Yeni Üyelik
23.
Bölüm

1.22 - Çekilmez Prensin Yılanı

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️
Upuzun bir bölümle geldim, yorumsuz paragraf görmesem olur mu? 🥺

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Ivy & Gold - Eye Of The Storm

🎶


Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok: Esmareden (Yeni bölüm alıntı videosu buradan gelecek 😈)


"Söylediğin gibi; ben çekilmez prensim."

"Ben de tiksinç Yılan.
O yüzden tiksintini içinde yaşa çünkü ben öyle yapacağım."

 

Üzerimdekilerden kurtulup banyo teknesinin içine girdiğimde soğuk su ürpermeme neden oldu. Yine de suyun soğukluğunu sıkıntı etmedim, iyi de gelmişti hatta. Oressa'nın söylediklerinden sonra biraz daha sakinleşmemi sağlamıştı. Kalp atışlarım yavaşlarken düşünmem de kolaylaşıyordu.

Oressa kim olduğumu biliyordu.

Belki de en başından, belki de şüphelerini doğruladığımdan beri...

Bana söylediği an öylesine dehşete kapılmıştım ki tepkilerimi kontrol edebilmem hiç mümkün olmamıştı. Eğer o ana kadar sadece şüphe etmişse, o an emin olduğu bir gerçekti.

Kim olduğumu biliyordu ama neden beni açığa vermemişti? Bir şeyler mi planlıyordu? Adrastis'in söylediği türden şeyler... Beni kardeşine verip saraydaki haklarını geri almak istiyor olabilir miydi? Lian ona güveniyordu, Oressa da ona değer veriyor gibiydi çünkü Lian'ın hayatını kurtardığını düşünüyordu. Fakat kişisel menfaatler minnet duygusunun önüne geçebilirdi. Oressa beni krallığa vermeye niyetliyse onlar da benimle birlikte harcanırdı.

Lian ile konuşmalı mıydım?

Yapamazdım. Yapamayacağımı biliyordum. Eğer Aslan prense gerçekte kim olduğumu ve değerimi açık edersem ne yapacağını biliyordum. İstediği Kartal kadına karşılık beni Ak Yılan Kralına vermekten çekinmezdi. Eğer o kadın Kara Yılanların elindeyse... Kahretsin ki onlar bana, Ak Yılan sarayının verdiğinden çok daha fazla bir değer biçmişlerdi.

Düşüncelerin deli edici ağırlığıyla sargılarımı açmaya başladım. Yanığın acısını Lian'ın verdiği ilaçtan beri hissetmemiştim. Esir alınmadan önce sürdüğüm kremin de etkili olduğunu biliyordum ama sargıyı açtığım an açığa çıkan tenim beni adeta şaşkına uğrattı.

Yanık yoktu, elim tamamen iyileşmişti. Daha da kötüsü bileklerimdeki yanık izleri de yok olmuştu. Tenim eskisinden bile daha pürüzsüzdü.

Ve evlilik izim oradaydı. Tamamen açıktaydı artık.

Ağzımdan bir küfür süzüldü. Bu imkânsızdı. Yılanların teni kendini hızlı yenilerdi, sarayda kullandığımız ilaçlarla geriye iz bile kalmazdı belki. Aslanların merhemlerinin de bizimkiler kadar etkili olduğunu düşünsem bile karnımdaki yara izi hala duruyordu ve daha elimi kızgın bir demir ile dağlayalı birkaç gün olmuşken yanıkların tamamen iyileşmesi çok saçmaydı.

"O kadar kötü mü?" dedi kapının ardından bir ses. Neredeyse yerimden sıçradım.

"Prens?" dedim nefes nefese kalarak. "Toprağın Hakimi adına! Orada ne yapıyorsun?"

"Yaralarını ilaçlamamı istememiş miydin?"

Gözlerimi biran an kapatıp başımı arkaya eğdim. "Dikkate almış olamazsın," dedim fısıltıyla.

"Almamam mı gerekiyordu?"

Hesap etmediğim şey lanet Aslanın fısıltıyı bile duyuyor olmasıydı. "Onu sadece Raiden'ı öfkelendirmek için söyledim, bunu sen de biliyorsun," dedim hemen. Kolumdaki diş izlerinin üzerinde parmağımı dolaştırdım. "İlacı ve merhemi orada bir yere bırak. Kendim hallederim."

"Ricaları dikkate alırım, emirleri değil," dedi. Öfkeyle ellerimi saçlarımdan geçirdim. Bugüne kadar çok fazla sorunum olmuştu ama bu Aslan... Kesinlikle en beteriydi. "Ayrıca sırtındaki yaraları kontrol etmem gerek. Uzun zamandır bakılmadı."

"Bu beni öldürmez!" dedim neredeyse bağırarak.

"Bilemezsin. Çok kirli yerlerde bulundun. Temizlen ve gel. Hızlı ol ve beni oraya gelmeye zorlama!"

Delirmiş miydi bu?

Neredeyse Adara'yı çağırması için ona bağıracaktım ama kendime mani oldum. Henüz o kızla konuşmaya hazır değildim, Lian'a olan öfkemle başa çıkmayı öğrenmiştim ama Adara ve Raiden için öfkemi dizginleyebileceğimden emin değildim. Ona daha fazla itiraz etmedim, zaten işe de yaramıyordu. Söylediğinin aksine yavaşça yıkandım. Vücudumdaki tüm kirlerden arındım, hatta Oressa'nın bıraktığı kovalardaki suyu da harcadım. Lian temizlenmek için kendine su taşıyabilirdi, bunu dert edecek değildim.

Tekneden çıktım ve kurulandım. Kolumdaki izleri düşünerek giyindim. Onları gizlemeliydim. O yüzden kolllarımdan çıkardığım sargıları yıkayıp tekrar sardım. Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Lian koridorun duvarına yaslanmış beni bekliyordu. Yanında ise ilaçları ve merhemleri getirdiği bez çuval vardı.

"Biraz daha bekleseydin kendini boğduğunu düşünecektim," dedi huysuzca.

"Berbat bir espri anlayışın var," dedim yüzümü buruşturarak.

"Beğenmene sevindim," dedi gülümseyerek. Yanındaki odanın kapısını itti ve başıyla içeriyi işaret etti. "Küçük Yılan odasına girdiğimizi anlamadan şu yaralarına bakalım. Fark ederse dişlerini sana geçireceği savunmalarım olacak."

Göz devirmemek için kendimi tutarak açtığı kapıdan geçtim. "Babası nerede? Onu hiç görmedim."

"Öldü çünkü," dedi arkamdan içeri girerken.

Küçük kızın yatağına oturduğumda ona kaşlarımı çatarak baktım. "Nasıl öldü?"

Uğruna saraydaki tüm haklarından ve ünvanından vazgeçen Oressa'nın hikayesinin devamını bilmiyordum, o ana kadar merak da etmemiştim. Çiftliğinde gözlerimi açtığımda bulunduğum yerin Prenses Oressa'ya ait olduğunu anlamam benim için kötü bir sürpriz olmuştu zaten ama onun vazgeçtiği her şeyden sonra mutlu bir hayatı olduğunu düşünmüştüm.

Lian elindeki çuvaldan merhemi çıkardı ve yanıma oturdu. Üzerimdeki, Oressa'ya ait olan bol bluzun eteklerini kavradı. Kaşlarım çatılırken ellerini tuttum. "Sadece sırtıma bakacaktın, diğer yaralarımı ben halledebilirim."

"Yaralarının ne durumda olduğuna bakmam gerekiyor, özellikle de Baykuşun yarasının. Bu senin anlayacağın bir şey değil."

Bir prenses olmama rağmen çok fazla yaralandığım an olmuştu, genelde yaralarımı Vilas sarardı. Yine de hangi yaraya hangi bitkilerin yaradığını bilirdim, yaraların evreleri konusunda da zayıf değildim. Vilas'ın yaralarını da bazen ben sarmıştım çünkü. Annem bunun da bir eğitim olduğunu düşünerek göz yummuştu. Aksi halde Vilas'la çok samimi olmama hep sinirlenirdi çünkü o bir askerdi, ben ise esir de olsa bir prensestim.

Ama Lian'ın anlamayacağımı söylediği şey başkaydı. Bu yara normal bir yara değildi çünkü. "Bana nasıl bir zehir verdi?" diye sordum.

"Buz kristali tozu," dedi gözlerini kısarak. "Tehlikeli derecede öldürücü olabiliyor."

"Panzehri de ateş kristali tozu mu? İkisini de hiç duymadım."

Sessizce yüzüme baktı, sanki bir yalan arıyor gibiydi. Buna bir anlam vermedim çünkü gerçekten ne ateş kristali ne de buz kristalini bu zamana kadar duymuştum. Sonunda gözlerini yüzümden çekip hala tuttuğum ellerine çevirdi. Nazikçe ellerini benden kurtardı ve bluzumu yukarı sıyırdı. Elimi hızla göğüslerimin altına bastırdım çünkü ne bir korsem ne de iç çamaşırım vardı. Oressa'nın eskiden de olsa kullanmış olduğu iç çamaşırlarını da giymemiştim.

Lian başını kaldırmadan bana kirpikleri arasından imalı bir bakış attı. "Seni çirkin vücudumun daha fazlasına maruz kalmaktan koruyorum," dedim gülümseyerek.

Sessiz bir nefes verdi ve merhem kutusuna batırdığı parmaklarını yaranın üzerine sürmeye başladı. Acısını hissetmedim, bana verdiği o iğrenç şuruptan sonra daha taze ağrılarım bile önemsenmeyecek derecede hafiflemişti.

