. Beni tanımazdı, buralarda, saraydan bu kadar uzakta olabileceğimi düşünmezdi bile. Lian ona ismimi söylemişse eğer onu bile hatırlayacağını düşünmüyordum. Sarayda ben Prenses Marian'dım çünkü.

Marian... Soyluların asla kullanmayacağı isimlerden biriydi, aslında halk bile yılan tıslamasını barındırmayan isimlerden uzak dururdu ama annem bana Marian ismini vermişti. Anlamı acı veren bir sevgiydi, öyle söylemişti bana. Yani birisine öylesine büyük bir sevgi besliyordun ki bu acı veriyordu. Annemin sevgisi diye düşünmüştüm bana söylediğinde. Beni o kadar seviyordu ki bu bana hep acı vermişti.

Ekmeğimden büyük bir ısırık daha aldım. Annemi düşünmemeye çalıştım, ilk kuralım buydu çünkü. Geçmişimi düşünmemek, annemi düşünmemek... Kardeşim Alissa'yı ve ihanetini düşünmemek...

Sadece kendimi düşünmek...

Ama ben Vilas'ı düşündüm. Şu an ne yaptığını merak ettim. Kurt bana iyi olduğunu söylemişti, ona güveniyordum. Bunu aptalca da bulmuyordum çünkü Vilas'ın iyi olmadığını düşünürsem mantıklı düşünerek hareket edemezdim. O iyiydi ve ben onu bir gün bulacaktım. Tarafsız Topraklarda yeni ve güzel bir hayatımız olacaktı. Özgür...

Gözlerimin ne ara Lian'ın üzerine çevrildiğini anlamadım ama sanırım bir süre ona bakarak düşünüyordum. Uyurken bazen kaşlarını çatıyor, bazen de dudakları kıpırdıyordu. Rüya görüyordu şüphesiz ama o rüyada kiminle konuştuğunu merak ettiğimi fark ettim. Belki de Kartal Kadındı.

Bir Kartal ve bir Aslan...

Lian asla onu kraliçesi yapamazdı, her ne kadar Kartallarla müttefik olsalar da bir evliliğe iki tarafında sıcak bakacağını düşünmüyordum. Daha da önemlisi ırklar karışamazdı, yani o kadın Lian'a bir varis veremezdi. Bu ikisinin arasındaki en büyük engeldi şüphesiz.

Yine de onu kurtarmak istiyordu. Yılanlar Kartalı nasıl yakalamıştı ve ne süredir esir tutuyordu bilmiyordum ama Lian'ın çabasını göz önüne alındığında bunun uzun bir süre olduğunu düşünüyordum. Kadını ne pahasına olursa olsun bulacağına şüphe yoktu, bunu benimle ya da bensiz başaracak kadar azimliydi. Peki, sonrasında ne yapacaktı? Onu saraya götürüp bir odaya mı tıkacaktı? Belki Lian tahta geçip soylu bir Aslanla evlenen kadar ilişkileri sürerdi. Ama sonrası ikisi içinde içinden çıkılamaz olmayacak mıydı?

Kralların bazen fahişeleri olurdu. Bazen de metresleri. Babamın bile bu zamana kadar birkaç tane metresi olmuştu. Hatta bazıları annem onları zehirleyene kadar şatafatlı bir saraya hayatı da yaşamıştı hatta ama Lian'ı böyle bir hayatta hayal edemedim. Ondan nefret ediyordum belki ama böyle gizli saklı ilişkilerin adamı da değil gibiydi.

Belki de öyleydi. Bunu bilemezdim, onu tanımıyordum. Sadece kadına çok aşık olduğuna emindim, aşk insanı bambaşka birine dönüştürebilirdi. Vilas bana bir keresinde böyle söylemişti.

Ekmeğimi bitirdiğimde yerdeki mataraya uzandım. İçinde çok fazla su kalmamıştı, birkaç yudum aldım ve kapağını kapatarak Lian'ı izlemeye devam ettim. Yılanların zarif bir güzelliği olurdu. Hem erkekleri hem de kadınları... Vilas mesela bir kadını kıskandıracak kadar güzeldi. Aslanların ise güzellikleri vahşiydi. Esilian o vahşiliği doruklarına kadar taşıyordu. Ondan tiksinmeseydim gördüğüm en yakışıklı adam olduğunu bile söylerdim ama tiksinti, tüm güzellikleri birden silip iğrenilesi hislere bırakıyordu kendini.

Onu izlemeye devam ederken yine dudakları kıpırdadı ve kaşları çatıldı. Sesi çıkmasa da adımı söylediğine neredeyse emindim. Dudaklarımda bir sırıtış oluştu, kaşlarının çatılışlarını çözmüştüm çünkü. Bu onu sinirlendirdiğim zaman yaptığı kaş çatışlarındandı. Rüyalarında bile onu huzursuz etmek keyif vericiydi.