"Atlar çiğnedi," dediğinde anlamadım. "Oressa'nın kocasını atlar çiğnedi," diye açıkladı. "Atları evcilleştirmek sizin için zor. O da fazlasıyla hırçın bir atı evcilleştirmeye çalışmış. At diğer atları da tetiklemiş ve..." Dudak büktü. "Adamı atlar ezmiş ama asıl ölümüne neden olan bu değil."

"Ne?"

"Daha tam iyileşmeden kendini fahişelerin arasına atmış. Sizin şu şehvet zehri de fazla gelmiş işte. Kendini çok fazla zorlamış."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Onun da aynı şeyi yaptığını gördüm. Kısa bir an bana baktığında dudakları daha da gerginleşti. "Hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Sakın yapma! Bu Oressa'ya saygısızca ol-" Gülmeye başladı. "Yapma! Hayır... Sus..."

Lian daha şiddetle gülerken dayanamadım. Ben de güldüm. "Yaptığı hiçbir şey hak etmiyoruz," dedim gülmemi durduramazken. Aslında adama hem öfkemden hem de layık olduğu bir şekilde ölmesinden gülüyordum ama Oressa'ya üzülmüştüm. Uğruna her şeyinden vazgeçtiği adamın onu aldatması berbat bir şey olmalıydı. Ölümüne üzüldüğünü mü yoksa bunu hak ettiğini mi düşünüyordu, bilmiyordum ama hayatına devam ediyordu. Zaten başka bir çarede bırakmamıştı kocası.

"Yaptığı hiçbir şeyi hak etmeyen kocasıydı ve ben, öyle bir adamın arkasından sadece gülerim. Sadakat her şeydir."

Sadakat her şeydir.

Raiden'ın yıkılışını da prensinin sadakat anlayışı getirecekti.

Karnımdaki yaraya sürdüğü merhemden sonra parmakları kaburgalarımın üzerindeki morluklarda gezindi. Her bir morluğun üzerine de merhemden sürdü. "Daha iyi görünüyor," dedi, parmakları kaburgalarımın üzerinde oyalanmaya devam ederken kıpırdandım. Bunu ilk kez yapmıyordu belki ama acıdan hissedemediğim şeyleri şimdi hissedebiliyordum. Parmakları bu kez huysuz bir gülme isteği uyandırmaya başlamıştı bende.

"Tamam," dedim sonunda. "Yeterli."

Ellerini çekmeden yüzüme baktı ve dudakları yukarı kıvrıldı. "Gıdıklanıyor musun?"

"Evet," dedim ve bluzumu aşağı çektim. Buna rağmen o ellerini çekmedi. Parmakları tekrar hareket edince kıpırdandım. "Kes şunu!"

Parmakları tekrar kıpırdadı neredeyse ama sonra aniden geri çekildi. Lian başını yine anlamsızca iki yana salladı. "Sırtına bakmalıyım."

Göz devirdim ve ona sırtımı döndüm. Bu kez bluzumun arkasını yukarı çekerken yine elimi göğsüme bastırdım ve bluzun ön tarafının açılmasını engelledim. Parmakları sırtımdaki izlerde dolaşmaya başladı. Bu bende gülme isteği uyandırmadı ama içimde rahatsız edici bir his oluşmasına neden oldu. "İyileşmek üzere ve bilgin olsun diye söylüyorum, boşuna uğraşıyorsun çünkü seni çıplak gördüm ben."

Dudağımı dişledim ama onu cevapsız bırakıp beni utandırma girişiminden haz almasına izin vermedim. "Hatırlıyorum, söyledim ya; seni çirkin vücudumu tekrar görmekten koruyorum ben."

Uzun zaman sonra ilk defa Yılan dilinde konuştu. "Sana minnettarım."

Aslan dili ortak dildi ve bizim dilimize göre biraz daha sertti. Yılan dilinde kurduğu tek cümle bile ırkının sert tonunu yansıtıyordu. "Yılan dilini sarayda mı öğrettiler?" diye sordum ben de Yılan dilinde.

Ortak dile geri döndü. "Kendim öğrendim, elimizde yazılı bulunan her dil gibi."

Bluzumu aşağı çektiğinde ben de elimi indirdim ve ona yüzümü buruşturarak baktım. "Tüm dilleri biliyor musun yani? Saçma."

Bu kez başka bir dilde konuştu. Keskin kelimeleri seçebildiğimde bunun Kartal dili olduğunu düşündüm ama elbette ne dediğini anlamadım. Belki de bir dil bile değildi, sadece anlamsız sesler çıkarmıştı. Bunu anlayamazdım.

"Kartal dili," dedi ve başka bir dilde bir cümle daha kurdu. Kaba seslerle olan bu dilin kime ait olduğunu anlamadım. "Akrep dili," diye açıkladı. "Ve hayır, tüm dilleri bilmiyorum. Yazılı olarak elimizde bulunan dilleri öğrenme imkanım oldu."

Ben de sarayda büyümüştüm ve birçok eğitim almıştım ama öğrenebildiğim sadece üç dil vardı. Biri ortak dil, yani Aslan diliydi. Diğeri ana dilim, Yılan diliydi. Üçüncü ise bir yerlerden bulduğum ve annem görüp imha etmeden önce biraz öğrenebildiğim Ejder diliydi. Anneme göre artık kullanılmayan, dahası ortada bir halkı bile kalmamış bir dili öğrenmem sadece zaman kaybıydı çünkü ama ben Ejder dilini sevmiştim. Hatta o kadar hoşuma gitmişti ki hiçbir eğitim almadan kendi başıma öğrenmeye çalışmıştım. Elbette ne kadar öğrenebildiğimi tartışabileceğim biriyle karşılaşma imkanım yoktu.

"Peki kelebekler?" diye sordum. "Onların dili yazılı değildir ama sen o kelebeğin ne dediğini anlamıştın."

"O biraz..." Kısa bir an sustu. "Karışık." Birden ellerimi tuttu ve kucağına çekti ve dikkatimi bir toz bulutu gibi dağıttı. "Yanıklara da bakalım."

"Hayır," dedim ve şiddetle ellerimi geri çektim.

Kaşları şüpheci bir şekilde çatıldı. "Sorun ne?"

"Bir sorun yok, yeterince iyi Aslan rolü yaptın sadece. Zaten yanıklar şu sürdüğün yanık merhemiyle oldukça iyi durumda."

"O halde neden elini ve kollarını sardın?" dedi başını yana eğerek.

İşte iki kolumu da sarmamın nedeni buydu. Söyleyeceğim yalanda açık bırakmamak. "Bazı şeyleri unutmamı engelliyor."

Aslında bana bu fikri de o vermişti. O kulede, Yılan askerlerinin beni köle tacirlerine satıp satamadığını sormuştu ve ben de şimdi ona bu bahaneyi sunuyordum. Orada yaşadıklarımı unutmamak için... Ben sadece onun söylediklerinden ilerliyordum hala. Ben aslında bana söylenenlerle kendi yolumu çiziyordum, kendimi korumaya çalışıyordum.

Gerçek ise bambaşkaydı. Ben o sargıları sadece o bir şeyler anlamasın diye takmıyordum, bir şeyleri unutmak için de takıyordum. Gördükçe ne olduğumu, beni kime ait kıldıklarına hatırlıyordum. O bilmesin istiyordum çünkü bilirse beni kendi elleriyle kurtulmaya çalıştığım o esarete iteceğini biliyordum.

Kısa bir an sadece bana baktı, sonunda başını hafifçe salladı. Ayağa kalkarken, "Umarım..." dedi yavaşça. "Beni de o sınıfa sokmuyorsundur."

Hafifçe güldüm. "Neden sokmayayım? Beni yakanlardan biri de sen değil misin?"

Başını iki yana sallarken bir adım geriledi. "O şekilde değil. Bunu kabul edemem."

Elbette ona vicdani bu rahatlamayı sağlamayacaktım. Beni Yağmacılardan kurtarması, yaralarımı kendi sarmaya çalışması aslında işine yarayacağım içindi. Bir de Canlandıran ve Hükmeden hikayesi vardı. Ona göre Canlandıran onun tarafında olursa sorun falan kalmayacaktı. Bana karşı değişen tavrının bir nedeni de buydu.

Ben bunlara kanmayacaktım işte. Gerçekler hala zihnimdeydi; bana, daha çok da Vilas'a yaptıklarını unutmayacaktım. İntikamını da bir gün alacaktım. O beni biraz daha yumuşamış sanıyordu muhtemelen ama içinde de bir şüphe hep vardı. O şüpheyi de ondan alabilirdim ama bu kadar hızlı olması dikkatinden kaçmazdı. O yüzden temkinli ilerliyordum.

"Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa prens..." dedim öne doğru eğilerek. "Beni onlara geri verebileceğini de kendin söylemiştin. Ne o? Sen yakmadığın sürece beni yakanlar önemli değil mi yoksa?"

Bir elini beline dayarken diğeri ile ensesini sıkıntıyla ovuşturdu. "Aklıma yaşadıkların gelmemişti. Sadece seni korkutmaya çalışıyordum."

Kaşlarımı kaldırdım ve dudak büktüm. "O zaman fazlasıyla farklı olduğunuzu söyleyebilirim. Onlar beni korkutmaya uğraşmamışlardı. Yine de biraz korkmuştum açıkçası."

Bocaladı, belki de ilk defa yüzünde o suçluluk duygusu belirdi. "Düşüncesizce davrandığımı kabul etmemi istiyorsan ederim. Seni böyle bir şey ile tehdit etmemeliydim ve bunun için gerçekten üzgünüm. Seni kimseye vermeyeceğim."

Bu da neydi şimdi? Benden özür mü diliyordu yani?

Garipti. Garip de hissettirmişti. Eğer o an aklına ona anlattığım köle taciri masalı gelseydi bununla beni tehdit etmez miydi gerçekten? Bir Yılanı... Tiksindiği bir Yılanı...

İnanması çok güçtü.

Sessizliğim üzerine döndü ve kapıya yürüdü. Eli kapı koluna gitti ama son bir şey söyleyip o kapıyı öyle açtı. "Eğer aradığımız kişi Ak Yılan zindanında değilse seni ve arkadaşını söz verdiğim gibi Tarafsız Topraklara geçireceğim. Sadece bana bir söz vermeni istiyorum."

"Nedir?" dedim hem merak hem de tedirginlikle.

"Yok Eden..." dedi. "Eğer ortaya çıkarsa seni almak için döneceğim. Benim yanımda olacağına söz ver."

Dün gece onun yanında olmam için bir yol bulacağına çok emindi ama şimdi görüyordum ki o kararlı hali devam etmiyordu. Bunun nedeni az önce söylediklerim miydi, bilmiyordum.

"Söz vermem neden önemli ki?" dedim alayla. "Senin tarzın zorla bir şeyleri yaptırmak değil mi? İstemezsem yine beni tehdit edecek bir yol bulacağına eminim."

Başını çevirdi ve omzunun üzerinden bana baktı. "İşe yaramaz," dedi. "Sana daha önce de söyledim. Bunu kendin istemen gerekiyor. Seni tehdit etmem belki de seni Yok Eden'e itmeme yarar."

"Ve o beni kendi amaçları için kullanır," dedim dudak bükerek. "Kulağa hiç de yabancı gelmiyor."

"Seni kullanmıyorum," dedi ama kendini düzeltmesi uzun sürmedi. "Kullanmayacağım. Sadece doğru tarafta olmanı istiyorum. Hükmeden benim ama Canlandıran'ı zorla yanımda tutamam. Bunun kendi isteği ile olması gerekiyor. Aksi halde bir felaket yaşayacağız. Hepimiz."

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Bana tüm bu masalı sen anlattın. Yani Hükmeden, Yok Eden ve Canlandıran üçlüsünü. Yok Eden... Evet, ismi kötü biriymiş izlenimi veriyor ama belki de tam aksidir. İyi olan o, kötü olan sensindir." Aniden gülümsedim. "Belki de tek kötü vardır ve o da Canlandıran'dır. Yani ben, bu yüzden de öldürülmem gerekiyordur." Omuz silktim. "Belki de tüm bu felaket düşünceleri bir palavradır. Bana söylediklerinin gerçek olduğunu kanıtlamalısın önce."

"Kanıtlarsam o sözü senden alacak mıyım?"

"Kanıtlarsan neden kötü olanı seçeyim? Ben de bir felaketin başkahramanı olmaya hevesli değilim. Aksine sadece huzurlu bir hayat istiyorum."

"Özgür olacağın..." dedi sessizce.

"Özgür olacağım," diye onayladım.

Derince nefeslenirken omuzları yükselip alçaldı. "O halde sözünü aldım varsayıyorum çünkü tüm gerçekleri senin de görmeni sağlayacağım."

Arlo'nun söylediğine göre bizi yakalayan yağmacılar, büyük bir yağmacı grubunun sadece bir koluydu. Ana merkezleri Ak Yılan Krallığı başkentindeydi, Yağmacı lideri de oradaydı. O yüzden akşam karanlığı çöktüğünde yola koyulacaktık. Arlo başkentin hangi bölgesinde olduklarını bile söylemişti.

Bir Kartal olarak birçok bilgiyi edinmesini yadırgamadım. Kartallar rüzgar gibiydi. Askerlerin onları yakalamaları bile zorken, halktan bir Yılan varlıklarını sezinlediğinde çoktan ortadan kaybolmuş olurlardı. Elbette bu yalnız ya da en fazla iki kişilik bir Kartal grubu için geçerliydi. Çoğunluğun yaydığı ısının fark edilmesi sadece saniyeler alırdı. Yılan halkına bahşedilen o güç sadece Kartallar için değil, birçok ırk için tehlikeliydi.

Ta ki Lian sıcaklıklarını düşürecek bir yol bulana kadar...

Eğer Yılan Krallığının esir planını duymasaydım, şu an Yılan halkına neden saldırmadıklarını sorgulardım çünkü ısı durumunun etkisiz kalması Yılanların güçlü oldukları en büyük kalelerinin birinin düşmesine neden olurdu.

Gözlerim masanın etrafındaki yüzlerde dolaştı ve bakışlarını üzerimde hissettiğim o Yılanda durdu. Oressa'da... Ona baktığım an gülümsedi. Ne düşüneceğimi bilemedim. Neden sustuğunu anlamıyordum. Belki de tam düşündüğüm gibi beni Ak Yılan krallığına çoktan satmıştı. Şu an da kapısının askerler tarafından çalınmasını bekliyordu. O askerlerin başında olan ise bu kez başka bir prens olurdu. İkiz kardeşim Drassa...

"Rahatla," dedi bana, gülümsemesini genişleterek. "Düşündüğün gibi bir şey yapmayacağım. Hayatımdan memnunum."

Ona güvenmemeliydim, her ne kadar halam olsa da daha yeni tanıdığım biriydi. Güven konusunda zaten sıkıntılı biriydim ben, özellikle de güvendiğim tek tük insanlardan olan kız kardeşimin ihanetinden sonra; ama Oressa'ya güvenmiştim. Burada kendine bambaşka bir hayat kurmuştu ve eğer benim kadar kardeşi Kral Siles'ı tanıyorsa, beni ona vermek onu tekrar bir prenses yapmazdı. En azından saygı gören bir prenses... Oressa ise haddinden fazla kibirliydi, üstelik artık mahkûm olduğu hayata rağmen. Saraydaki tüm haklarını geri alsa bile saygıyı alamazdı. O artık Yılan halkından eski bir soyluydu ve bunu çoktan kabullenmişti.

Dikkatle Arlo'yu dinleyen Lian başını dikleştirdi ve ona çevirdi. Benden sonra temizlenmişti. Şimdi yüzü eskisi gibi ışıl ışıldı, saçları yine parlıyordu. Gözlerinden bahsetmiyordum çünkü sarı gözleri zaten her zaman sinir bozucu bir şekilde parlaktı. "Ne yapmayacaksın?" diye sordu.

Gerildim ama Oressa benim aksime öylesine rahattı ki... "Sizi Krallıktaki haklarımı geri almak için satacağımı düşünüyor," dedi, dudağımın içini dişledim. "Hayatımdan oldukça memnunum, tekrar saray oyunlarıyla dolu Yılanlar cehennemine geri dönmek yapacağım en aptalca şey olur."

"Saray hayatını özlemiyor musun?" dedi Adara kaşlarını kaldırarak.

"Ah, tatlım!" dedi Oressa göz devirerek. "Söylediklerimi duymadın mı? Orası bir cehennemdi. İnan bana, bizim krallığımız sizinkinden oldukça farklı. En iyi örneği de sensin. Bir prensessin ama aynı zamanda bir asker olarak da yetişmene izin verildi. Yılanlarda ise prenses, prensestir. Değil erkek gibi dövüşmek, etekleri havalansa zarafetini kaybetti zanneder. Prensesler sadece Krallığı güçlendirmek için sarayda beslenen bir hayvandır yani. Vakti geldiğinde ise en çok yarar sağlayana satılır. Neden oraya dönmek isteyeyim? Taşaklarındaki kıllar ağarmış bir dul düke satılmak için mi?"

Adara dudaklarını dişleyerek gözlerini masaya çevirdi. "Kesinlikle prenseslikten çok uzaksın."

"Taşak dediğim için mi?" dedi Oressa sırıtarak. "Kızım üç adamın yanındasın şu an ve üçünün de taşakları var. Sürekli küfür ettiklerine de bahse girerim."

"Düşündüğün kadar değil," dedi Lian yüzünü buruşturarak. "Senin kadar hiç değil."

Küçük kızın koşturarak içeri girmesiyle tüm gözler ona çevrildi. Adara'nın yanından ayrılıp nereye gitmişse geriye döndüğünde nefes nefeseydi. Masanın yanında durup ellerini dizlerine dayadı ve yıpranmış elbisesinin etekleri kırıştı. "Onları gizlice dinledim. Askerler gidiyor," dedi soluk soluğa. "Ama o uzun saçlı Kara Yılan bazılarını burada bırakacakmış. Bizim evimizi gözleyeceklermiş. Şimdi buraya geliyorlar."

Lian sesli bir nefes verdi. "Yarım saat sonra güneş batacak ama beklersek buradan çıkışımız zorlaşır. O yüzden hazırlanın. Birazdan gidiyoruz." Masadaki herkes teker teker ayaklanırken Lian Oressa'ya döndü. "Atlara ihtiyacımız olacak."

"Parasını verirsen sana şu Yılanı bile satabilirim," dedi Oressa çenesiyle beni işaret ederek.

Göz devirdim ama o gözlerin irileşerek Aslan prensi bulması gecikmedi. "O zaten benim Oressa."

O benim Yılanım ve siz ona dokunduğunuz andan itibaren ölü Yılanlarsınız.

Beni yağmacı zindanından kurtarırken söylediği sözler o an zihnime çakıldı. Bunun çektiğim acıdan duyduğum aptalca sözler olmadığını, belki de öyle kabullenmenin daha kolay geldiğini o an kavradım ve canım bihayli sıkıldı.

Onun Yılanı değilim.

Ben kimsenin Yılanı değilim.

Kapıya yürüyen üçlü aynı anda durdu. Başlarını çevirdiler, Lian'a doğru. Benim öfkeye bulanan gözlerim ise zaten üzerinden ayrılmamıştı. Lian ne söylediğinin farkında değilmiş gibi belindeki kemerden bir kese çekti ve onu Oressa'ya fırlattı. Oressa keseyi havada yakalarken sırıttı. "Hepsi senindir lordum."