Matarayı yere bıraktım. Saç derimdeki kaşıntı sinir bozucu olmaya başlamıştı. Kaşıdığım an tırnak içlerime dolan pislik ne kadar berbat durumda olduğumu haber veriyordu. Çuvaldan bir parça yırtıp saçlarımı topladım ve geriye ittim, en azından yüzümü kaşındırmazdı. Kulağımdaki küpenin olmadığını fark ettim ve irkildim. Etrafıma bakındım. Yattığım yerdeki samanları ittim. Karanlık olsa da parlaklıkları onları bulmamı sağlardı.

Bulamadığımda ayağa kalktım ve ahırın içinde dolaşmaya başladım. Bacaklarım da eskisi kadar ağrımadığını o an fark ettim. Bu iyiydi çünkü o küpeleri bulmalıydım. Onları bana Vilas almıştı. Annem bana onlardan daha değerli birçok takı almıştı ama hiçbiri o bir çift küpe kadar değerli değildi çünkü onlar Vilas'a annesinden kalan tek şeydi; ve o bana vermişti. Onları kaybedersem gerçekten bu canımı yakardı.

Dışarıdan gelen seslerle kısa bir an durdum ve kapıya baktım. Atların kişnediğini duydum ama bunlar içerideki atlara ait sesler değildi. Kapıya doğru yürüdüm, hafif aralığa doğru eğilip dışarı bakmaya çalıştım. Tam da o an biri beni tutup çevirdi ve sırtımı kapıya dayamama neden oldu. Elini ağzıma kapattığında tam ona tekme atacaktım ki Lian'ın yüzünü seçtim. Diğer elini kaldırıp işaret parmağını dudağına bastırdı ve şükür ki eldivenli elini ağzımdan çekti. Ne sanıyordu ki zaten? Çığlık atacağımı mı?

Benim aksime o dışarı bakmaya yeltenmedi bile. Sessizce, "Yılan askerleri..." diye açıkladı. Seslerini duymuş olması anlaşılırdı ama derin uyuduğunu görmüştüm. Uyurken bunu fark edemezdi. Elbette bu şu an dert edeceğim son şeydi çünkü dışarıda aileme ait askerler vardı.

Gözlerim kısıldı. "Kaç kişi?"

"Beş," dedi, sonra durdu ve dinledi. "Altı ya da yedi. Evi arıyorlar ama buraya gelmeleri uzun sürmez."

Nedenini tahmin etsem de emin değildim. Benim için burada olabilirdiler, Yağmacılar bir kız bulduklarını haber vermiş olabilirdi. Diğer yandan benden bahsettilerse Aslanı unuttuklarını hiç sanmıyordum. Bu bir Yılan kızın önemsiz kalmasına ve Aslanın daha tehlikeli olarak aranılan ilk kişi sınıfına girmesine neden olurdu. En azından ben tam olarak öyle olmasını umuyordum ama en kötü olanı aradıkları Aslanın yanından ayrılamamamdı. Aslanı bulurlarsa beni zaten bulacaklardı.

"Ne yapacağız?" dedim sessizce. "Çünkü benim vücut sıcaklığımı alamasalar da seninkini alacaklar." Gözleri aşağı indi. Eldivenleri ellerinden çıkardı ve aniden elimi tuttu. Ne amaçladığını ilk başta anlamadım, anladığımda ise gözlerim irileşti. "Soğuksun sen. Hatta benden bile daha soğuksun."

"Yılan Topraklarına girip tüm Yılanların ateş görmüş gibi peşime düşmesini hesap edemeyeceğimi mi düşündün?" diye sordu hafif bir alayla.

Aslında bunu o ana kadar hiç düşünmemiştim bile. Kafam o kadar doluydu ki aklıma bile gelmemişti ama elbette onun aklına gelmişti. Belki de tüm bunları çok önceden planlamıştı. "Yine de buraya bakacaklardır. Başka yerde çıkış var mı?"

"Yok," dedi ve etrafına bakındı. Bileğimi kavradığı an, "Gel benimle," dedi. Ahırın içine doğru yürümeye başladı. Saman balyalarının önünde durduğunda bileğimi bıraktı ama birden gözleri aşağı döndü ve bileğime baktı. Sargının üzerini sıkıca tuttuğunu o an fark etti. Garip ona benim de bunu o zaman fark etmemdi. Bedenimde hala biraz ağrı vardı ama bileğim ve elim acımıyordu bile. Yanıklar bu kadar hızlı iyileşmediğine göre bu ilacın işiydi. Yine de diğer ağrılarımın aksine hiç sızlamaması benim de o an farkına vardığım bir gariplikti.

"İlaçtan sonra çok acımıyor," dedim hemen. "Ama istersen bileklerime bir ip dola. Öncekinde o acıtmıştı."

Bana kısılan gözlerle baktı ama iğnelememe bir şey söylemedi. Önce saman balyalarını dağıttı. Ardından çuvalları onların altına sakladı. Birkaç balyaya dokunmadı ve onları dağıttığı samanların önüne çekti. "Biz nereye..." demiştim ki, "Aynı yere," diye cevapladı hemen. Saman yığınlarına baktım, sonra gözlerimi ona çevirdim. "Hadi!" diye üsteledi. "Buraya geliyorlar."