Lian sonunda bana baktı, tüm gözlerin üzerinde olduğunu o an anlayıp başını çevirdi ve diğerlerine de göz gezdirdi. "Bir sorun mu var?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Bu iki oluyor," dediğimde anlamadı. "Benimle diyeceksin. O zaten benimle!"

"Ben de öyle dedim," dedi pelerinini üzerine geçirirken.

"Demedin," dedim tıslarcasına. "İkinci kez demedin. Şimdi cümleni düzelt!"

"Kelimelere fazla takılıyorsun." Kolumdan çekip beni ayağa kaldırdı. "Acelemiz var hadi."

"Kelimelerin gücü olduğuna inanırım," dedi Oressa ve gevşek bir şekilde arkasına yaslandı.

Lian beni çekerek yürümeye başladı. "Neye inandığın zerre umurumda değil."

Öfkeyle kolumu kurtardım ve yürümeye başlarken kimseye bakmadım. Sadece dışarı çıkmadan önce son kez Oressa'nın sesini duydum. "Ölümle yaşam arasında kalıp ölümü seçecek duruma geldiğinde bu sözlerini tekrar hatırla Aslan prens."

Şehirden çıkmayı başarmıştık. Şimdi Yılan topraklarının ilerlerken soğuk pelerinlerimizden içeri süzülüyordu. Ben üşümüyordum ama diğerlerinin üşüdüğünü hafifçe titreyen bedenlerinden anlıyordum. Kartalların çok üşümediğini biliyordum ama Aslanlar için bizim soğuğumuz hiçbir şeydi. Sıcaklıkları fazlaydı ve şiddetli soğuklara bile uzun süre dayanabilirlerdi. Onların üşümesine sebep olan şey vücut sıcaklıklarını düşüren iksir olmalıydı.

Uzun süredir yoldaydık ve hem at üzerinde ilerlemek beni yormuş, hem de uykum gelmeye başlamıştı. Esneyip duruyordum. Lian buna ses çıkarmamıştı hiç ama yakında iğneleyici cümlelerini duyacağımdan neredeyse emindim. O yüzden bir yerlerde dinlenmeyi teklif etme isteğimi hep bastırıyordum. Dayanabilirdim, bu en zorlu yolculuğum değildi zaten.

En önde Raiden vardı. Onun arkasında Arlo ve Adara, onların arkasında ise Lian ve ben ilerliyorduk. Atlarımız çok hızlı değildi ama yavaş da değildi. Arlo'nun talimatıyla ilerliyorduk ve şu ana kadar anladığım kadarıyla bizi çok kullanılmayan yollardan ilerletiyordu. Ben bile bu kadar iyi iş başaramazdım, ki zaten bu yolları da hiç bilmiyordum. Vilas ile gelirken sadece onu izlemiştim. Hangi yollardan gittiğimiz umurumda değildi çünkü Vilas'ın beni güvenle Yılan topraklarından çıkaracağını biliyordum. Çıkarmıştı da, eğer Kelebekler ona yolumuzu kaybettirmeseydi muhtemelen şu an Tarafsız Topraklardaydık.

Zihnimin gerilerinden bir düşünce öne çıktı. Belki de Akrep zindanlarında...

Lian'a göre Akrepleri aşıp Tarafsız Topraklara geçemezdik. Eninde sonunda yakalanırdık ve kendimizi zincire vurulmuş olarak bulurduk. Bunun için hayatımızı kurtardığını bile söylemişti. Doğruyu da söylemiş olsa ondan hala nefret ediyordum. Bize yaptıklarını hafızam bana hiç unutturmuyordu. Belki bizi yakaladıklarında yağmacı olduğumuzu düşünmüşlerdi ama ya sonrası? Vilas'ı vurmuşlardı, kırbaçlanırken çıkardığı iniltiler hala bile kulağımdaydı. Kendi yaşadıklarımı unutsam bile bunu asla unutamazdım işte.

"Ne düşünüyorsun çıngıraklı?"

Ona baktığımı o an fark ettim ve artık o da bana bakıyordu. Pelerininin başlığından sarı gözleri çok az görünüyordu. Onların parıltısını gecenin karanlığı bile kapatamamıştı. Sanki ay ışığı o parlaklık hep var olsun diye gözlerine vuruyordu. Vahşiliğin güzelliğini sadece o gözlere bakarak bile anlayabilirdi bir insan.

Tiksindirici bir güzellik...

"Hiç," dedim önüme dönerek.

"Hiç mi?" dedi ve hafifçe güldü. "Hiç dediğin o düşünceler çok ses çıkartıyor."

Dudağımı dişledim ve birden, "Vilas korkak biri değil," dedim. Başımı tekrar ona çevirdiğimde bunu beklemediğini gözlerin kısılmasından anladım. Pelerinin başlığından kaşları görünmüyordu ama onları çattığını biliyordum. "Onu değil bir daha böyle nitelendirmek, aklından bile böyle bir şey geçirmeni istemiyorum."

İki yanından çıplak ağaçların yükseldiği bir vadiye yaklaşırken kar taneleri hafifçe dökülüyordu. Toprakta beyaz bir iz bırakıyordu. Raiden atını yavaşlattı. Bu yüzden biz de yavaşlamak zorunda kaldık. Her ne kadar ağaçlar yapraksız olsa da sıktı ve temkinli ilerlemek istedikleri açıktı.

Lian atını biraz daha benim atıma yaklaştırdığında artık çok yakın ilerliyorduk. "Düşüncelerimi şekillendiremezsin Asra," dedi. "Bunu kimse yapamaz, onlar bana aittir ama istediğin buysa, onları dillendirmem. Sana yalanlar da söyleyebilirim ama artık anlamışsındır, yalan söylemekten pek hoşlanmıyorum."

"Ama kendine söylüyorsun," dedim ters bir sesle.

"İçinden çıkamadığım düşüncelerle boğuşursam, bu nadir olur ama sen bunu benden daha çok yapıyorsun."

"Yanılıyorsun," dedim sertçe. "Beni tanımıyorsun bile ama sürekli benimle ilgili saçma çıkarımlarda bulunuyorsun."

"Kuvvetli izlenimler edinme gibi bir huyum var. Söylediklerim saçma kelimesiyle yan yana bile bulunamaz."

"Öyle mi?" dedim alaycı bir tonda. "Hadi bana izlenimlerinden bahset, daha çok yolumuz var gibi görünüyor."

Başını yine bana çevirdiğinde ağaçlar artık iki yanımızda uzanıyordu ve ikimizden başka herkes etrafı tarıyordu. "Sadece tek bir şey söyleyeceğim sana ve o andan sonra söylediklerimin saçma olup olmadığını hep iki kez düşünürken bulacaksın kendini."

"Merakla bekliyorum," dedim bariz bir alayla ama söylediği şey alaycılığımın sonu olurken yola çıktığımızdan beri ilk defa üşümeme neden oldu. Uykum birden açılırken yutkundum.

"Arkadaşın bir leşçi değil, bir Ak Yılan askeri."

Raiden bizi dinlediğini atının yularını çekerek durdurmasıyla belli etti, aslında en başından beri bizi dinlediğini bilmesem bu ani hareketine şaşırırdım ama şaşırdığım şey Lian'ın bunu onlara bile söylememiş olmasıydı. Adara ve Arlo da başlarını yana çevirip ona bakmıştı. Hiçbiri bir şey söylemeden Lian hırıltılı bir sesle emretti. "İlerleyin ve kulaklarını dışarıya açın, bize değil."

Raiden tekrar hareket etmeden önce bir şeyler mırıldandı, ben duyamamıştım ama Lian duyduğunu dişlerini sıkarak belli etmişti.

Tekrar ilerlemeye başladığımızda, "Yalanlamayacak mısın?" diye sordu.

Yalanlayamayacağımı biliyordu çünkü yalanlarsam ona mantıklı gerekçeler sunmam gerekirdi, fikrini değiştirme olasılığı olan gerekçeler, ama söylediğim her şey kendimle ilgili bir şeyleri fark etmeden açığa çıkarmama neden olabilirdi. En azından prensesin o gün değil de çok daha sonrasında kaybolduğunu düşünüyordu. Benim bir prenses olamayacak kadar zerafetten uzak, hatta taşralı göründüğümü de söylemişti. Oressa da haklıydı üstelik, Yılan prensesleri dövüşmeyi bilmezdi. Onlar sadece karlı bir anlaşma ile satılmak için beslenen bir çeşit hayvandı ama tüm bunlar beni rahatlatmamalıydı. Tedbiri hiçbir zaman elden bırakamazdım; çünkü söz konusu olan hayatımdı.

Özgürlüğümdü.

"Bunu anladığın halde neden onu değil beni yanında götürdüğünü merak ediyorum," dedim. "Onu leşçi sanırken bile benden çok işine yarardı, bir asker ise tamamen amacına hizmet ederdi. Seni o zindana kolaylıkla sokabilirdi."

"Yılanlardan daha fazla güvenmediğim bir şey varsa o da bir Yılan askeridir," dedi. "Üstelik..." Sustu. "Ah, dillendirmeyeceğimi söylediğim için devam edemiyorum. Lütfen beni maruz gör."

Üstelik... Onun korkak olduğunu düşünüyordu. Korkak biri ise işine yaramazdı.

"Diğer yandan sana söylediklerim de var. Onlar yalan değildi. Seni geride bırakmak bana büyük sorunlar getirirdi. Şu kılıç durumu da var elbette. Tüm bunlar seninle ilgili fikir edinmeme yardımcı oldu."

Canlandıran olmamdan bahsediyordu ama diğerlerinin bizi dinlediklerini hesaba katarak bunu gizli cümlelerle belirtiyordu.

"İşte bu bir yalan!" dedim hemen. "Onu zindanda gerçekleşenlerden sonra anladın sen."

Ay ışığı ağaçların çıplak dallarından sızıp yüzünde şekilli aydınlıklar bırakırken dudaklarının bir köşesinin kıvrıldığını fark ettim. "Öyle mi dersin?"

Bu çok aptalcaydı, öncesinde böyle bir kanıya varması imkansızdı. Nasıl olabilirdi ki zaten? O ana kadar herhangi garip bir şey bile yapmamıştım. Yine de şüpheye düştüm çünkü kahrolası haklıydı. Saçma diyerek nitelendirdiğim ne varsa parçalayarak önüme atıyordu.

"Nasıl olabilir?"

"Bir şey olduğunu biliyordum. Ne olduğunla ilgili fikrim yoktu sadece."

İşte şimdi bazı şeyler netleşmişti. Aslında içeri girmek için bana ihtiyacı hiç olmamıştı, bunu anlamıştım ama zindana girmek için bana ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm. Sonra Canlandıran olayı açığa çıkmıştı ve ben şüpheye düşmüştüm. Belki de bu yüzden beni yanında götürüyor diye düşünmüştüm ama bunu kaçışımızla anladığı aklıma geldiğinde kuruntu yaptığımı sanmıştım. Şimdi o düşüncenin ne kadar doğru olduğunu anlıyordum. Lian zindan için de bana ihtiyaç duymuyordu, o belli ki her şeyi zaten çok önceden planlamıştı.

Birden ben çıkmıştım karşısına. Ne olduğumu o zindanda anlamıştı belki ama bir Kutsal Varlık olduğumu en başından beri düşünmüştü. Beni bu yüzden yanında götürmek istemişti. O süre zarfında ne olduğumu anlamak istemişti. Canlandıran olduğumu anladığında ise bir seçim yapması gerekmişti. Ya beni öldürecekti, ya da yanında olmamı sağlayacaktı. İkincisinde karar kıldığı için yaşıyordum ve onunla beraber sürüklenmeye devam ediyordum.

Hiçbir şeyin zindanla ilgisi yoktu. Benimle ilgili hiçbir plan aslında Kartal kadınla ilgili değildi. Olduğumu düşündüğü şey ile ilgiliydi.

"Nasıl anladın?" diye sordum. "En başından yani... Şey... Bir şey olduğumu?"

"Bunu sana söylemeyeceğim çünkü hala seninle ilgili zihnimde aydınlatamadığım kısımlar var. Belki bunları sen bile bilmiyorsun. Eğer biliyorsan da bana söyleyeceğini düşünmüyorum. O yüzden sana bir şeyler açıklayıp yeni yalanlar bulmanı sağlamayacağım. Önce tüm bunlardan emin olacağım, yalanlar söylemeyeceğinden de."

"Sana yalan..."

"Ah, elbette ki söylüyorsun Asra," dedi kınar gibi. "Sadece artık sen de beni yavaş yavaş çözmeye başladın. Bir şekilde kafamı karıştırmayı başarıyorsun. Kendinle övünmelisin çünkü bunu başarabilen çok kişi yok. İnan bana, beni böylesine delirten başka bir şey de yok."

Bununla övünmedim ama bu beni az da olsa rahatlattı. Yalanlar söylediğimi biliyor muydu, önemsizdi. Söylediklerimin hangilerinin yalan olduğunu anlayana kadar bu bir sorun değildi. Yalanlarımı yakalarsa... İşte o zaman büyük bir sorun patlak verecekti.

"Vilas'ın asker olduğunu nasıl anladın?" dedim konuşmayı kendimden uzaklaştırmaya çalışarak.

"Bir asker gibi yetiştirilmişsen bunu anlamak çok da zor değil," dedi. "Aslında senin de bir asker olabileceğinden şüphelenmiştim ama..." Duraksaması neredeyse kalp ritmimi değiltirecekti. "Bu imkansız. Savaşçı ruhlusun, dirençlisin ama aynı zamanda vahşi ve dik başlısın. Eğer bu özellikleri olmasaydı yine de bir asker olamazdın ama..."

"Nedenmiş o?" diye çıkıştım.

Bana baktı ama hemen gözlerini çevirdi. "Olamazdın. Hayır, kesinlikle... Çok parlıyorsun bir kere."

"Ne?" dedim kafa karışıklılığıyla. Ne saçma bir nedendi bu? Bir Yılan elbette parlardı ama o her seferinde sanki parlayan tek Yılan benmişim gibi konuşuyordu.

Sertçe nefeslendiğini duydum. "Dik başlı... Böyle söyleyecektim." Söylemeyecekti ama böyle aptalca bir şey de söylemek istememişti belli ki çünkü hemen ardından konuyu değiştirdi. "Yine de arkadaşından çok şey öğrenebilirdin ama sen vahşiliğinden ve kahrolası dik başlılığından hiç taviz vermiyorsun."

"Yeterince şey öğrendim," dedim huysuz bir sesle. O görmemişti ama Adara ve Raiden nasıl savaştığımı görmüştü. Üstelik onunla uzun bir yolumuz vardı ve tekrar savaşmam gerekebilirdi. Elbette bir asker gibi savaşmadığımı ben de biliyordum, Lian haklıydı: Ben hep vahşiydim, yine de gelecekte olabilecek herhangi bir duruma karşılık alt zemin oluşturmalıydım.

Alaycı konuştu yine. "Eminim öyledir."

"İstersen bunu Adara ve Raiden'a sor!" Başımı önüme çevirdim ve sırıttım. "Raiden, prensine kıçınızı nasıl kurtardığımı anlatmak ister misin?"

"Cehenneme git!" diye seslendi.

Güldüm. "Gördün mü? Bana minnettar."

Lian da güldü. Adara ise başını çevirip kısa bir an bana baktı. Neden Lian'a her şeyi anlatmadığımı merak ettiğini biliyordum, neden soramadığını da çünkü geri geldiğinden beri Lian hep yakınlarımızdaydı. Keskin duyularından böyle bir şeyin kaçmayacağını biliyordu. Peki, korkuyor muydu? Kesinlikle ve benden bir cevap alamadıkça korkusu artacaktı.

"Sana bir şey söyleyeyim mi?" dedim atın üzerinde hafifçe yana eğilip Lian'a yaklaşırken. "Bence Raiden bana aşık. Bu hırçın tavırları hep bu yüzden."

Raiden küfretti. "Seni öldürürüm Yılan!"

Lian yine güldü. Arlo da ona katıldı. "Alınma küçük yılan ama sana aşık olacak kişide akıl olacağını düşünmüyorum ama durun biraz!" Birden şaşkınlık sesi çıkardı. "Raiden'da da akıl yok! Göklerin Hakimi adına! Raiden?"

"Kanatlarını koparırım senin Arlo!" dedi hırıltılı sesiyle Raiden.

"Burnumu kıskanıyor," dedi Arlo.

"Kanatlarımı deseydin daha mantıklı olurdu," dedi Adara soğuk bir sesle.

"Hayır, burnumu kıskanıyor," dedi Arlo. "Kanatlarımla tehdit ederek hedef şaşırtıyor sadece. Burnunu koparırım deseydi hemen anlaşılırdı çünkü."

Lian birden, "Susun!" dedi. Etrafa sessizlik yayıldı, atların nefes sesleri haricinde kimse nefes bile almamış gibiydi. Ağaçların aralarına göz attım, dikkatime takılan bir şey olmadı. Tam tehlike olmadığını düşünecektim ki Arlo sırtından yayını aldı, pelerini çözülüp yere düştüğü an ardına gizlediği kanatları açıldı ve rüzgar gibi bir hızla havaya yükseldi.

Lian kolumu sıkıca kavradı ve beni öyle şiddetli çekti ki kısa bir an uçtuğumu düşündüm. Kendimi onun önünde bulduğumda atım acı bir kişneyişle yere devrildi.

Adara atını hızla yana yönlendirirken bir okun az önce durduğu yerden geçtiğini belli eden parlak ucunu gördüm ama hala etrafta görebildiğim karanlık bir siluet bile yoktu. Yılanlar hızlı hareket etse de bu garipti.

"Kılıcını al!" dedi Lian, nefesi boynuma havanın soğukluğuyla nerdeyse aynı şiddetle vurdu. "Ve atla!"

Beklemeden belinden kılıcımı çektim. Yılan başlı kabzası daha o an uzadı ve bileğimi sardı. Atlayacağım an Lian'ın atına da bir ok isabet etti ve atla beraber yere yuvarlandık ama Lian beni öyle bir sarmıştı ki sürüklenmemiz durduğunda toprağa, taşlara çarpmaktan değil onun sıkı tutuşundan canım acımıştı. Yüzüme baktı, iyi olduğuma emin olmuş olmalı ki hızla beni bıraktı ve kılıcını çekerek ayağa kalktı. Beklemeden bileğimi kavrayıp beni de kaldırdı ve arkasına çekti.

"Neredeler?" dedi Raiden, hala at üstündeydi ama atı bir tur çevirdikten sonra kılıcını çekerek aşağı atladı.

"Arlo!" diye bağırdı Adara da atından atlarken.

Arlo'yu göremiyordum ama sesini duydum. "Göremiyorum!"

"Kahretsin!" dedi Adara öfkeyle. Kartalların keskin bir görüşü vardı belki ama karanlık görüşlerini elbette kısıtlıyordu. Aslanlar şu an ondan daha iyi bir görüşe sahipti aslında. Bir Yılan peki? Ah, kesinlikle ben ne gündüz ne de gece her iki ırk kadar iyi bir görüşe sahip olamayan o ırktandım. Sıcaklıkları algılamak benim avantajımdı belki ama bu hem kendi ırkıma, hem de soğuk ırklara karşı yine bir dezavantaja dönüşüyordu. Kendi ırkımın sıcaklığını hiçbir şekilde hissedemiyorduk, soğuk ırkları ise çok zor.