Kıpırdamadan orada durmam imkansız gelmişti ama başka çaremiz de yokmuş gibi görünüyordu. Islık çalar gibi nefeslendim ve kucakladığı saman balyasının bıraktığı boşluğa uzandım. O da yanıma oturdu ve hızla üzerimize samanları yaymaya başladı. Samanlarla bizi tamamen kapatmak üzereydi ki ayak sesleriyle hızla yanıma uzandı ve samanlar üzerimize döküldü. Aslında yanıma uzanmış sayılmazdı, bedeninin büyük bölümü üzerimdeydi neredeyse ve kapı gıcırdadığında benim de onun da kıpırdayacak zamanı olmadı.

Öylece kaskatı kesilirken nefesimi tuttum çünkü yüzü çok yakınımdaydı. Göremiyordum ama dudaklarının yanağıma sürttüğünü bile bir an hissetmiştim. Benim aksime onun nefesi yüzüme vuruyordu ve sık nefesler alıyordu. Bunun beni iğrendirmediğini fark ettiğimde yutkundum. Elbette bulunduğumuz riskli durumun etkisindendi bu.

"Şu meşaleyi getir Res," dedi bir ses.

Toprağın Hakimi adına! Bu sesi tanıyordum ben. Kalp atışlarım birden öylesine hızlandı ki Lian'ın eli belime dokundu ve hafifçe sıktı. Bunu uyarmak için mi rahatlatmak için mi yaptığını bilmiyordum ama kalp atışlarımı duyduğu açıktı.

"Efendim," dedi başka bir ses. Sesi pürüzlüydü. "Burada sıcaklık sadece atlara ait."

"Söylediğim gibi," dedi bir kadın. "Burası atların ahırı. Elbette atların sıcaklığı olacak."

"Kapa çeneni kadın!" dedi pürüzlü sesli. "Ona majesteleri diye hitap edeceksin. Bu saygısızlığın yüzünden dua et de prensimiz seni bağışlasın."

Lian'ın gözleri daha da kısıldı ve ben yutkundum çünkü o prens ikiz kardeşim olan Prens Drassa değildi.

O Kara Yılan prensi Adrastis'ti.

Burada ne işi vardı? Beni bizzat arıyor olması saçmaydı. Diğer yandan Ak Yılan topraklarında prens de olsa bir Kara Yılanın öylece dolaşmasına Kral Siles nasıl izin verebilmişti? Benim kaçışım ittifaklarını içinden çıkılamaz bir hale getirmişken üstelik.

"Ben Prenses Oressa'yım," dedi kadın, sesindeki kibri bir tek benim almadığıma şüphe yoktu. Her ne kadar sürgün edilse de o hala kralın kardeşiydi. "Kimseye hürmet borcum yok. Hele ona hiç."

"Sen unvanından da saraydaki tüm haklarından da mahrum edilmiş ve sürgün edilmiş bir köylüsün," dedi pürüzlü sesli sertçe.

"Prensese saygısızlık etme Res," dedi Adrastis. "Yeğenini burada tutsak edip kraliyetteki haklarına bu şekilde kavuşmak istemeyecek kadar akıllı biri gibi duruyor. Sevgili eşimin burada olmadığını ben de biliyorum."

"Eş?" diye fısıldadı Lian. Nefesi bir tür işkence gibi yüzümü yalayıp geçti. Yüzümü görmediğine şükürler ettim, çünkü kendi yüz ifadem o an beni bile şaşırtabilirdi.

"Yine de..." diye devam etti Prens Adrastis. "...şehirde Aslanlar görülmüş. İçeriye kaçak girmiş olabilirler, değil mi?" Sesi yükseldi. "Her yeri arayın!"

Yutkunuşum bu kez sesli oldu. Adrastis kesinlikle Oressa'ya güvenmemişti ve bunu Aslanları bahane ederek gizliyordu. Lian bir kez daha belimi hafifçe sıktı. Dudakları yanağıma sürttü, bu kez hırıltılı çıkan sesi kulağımın hemen yanından geldi. "Kükrememi tekrar duymak ister misin? Yoksa bu işi daha sessiz mi halledeyim?"

Işık yoktu, yüzünü göremiyordum. Kıpırdayamıyordum da ama onun kıpırdadığını hissettim. Ve şimdi gözlerine baktığıma neredeyse emindim. İlkini yapacağını garip bir şekilde hissettiğimde kolunu tuttum. "Sessiz," dedim fısıltıyla.

Ne yapacağını bilmiyordum, bunu sessiz nasıl halledebileceğine dair aklıma hiçbir şey gelmedi ama ona bu konuda güvendiğimi fark ettim. Belki de sadece güvenmek istiyordum çünkü yakalanmam an meselesiydi. Zeminin titremesine ayak sesleri eşlik etti. Titreşimi hisseden algılarım ilk defa canımı çok fazla sıktı.

"Lian..." dedim panikle.

Nefesini daha derin hissettim. "E..." dedi ve duraksadı. Sesinde ufacık bir korku olsaydı o an ismini unuttuğunu düşünürdüm. "...vet!"

"Hadi!" dedi sadece çünkü artık daha uzun cümleler kurmaya cesaret edemiyordum.

"Tamam..." derken bu kez de kelimeyi uzatmıştı. Sustuğu an atların nalları zemini şiddetle titretti. Şiddetli kişnemeleri içeriyi doldurdu. Birkaçının yularlarından kurtulduğunu nal seslerinin dağılışından anladım. "Durdur şunları!" diye bağırdı pürüzlü sesli Yılan.

"Siz buradayken olmaz," dedi Oressa. "Atları kolay evcilleştiremiyoruz zaten. Yabancı Yılanların varlığı onları huysuzlaştırıyor."

Birkaç kişi küfretti. Atların tamamı belli ki serbest kalmıştı. İçerideki koşturmalarını duyuyordum ve yaralı gibi hırçınlaşmışlardı. Zeminin titremesini Lian muhtemelen benim kadar hissedemiyordu, o titremenin benim titremelerimi artırdığını da bilmiyordu ama titrediğimi kesinlikle artık biliyordu.

"Majesteleri sizi bir zarar görmeden dışarı çıkarmalıyız!" dedi Yılan. "Gizleyebilecekleri en son yer atların yanı olurdu zaten."

Atların kişnemeleri arasında bile Adrastis'in sert nefeslerini duydum, belki de bu benim zihnimin oyunuydu. Sonunda, "Diğer ahırlara bakın!" dedi. Öyle derin bir nefes çektim ki içime bir an bunu duyup beni bulacağını bile düşündüm.

Korktuğum şey asla Adrastis olmamıştı, Kral Siles bile değildi. Hatta annem de... Ben bana dayatılan bir hayata hapsolmaktan korkuyordum. Esaretle geçen yıllarımın ardından başka bir esarete mahkum edilmekten korkuyordum ve bu esaret diğerinden katbekat kötüydü. Bir süs eşyası gibi sadece balolara katılacak, törenlerde bulunacak, bazen idam edilen mahkumları izleyecek ve kralın yanındaki tahtta sessizce oturacaktım. İstemediğim bir adamın yatağını ısıtacak; hatta, tıpkı annem gibi ona varisler verecektim. Bana hediye edilen unvan ve bir metal parçasından ibaret olan tacın tüm bunlara değeceği düşünülemezdi bile.

Ben ne bir süs eşyasıydım, ne de sadece çocuk doğurmaktan ibaret bir varlık.

Ben Assra Marian, bir taç ve unvandan çok daha fazlasını hak ediyordum. En başta da özgür olmayı...

Sadece Asra olmayı...

Kapının çekilme sesi atların nal sesinden zorlukla duyuldu. Gerilen vücudum o an biraz daha gevşedi. Kıpırdandım. "Bekle!" dedi Lian. Hala sessizdi ama artık fısıldamıyordu. "Tamamen uzaklaşmadılar."

"Pekala..." dedim kelimeyi haddinden fazla uzatarak. "En azından..." Sesli bir nefes verdim. "Nefesin... Nefesini tut! Bu rahatsız edici."

"Senin nefesin de öyle," dedi. "Ve hala titriyorsun. Kalp atışlarının yüksek sesinden bahsetmiyorum bile."

Ağzım hayretle açıldı. "Kokuyorsun."

"Sen de farksız değilsin."

İstemsizce başımı yana eğip kendimi kokladım. Elbette ki kokuyordum ve söylediğimin aksine o kokmuyordu. Dudağımı dişlediğimde Lian güldü. "Kes şunu!" diye çıkıştım.

"Utandığını nadiren görüyorum, bunun keyfini çıkarmalıyım."

"Beni görmüyor-"

"Ah, hayır," dedi alaycı bir tınıyla. "Ben bir Aslanım, unutuyorsun. Karanlıktan iyi görürüm ve şu an şaşkın ve kızgınsın. Gözlerin kısık, dudakların..." Durdu, nefesini daha derin hissettim. "Aralık," dedi sonunda.

Şaşkınlığım öfkemi bastırdı adeta. Aslanlar ile ilgili bilgim vardı elbette ama bazı ayrıntıları hep unutuyordum. Bana söylediği gibiydi aslında. Yeni doğmuş bir bebek gibi oluyordum bazen çünkü neredeyse on dokuz yaşıma kadar mağarada yaşamıştım. Ara sıra kaçmalarım bile Vilas'ın beni hızla bulmasıyla sonuçlanıyordu. Dışarıda çok fazla dolaşamıyordum bile çünkü genelde içmek için kaçıyordum ve oyalanırsam Vilas beni bir bardak bile içemeden yakalardı.

"Kıpırdanıp durmayı ve bana sürtünmeyi kes!" diye çıkıştı.

"Üzerime abanan sensin!" dedim öfkeyle.

"Bir dahakine sırayı sana veririm."