Atların huysuz sesleri geceyi delerken, Lian döndü ve sırtını sırtıma yasladı. "Toprağın altında," dediğinde hiçbir şey anlayamadım. "Toprağın altındalar."

Ağaçların arasındaki topraklar nefes alır gibi yükselip alçalmaya başladığında buna emin olmuştum ama Yılan ırkı toprak altında gizlenmezdi. Hayvan olan yılanlar belki toprak içindeki deliklerden ilerlerdi ama biz Yılan ırkı olarak bu şekilde bir gizlenme ve saldırma eğilimine hiç sahip olmamıştık. Hızlıydık ve bu toprağın üstünde bizim için yeterliydi. Toprak aksine hızımızı alırdı.

Bu başka bir ırkın gizlenme ve saldırma için izlediği yoldu.

"Akrepler," dedi Lian, sanki zihnimdekileri duymuş gibi.

"Akrepler mi?" dedi Raiden şaşkınlıkla.

Aynı şaşkınlığı paylaşıyordum çünkü Akreplerin Yılan Topraklarında bulunması mantıksızdı. Soğuk bir ırk olmalarına rağmen sıcak yerleri sevmeleri bir yana, Lian onların kendilerine bağlı olduklarını söylemişti. Bu zamana kadar bizimle ilgilenmeyen bir ırk, başka bir ırka bağlı duruma gelmişse topraklarımızda hiç giremezdi.

Bunları düşünmek için zamanım yoktu. Dikkatimi toplayıp sıcaklıklarını görmeyi denedim. Tam o anda iki yanımızdaki topraklar havaya sıçradı. Dört akrep toprağın altından fırlarcasına çıktı. Ay ışığı birinin iğnesinin parlaklığını tam önümde belli etti. Kılıcımı şiddetle savurduğumda Akrebin çelikten bile daha sert ve küçük bir hançer gibi sivri iğnesine çarptı.

"Dokuz kişiler!" diye bağırdım ya da on... Sıcaklıkları çok zor algılanıyordu, toprağın altında gizlenmeleri de bunu zorlaştırıyordu.

Akrep bir kırbaç gibi olan kuyruğunu bana doğru tekrar savururken Lian'ın ittim ve eğildim. Kılıcımı karnına sapladığımda yere düşüşünü bile beklemedim. Daha fazlası artık etrafımızdaydı. Akreplerin bir silaha çok da ihtiyacı yoktu aslında, kuyrukları ve kuyruklarının ucunda bulunun keskin iğneleriyle bir silahla doğuyorlardı zaten ama bazılarının elinde buna rağmen kılıçlar vardı.

Arlo'nun okları art arda iki Akrebi yere yığdı. Raiden iki Arkeple birden mücadele ediyordu. Adara ise yaralarının hala canını acıttığını belli edercesine kılıcını savururken sendeliyordu. Lian'ın bana verdiği ilaçtan ona da verdiğini biliyordum, geri döndüğünde onu son gördüğümden çok daha iyi durumdaydı. Eğer o ilaç olmasa zaten şu an mücadele etmek yerine bir iğnenin ya da kılıcın ucunda olurdu. Buna ben de dahildim.

Bir Akrebin kuyruğunu kesen kılıcımla Akrep acı bir haykırış koyuverdi. O bir an geri çekilse de başka birinin sert kuyruğu karnıma çarptı ve beni havaya savurdu. Sırtımı yere çarparken bir taşın kolumu sıyırdığını hissettim. Kaburgalarımda hala varlığını sürdüren hafif acı şiddetlendi. Bunlar beni durdurmadı elbette, üzerime gelen Akrepten yana yuvarlayarak kurtuldum ve hızla ayağa kalktım. Kılıcım Akrebin elindeki kılıca çarptı, kuyruğu ise göğsümü hedef aldı ama iğnesi göğsümü delemeden bir el tarafından kavrandı. Akrebin kendi iğnesi kendi göğsüne gömüldüğünde nefes nefese yana döndüm.

Lian'ı sadece bir an gördüm çünkü beni çekip fırlatırcasına geriye itti. Akrep onu hızla yere sererken ileri atıldım ama başka biri de benim yoluma çıktı. Önümdeki Akrep gözlerimin şiddetle açılmasına neden oldu. Hala Akreplerin topraklarımızda ne aradığını bilmiyordum, bize neden saldırdıklarını da ama en anlam veremediğim şey şu an karşımda duruyordu.

Bir Kara Akrep...

Siyahi teni gecenin karanlığında ürkütücü görünmesine neden oluyordu. Diğer Akreplerden farklı olarak başının üstüne doğru uzanan kuyruğunun ucundaki iğne metalik değil, bronz renkteydi. Daha önce Akrepleri zindanlarda görmüştüm, görünüşlerine aşinaydım ama bir Kara Akrebi ilk kez görüyordum. Aslında şu an da görmemem gerekirdi çünki Kara Akreplerin soyu tükenmişti. Kendi ırkları için bile zehirleri öldürücü olan Kara Akreplerin soyunu kendi ırkı getirmişti zaten. Ak Akrepler...

"Kaç!" diye bağırdı Lian.

Elimdeki kılıcı daha sıkı kavradım ve bir adım geriledim. Onun düşündüğünün aksine askeri eğitimim vardı, savaşmayı, -vahşice olsa da- kendimi korumayı öğrenmiştim ama bazı savaşlar diğerlerinden çok daha riskli olurdu, bunu biliyordum. O riske girmeyecek kadar kendi hayatıma değer veriyordum.

Kaçmak için döndüğümde Lian üzerindeki Akrebin cansız bedenini yere fırlattı, oldukça çevik bir hareketle sıçradı ve kılıcını Kara Akrebe savurdu. Kılıç Akrebin göğsünde hareket etti ama hiçbir şey olmadı. Buna benimle beraber Lian, hatta Akrep bile şaşırdı. Fark ettiğim şey elimi havaya kaldırmama neden oldu. Gömleğimin kolu aşağı düştü ve gördüğüm şey beni afallattı. Kabzasını tuttuğum, hatta o kabzanın şekillerek bileğimi sardığı kılıç benim değildi. O Lian'ın aslan başlı kılıcıydı ve kendi kılıcımın aksine bileğimi saran şekillenmiş aslan başıydı. Aslanın dişleri bileğimin tam iç kısmına batıyordu.

Lian'la gözgöze geldik ama bu kısa sürdü. Akrep hızla döndü ve onu elindeki kılıçla engelleyerek geriye itti. Kuyruğu havada iki yana savruluyordu artık. Kara Akrep üzerine atıldı. Lian elindeki kılıcımla onun kılıcını engelledi. Kendisine savrulan kuyruğunu diğer eliyle kavradı. Bunun gücünü böldüğünü görmemek mümkün değildi çünkü Akrep onun aksine iki eliyle kılıcına gücün vermişti. Kuyruğunu ise kurtarmak için hareket ettiriyordu ve bu Lian'ı zorluyordu. Üstelik elindeki kılıç Akrebi engellemekten başka bir işe yaramazdı çünkü onun avucunun arasında kördü.

Etrafıma baktım. Raiden iki Akreple mücadele ediyordu. Arlo artık yerdeydi ve kanatlarıyla Adara'yı destek sağlıyordu. Lian'ı gören tek kişi bendim ve aptallık edip az önce kaçmadığım için iki Akrep üzerime geliyordu. Kesinlikle dokuz kişi değillerdi, on da. Çok daha fazlalardı. Kılıcını Lian'a verebilmem bir yana şu an bunu yapabilsem de yapmam aptalca olurdu. Önce etrafındakilerden kurtulmalıydım.

Derin bir nefes aldım ve döndüm. Elimdeki kılıcımı önce sağımdaki Akrebe savurdum. Kuyruğundan sakınmak için eğildim ve yanından geçip bacaklarının arkasına şiddetli bir darbe indirdim. Dizlerinin üzerine düşse de kuyruğunu bu kez arkaya savurdu, önce kuyruğunu kestim; sonra kılıcımı sırtına geçirdim. Yüz üstü düştüğünde diğer taraftaki Akrep bağırarak bana doğru koştu, yana atladım ve ellerimi toprağa dayayıp havada döndüm. Tekrar ayaklarımın üzerinde durduğum an kılıcın bileğimi aslan başı geri çekildi ve onu hızla ileri fırlattım. Kılıç Akrebin boynuna saplandı.

Nefeslenmek için durduğumda Lian'ın Kara Akrebi yere yığdığını gördüm. Bir kılıç omzuna saplamıştı ama bu elbette benim kılıcım değildi. Akreplerden birine ait olmalıydı. Lian ayağıyla Akrebin kuyruğuna basıyordu. Gözleri ise benim üzerimdeydi, sanki ayakları altında zehriyle saniyeler içinde onu öldürebilecek ırktan, yaşamaması gereken bir ırktan biri yokmuşçasına havalanan kaşlarıyla gözlerini bana dikmişti.

Yerdeki oklardan birini diğer ayağıyla savurup yakaladı ve onu da Akrebin bacağına sapladı. Akrep yaralı bir hayvan gibi bağırırken Lian, nefes nefese olsa da, oldukça rahat görünüyordu. Kılıcına ihtiyaç duymadan bir Kara Akrebi alt etmiş olması canımı yine biraz sıktı.

"Güzel hareketti," dedi Akrebin omzuna sapladığı kılıcı çevirirken. Akrep tekrar haykırdı. "Şu havada dönmen, bir ara tekrar yap."