Dudaklarımdan bir hayret sesi çıktı. "Bir de alay mı ediyorsun?"

"Etmem için teşvik ediyorsun."

"Seni o kadar çok öldürmek istiyorum ki."

"Kesinlikle şu an senin için düşündüğüm ikinci şey bu," dedi hemen.

"Birincisi ne?" dedim öfkeyle.

Birkaç saniye sessiz kaldı. "İlki sadece susmanı sağlamak."

Dişlerimi sıktım. "Yeterince uzaklaştılar mı?"

Yine sessiz kaldı, dışarıyı dinliyordu şüphesiz. "Hayır."

"Uzaklaştıklarında söyle."

"Sence bu şekilde durmak benim hoşuma mı gidiyor? Kapının önünde hala Yılanlar var."

"Sadece söyle tamam mı?" dedim sertçe.

"Tamam!" dedi öfkelenmiş gibi. "Şu eş... Kimden bahsettiğini biliyor musun? Ak Yılanların prensi evlendi mi?"

Elbette sadece sesinden onun bir Ak Yılan mı, yoksa bir Kara Yılan mı olduğunu anlayamazdı. O sadece prens hitabından bir çıkarım yapmıştı. Ak Yılan topraklarında serbestçe gezenin Kara Yılanlar olduğunu tahmin edemezdi, o prensin Kara Yılan veliaht prensi olduğunu da. Sorduğu eşin ben olduğumu bilmiyordu belki ama bilseydi eğer ne yapacağını merak ettim?

Bana karşılık onlardan Kartal Kadını mı isterdi?

"Ben sadece bir hırsızım," dedim aksi bir sesle. Kalp atışlarım zaten hala hızlıydı, dinlese bile bunu yalan söylediğime yormayacağını düşündüm. "Saray hayatı hakkında halka ne kadar bilgi veriyorsunuz bilemem ama Yılanlarda bu çok sınırlı. Yine de prensleri evlenseydi bunu duyardık. Yani sanırım."

"O halde ne eşinden bahsediyor bu Yılan?" Kısa bir an sessizliğe gömüldü. "Ama..." dedi sonunda. "Oressa... Yılan ona yeğenini gizlemesinden bahsetti." Nefesimi tuttum ve Lian sonunda anladığını belirterek küfretti. "O Kara Yılan Prensi. Evlenen... Kara Yılan Prensi ve Ak Yılan Prensesi."

"Prenses kaçtı mı yani?" dedim içimdeki paniği sesime yansıtmayarak.

"İleride bir krallığın kraliçesi olacak bir prensesten bahsediyoruz. Kaçtığını sanmıyorum," dedi Lian. "Başka bir durum var gibi."

Doğru. Kim kraliçe olmak istemez ki değil mi?

"Nasıl bir durum?"

"Prens, eşinin gizlenmesinden bahsetmiyordu. Tutsak edilmesinden bahsediyordu."

"Bu..." dedim ve düşünür gibi biraz duraksadım. "...kaçırıldığı anlamına mı geliyor sence? Oressa onu neden kaçırsın?"

"Onu kaçıran kişinin Oressa olduğunu düşünmüyorlar zaten. Bağlantılı oldukları kişilerden şüpheleniyorlar. Saraydan..."

Zekice ilerliyordu. Prens Adrastis'in kaçırıldığımı düşünmesini ben sağlamıştım. Aklındaki tehlikeli düşüncelere oynamıştım, saldırıyı yaptıranın Kral Siles olduğunu düşünmüştü ve ben de ona o zaman hak vermiştim. Düşüncelerini desteklemiştim. O bayıldıktan sonra bile askerlerine oynamış ve kaçırıldığımı düşünmelerini sağlamıştım. Amacım sadece babamın başını biraz daha ağrıtmak ve iki krallığın da asıl gerçeğe ulaşmalarını engellemekti. İşe yaramıştı. Hala da işime yarıyor olması şansın en azından biraz da olsa benden yana olduğunun kanıtıydı.

"Kafam daha da karıştı," dedim yavaşça. "Elbette bu normal, senin gibi saray entrikalarına aşina değilim."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu, sesinden şüphe sezmiştim. Aslında söylediğim şeyle ona yem atmak istememiştim ama sanırım tam da olan buydu.

"Hiç," dedim sadece. Daha da şüpheye düşmesi hoşuma giderdi, hatta bu ona hata yaptırıp bana bir şeyler söylemesine bile neden olabilirdi.

"Asra!" dedi sertçe.

"Kedicik!" dedim uzun zaman sonra. Sırıtıyordum ve artık onun bunu gördüğünü de biliyordum.

"Canımı sıkmaya başladın!" dedi sertçe ve vurguladı. "Yine!"

"Çok yakınımdasın kedicik," dedim sırıtarak. "Dikkat et, ısırabilirim de."

Islık çalar gibi nefeslendi. "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı," dedi, öfkesi birden çekilmişti. "Bir Aslanın dişleri de çok keskindir. Dikkat et. Ben sadece ısırmam, parçalarım."

"Vay be!" dedim hiç oralı olmadan. "Nasıl korktum fark ettin mi? Titriyorum yine."

Sessiz kaldı ama hala belimde duran eli sıkılaştı. Birden tüylerimi diken diken edecek bir şey yaptı. Dişleri boynuma sürttü. İnce derisini çekip örseledi. "Ödeşelim ister misin..." dedi, nefesi boynumu yalayıp geçti ve Lian ekledi. "...çıngıraklı?"

Bu da neydi böyle? Öfkenin ateşi bir an kalbimi durdurdu sanki.

"Önce..." dedim ve kısılan sesimi temizledim. "...Soruma cevap ver."

Anlamasına şaşırmadım. "Uzaklaştılar."

"Güzel," dedim sadece ve ellerimi kaldırıp yüzünü kavradım. O daha ne olduğunu bile anlamadan kafamı yüzüne indirdim. Küfredip şiddetle kendine yana attığında hızla doğruldum ve ellerimi iki yanına dayayarak yüzüne eğildim. Başımdaki zonklamayı yok sayarken, "Ödeşme demişken," dedim dişlerimin arasından. "Bunun başlangıç sayabilirsin."

Dişlerini sıktı ve kollarımdan kavrayıp çekti. Dirseklerim zemine sürttüğünde yine az önceki kadar yakın olmuştuk. "Yemin ederim ki dişlerimi bu kez boğazına saplarım," diye tısladım.

Sırtımı yine toprak zeminde buldum ve Lian üzerimde sivri dişlerini göstererek hırladı adeta. "Ben de öyle."

"Dene!" dedim öfkeyle. "Dene ve öl!"

Boynuma baktı. Sarı gözleri yavaşça yüzüme çıktı. Birden başını iki yana salladı. "Tiksinç."

Sesinceki hırıltı kaybolurken sözlerine küfretmemek imkansızdı ama dudaklarımı araladığım an kapıdan gelen ses buna engel oldu. "Bir şeyi bölmüyorum ya?"

Öylesine dalmıştık ki ikimiz de kapının açıldığını duymamıştık. Şimdi babama tıpatıp benzeyen o kadına bakıyordum üstelik. Beyaza dönük gri saçları tek örgüyle omzundan sarkıyordu. Gözlerinin kenarları aşağı dönüktü, o gözlerin griliği ay ışığını arkasına aldığı için çok belli olmuyordu ama tonunun bile babamla aynı olduğuna neredeyse emindim. Hafif sivri burnu, üst dudağının daha iri olması... O kadar çok Kral Siles'tı ki.

Ürperdim.

Esilian kollarımı bıraktığı an edeceğim küfrü de ona olan öfkemi de bir anda unuttum ve geri çekilip yere oturdum. Atların hala ahırın içinde dolaştığını gördüm. Hatta ikisi yanımızda, dağılan otları yiyordu. Oressa ilk atın yularını tuttu ve onu ağılına sokup bağlarken konuştu. "Abim, yani Kral yine bir işler karıştırıyor belli ki. Kara Yılan prensiyle evlenen prenses ortalarda yokmuş, elbette halkın bu durumdan haberi yok. Sevgili kocası da gelinini arıyor. Aslanlar, yani siz şu an ikinci plandasınız."

Umduğum hiçbir şey gerçekleşmiyordu. Kendimi odak noktasından asla düşüremiyordum.

Oressa atı bağlayıp bir diğerine yöneldi. Bize bakmıyordu bile. Onun da yularını kavradı ve ikinci ağıla girip sözlerine devam etti. "Endişelenmeyin demek isterdim ama zaten pek de endişeli bir haliniz yok."

Bakışlarımı yere indirdim ve derin bir nefes aldım. Lian'ın bana baktığını hissedince gözlerimi ona çevirdim. Ona öfkeli bakışlarımı yolladım, o da bana aynı şekilde karşılık vermekten geri kalmadı.

"Aslanların cesur olduklarını biliyorum zaten ama," diye devam etti Oressa. Üçüncü atı bağlıyordu şimdi. "Bir Yılan mı? Prensim bu cesaretten de öte bir şey. Ölümü arzulamak diyebiliriz."

"Öyle bir şey söz konusu değil Oressa," dedi Lian sertçe.

"Olamaz da," dedim hemen.

Kadın ağıldan çıkıp bana baktı, gözleri kısıldı. Bakışlarımı kaçırmamam gerekiyordu ama yapamadım. Yine babama bakıyormuş gibi hissetmiştim, üstelik ondan gözlerimi de kaçırmazdım hiç ama şimdi... Aynı gözlere bakmak tedirgin ediciydi işte. "Yılanların şehvet zehri başka bir şeye benzemez canım," dedi Oressa Lian'a. "Bence de olmaması sizin yararınıza olur. Aslında daha çok senin yararına prensim."

"Neden ona prensim diyorsun?" diye çıkışarak bu aptal konudan uzaklaşmak istedim. Bu da en az kadının babama benzemesi kadar rahatsız ediciydi çünkü. Saçlarımdaki otlara uzandım, onları çıkarmak beni zorlayacaktı. "O senin prensin falan değil."