Öldürdüğüm Akrebin boğazına saplı duran kılıcımı, aslında Lian'ın kılıcını, almak için ileri adımlarken diğerlerinin de nefeslendiğini gördüm. Artık ayaklarının üstünde tek Akrep bile kalmamıştı. Adara yere oturmuş etrafına bakıyordu, Arlo onun başında dikilirken Raiden'a bakıyordu. Raiden ise nefes alıp almadıklarına emin olmak istercesine ölü Akreplerin arasında dolaşıyordu. Aslan başlı kılıcı ölü Akrebin göğsünden çekip Lian'ın yanına yürüdüm. Kılıcı yerdeki Akrebe savuruyordum ki, "Dur!" dedi Lian ama durmadım. Kuyruğunu hızla kestim ve ayağımla bir köşeye savurdum.

"Ne sanıyordun?" dedim alayla. "Onu öldüreceğimi mi? Beni izlemek yerine seni öldürebilecek şeylerden kurtul önce. Sonra adamı konuşturursun."

Akrep yerde haykırarak kıvranırken Lian'ın gözleri kısıldı. "Kör bir kılıçla mı?"

Akrebin omzundakini kılıcı işaret ettim. "Kör olmayan bir tane bulmuşsun işte."

Kendi kılıcıma bakındım. Hemen yanında duruyordu. Onu alıp kendi Kılıcını Lian'a uzatığımda elimden aldı ve "Etrafına bak!" dedi bana. "Senden başka biri o kuyrukları kesebilmiş gibi mi görünüyor?"

Kaşlarım çatılırken bir an afalladım. Etrafımdaki Akreplere baktım, benim yaptıklarım haricinde diğer Akreplerin kuyrukları yerli yerinde duruyordu. "Hmm..." diye aptalca mırıldandım. "Bu iyi bir şey değil, değil mi?"

Bunu daha çok kendi kendime söylesem de Lian güldü. Başını çevirip diğerlerine baktı, kimsenin bizimle ilgilenmediğini düşündüğünde, "Elinde güzel durmuştu," dedi. "Bahane olarak bunu kullan."

O kılıç normal bir kılıç değildi, bunu artık anlamıştım ama anladığım başka bir şey daha vardı ki bu daha tedirgin ediciydi. Lian o kılıçla benim yapabildiklerimi yapamıyordu çünkü Akreplerin kuyruklarını kesebilmem onun için de yeni bir bilgiydi.

Sesli ve uzun bir nefes verdim ve yerdeki Akrebe baktım. Lian'ın da gözleri ona döndü, ifadesi şiddetle değişti. Yere eğilip kılıcını Akrebin boynuna dayadı. "Beni tanıyor musun?" diye sordu sertçe.

Akrep acıdan ve muhtemelen öfkeden dişlerini sıktı. "Aslan prensi!" dedi tükürür gibi.

"Güzel," dedi Lian. "Yani bize bağlı olduğunuzu biliyorsun, o halde ikinci soru: Neden bize saldırdınız?"

"Size bağlı değilim," dedi Akrep ve bu kez gerçekten tükürdü. Lian yüzünü sildi, kılıcı şiddetle bastırdı. Ay ışığı Akrebin mavi kanına yansıdı. O zamana kadar Lian'ın da benim de mavi kanla kaplı olduğumuzu fark etmemiştim. "Ben bir Kara Akrebim!"

"Üçüncü soru," dedi Lian bastırarak. "Ölü... Aslında yaşının genç olduğunu düşünerek hiç doğmamış olman gerekirken nasıl hayatta olabiliyorsun?"

Akrep en fazla yirmi yaşında olmalıydı, Kara Akreplerin son Kara Akrebin yok edilmesi çok daha öncesine dayanıyordu. Bunu hatırlamak gülümsememe neden oldu, sanırım bazen bana da bir şeyler öğretilmesine izin verilmişti.

"Sen..." dedi Akrep, bunu bana söylediğini algılamam birkaç saniyemi aldı. Yüzündeki acıyı süzerken gülümsemem kayboldu. Akrep elimdeki kılıca baktı. "Sen gerçekten bir Kutsal..."

Lian kılıcı bastırdığında Akrep acı içinde kıvranarak sustu. "Bize onun yüzünden mi sandırdınız? Söyle Akrep! Onu tanıyor musun?"

Hayır, tanımıyordu. Hayır... Hayır... Hayır...

Karşıma çıkan herkesin beni tanıması delice olurdu, Akrebin düşüncelerine neden olan şeyin kılıcın şekillenmesi olduğunu düşünmek istiyordum artık. Sadece bir kez... En azından bir kez düşündüğüm gibi olmalıydı.

Akrep gülmeye başladığında bu Lian'ı daha da öfkelendirdi. "Yaşamak istiyorsan sorularıma cevap ver!"

Akrep şekli bozuk dişlerini gösterdi ve tıslar gibi nefesini verdi. "Beni ölümle mi tehdit ediyorsun Aslan prens?" dedi alaycı ama acı çektiği belli olan sesiyle. "O halde hafızanı tazele! Kuyruklarımızı kopması ya da kesilmesi düşük bir ihtimaldir ama koparsa..."

Uzun süre yaşayamazlardı. Hatırladığım bu bilgi neredeyse dilimden süzülüyordu, son anda kendime mani olabildim. Az önce yaptıklarım zaten şüphe çekiciydi, çok şey bilmem daha çok şüphe çekmeme neden olurdu.

Birden Akrebin yanında biten Raiden onun yüzüne bir tekme indirdi. "O halde ölümün hızlı olsun istiyorsan konuş!"

Arlo, Adara'ya destek olarak onun arkasına doğru yürüdü. Gözleri Akrebin kopan kuyruğunda dolaşıyordu. Adara ise bana bakıyordu, gözlerini elimdeki kılıca indirdiğinde onu hızla kemerime geçirdim. Bakışlarımı kaçırıp Akrebe döndüm. Akrep acıyla solunarak güldü. "Size bu toprakların sonunuzu... Getireceğini söylerdim." dedi gülerek, kesik kesik. "Ama siz zaten o sonu kendi yanınızda taşıyormuşsunuz."

Tüm bakışlar beni buldu, sadece Lian dikkatini Akrebin üzerinde tutmaya devam ediyordu. Üzerimdeki gözlere karşılık omuzlarımı kaldırıp, "Ne?" dedim. "Hepinizi öldürmek istediğimi hiç gizlemedim zaten."

Akrep güldü, sadece o güldü zaten. "Akılları varsa..." dedi zorlukla. "Seni öldürürler."

Dudak büktüm ve başımı iki yana salladım. "Maalesef yok."

Raiden hırıltılı nefesler verdi ve birden kılıcını Akrebin başına sapladı. Lian öfkeli gözlerini ona çevirdiğinde, "Bize yararı olmayan son sözlerini dinlemeyeceğim," dedi.

"Çok güzel," dedi Adara öfkeyle. "Şimdi ne nasıl yaşadıklarını, ne Yılan topraklarında ne aradıklarını, ne de bize neden saldırdıklarını öğrenebileceğiz. Aptallığın artık o kadar can sıkıcı olmaya başladı ki Raiden!"

"Bize cevap verecek gibi mi göründü sana?" diye neredeyse bağırdı Raiden. Lian'ın öfkesi gözlerine yayılırken Raiden'a atılmasını duyduğumuz sen engelledi.

"Ben size cevaplar sağlayabilirim."

Başımızı sesin geldiği yöne çevirdiğimiz an kılıçlarımız da şiddetle çekildi. Sesi yabancı gelmeyince gözlerim bize yaklaşan silueti tanımaya çalıştı. Adara bunda benden daha başarılıydı. "Kurt?" dedi emin olmak ister gibi.

"Benim bir adım var," dedi Kurt, ay ışığı sonunda yüzünü aydınlattı. Uzun siyah saçları darmadağınıktı ve dudağı sanırım patlamıştı. Lian ve benim aramda gözlerini dolaştırdı. "Ama sadece şu ikisi biliyordu değil mi?"

Lian başını bana çevirdi, ben de ona. Göz göze geldiğimizde, "Adını mı biliyorsun?" diye sordu bana.

"Sen de biliyormuşsun," dedim yüzümü buruşturarak.

"Ah, özür dilerim," diye araya girdi Kurt. "Sana da adını söylememiştim, unutmuşum. Sanırım o sırada cebinden bir iksir aşırmakla meşguldüm."

"Ne?" dedi Lian.

"Sana kızın yerini söylerken," dedi Kurt. "Çok heyecanlıydın, fark etmedin. Bir iksir, şu sıcaklığı düşürenden." Lian'ın kaşları çatıldı, Kurt sırıttı. "Çok üşütüyormuş, zaten pek işe de yaramadı. Görüyorsunuz ya..." Ellerini kaldırdı. İple sıkı sıkıya bağlıydı. "Yine yakalanıp esir düştüm. Çok büyük talihsizlikler yaşıyorum şu aralar."

Talu... Kahrolası Kurt bana orada kalmamı söylemişti. Elbette söylemişti ve sonra gidip Lian'ı bulmuş ve onu yanıma göndermişti. Şimdi ise yine karşımızdaydı ve ben artık Akrepleri buraya onun yönlendirdiğini düşünüyordum.

"Burada..." dedi Arlo kafası karışmış gibi. "Tam olarak neler dönüyor?"

"Raiden!" dedi Lian ona cevap vermeyerek. "Yakala şunu!"

Şiddet, terden fazla vücudundan akan Raiden elbette bu emri ikiletmedi. Kurdun yanına yürüyüp sırtından, pelerinini kavradı. Onu yanımıza sürükledi. Kurt söylendi. "Size yardım etmiş birine biraz daha nazik olmalısın Kaplan! Üstelik bende nasıl sırların olduğunu bilemezsin."

Raiden tökezler gibi olsa da onu bırakmadı ve tam karşımıza getirdi. "Konuş bakalım Kurt?" dedi Lian. "Neymiş o sırlar?"

Kurt dilini damağına art arda vurdu. "Adı sır olan şeyler kolay harcanmamalı," dedi ve bana baktı. "Değil mi canım?"