"Tatlım alınma ama," dedi Oressa. "Kime nasıl istersem öyle hitap ederim ve bu, kimseyi ilgilendirmez."

Göz ucuyla Lian'ın kibirli gülümsemesini seçebilmiştim. Onu gerçekten öldürmek istiyordum. "Oressa," dedi yüzündeki gülümsemeyi sonlandırarak. "Şu Kara Yılanlar ne iş çeviriyor?"

"Kısa süre önce Ak Yılan ve Kara Yılanları birleştirmek için bir düğün yapıldı. Duymamanız imkansız," dedi Oressa.

Ona bakamıyordum, sadece saçlarımdaki otları temizliyormuş gibi davranıyordum.

"Duyduk," dedi Lian.

"Prenses kayıp, en azından benim anladığım bu. Kara Yılan Prensi de bunun Kral Siles'ın işi olduğunu düşünüyor. Bu durumda bakacağı ilk yerlerden biri benim evimdi zaten."

"Düğüne bir saldırı olmuş, prenses o zaman mı kayboldu?"

İçimden yine şarkımı söylemeye başladım. Sakin kalmalıydım çünkü ve o şarkı tek çıkış yolumdu.

"Kızı birkaç gündür arıyorlar," dedi Oressa. "Düğünde olduğunu sanmıyorum. Böylesine bir düğünün bozulması zordur zaten, saldırıların olmayacağını hesaplamamış olamazlar. Önlemlerini her iki taraf da almıştır."

"Tabii saldırı içeriden yapılmamışsa," dedi Lian. "Kara Yılan prensinin de bundan şüphelendiği açık. Belli ki düğün ilk girişimdi ama son olmamış. Kral kızını bir şekilde yok etmeyi başarmış. Prens de doğal olarak ilk senden şüphelenmiş çünkü sen hala kralın kardeşisin. Prensesi gizleyeceği ilk yer olmasan da onlardan biri olabilirdin."

"Doğru," dedi Oressa düşünceli bir sesle. Hala ikisine de bakmak yerine saçlarımı temizlemeye çalışıyordum ama en azından kayboluş zamanımdan uzaklaşmaları rahatlatıcı gelmişti. Lian beni düğün gününden birkaç gün sonra bulmuştu, benden şüphe edeceğini düşünmüyordum ama risk riskti.

"Ama Siles neden böyle bir şey yapsın?" dedi Oressa. "Bu çok mantıksız. Onun amaçladığı şey bu ittifak ile güçlenmek. Kendi kızını kaçırması ittifakı da gücünü de sarsacak sorunlar getirir sadece."

"Aksi de olabilir," dediğimde gözlerini bana çevirdiğini gördüm. Atları ağıllarına sokmuştu ve şimdi bir tahta kirişe yaslanmış dikkatini bana vermişti. En ufak bir risk kalmamalıydı ve ben de şimdi bunu sağlayacaktım. "İki taraf da bu evliliği bir ittifak için kabul etmedi mi?" dedim dudak bükerek. "Belli ki evlilik gerçekleşmiş. Prenses sonrasında kaçırılmaya çalışılmış. İlki başarısız olsa da sonrasında bir şekilde başarıya ulaşılmış. Şöyle düşünün şimdi: Ak Yılan Kralı üzerine düşen her şeyi zaten yapmış. Kızını Kara Yılan Prensiyle evlendirmiş, anlaşmaya uymuş."

"Ama kızını kaçırmış," dedi Lian. Tek kaşı havalandı. "Bu anlaşma ihlali."

"Kanıt yoksa neden olsun?" dedim ona dönerek. "Sence kanıt olsa Kara Yılanlar öylece ortada mı gezerdi, yoksa anlaşma ihlalinden bir savaş mı başlatırdı? Savaş zaten Yılan ırkının iki kolunun da yıllardır alışkın olduğu şey, bunu tekrar yapmak Kara Yılanlar için zor olmazdı bile ama eğer ortada bir kanıt yoksa öylece ittifakı bozamazlardı."

Öne doğru eğildim ve "Düşünün!" dedim. "Yılanlar savaştan bıkmış, bu evlilik onlar için bir umut, bir kurtuluş ama birden Ak Yılan prensesi ortadan kayboluyor ve Kara Yılanlar bunun için Ak Yılanları suçluyor. Üstelik ortada bir kanıt bile yokken. Savaş tekrar alevleniyor. Siz Kara Yılanlardan olsaydınız bunun için kimi suçlardınız?"

Esilian'ın gözleri kısıldı. "Ak Yılanları değil. En azından bir kanıt bulmadan."

"Doğru," dedim hemen. Oressa'ya döndüm. "Az önce ne demiştin? Ak Yılan Kralı böylesine bir ittifakı bozmak için neden böyle bir şey yapsındı ki? Üstelik kızı kayıp ve damadı bunun için onu suçlayarak bir savaş daha başlatma derdinde. Bu durumda kendi halklarının bile Kara Yılan sarayına destek vermesi düşük bir ihtimal olur."

"Şimdi neden içeride serbestçe dolaşabildikleri açığa çıktı işte," dedi Oressa. Güldü. "Sevgili kardeşim bir taşla birkaç kuş vurmuş. Hem Kara Yılan Veliahtını eşsiz, Krallığının geleceğini kraliçesiz bıraktı ve onları bir nevi güçten düşürdü; hem de bir savaş başlatmalarına da engel oldu. Şimdi ise güya kızını aramaları için onlarla beraber çalışıyor ama sonunda yapacağı şey Kara Yılanların bu buhranından faydalanıp onları yine kendi emri altına almak olacak." Daha sesli güldü bu kez. "Bu kadar akıllı olduğunu düşünmemiştim hiç."

Akıllı olan o değildi zaten.

Diğer yandan ben, babamın şu an hiç de rahat olduğunu düşünmüyordum çünkü o da neler olduğunu bilmiyordu. Prensesi kaçıran o değildi ve muhtemelen o da bunun Kara Yılanların bir planı olduğunu düşünüyordu. O kızı Alissa'yı evlendirmek isterken birden Alissa ortadan kaybolmuş ve Prens Adrastis'in istediği prensesle bir evlilik gerçekleşmişti. Üstelik Prens Adrastis, o prensesi askerlerin arasında eliyle koymuş gibi bulmuştu. Annem rolünü güzel oynamıştı ve bu işten sıyrılmıştı. Bu durumda bu, Prens Adrastis'in planı değil de başka ne olabilirdi ki?

Kral Siles şüphesiz artık fazlasıyla tedirgindi ve doğru düzgün uyuyamıyordu. Kara Yılanlara da prense de mecbur olduğundan izin vermişti. Bir ittifak yapmışlardı ve prensin eşini aramasını engellemesi şüpheleri kendi üzerine çekmekten başka bir işe yaramazdı çünkü prensesi ortadan kaldıranların Kara Yılanlar olduğuna dair onun da bir kanıtı yoktu.

Kaçma kararı alırken tüm bunlara sebep olacağımı elbette bilmiyordum ama tüm bu sonuçlar benim işime oldukça yaramıştı.

Kahrolası planlarım her şeye yaramıştı. Özgürlük haricinde...

"Saray entrikaları ha!" dedi Lian. "Kesinlikle saray entrikalarından anlamıyormuşsun çıngıraklı."

Kendimi çok mu belli etmiştim? Hayır, etmemiştim. Etmeyecektim de.

"Bunun saray entrikalarını bilmekle alakası yok," dedim kaşlarımı çatarak. "Söylenenler üzerinde akıl yürüttüm sadece. Bunun sadece zeka ile ilgisi var. Sen düşünememişsen kendi zekanı sorgula."

"Dün sana bahsettiğim şey tam da buydu işte," dediğinde onu anlamadım. Sonra sözleri zihnime süzüldü.

Senin düşüncelerin öylesine güçlü ki Asra, onları bastırmak için korkularını ben beslemek zorunda kaldım hep. Çoğunda da başarılı olamadım.

Korkularımı besleyen tek kişi olmadığını ona söyleyecek değildim.

Oressa ellerini birbirine çarpınca gözlerimiz ayrıldı ve ona baktık. "Anlamsız bakışmanızı benden sonra devam ettirirsiniz, artık gitmem gerekiyor. Sokaklarda hala askerler dolaşıyor, o yüzden sizi eve davet edemeyeceğim. Başınızı kapıdan bile uzatmayın diye sizi uyarmayacağım. Yakalanırsanız içeri gizlice girdiğinizi söylerim."

"Muhteşemsin Oressa," dedi Lian laf çarparak.

Oressa kibirle gülümsedi. "Biliyorum." Kapıya doğru yürüdü ama çıkmadan önce başını çevirip bana baktı. Sonra Lian'a. Bir şey söylemesini bekledik ama o konuşmadı.

"Oressa?" dedi Lian. "Başka bir şey mi var?"

"Sadece," dedi ona Oressa. "Sabah seni canlı bulmak isterim. O yüzden kızdan uzak dur! Özellikle de şehvetinden!"

Ve çıkıp gitti.

İğrenilesi sözlerine karşılık yüzümü buruşturdum. Lian bana baktı. Başını hafifçe aşağı eğip iki yana salladı ve sessizce kendi kendine tekrarladı. "Tiksinç."

⚔⚔⚔

Merhabalar Yılanlarım ve Aslanlarım,

Keyifler nasıl?

Peki, ya bölüm?

Kara prensimiz bizi arıyor 😈

Lian kükrüyordu az kalsın ama durdurduk. Biraz da didiştik 😈

Didişmemizi nasıl yorumluyorsunuz?

Bir de halamızı gördük, bizi bir miktar uyardı ama dinleyecek miyiz? 😈

Haftaya görüşmek istiyorsak ne yapıyoruz? Bol bol yorum yapıp oy veriyoruz.

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

 

Loading...
0%