Kurt her şeyi görüyor muydu, bilmiyorum ama çoğu şeyi gördüğü artık netti. Zeki olması da onu tehlikeli biri yapıyordu. Tüm bunlara rağmen onu sevdiğimi fark ettim. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. "Kesinlikle Talu."

Lian sonunda ayağa kalktı. Başını yana eğerken Kurdu inceledi. "Demek adın Talu," dedi. "Bize bu karşılaşmanın bir tesadüften ibaret olduğunu kanıtlayacak bir şeylerin var mı Talu?"

"Hayır, yok," dedi Talu. "Neden olsun ki?" Etrafına baktı. "Sizce kendimi Yılan topraklarında gizlice dolaşan bir grup Akrebe yakalatmam ve onların esiriyken yine sizi bulmam ne kadar olası ve mantıklı?"

Mantıklı değildi ama bu olası olmadığı anlamına gelmiyordu. Üstelik bana yağmacı sığınağında bilerek yakalandığını ima etmişken... Bana bakıp göz kırpması bunu tamamen olası kılmıştı zaten. Kendi söylediklerine de yine kendince bir cevap vermekti. Kafa karıştırmaya mı çalışıyordu, yoksa delinin teki miydi, anlayamıyordum. Muhtemelen bundan sonra söylediği her şeyde ikisinin de olduğunu düşünecektim.

"Birden karşıma çıkıyor ve aradığım kızın, esir tutulduğu odaya kadar bilgisini veriyorsun," dedi Lian. Başını geriye atıp boynundan çıt sesi çıkmasına neden oldu. "Sonra benden bir iksir çalarak kaçıyorsun." Başını bu kez diğer omzuna eğdi ve bir çıt sesi daha duyuldu. "Şimdi de karşımıza öylece çıkıp aptalca cümleler kurarak zaten sınırında durduğum o sabrı zorluyorsun." Birden ileri atıldı ve Kurdun yakasını şiddetle kavradı. Sesi artık Aslanlara has o hırıltılı tondaydı. "O yüzden şimdi ya bana neler çevirdiğini anlat ya da ben artık hiçbir şey anlatamayacağından emin olayım."

Kurt birden ellerini iki yana açarak ipleri kopardı, sanki vahşice bunu yapan kendisi değilmiş gibi nazikçe Lian'ın ellerini kavrayıp yakasından ayırdı. "Bir Aslan vahşidir," dedi ama hemen ardından dişlerini gösterip hırladı. "Ama bir Kurt da ondan çok farklı değildir. Beni güçsüz görmenize alınırım majesteleri."

Sözleri Lian'ı zerre etkilememiş görünüyordu. Aslında bu düşüncem yanlıştı, çünkü Aslan şimdi daha vahşi bakıyordu. O Kurda söylediklerinin ciddiyetini göstermeden aralarına girdim. "Bence sakince konuşabiliriz," dedim, bu Aslan prensin öfkeli gözlerini bana akıtmasına neden olsa da geri çekişmedim. "Yani daha güvenli bir yer bulduğumuzda. Talu da o zaman sorularımıza cevap verecektir. Değil mi Talu?"

"Yaraların iyileşmiş." Gözlerimi ona çevirdim ama Talu bana değil saçlarıma bakıyordu. "Temizlenmişsin de, saçların ne kadar da parlak?"

Lian hırıltısı Talu gibi değildi, daha derindi. "Talu!" dedim uyarırcasına çünkü Aslan onun ciddiyetsizliği ile daha da hırçınlaşıyordu artık. Aslında Lian oldukça sabırlı biriydi, kolay sinirlenmediğini de anlayacak kadar onu tanımıştım ama dakikalar önce yaşadıklarımızdan sonra artık o sabırlı prensten eser kalmamıştı.

"Ah, evet," dedi Talu, gözlerini bana çevirdi. "Konuşuruz elbette. İleride terk edilmiş bir Yılan köyü var. Aslan kız, bana neden öyle garip bakıyorsun?"

Bakışlarımı Adara'ya çevirdim. Ağzı açık, yüzü kırışmış, kaşları çatılmıştı. Yüz ifadesi gerçekten komikti. "Delinin teki olduğunu düşünmüştüm, haklıymışım."

"Ben sevdim bu deliyi," dedi Arlo gülerek. Raiden, Talu'nun arkasında homurdandı. Lian öfkeli gözlerini Arlo'ya çevirdi. Arlo omuzlarını kaldırdı. "Delileri severim. Yumruk atmayı düşünüyorsun ama seni de severim. Düşünme böyle şeyler."

Lian dişlerini sıktı, başını tekrar bize çevirdiğinde bileğimi kavrayıp beni yanına çekerek tekrar Talu'ya baktı. "Gideceğiz ve konuşacağız," dedi hala hırıltılı bir sesle. "Ve seni sadece bir kez uyaracağım. Saçmalamaya devam edersen boğazını parçalarım."

"Yapmayacaksın," dedi Talu sırıtarak.

"Dene!" dedi Lian tehditkarca. Talu daha da sırıttı, kaşlarımı kaldırıp indirdiğimde dudaklarını konuşmayacağını belirtir şekilde birbirine bastırdı. Lian, Raiden'a onu işaret etti. "Beraber gidin. Elimizde iki at kaldı. Arlo, Adara'yı al..."

"Ben at değilim," dedi Arlo.

"Ama kanatların var!" dedi Lian bağırmak ister gibi. Belki de onu parçalamak istercesine...

"Bu beni at yapmaz," dedi Arlo. "Üstelik bana zorunlu olmadıkça uçma demiştin."

"Şu an sana zorunlu değilmiş gibi mi geldi?" dedi Lian. "Ve hayır, sakın cevap verme! Yoksa gerçekten yüzüne bir yumruk indireceğim."

Arlo cevap vermedi. Adara'nın belini kavradı ve siyah kanatları iki yana açıldı. Adara buna alışkın olmalı ki ses çıkarmadı ama ikisi havaya yükselirken Arlo'nun sesini hepimiz duyduk. "Gel de indir bakalım seni dört ayaklı!"

Lian küfrettiğinde gülmemek için kendimi tuttum ama yine de ağzımdan garip sesler çıkmasını engelleyemedim. Ölümcül bakışlarını bana çevirirken Raiden Talu'yu yürümesi için ileri doğru itti. Lian da aynısını bana yaptığında, "Hey!" diye bağırdım. "Nazik ol biraz!"

"Üzgünüm," dedi arkamdan ilerlerken. "Sana Talu'luk yapamayacağım. Şimdi yürü!"

"Ah, demek döndün," dedim alayla. "Hoş geldin çekilmez prens!"

Raiden Talu ile ilerideki ata binmişti. Diğer at ise ağaçların arasındaydı, tüm o kargaşada kaçmamaları muhtemelen Lian'ın işiydi. Atın birden bize doğru gelmesi de. Lian yanında duran atın yularlarını kavradı ve üzerine sıçradı. Elini uzattığında, "Dikkat et!" dedi. "Kaburgaların tam olarak iyileşmedi ve muhtemelen şu an ağrısını hissetmeye başlayacaksın."

Söylediği an gerçekten ağrıyı hissettim ve elim kaburgalarıma gitti. Hızlı ve şiddetli saldırının heyecanından bunu ancak o söyleyince fark etmiştim. Kolumdaki ince sızıyı da. "Arkaya binerim," dedim huysuzca.

Kolumu birden kavradı ve beni yavaşça çekip önüne oturttu. Acı bir an şiddetlendi, sonra dindi. "Muhtemelen yolda uyuklamaya başlayacaksın," dedi öfkemi görmezden gelerek. "Uzun süre önce göz kapakların düşmeye başlamıştı zaten. Tüm o hareketliliğin seni daha da yorduğu açık. Attan düşüp bir yerleri yaralamana izin veremem çünkü ilacımız çok az kaldı."

Komutuyla at ilerleme başladı ve ben de ancak o an öfkeli gözlerimi üzerinden çektim. "Bunu uyuklamamı sorun etmeyecek olmana yoruyorum o halde."

"Kesinlikle edeceğim," dedi, nefesi rüzgârla boynuma vurdu. "Söylediğin gibi; ben çekilmez prensim."

"Ben de tiksinç Yılan," dedim ve ona dönüp samimiyetsizce gülümsedim. Kollarımı beline sarıp başımı göğsüne yaslarken, "O yüzden..." dedim ve gözlerimi kapatıp gerçekten esnedim. "Tiksintini içinde yaşa çünkü ben öyle yapacağım."

Göğsü yükselip alçaldı. "Devam et ve kendine bir yalan daha söyle."

"Kendime yalan falan söylemiyorum," diye homurdandım.

"Seninle konuşmuyordum."

"Ne?" dedim ve ona bakmak için geri çekilmeye çalıştım.

Tek kolunu belime sarıp beni iyice göğsüne bastırdı. "Uyu çıngıraklı. Seni bırakmayacağım."

⚔ ⚔ ⚔

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım....

Ay bir de Kurtlarım desem olur mu? Auuuu

Keyifler nasıl?

Peki, ya bölüm?

Asra ve Lian arasındaki buzlar biraz daha eridi gibi. Aslan prens, benim Yılanım diye dolaşıyor ortalarda. Asra bol bol delirsin dursun flflfl

Evet, yola çıktık tekrar ama Akreplerle karşılaştık, bir de Talu ile tabii 🐺

Talu'yu sevdik mi?

Sevdiniz sevdiniz ama Lian pek sevmedi gibi. Tabii bundan bize ne değil mi?

Neyse... Aksiyon hız kesmeden devam edecek ama unutmadan... Birinci kitabın finaline çok da kalmadı 😈

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤

Der ve S.Mare kaçar 💃

 

 

 

Loading...
0%